09 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

Sağlam irade ortaya koymak


A+ | A-

Hayy ve Kayyum olan kâinatın yaratıcısı Cenâb-ı Hakk’ın küllî iradesinin tecellîsi olan bu fani dünyada ve devasa uzay boşluğunda, yaratılanların en şereflisi olan insanın, yaratanının yolunda ortaya koyacağı “sağlam irade beyanı” çok önemli ve lüzumludur.

“Sağlam irade beyanı ortaya koymak” başlı başına ayrı bir maharet, özellik, sorumluluk, hakkı teslim, hakikî insaniyet ve de imtiyazdır. Hele hele zulmün kol gezdiği, hakikatlerin ters yüz edildiği, tahakküm, dikta ve hukuksuzluğun ayyuka çıktığı devir ve zaman diliminde “irade ortaya koymak” hem zordur, zor olduğu kadar da değerli ve önemlidir.

Kişiliksizliğin, şahsiyetsizliğin, silikliğin kol gezdiği bir devirde mertçe tavır takınmak, medenî cesaretle fikir beyan etmek ve istikametli bir şekilde irade ortaya koymak hem büyük bir kahramanlık, hem de çok önemli bir cesaret işidir.

İnsaniyet adına “sağlam irade ortaya koyma beyanının” en güzel örneğini Asr-ı Saadet’te görmek mümkün. Allah Resûlü’nün (asm) çevresinde nurânî bir halka meydana getiren yüksek ahlâk sahibi sahabelerin, insanlık adına hak yolunda koydukları “irade beyanı” her türlü takdirin üzerinde bir hadisedir. İnançsız olan cedlerine, soylarına ve ebeveynlerine ve bütün küfür ehline karşı “hak yolunda” koydukları “irade beyanının” tarifi gerçekten zor. Gerçek insanlık adına, hürriyet adına, inanç adına, istikamet üzerine devam kararı başlı başına bir tarihtir.

İçinde bulunduğumuz asırda ise bunu, sahabe mesleğinin bir yansıması ve güzel örneği olan Risâle-i Nur hareketinde görmek mümkündür. Nur Talebelerinin bir asra yakın bir zamandan beri hak ve hakikat adına ortaya koydukları müsbet ve sağlam irade beyanı; hürriyet, demokrasi, inanç, hukuk, müsbet hareket etmek, medenî cesaret ve medeniyet adına ortaya koydukları sağlam irade, mert ve cesaretli duruşun tarih önünde muazzam bir ifadesi olmalıdır.

Bunca zorluk ve manilere rağmen tarihte hiç misli görülmemiş mânevî ve farklı bir hizmet tarzını ortaya koyma ve âleme hâkim kılma hadisesindeki o muazzam “irade beyanını” şöyle bir kısaca—hatırlama ve hafıza tazeleme olarak—değerlendirmeye tabi tutarsak:

Otuzlu, kırklı yıllarda, asrın mânevî reçetesi ve ilâcı olan Risâle-i Nur’ları muhtaçlara yetiştirmek için kalemleriyle matbaa gibi çalıştıklarını; kısa bir zamanda, üstün bir gayretle nüshaları elle yazarak tevafuklara mazhar olduklarını ve nurları bütün âleme yaydıklarını,

Bu tarzdaki muhteşem çalışmaların cennet bahçelerinin meyveleri gibi tatlı ve güzel hediyelerini muazzez Üstadları başta olmak üzere bu millete ve insanlığa hediye ettiklerini,

Kuvvetli metanetlerini ve Risâle-i Nur’a gelen her elîm hâdisenin altında bir inayet ve rahmet bulunduğu itikadını ve birbirlerini böyle konularda teşvik edip kuvvet verdiklerini,

Pek ciddî çalışma ve gayretle, sarsılmadan son nefeslerine kadar bu çizgilerini aslına uygun olarak muhafaza edip, geriden gelen kuşaklara tam olarak intikal ettirerek emaneti sağlam teslim etmeyi başardıklarını,

Gösterdikleri fevkalâde sebat, metanet, tesanüd ve ittifakla, başta Üstadları olmak üzere bu memlekete medâr-ı iftihar olacak ve istikbali kurtaracak sağlam bir irade ortaya koyduklarını,

Çeşitli fırtınalara rağmen, hiç sarsılmadan, tesanüd ve ittihatlarını bozmadan hizmete devam ettiklerini, birbirinin kusuruna bakmadan, birbirini tenkit etmeden, Risâle-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi hesabına mükellef ve muhtaç olduklarının idrak ve ferasetiyle hareket ettiklerini,

Lâhikalarla “nurdan bir internet ağı” kurarak irtibat ve âlâka konusunda tarihe geçecek bir sistemin müessisi olarak farklı bir irade ortaya koyduklarını...

Ve bunlar gibi daha bir çok sayısız değerli hizmete imza atarak farklı ve mümtaz bir iradeye mazhar olduklarını görürüz.

İşte tarihe “mübarekler heyeti” unvanıyla geçen ve hem yaşadıkları devre, hem de istikbale ışık tutan isimsiz kahramanlar olan “Medrese-i Nuriye”nin ümmî ihtiyarları, masum çocukları, müşfik hanımları olan bu kahramanlara binler selâm ve duâlar olsun.

Mâlâyâniyat ve boş işlere zihnini, gönlünü ve dünyasını kapatma iradesi ortaya koyup; odasından işitilen radyoyu dinlemeyen büyük dâvânın o mümtaz temsilcisine yüz binler duâ ve selâm olsun.

O karanlık devirlerde babalarından, eşlerinden geri kalmayarak Kur’ân’ın mu’cizevî tefsiri olan Risâle-i Nur nüshalarını yazarak çoğaltan merhum masume mübarek kızlara, kadınlara, yazdıkları nüshaların sayfa ve harfleri adedince selâm ve duâlar olsun.

Kur’ân ve iman yolunda yapılan her türlü hizmete mesai sarf ederek; görenleri Risâle-i Nur’a cezb edecek irade ortaya koyan; rençber, çiftçi, köylü, esnaf, zanaatkâr, memur olan; kabristan istasyonunda cennet sabahlarını bekleyen o bahtiyarlara selâm ve duâlar olsun.

Yorulmaz bir gayret, usanmaz bir cehd, ciddî bir metanet, sarsılmaz bir sadakat, samimî bir irade ortaya koyan saff-ı evvel, halis, muhlis Hafız Alilere, Hasan Feyzilere, Hüsrevlere, Hulusilere, Zübeyirlere, Bayramlara, merhum varislere yoldaş olma gayret ve iradesi koyanlara selâm ve duâlar olsun.

Yaşadığımız bu zamanda, içinde bulunduğumuz bu zeminde her türlü zorluk ve çarpıklığa rağmen kudsî iman dâvâsında sebat ederek istikametle devam etme gayretinde olan ve “neşriyat” tarzı başta olmak üzere her türlü teknik imkânı kullanarak, onların bu nurlu yolunu takip etme iradesini devam ettiren “misyon ve mesleğe” tabi olan gönül dostlarına selâm ve duâlar olsun.

Zaman ve zemini çok iyi tahlil ederek, Risâle-i Nur’un müsbet mesleği olan “ehl-i bid’a ile, değil fiilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmama” iradesinde sebat edenlere selâm ve duâlar olsun.

Üstadına ve dâvâsına bağlılıkta, onlardan izin ve müsaade almadan hareket etmemeyi prensip olarak kabul edip, “şahs-ı maneviyi” sarsmamayı, meşverete bağlı olmayı şiâr edip ona uyma noktasında irade ortaya koyanlara selâm ve duâlar olsun.

Ümitsizliğe düşmeden, telâşa kapılmadan, tenkit mekanizmasını işletmeden; kaderin takdiri başta olmak üzere çeşitli sebeplerle gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilme iradesine sahip olanlara selâm ve duâlar olsun.

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Musîbetlerin dili


A+ | A-

Şu imtihan dünyasında hayat hiçbir zaman monoton ve tek düze devam etmez. Yüce Yaratıcı, bin bir esmâsının nihayetsiz tecellilerine mazhar etmek için insanı çeşitli hallere mâruz bırakır. Böylece hayat terakkî ve tekâmül eder ve aynı zamanda imtihandan geçer.

Cenâb-ı Hak, kulları için daima hayır ve iyilik ister. Şer ve kötülükler hep insanın nefsinden gelir ve nefsinin kusurları sebebiyledir. “Bütün iyilik ve güzellikler Allah’tan, fenâlıklar insanın nefsindendir” meâlindeki âyet bu hakikate işâret eder. “Allah, benim hakkımda hayırlı şeyler tercih etmedi. Onun için kaderim kötü” diyerek Allah’a sû-i zan etmek, sû-i zanların en kötüsüdür. İnsan önce Allah’a hüsn-ü zan etmelidir. Sonra diğer insanlara, aleyhte deliller olmadığı sürece, hüsn-ü zan içinde bulunmak durumundadır. Hadis-i kudsîde “Ben, kulumun bana hüsn-ü zannı üzereyim” buyrulmuş. Rabbimizin bu îkazı çerçevesinde, O'na olan hüsn-ü zannımız bâkî kalmalıdır.

Ancak, gerçekleri hakkıyla bilemeyen ve perdenin arkasını göremeyen nice insanlar, başlarına gelen olayların hikmetini anlayamadıklarından, inancı olsa bile Allah’a sû-i zan eder ve âciz insanlara Allah’ı şikâyet eder. Fecr Sûresi’nin 15 ve 16. âyetlerinde insanın bu zaafı nazara verilir. “Ne zaman Rabbi onu imtihan etmek için kendisine nimetler verse ve ikramda bulunsa, insan ‘Rabbim beni üstün kıldı’ der. Ne zaman rızkını daraltarak imtihan etse, bu defa da ‘Rabbim bana hor baktı’ der.”

Her birimiz hayatımız boyunca teker teker imtihan olunduğumuz gibi, dahil olduğumuz topluluklar içinde de gruplar halinde imtihan ediliyoruz. Mühim olan, imtihandan geçirildiğimizi bir an bile hatırdan çıkarmayarak, bu hayat imtihanını başarıyla verebilmektir. Bunun en temel unsuru ise, ihlâs-ı hakîkî ve Allah’a tamamen teslim olmaktır. “Allahım! Beni göz açıp kapayıncaya kadar da olsa nefsimin eline bırakma” diye duâ eden Sevgili Peygamberimiz (asm) gibi duâ etmek ve nefsimize asla güvenmemektir.

Hastalıklar gibi başa gelen musîbetler de birer imtihan vesilesidir. Allah (cc) onlarla kullarını dener. Hem bir cihette musîbetler İlâhî bir îkazdır. Zararlı yoldan insanı döndürme vesilesidir. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi “Mer’ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisân-ı haliyle, ‘Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faydamızı düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim’ diye kendisi döner, sürü de döner. Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musîbet taşına mâruz kaldığın zaman, ‘Biz muhakkak Allah’ın kullarıyız ve yine O'na döneceğiz’ söyle ve merci-i hakikîye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.” (Mesnevî-i Nuriye, s. 102)

Musîbet taşlarını böyle birer ihtar-ı Rahmânî olarak görmek mü’min olmanın gereğidir.

İnsana verilen sabır kuvveti ibâdet, mâsiyet ve musîbetlere karşı kullanılmak için verilmiştir. İbâdete devamda sabır, günahlara girmemekte sabır gösterilmesi lâzım geldiği gibi, musîbetlere dayanma hususunda da sabır en büyük güç kaynağıdır. Ancak sabır, musîbetin ilk darbesinde gösterilmelidir. İlk anda feryat ve figan ettikten ve olay soğuduktan sonra sabrediyorum demek doğru bir sabır anlayışı değildir.

Pazartesi günü bir olay başımdan geçti. Normal yolumda arabayla giderken, sol tarafta bulunan bir araçla aramızda dar bir mesafe vardı. Hızla gelen başka bir araç aramızdan geçmek istedi. Kurtaramayacağını anlayarak birden önüme kırdı. Âni bir refleksle direksiyonu sağa çevirdim. Kıl payı kurtulmuştum. Fakat, hâkimiyet kaybolduğu için gidip sür'atle kaldırıma çarptım. O adam ise, gözden kayboldu gitti. Cant eğrilmiş, bağlı olduğu tabla da tamamen bozulmuştu. Lâstiği değiştirirken de kapılar otomatik kapanınca dışarıda kalmıştım. İşte burada sabrımı ölçtüm. Musîbetin yüzüne karşı güldüm. “Bunda da bir hayır vardır. Allah daha büyüğünden korusun” dedim. Bir hayli zaman kaybından sonra yedek anahtarla kapıyı açıp yavaş yavaş tamirciye gittim. Allah herkesin rızkını tayin etmişti. Her şey de normale dönmüştü. Risâle-i Nur’un kazandırdığı tahkîkî iman, tevekkül, başa gelene rıza ve sabır anlayışı hayatın her hâlini göze güzel gösteriyordu. Bundan dolayı Allah’a ne kadar şükretsek yine azdır.

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KAPLAN

Haydi gel!


A+ | A-

Tak... tak… tak…

-Kim o?

-Ben geldim.

-Sen mi?

-Evv..vvet.

-Şimdi mi?

-Şimdi ya!

-Olamaz..

-Ne olamaz?!

-Yani...

-Ne yanisi?

-Hiç mi hiç beklemiyordum ki seni!..

-Ama her an geleceğimi biliyordun.

-Öyle de…

-Öylesi, böylesi yok vakit tamam…

-Ciddî misin?

-Elbette…

***

-Hiçbir çaresi yok mu?

-Neyin?

-Azıcık daha zaman tanımanın...

-Binlerce gün verilmedi mi sana?

-Verildi de..

-Öyleyse…

-Tam hazırlanamadık ama!

-Kendi adına konuşmalısın.

-Hazırlanamadım ben…

***

-Hacca gittiğinde, Kâbe’nin dış kapıları önünde bembeyaz kefenler kurutuyorlardı gördün değil mi?

-Evet…

-Zemzem suyu ile yıkanmış kefenler…

-Evet…

-Teneşir kokulu…

-Evet…

-Neydi onlar biliyor musun?

-Evet…

-Neydi?!

-Ölümü hatırlamak içindi..

-Bak nasıl biliyorsun!

***

-Senin hazır mı kefenin?

-Hazır!..

-Ne korkuyorsun o zaman?

-Daha binlerce hayalim ve planım vardı ama!

-Hata sende!

-Neden?

-Bütün planlarını bana göre yapmalı değil mi idin?

-Öyle de…

-“de”si , “me”si yok ki; vakit tamam.

***

-Hem hiç mi hazırlığın yok?

-Var da…

-Çok korkmana da gerek yok!

-Çok korktuğumdan değil, hayallerim vardı dedim ya!

-Hayal edemeyeceğin kadar güzel bir yere gittiğinin farkında değil misin?!

-Sahi mi?

-Elbette sahi!

-Nasıl bir yer orası?

-Anne karnındaki çocuk, nasıl bu dünyayı o karanlık yerden anlayamazsa, sen de ahireti buradan anlayamazsın.

***

-Çok aniden geldin. Kime götüreceksin?

-Münker ve Nekir meleklerine. Bildiğin gibi bu dünya Peygamberlere bile yâr olmadı!

-Şahidim olur musun?

-Neye?

-Beşer olarak korktum, çünkü sen Azrailsin…

-Evet…

-Hz. Ali ne diyordu?

-Ne diyordu?

-Gayb perdesi açılsa imânım ziyadeleşmeyecek demiyor muydu?

-Diyordu.

-Benim de Rabbimin narından nuruna sığınmaktan başka yolum olmadı ancak…

-Ne ancağı?

-Ancağı şu: Ölümün yüzü soğuk be kardeşim… Yoksa Rü’yeti Cemali görmeye can atmayan mı var?

***

-Gerçekten zormuş insan olmak!

-Ne oldu?

-Melek olmak çok kolay da ondan!

-Şimdi anladın mı beni?

-Allah’ın merhametine sığınalım…

-Birlikte duâ eyleyelim insü-melek lisânıyla:

-Dağların kaldıramadığı yükü kolay mı kaldırmak!

-Sana sığınıyoruz Rabbimiz (cc).

-Rahmetinle kuşat bizleri.

-Amin!

-Haydi gel…

-Peki, tamam…

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Empatiden sempatiye


A+ | A-

Çeyrek asrı aşan süredir terör, kan akıtmaya devam ediyor. “Bitti, bitiyor” denilen noktada ‘yedi canlı canavar’ gibi yeniden başını kaldırıyor ve masum vatan evlâtlarını hedef alıyor. Tokat’da kurulan ‘tuzak’ da bunlardan biri. 7 vatan evlâdı şehit oldu, milyonlarca kişi de hüzne boğuldu. Bu vesile ile şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, bu acının ‘son’ olması için de duâ edelim.

Adına ne denilirse denilsin, Güneydoğu probleminin kökleri çok derinlerdedir. Dolayısı ile çözüm de aynı ölçüde zahmetlidir. Bununla birlikte bu problemin sona erdirilmesi, bölgede ve bütün Türkiye’de huzur ve barışın temin edilmesi de şarttır. Problemin sona ermesi için geçmişte nelerin yaşandığını bilmek de önemlidir. Ne yazık ki Güneydoğu’da nelerin yaşandığını, problemlerin nasıl olup da bu kadar biriktiğini, kök saldığını ve çözümsüz hale geldiğini bilemiyoruz. Çünkü sistem ‘bildirmemeyi’ hedef almış ve ona göre de çalışmış.

Meselâ, 12 Eylül 1980 ihtilâlinden sonra Diyarbakır Cezaevinde nelerin yaşandığını ancak yıllar sonra ve ‘bir kısmını’ öğrenebildik. ‘Köy boşaltma’lar yıllarca inkâr edildi ve sonra ‘Köylere dönüş başladı’ diye açıklamalar yapıldı, haberler okuduk. Peki, ‘Boşaltılmayan köylere dönüş nasıl başladı?’ sorusu akla gelmez mi? Türkiye’yi idare edenler hadisenin bu yönünü düşünmedi...

“Kürt iş adamı” olarak tanıtılan bölgedeki en büyük mermer fabrikasının sahibi Beşir Yılmaz, bu bilgisizliği sorgulamış ve çarpıcı açıklamalarda bulunmuş. “Açılım”a karşı çıkılmasını ‘normal’ karşılayan Yılmaz, “Güneydoğu’da neler yaşandığını kimseye, kamuoyuna yeterince anlatamamışız. Dolayısı ile ‘açılım’a karşı çıkanları anlayışla karşılamak lâzım” anlamında beyanlarda bulunmuş.

“Artık bir Türk bana ‘hain’ dediği zaman çok normal karşılıyorum!” diyen işadamı, çoğu kişinin inanmakta zorlanacağı, babası ve kardeşiyle iligili iki hatırasını anlatmış: (...) Biz Kürtler, Türk halkından daha fazla özverili davranmalıyız. Ben hiçbir zaman Türk halkının art niyetli olduğunu düşünmedim. Dediğim gibi, bilmedikleri için bunlar oluyor. Öyle empoze edildiği için yıllarca, basınıyla, yayınıyla... Burada yaşananları bilmedikleri için, faili meçhulleri bilmedikleri için, köy boşaltmaları, yakmaları bilmedikleri için... Benim babam askere gittiğinde kuyruğu var mı diye aramışlar. (Soru: Nasıl?) Kürtler kuyruklu ya! O noktadan geliyoruz buraya. Biz bunları yaşadık. Benim küçük kardeşim tıp son sınıfta gözaltına alındı. Biz ancak 45 gün sonra nerede olabildiğini öğrenebildik. (...) 1983’te... 45 gün sonra öğrendik diyorum size. Biz buralardan bu noktaya gelmişiz. O yüzden bizim açılım için o kadar çok acele etmemize, çok fazla baskı yapmamıza gerek yok.” (Mine Şenocaklı’nın röportajı. Vatan, 8 Aralık 2009)

İnanılması zor bu hatıra, lise yıllarımızdaki bir hatıramızı akla getirdi. 12 Eylül 1980 ihtilâli sonrası bir iki arkadaşımızla Rize’den Erzurum’a gitmiştik. Hatırlanacağı üzere, o dönemde de ‘komünist’lerin her an Türkiye’yi işgal edebileceği haberleri yayılırdı. Sosyal yapısı itibarıyla Erzurum, böyle haberler karşısında daha da hassastı. Bir dost sohbetinde, Erzurumlu bir genç “Yahu ben komünistleri başka bir şey sanırdım. Meğer onlar da insanmış” demişti. “Her halde ‘şaka’ yapıyor” diye düşünmüştük, ama sözleri şaka değildi. Bu sebeple iş adamı Beşir Yılmaz’ın babasıyla ilgili ‘kuyruk’ hatırasını okuyunca ‘olamaz’ diyemedim.

Kendimizi başkasının yerine koyarak çare arayabilirsek sıkıntıları geride bırakırız İnşallah...

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

İklim zirvesinde tarihî anlaşma olacak mı?


A+ | A-

Kopenhag’ta Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde İklim Zirvesi başladı. Amaç; tehlikeli küresel ısınmayı önlemek için Kyoto Protokolünün yerine daha katı bir başka bağlayıcı uluslar arası antlaşmayı hazırlamak.

Amerika ve Çin başta olmak üzere büyük sanayileşmiş ülkelerin karbon salınımları dünyayı hızla ısındırıyor. Eğer tedbir alınmazsa, bu yüzyılın sonunda yaklaşık 3 milyar kişi su bulamayacak; Güney Asya’da 125 milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kalacak. Buzulların erimesiyle, küresel su düzeyleri New York, Şangay, Hamburg, İstanbul ve İzmir gibi bir çok şehri tehdit edecek şekilde yükselecek. Bir çok ada sular altında kalacak. 2003 yılında Avrupa’da görülenden daha sıcak yazlar, çölleşmeyi hızlandıracak. 2005 yılında Amerika’da yaşanan Katrina Kasırgasından daha güçlü siklon ve kasırgalar yaşanmaya başlanacak. Sorunun bir başka yönü de atmosferi hemen hemen hiç kirletmeyen Haiti, Sudan, Bangladeş gibi ülkelerin sel ve kuraklıklarla, küresel ısınmanın bedelini en çok ödeyen ülkeler olması.

İşte bu kötü senaryoyu önlemek için Kopenhag’ta hummalı bir faaliyet yürütülüyor. Isınmanın 2 derecenin altında tutulabilmesi için 1990 düzeylerinin yüzde 25 ila 40’ına kadar sera gazı emisyonlarının azaltılması gerekiyor. Halbuki teklifler yüzde 12’yi geçmiyor.

Peki bu sera gazını kim salıyor? Başta gelen ülkeler ABD, İngiltere, Japonya ve Çin. Dolayısıyla en çok onların azaltması gerekiyor. Temiz sanayi, büyük maliyetler ve düşük kârlılık demek. Amerika buna yaklaşmadığı için Kyoto Protokolünü imzalamadı. Dahası bu protokolle getirilen karbon salınım kotaları, çirkin bir ticareti doğurdu: karbon kotası ticaretini. Zira sera gazı en çok fosil yakıtlardan doğuyor. Kendisine tanınan kotayı aşacak kadar sera gazı üreten elektrik üretimi yapan 12.000 firmaya kota verildi. Bu kotayı aşanlar temiz teknoloji kullanarak kotasını doldurmayanlardan kalan kotayı satın alıyor. Bu yolla bir ton karbondioksiti atmosfere salmanın fiyatı ne kadar mı? Yedi Avro.

Bu arada Çin ve Hindistan gibi yeni sanayileşen ülkeler, kirletmeye devam etmelerine izin verilmesi gerektiğini, çünkü meselâ Hindistan’da halen 400 milyon insanın elektriksiz yaşadığını ileri sürüyorlar. Yani erken sanayileşen ülkelere siz yeterince kirlettiniz, siz artık kısın biz kirletmeye devam edelim diyorlar. Gelişmekte olan ülkelerin tamamı aslında biz temiz teknolojiler geliştirelim, ama bu işin maliyetini karşılayamayız diyorlar. Bu zirvede zengin ülkeler yılda 10 milyar doları gelişmekte olan ülkelere ödemeyi planlıyorlar. Halbuki bu rakamla gelişmekte olan ülkelerin az karbon salar hale getirilmesi imkânsız. Zaten gelişmekte olan 132 ülkenin G77 grubu, bunu ‘çerez parası’ olarak niteliyor. İstenen hedefe ulaşılabilmesi için yılda en az 400 milyar dolar gerekiyor. Aslında karbondioksit salınımını azaltmanın kolay bir yolu var: Orman kesimini durdurmak! Zira artışın yüzde 40’ı bu yüzden meydana geliyor.

Bu arada Türkiye’nin 2004 yılında kişi başına karbondioksit salınım miktarı 3,6 ton. Aynı yıl dünya ortalaması ise 4 ton. AB ülkelerinin ortalaması ise korkunç: 7,5 ton. Türkiye alacaklı gibi görünse de, kömüre dayalı enerji santralleri bu açığı kapatıyor.

Zirvenin en önemli aşaması 15 Aralıkta başlayacak ve 100’den fazla dünya liderinin katılacağı devlet başkanları konferansı. Ve 18 Aralık akşamı bir sonuca ulaşılması bekleniyor.

Peki, sonuca ulaşılabilecek mi?

Zengin fakirin halinden anlamayacağı ve küresel ısınmadan en çok gelişmekte olan ülkeler etkileneceği için, bir anlaşmaya varılması çok zor, hatta imkânsız görünüyor. Umarız yanılırız ve dünya liderleri tarihî bir karara imza atarlar. Çocuklarımız da daha temiz bir dünyada doğar.

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Demokrasiye pusu


A+ | A-

MGK tarafından açılımın koordinatörlüğü ile görevlendirilen İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, “Açılım bitti diyenlere inat, geri adım atmayacağız. Tüm provokatif eylemlere rağmen bu işi kararlılıkla sürdüreceğiz” dediği saatlerde gerçekleşen Tokat saldırısı, bu “kararlılık” mesajına da açıkça meydan okuyan yeni ve çok ağır bir provokasyon niteliğinde.

DTP’lilerce İmralı’daki “kötü cezaevi şartları” bahanesiyle başlatılan protesto eylemlerinin yer yer teröre dönüştüğü, bir ay önce İstanbul’daki molotof kokteyli saldırısında ağır yaralanan üniversite adayı Serap’ın ve Diyarbakır’daki gösterilerde üniversiteli Aydın’ın vefat ettiği, DTP adına “dağa çıkma” tehditlerinin savrulduğu ve Anayasa Mahkemesinin de parti hakkındaki kapatma dâvâsını karara bağlamaya hazırlandığı puslu ve kasvetli bir ortamda kurulan ve 7 askerimizin şehadetiyle sonuçlanan bu menfur pusu, havayı iyice bulandırdı ve sinirleri gerdi.

DTP eylemlerinde yine taş atan çocukların öne çıkarılması üzerine, açılım kapsamında gündeme getirdiği ilk ve tek somut girişimi, yani bu çocuklara uygulanan yargılama prosedürlerini düzeltip, yasada öngörülen cezaları azaltmayı öngören düzenlemenin Mecliste görüşülmesini erteleyen hükümetin, Tokat saldırısı sonrasında açılımı tamamen rafa kaldırması sürpriz olmaz.

Zaten aylardır konuşulduğu halde bir türlü icraata dökülemeyen bir açılımı askıya almak çok kolay. Zira her fırsatta tekrarlanan “Kararlıyız, sonuna kadar götüreceğiz” söylemlerine rağmen, “fiilen askıda” olan bir süreç söz konusu...

Tokat saldırısı, tetikleyeceği tepkilerle, hükümetin konuyu doğru dürüst anlatıp da ikna edemediği kitlelerdeki “açılım alerjisi”ni daha ileri boyutlara taşıyabilir. Dahası, iktidar partisinin kendi içinde beliren çatlakları dahi büyütebilir.

Bu saldırının, dikkatle üzerinde durulup irdelenmesi ve aydınlatılması gereken cihetleri var.

Güneydoğu eksenli olarak devam edip Kürt nüfusun yoğun olduğu bazı şehirlere de sıçrayan ve kent terörü şeklinde büyük şehirleri de zaman zaman vuran terör saldırılarının, bu kez Tokat gibi bir yerde ortaya çıkmasının izahı ne?

Dört buçuk yıl önce bir konferans için Tokat’a gittiğimizde şehrin tarihî kalesinden etrafı temâşâ ederken, mihmandarlarımız, epeyce ilerideki ormanlık ve dağlık alanda, geçen sene Hollanda’da ölen Dursun Karataş’ın başını çektiği DHKP/C örgütüne ait bir kamp bulunduğuna dair duyumlara sahip olduklarını anlatmışlardı.

Tokat kalesinden gözlenebilen bir menzilde böyle bir oluşumun varlığını ve buna nasıl müsaade edildiğini garipseyip zihnimizin bir köşesine kaydetmiştik. Ve zaman zaman aynı bölgeden, söz konusu örgütle irtibatlandırılan birtakım terör saldırısı haberlerinin gelmesi, bu duyumları doğrular nitelikteydi. Nitekim son pusu da bu zincirin yeni bir halkası olarak gerçekleşti.

Olayla ilgili olarak, bu saldırının adı geçen örgüte ihale edildiği, ama perde gerisindeki tezgâhın ve mekanizmanın aynı olduğu yorumları yapılıyor. Yani kritik dönemlerde, zaman ayarlı ve provokasyon amaçlı terör saldırılarını planlayıp değişik mevkilerde farklı örgütlere icra ettiren derin bir mekanizma hâlâ iş başında ve de aktif.

Bilindiği gibi, Ergenekon yapılanması bu örgütlenmenin adresi olarak gösteriliyor ve PKK başta olmak üzere, bilumum terör örgütleriyle çetelerin bu çatı altında iş gördükleri belirtiliyor.

Soruşturma ve dâvâ sürecinde ortaya çıkan bazı işaret ve ipuçları bu değerlendirmeyi teyid eder nitelikte. Ancak şu sorular cevap bekliyor:

Operasyon kapsamında yargılananların ne kadarı bu yapılanma ile ilişkili? Ve bu dâvâlar devam ediyorken ve son olarak üç eski kuvvet komutanı, haklarındaki darbe iddialarıyla ilgili ifade vermişken, terördeki son tırmanışın izahı ne?

Ve hükümet, zaten tavsattığı açılımı bütün bütün boşlayıp klâsik “terörle mücadele” yöntemlerine teslim olursa, işin sonu nereye varır?

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Âdeti adap yapan sır


A+ | A-

Eyüp Bey: “Âdâb-ı muâşeret nedir? Ne değildir?”

Sıradan davranışlarımız, sünnet-i seniyyeye uygun yaptığımız takdirde âdaptan, yani âdâb-ı muâşeretten; rastgele yaptığımız takdirde ise âdettendirler. Her âdap, bize sevap kazandıran bir sevap makinesi hükmündedir. Çünkü sünnet-i seniyyedendir. Âdetlerimiz ise, en mantıklı biçimde de olsa, âdet kaldıkça, sünnet-i seniyye nurundan ve feyzinden mahrumdurlar. Bir davranışı âdetten adap haline getiren sır, sünnet-i seniyye nurudur.

Günümüzde kısaca “görgü” de denen “âdâb-ı muaşeret”, sınırları vahiy tarafından tesbit edilen davranış kurallarından ibarettir. Başka bir ifadeyle, Allah’ın râzı olabileceği ölçülerde davranış sergilemektir. Davranışlarımızda Allah’ın razı olabileceği ölçüleri ise Sünnet-i Seniyyeden alıyoruz. Bu durumda âdâb-ı muâşeret için, Sünnet-i Seniyyeye uygun davranışlar şeklinde bir tarif getirmemiz de mümkün. Böyle olunca Sünnet-i Seniyyeye uymayan veya Sünnet-i Seniyyeden alınmayan davranışlara ne âdâb, ne de görgü diyemeyiz. Başka bir ifâdeyle “Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen” Allah Resûlü (asm), âdâb-ı muâşeret olarak nitelediğimiz “güzel davranışlar” serisinin tamamını ya bizzat göstermiş, ya da bize ışık tutacak temel ölçüler koymuştur. “Beni Rabbim edeplendirdi! Edebimi ne güzel yaptı!”1 buyuran Allah Resûlünün (asm) tasvip etmediği davranışları ise “güzel davranışlar” silsilesinde zikretmemiz mümkün değildir. Böyle olunca da meselâ erkekle kadının tokalaşmasını veya bir meselede Allah’ın merhametinden fazla merhamet göstermeye çalışmayı “âdâb-ı muâşeret”ten saymamıza imkân yoktur.

Hazret-i Muâz (ra) anlatıyor: “Allah Resûlü (asm) bana şöyle tavsiyede bulundu: ‘Ya Muâz! Allah’tan kork! Doğru sözlü ol! Verdiğin sözde dur! Emânete riâyet et! Hıyânet etme! Komşu hakkını koru! Öksüze merhamet et! Tatlı sözlü ol! Herkese selâm ver! Amelini güzel yap! Emelini kısa tut! Uzun kuruntulardan vazgeç! Îmanını koru! Kur’ân’ı anla! Âhireti sev!

“Hesabı düşün! Herkese şefkat kanatlarını ger! İlim ve hikmet sahiplerine kötü söz söyleme! Doğruyu yalanlama! Günahkâra itaat etme! Âdil devlet başkanına isyan etme! Yeryüzünde bozgunculuk çıkarma! Nerede olursan ol; takvâ üzere ol ve Allah’tan kork! Her günahın akabinde tevbe et! Gizli günah işledinse gizli; açık günah işledinse açık tevbe et!”2

Sa’d b. Hişam (ra) anlatıyor: Bir gün Hazret-i Âişe’nin (ra) huzuruna girdim ve Resûl-i Ekrem’in (asm) ahlâkından sordum. Bana:

“Kur’ân okumuyor musun?” dedi.

“Evet; okuyorum!” dedim.

“Resûlullah’ın (asm) ahlâkı Kur’ân’dan ibarettir!” dedi.3

Kur’ân-ı Mu’ciz’ül-Beyan, Resûl-i Ekrem’in (asm) büyük bir ahlâk üzere olduğunu4; ümmetine düşkün ve merhametli bulunduğunu5; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için Resûlullah’ın (asm) en güzel bir örnek teşkil ettiğini6; Allah’ı sevenin, bu sevgisini ancak Resûlullah’a (asm) ittiba ile gösterebileceğini7 beyan eder ve mü’minleri Allah’a ve Allah’ın Resûlüne (asm) itaat etmeye çağırır.

Abdullah b. Mesud’un rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre ise; Kur’ân Allah’ın edep sofrasıdır; mü’minler güçlerinin yettiğince Allah’ın edep sofrasından bilgi ve hikmet toplamalıdır.

Bu durumda bir Müslümanın, davranışlarını Allah’ın razı olabileceği ölçülere göre tanzim etmesi, yani gücünün yettiğince Sünnet-i Seniyyeyi yaşaması en öncelikli görevleri arasındadır. Sünnet-i Seniyye dediğimiz davranış örnekleri, bir Müslüman için âdâb-ı muaşeretten başka bir şey değildir. Ya da bir Müslüman’ın âdâb-ı muâşereti, Sünnet-i Seniyyeden başka bir şey değildir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, Müslüman’ın sıradan âdetlerini ibadete çevirmesinin yolu ise, Sünnet-i Seniyyeye tam olarak uymaktan geçiyor.8

Dipnotlar:

1- Keşf’u-Hafâ,1:70.

2- Beyhakî, Şuâbu'l-Îman.

3- Müslim, Salâtü’l-Misâfirîn, 139.

4- Kalem Sûresi, Âyet: 4.

5- Tevbe Sûresi, Âyet: 128.

6- Ahzâb Sûresi, Âyet: 21.

7- Âl-i İmran Sûresi, Âyet: 31.

8- Bedîüzzaman, Lem’alar,58.

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

"Hilâfet korunsun" mektubu


A+ | A-

Hint Müslümanları liderlerinden Ağa Han ve Emir Ali isimli zâtların, Başbakan İsmet Paşaya hitaben yazdıkları "Hilâfet devam ettirilsin" şeklindeki temenni mektuplarını neşreden İstanbul gazetecileri, 9 Aralık 1923'te tutuklanarak mahkemeye sevk edildiler.

Sırf bu maksatla, İstanbul'da bir İstiklâl Mahkemesi teşkil edildi. Haftalar, hatta aylar süren duruşmalar neticesinde, bazı gazeteciler serbest bırakılırken, bir kısmına ise çeşitli cezalar verildi.

İstiklâl Mahkemesinin "Beş yıl kürek mahkûmiyeti" ile cezalandırdığı kişilerden biri de, aynı konuda Tanin gazetesinde yazısı neşredilen İstanbul Barosu Başkanı Av. Lütfi Beydi.

* * *

Asıl ismi Sultan Muhammed Şah olan Şiî/İsmailî lider Ağa Han (1877–1957) ile Emir Ali, Ankara merkezli yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Hilâfeti kaldıracağı ve bu makamı lağvedeceği yönünde bazı duyumlar almışlardı.

Bunun üzerine, Ankara hükümetine bir mektup yazarak, bu hususla alâkalı düşünce ve taleplerini iletmek istediler.

İsmet Paşaya hitaben yazılan mektup, nasıl olduysa 5 Aralık 1923 tarihli İstanbul gazetelerinde yayınlandı. İddiaya göre, mektup İsmet Paşanın eline ulaşmadan yayınlanmıştı.

Bu, belki de bir provokasyondu; kasıtlı şekilde bir velvele çıkarılmak istenmiş olabilir.

Haliyle, ortaya usûle, prosedüre uygun olmayan bir durum çıkmıştı. Bir emrivaki söz konusuydu.

Bunu fırsat bilen tek parti sisteminin Başbakanı İsmet, İstanbul gazetecilerinin derhal tutuklanmasını emretti.

9 Aralık günü, mektubu neşreden Tanin, Tevhid–i Efkâr ve İkdam isimli gazetelerin sahip ve sorumlu müdürleri tutuklandı. Tutuklular, iki gün sonra da, mahkemeye çıkarıldılar.

Bu maksatla yeni kurulan İstanbul İstiklâl Mahkemesi, aynı gün yaptığı açıklamada, tahrik çıkaran fesatçıların imha edileceğini duyurdu. (Cebesoy; Millî Müdafaa Hatıraları, s. 90)

Hilâfet henüz lağvedilmeden yapılan bu tehditvâri manevralar, çok kısa bir zaman sonra atılacak dehşetli adımların da habercisi niteliğindeydi.

Nitekim, aradan üç aylık bir süre geçmemişti ki, medreselerle birlikte Hilâfet makamı da (3 Mart 1924) lağvedilerek kapatıldı.

Mektubun mahiyeti

Gazetecilerin İstiklâl Mahkemesinde yargılanmasına sebebiyet veren söz konusu mektubun mahiyeti neydi? Mektupta neler ifade ediliyordu?

Çeşitli kaynaklarda ve özellikle Ali Fuat Paşanın hatıralarında belirtildiğine göre, "Hindistan Hilâfet Komitesi" adına hazırlanan Ağa Han ile Emir Ali imzalı mektubun metninde şu ifadeler yer alıyordu:

“Türkiye Cumhuriyeti Başvekili İsmet Paşa Hazretlerine,

"...Bizim talep ettiğimiz şey, âlem–i İslâm’ın riyaset–i diniyesinin şer’i şerife göre tam ve kâmil olarak muhafazasından ibarettir. Halifenin nüfuzunun tenkisi (azaltılması) veya bir amil–i dinî gibi Türkiye teşkilât–ı siyasiyesinden onun teb’idi (çıkarılması), bizim fikrimizce, İslâm’ın dağılması... demek olacaktır.

"Binaenaleyh, Hilâfet ve imametin, Müslüman milletlerin itimad ve hürmetine lâyık olan bir mevkie vâzolunmasını... istirham ederiz.”

Bu hadiseden kısa bir zaman sonra, ayrıca yine Emir Ali’nin başkanlığını yaptığı "Londra İslâm Cemiyeti" adına Sekreter Said Muhammed imzalı bir mektup daha gönderildi, Türkiye'ye. Mektup, bu kez "Dahiliye Vekâleti"ne, yani İçişleri Bakanlığına gönderildi.

Bu mektupta da “İslâm âleminin dayanışmasını sağlamak ve münasebet bağlarını korumak için, Hilâfetin mânâsındaki ruhanî imtiyazların, kànunî bir esas üzerinde istikrarlı bir hale getirilmesi" isteniyordu.

* * *

İstiklâl Mahkemesi heyeti, tutuklanan gazetecileri "Hıyanet–i Vataniye Kànunu" kapsamında ve bu kànuna muhalefet suçuyla yargıladı.

Bu durum, aslında Hilâfet makam ve mânâsının devamını isteyenlere karşı bir tehdit, bir gözdağı anlamını taşıyordu.

Öte yandan, işin içinde İngilizlerin bulunması, gönderilen mektubun Londra çıkışlı olması, Hindistan Müslümanları üstündeki İngiliz tahakkümünün henüz devam ediyor olması gibi hususlar da, bir hayli düşündürücü geliyor.

Ancak, hiç şüpheye, tereddüde mahal bırakmayacak derecede açık olan bir husus vardı ki, o da şudur: Lozan şartlarını kabul eden yeni Ankara hükûmeti, din–i İslâm adına her ne varsa, bunların tamamını ortadan kaldırmak ve hayat sahnesinden silip atmak emelindeydi.

Bu emelini gerçekleştirmek için de, birtakım bahanelere ihtiyacı vardı. Bahaneyi de, çoğu zaman kendisi icad eder ve muarızlarının üzerine acımasızca giderdi.

1923'ün Aralık ayında İstanbul gazetecilerine yönelik yapılan sindirme, yıldırma harekâtı da, bu kabilden bir operasyon mahiyetinde görünüyor.

09.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Güzel ahlâkın kaynağı dindir


A+ | A-

Ahlâkı güzelleştirmenin iksiri de dindir. Dolayısıyla ahlâkın kaynağı dindir, imandır. Hattâ hukuk, ilim, felsefe, teknik gelişmelerin kaynağı da...

İnsan; gelişebilmesi, olgunlaşması için ulvî/olumlu, süflî/olumsuz duygularla yoğrulmuştur. Bu duygularını kanalize etme gücü denen “hür iradeye” de sahip kılınmıştır.

Menfî duyguları müsbete kanalize ile, Fâtiha Sûresi'nde belirtilen “sırat-ı mustakîm” (dosdoğru yol) üzere terbiye eden peygamberlerdir. Eğer onların çağrısı ve tebliği din/iman olmazsa, dünya cehenneme döner. Kalbi işlettiren merhamet, hürmet/saygıdır. Hürmet ve merhamet insan kalbinden çıksa, akıl ve zekâvet, o insanları gâyet dehşetli gaddar canavarlar hükmüne geçirir.1 Bunun örneklerini, insanlık tarihi boyunca, Kabil’den başlayıp Karun, Firavun, Şeddat, Neron, Stalin, Lenin, Mao gibi meşhur zalimler, I. ve II. Dünya savaşlarına sebep olanlar göstermişlerdir.

Din, mânevî duyguları da tatmin eden, dengeyi sağlayan, ahlâkî normları yerleştiren hakikatler manzumesidir. Merhametsizlik, egoizm, bencillik, zulüm gibi kahredici duygular, hiçbir mânevî bağı tanımayan dinsizlik ve laubalilikten kaynaklanır.

Toplum hayatının düzenini sağlamak için, İslâmın (dinin) getirdiği mânevî mükâfat olan “sevap”, caydırıcı olan cezâların (had’lerin) yanında mânevî itap “günah” da vardır.2

Din, hayatın buharı, ruhu, hayatın hayatıdır. Dindar toplumlarda ferd ve âile hayatının daha düzenli, daha verimli, daha üretken, daha müreffeh, daha ahlâklı, daha huzûrlu, daha mutlu olduğu; daha kolay idâre edildiği de sosyolojik bir vakıadır.

Öte yandan, en büyük kaynaştırıcı ve birleştirici unsur dindir. Dünya, çeşitli belâ ve musîbetlerle çalkanıyor. İnsan sosyal bir varlık olduğundan, hemcinslerinin çektiği sıkıntılara ortaktır. Din, dayanışma, birlik ve beraberliği öğütler. Demek fıtrî-tabiî olan din ve nübüvvet, psiko-sosyal açıdan da zarûrîdir.

Din; felsefe, ilim veya herhangi bir ideoloji gibi değildir. Bunlar, meselelere tek taraflı ve en nihayet bir iki yönden bakarlar. Oysa din, maddî-mânevî boyutlarıyla tetkik eder. İnsanı rûhlar âleminden alır; hayatın bütün safhalarındaki ihtiyaçlarına cevap verir. Ona mezara kadar değil; ebede dek refâkat edip yol gösterir.3

Bin yıl önceki toplum gerçeklerinin hepsi mazide kaldı. Zenginler, hükümdarlar, ideolojiler, toplumlar, sınıflar, hattâ birçok millet tarih sahnesinden silindi. Hepsi, ama hepsi ya değişti, ya kayboldu. Fakat, din ayakta.4

Tahakkuk etmiş gerçeklerdendir: Çirkin, kötü, menfi haslet ve duyguların yegâne törpüsü din/imândır. Çünkü, fıtrî olan dinin sözü daha yüksek, etkisi daha büyük, hükmü daha yücedir.5 Başta vicdân olmak üzere sâir duyu ve duyguları, ancak o istikamete sokabilir. İmân ise, akıl-kalb ve vicdanlarda bir yasakçı bırakır. Böylece hayatın hayatı, hayatın ruhu, hayatın temeli ve ahlâkın esasını oluşturur.

İnsanların mîzaç, meşrep, huyları farklı, iklimler, coğrafyalar, imkânlar farklı, asırlar uzak olduğundan bir devir, toplum veya çağ için geçerli ve ilâç olan bir şey; başka millet ve devir için zehir olabilir. İstikameti, dengeyi, değişim içinde sürekliliği zamanın şart ve imkânlarına göre sürdüren, insanlığa yön veren ancak dindir. Nitekim, dini telkin, vahiy ve imân, yüzyıllar boyunca insanlığa huzûr verdi,6 ufuk açtı, mutlu kıldı.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 536.

2- Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, Nesil Yay., İst., 1996, 5. baskı, c. 1, s. 31.

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 168.

4- Der Spigel, 1998.

5- Münâzarât, s. 45.

6- Dr. Alexis Carel, Başarının Sırları, s. 108.

09.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl