11 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Halil USLU

İsviçre çıkmazdan çıkacak


A+ | A-

2000’in Eylül ayında o dönemin İsviçre Cumhurbaşkanı “İsviçre Millî Günü“ münasebetiyle yaptığı açış konuşmasında “Bu ülkede Müslümanlar vardır, böyle bir millî günde ‘Kudreti ve şanı yüce olan Allah’ın adıyla Bismillah’ diyerek konuşmama başlıyorum“ demişti. 1 Avrupa’nın bankalar ülkesi olarak bilinen ve 7 milyon nüfusa sahip İsviçre’de 100 bini aşkın Müslüman yaşıyor. Çoğunluğunu ülkeye dışarıdan göç etmiş olanların oluşturduğu İsviçre Müslümanları içinde, en kalabalık kitleyi Türkler oluşturuyor.

İsviçre’nin Basel şehrinde bir İslâm merkezi bulunuyor, bu merkezin yanında bir de cami inşa edildi. Bunların dışında Cenevre’de ve başşehri Bern’de de camiler vardır.

Ayrıca diğer büyük ülkelerdeki gibi kiliseler ve şatolar satın alınarak cami yapılmaktadır. İsviçre’de yaşayan Müslümanların karşılaştıkları problemlere karşı, önemli projeler tamamlanmıştır. İsviçre Müslümanları İsviçre-Fransa sınırı yakınlarında “İslâm Medeniyeti Daimî Enstitüsü“ kurmayı başardılar.

Yine kendisi ile geçtiğimiz yıllarda mülâkat yaptığımız İsviçreli Anna Maria Klas’a “İslâmiyet’e nasıl kavuştunuz ve nasıl Müslüman oldunuz?” suâlimize karşı cevaben: “İsviçre’de manevî bir boşluk içinde yaşıyordum. Kiliseler beni tatmin etmiyordu. Bir arayışın içine girmiştim. Bir gün rüya âleminde bir mübarek zat bana hitaben ve yüksek bir makamdan ‘Evlâdım, İslâmiyet hakkında araştırma yap ve Müslüman ol ve seni dâvet ediyorum’ dedi. Uyandım, hayretler içinde kalmıştım. Artık bütün günlerimde İslâmiyet’i araştırmaya başladım, Müslüman oldum, hacca gittim ve hâlen İslâmî faaliyetler içindeyim.” 2

İktidardaki Cumhurbaşkanı Rudolf, İsviçre halkının yüzde 59 oyu ile kabul edilen minare yasağıyla ilgili olarak “Kilise, Sinagog veya cami olsun, her dinin kendine has bir mimarisi var. Buna göre ülkemizde bu tür yasakların olmaması, İsviçre toplumunda çoğulculuğun hâkim olduğu ve ifade özgürlüğünün garantilendiğinin bir göstergesi olacak” dedi. Buna ilâveten İsviçre Adalet Bakanı Eveline Widmer-Schlumpf, Zürih’te yayımlanan Blick gazetesinde yer alan demecinde, “Bu ezan yasağı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kararlarında bu sözleşmeyi de esas alıyor” diyerek, İsviçre’nin bu sözleşmelerde de taraf olduğuna dikkat çekti.

7 milyonluk İsviçre’de son 80 yılda hiçbir kilise yapılmamış, ancak mevcutların onarımıyla uğraşılmıştır. Bunun karşılığında camiler yapılmış ve yapılmaktadır. Gün gelecek, boş ve muattal hâle gelen kiliseler mânevî bakımdan ve mecburiyet tahtında Müslümanlara verilecektir. Bütün dünyada gelişmeler bu çerçevededir. Nitekim son bir gelişme bunu doğrulamaktadır.

ABD’nin New York şehrinin Utica şehrindeki Bosnian Islamic Association of Utica Camii, sadece New York’un değil, Amerika Birleşik Devletleri’nin de en büyük camilerinden biri. ABD’deki Müslüman Boşnaklar, kilise ve belediye yetkilileriyle görüşerek, sembol bir rakamla 1 ABD doları karşılığında satın alıp hizmete açmıştır. 3 1869 yapımı taş bina, 2006 yılından beri tamamen boş ve atıl hale gelmişti. ABD’deki kiliselerde gelinen nokta, bütün Avrupa’da da hâkim. Bu itibarla İsviçre halkı bir arayışın içinde ve kararlar arefesindedir.

Netice olarak, ibadete açık 500 Ayasofya Camiinin bulunduğu Avrupa’da, sakin ve vakarla ve meşrû zeminlerde, bütün şartlara rağmen cami yapımı, minare yapımı devam edecek ve zaman seyli içinde kapalı alanda ezanların okunduğu gibi, çan seslerinin işitildiği bir âlemde ezan sesleri de duyulacak ve AB’nin bir çok ülkesi buna katılacaktır. Şafak ve tünelin sonundaki ışıklar görülmektedir. Medeniyetler ülkesi medeniyetsizlik yapamaz.

Dipnotlar:

1- 19 Eylül 2000, Yeni Asya.

2- Müjde Peygamberi, H. Uslu, s. 164.

3- Basın, 1 Aralık 2009.

11.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bir delik, on ısırık


A+ | A-

Önce terör ateşinin düştüğü sineler yandı ve bu acı bütün Türkiye’yi kapladı. Her şehit cenazesinde olduğu gibi terör lânetlendi, hissiyâtlar galeyana geldi. Elbette, milletin hüzne yuvarlanmasına sevinenler de olmuştur. Adına ister ‘karanlık güçler’ deyin, isterseniz ‘dış mihraklar’ deyin; birileri mutlaka kahkahalar da atmıştır.

Pek çok kişinin dikkat çektiği gibi, meydana gelen terör hadiseleri tesadüf olamaz. Terör saldırısının hem zamanlaması, hem de meydana geldiği bölgenin konumu dikkat çekici. “Deprem hariç her şeyin bir senaryosunun olduğu” konuşulan ülkemizde, bu saldırıların da plansız, programsız olması düşünülemez.

İçerden ya da dışardan desteklendikleri konusunda ihtilâf olmayan terör örgütlerinin ilk hedefi kargaşa çıkarmaktır. Askerlerimizin şehit edilmesi, milleti galeyana getiriyor ve galeyana gelen kitlelerin de akl-ı selim ile düşünmesi ve karar vermesi mümkün olmuyor. Eş-dost ziyaretlerinde bile bu galeyanın izlerini görmek mümkün. Terörle mücadele noktasında yarım asırdır yapılan yanlışlardan ders alınmadığını gösteren görüşler beyan ediliyor.

Terör örgütlerinin hedeflerine ulaşamaması, mücadele edenlerin akl-ı selim ile hareket etmesine bağlıdır. Bu bakımdan bazı sivil toplum kuruluşlarının “Acı ve öfke, adalet ve merhameti esir almasın” çağrısı çok önemlidir. Çünkü terör örgütlerinin ve onları destekleyenlerin hedefi, insanları hisleriyle hareket etmeye sevk etmektir. ‘Delikanlı’lar gibi hisleriyle hareket edenlerin doğru karar vermesi ve terörü sona erdirmesi mümkün değildir.

“Bir Müslüman aynı delikten iki defa ısırılmaz” ikazını göz önünde tutarak; aynı delikten iki değil, on iki defa ısırmaya çalışan ‘terör’ün tuzağına düşmemek lâzım.

Aynı zamanda bu ve benzeri cinayetlerin ‘fail-i meçhul’ kalmaması da çok önemli. Belki ilk günlerde bu konuları gündeme getirmek can sıkıcı olabilir, ama “Türkiye’nin orta yeri”nde meydana gelen bu katliâmın faillerinin bulunamamasını kabullenmek mümkün değil. “Sınır”da meydana gelen katliâmların failleri bulunamadığında “Komşu ülkeye kaçtılar, komşularımız zaten bize düşman” sözleri sarfedilirdi. Peki “Türkiye’nin orta yeri”nde meydana gelen bu cinayetin failleri nereye kaçabilir?

Güvenlik kuvvetleri mutlaka bu konuda ciddî çalışmalar yapıyordur, ama konunun unutulmaması ve unutturulmaması gerekir. “Teröristler vurdu, kaçtı” kolaycılığına sığınılmamalı, katiller ve destekçilerine mutlak sûrette ulaşılmaya çalışılmalıdır.

Türkiye’yi idare edenler bu mücadeleyi yaparken “öfkeyle kalkıp zararla oturan”lar konumuna düşmemeli. Milleti teskin etmek için de güven veren ve ikna edici bir dil kullanmalı. Galeyana gelen hisler kontrol altına alınamazsa 25 yıldır ısırılmaya devam ettiğimiz ‘terör deliği’nden bir on yıl daha—belki de daha fazla—ısırılmaya devam ederiz. Allah böyle bir neticeden hepimizi muhafaza etsin. Âmin.

11.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Neyin “milâdı”?


A+ | A-

Neyin “milâdı”?

Başbakan Erdoğan’ın iki sene önce Bush’la başbaşa görüşmesi gibi Oval Ofis’te Obama’yla başbaşa kayıtsız yarım saatlik sır görüşmesi gölgesinde kalan son Amerika ziyaretinde “Türkiye’nin kazanımları” tartışılıyor.

Erdoğan, “başbaşa görüşmesi”nde konuşulanlar için “genelin içindeki özel” deyip en ufak bir açıklamada bulunmuyor; lâkin başta Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy’un “başbaşa görüşmeye katılma talebi” üzerine “istifasının istendiği” spekülasyonları sürüyor.

Ancak başbaşa görüşmenin dışında bir saat kırk dakika süren heyetler arasındaki müzâkerelerde ve on beş dakikalık çalışma yemeğinde konuşulan konular tek tek ele alındığında, Erdoğan’ın iddia ettiği gibi, bunun bir “milat” olmadığı, tam tersine Bush’la görüşülenlerin ve yerine getirilmeyen vaatlerin yenilenmesinden sınırlı kaldığı görülmekte…

Öncelikli vaadlerin başında Obama’nın “terörle mücadele desteği” hakkındaki sözleri. Tıpkı Bush gibi PKK’yı “düşman” ilân eden Obama, bunun için öncelikle başta Irak ve Afganistan olmak üzere Amerikan hegemonyası ve işgaline karşı çıkan herkesi “terörist” görüyor. Türkiye’nin de bu “düşman konsepti”nde katılıp “terörist” gördüğünü “terörist” görmesini “şart” koşuyor. “Terörist faaliyetlere karşı dünyanın neresinde olursa olsun, birlikte savaşma” ifâdesi, Washington’un bu perspektifini açığa çıkarıyor.

Türkiye’nin 7 şehid verdiği günde Obama Erdoğan’dan Ankara’nın Irak işgaline verdiği destekle yetinmeyip Afganistan’da da muharip asker istiyor.

Ve işin ilginç yanı, Obama’nın Türkiye’ye “dostum”, Erdoğan’a “arkadaşım” dediği görüşmede, bu övgülerle ve “model ortaklık”la yetinmeyip Bush’tan kalma “ABD’nin stratejik müttefikliği”ni dile getiren Başbakan’ın, peşin peşin bu vaadlere gelmesi…

KANDİL’İN TASFİYESİ

GÜNDEMDE DEĞİL…

Tespit şu ki 7 Aralık’taki görüşme, Erdoğan’ın 5 Kasım 2007’de Bush’la yaptığı görüşmenin tekrarından ibâret. Bunun dışında bir şey yok. Erdoğan-Bush görüşmesindeki “ortak düşman” ve “anlık istihbarat paylaşımı”nın teyidinden öteye geçilmiyor.

Görüşmelerden ortaya çıkan sonuçlara göre, ABD “terörle mücadele”de istihbarat paylaşımına devam edecek. Bu hususta yeni bir şey olup olmadığı sorusuna Erdoğan, “Farklı destek verecekler” demekle geçiştiriyor; lâkin bunun ne olacağını açıklamıyor.

Dahası, Kandil’deki terör örgütünün tasfiye edileceğine dair hiçbir teminat yok. ABD’nin işgal ve kontrolündeki Kandil’de yuvalanan en az beş binden fazla teröristin ve Türkiye’nin yıllardır listesini verip iadesini istediği terör örgütü elebaşlarının hiçbirinin teslim edilmesi yine sözkonusu değil.

“Obama’yla Kandil’in tasfiyesinin konuşulup konuşulmadığı” hakkındaki sorulara tepki gösteren Başbakan,“Başka bir şey aramızda konuşmadık” cümlesiyle cevap veriyor.

Bu durumda kala kala zaten devam ettiği söylenen “ihtiyaç paylaşımı” kalıyor. Son görüşmede buna “Ankara’dan bir şeyin saklanmayacağı”, ABD’nin teknik tâkip cihazlarını ve Kuzey Irak’ta insansız hava uçağı iki Predator’u vereceği ekleniyor. Bir de üç PKK’lının girdiği uyuşturucu kaçakçısı listesine yeni isimlerin ilâvesinden bahsediliyor.

Ne var ki o günden bugüne Kuzey Irak’tan terörist sızmalar devam etmekte. Yüzlerce terörist gün ortasında Amerikan uydularının gözü önünde gruplar halinde sınırdan geçip saldırmaktalar.

Dönemin Genelkurmay Başkanı, ABD’nin istihbarat paylaşımına güvenerek “PKK kampları artık BBG evi gibi izleniyor” demişti, ama Dağlıca ve Aktütün karakolları baskınında olduğu gibi her defasında dörtyüz-beşyüz teröristin yaptığı saldırılarda onlarca asker, korucu, vatandaş katledilmekte.

Bu bakımdan Başbakan’ın ta Amerika’da, “Anlık istihbarat paylaşımı ciddî bir avantaj; bu bir milat ve bu süreç devam ediyor” cümlesinin hiçbir anlamı kalmamakta…

“İSTİHBARAT PAYLAŞIMI”NIN

YARARI GÖRÜLMEDİ…

Neticede, İngiliz istihbarat servisi M-16’nın Irak’taki kitle imha silâhları istihbaratını Bağdat’taki bir taksiciden aldığını söylediği ve eski Dışişleri Bakanı Paul’un itirafıyla “yalan” olduğu açıkça ortaya çıkan “istihbat”la Irak’a saldıran ABD’nin “anlık istihbarat paylaşımı”nın bir yararı olmadığı ortada.

ABD ve İsrail’in PKK terör örgütüne her türlü hafif ağır silâh temin ettiği, bizzat Başbakan tarafından ikrar edilmişti. Amerikalı ve İsrailli subayların terör örgütüne eğitim verdiği, lojistik destek sağladığı, Amerikalı ve İsrailli subayların örgütü ziyaret edip görüştüğü Amerikan Savcıları ve Amerikan Kongresi raporuyla doğrulanmıştı.

Görünen o ki Kandil’deki teröristler yine ABD ve güdümündeki Kuzey Irak yönetimi tarafından himâye görecek; korunup kollanacak. Terör örgütünün silâh, ilâç, malî destek teminine devam edilecek.

Keza Amerika’daki lobilerce hazırlanan Türkiye’nin Kürdistan ve hatta Ermenistan’la bölünmüş haritaları ortalıkta dolaşacak. Örgütün uyuşturucu ve silâh kaçakçılığı, nüfuz ticaretine göz yumulacak, Avrupa ve Amerika’daki finans kaynakları, propaganda kanalları açık kalacak. Kuzey Irak’ta ve Avrupa’da lüks ve şatafat içinde yaşayıp terörü organize eden yüzlerce terörist elebaşı yine teslim edilmeyecek…

O zaman Obama-Erdoğan görüşmesi, neyin “milâdı”?

11.12.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Oyun içinde oyun


A+ | A-

Ankara hareketli bir hafta daha geçiriyor. Hafta başından itibaren bir yandan Anayasa Mahkemesi DTP’nin kapatılma dâvâsını, YÖK Genel Kurulu da Danıştay’ın yürütmesini durduğu katsayı meselesini görüşmeye başladı. Öte tarafta ise Başbakan Erdoğan ABD Başkanı Barack Obama ile Afganistan’a asker gönderme başta olmak üzere terör ve bölgeyi yakından ilgilendiren konuları Oval Ofis’te görüştü.

Gündemin bu kadar yoğun olduğu günlerde, bir yandan İçişleri Bakanı Beşir Atalay “demokratik açılım”ın devam ettiğini söylerken, muhalefet partileri “Açılım bitti” açıklamaları yapıyordu.

İşte bu kadar yoğun bir zamanda gündemi değiştiren, bütün bu görüşmeler ve sözleri ikinci plâna iten gelişme Tokat’ın Reşadiye ilçesinde teröristlerce düzenlenen saldırıda 7 askerimizin şehit edilmesi oldu. Uzun zamandır şehit cenazeleri gelmediği için Türkiye adeta sarsıldı. “Hesabı sorulacak, kanları yerde kalmayacak” türü açıklamaları yapılırken, ateş düştüğü yeri yaktı, yürekler dağlandı.

Son günlerde terörist başı Öcalan’ın cezaevindeki yerinin daraltıldığı gerekçesiyle İstanbul ve bazı Güneydoğu illerinde molotoflu gösteriler yapılıp polisler taşlanıyor, camlar kırılıyor, insanların mallarına, canlarına kastediliyordu. Türkiye adeta yeni bir gerginliğe sokulmaya çalışılıyor.

Olayın zamanlaması üstte saydığımız gündemlerden dolayı dikkat çekici. Diğer dikkat çekici bir yönü de terör eylemlerinin yaşanmadığı bir bölgede olması. Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere olayın tamamen bir “provokasyon” olduğunu söylüyor. Peki, kim yapıyor bu provokasyonu, ne için, neden yapıyor?”

Başbakan’ın ABD ziyareti, DTP’nin kapatma dâvâsının görüşülmesi, içi hâlâ doldurulmayan açılım tartışmaları konuşulurken askerlerimizin sisli havada pusuya düşürülüp şehit edilmesinin “tesadüf” olmayacağı gün gibi aşikâr. Oyun içinde oyun. Bu saldırının arkasındaki sorular oldukça fazla. Ama henüz cevaplar ortaya çıkmış değil.

Siyasetçilerin bu aşamada dikkatli konuşması gerekiyor. Çok hassas bir dönemden geçiliyor. Öncelikle yetkililere düşen görev bu olayın kısa zamanda aydınlatılması. Şehitlerden Cengiz Sarıbaş’ın amcası Salim Sarıbaş’ın şu sözü bu aşamada siyasetçilere ders olmalı. “Herkese çok önemli görevler düşüyor. Herkesin eline taşın altına koyup elbirliğiyle bu terörü bitirmemiz lâzım.”

Daha fazla analar ağlamadan, yürekler yanmadan. Çünkü, birileri düğmeye bastıysa ardı ardına provokasyonlar gelebilir. Aman dikkat…

«««

DTP KARARI BUGÜN ÇIKABİLİR

Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın, “bölücü eylemlerin odağı” olduğu iddiasıyla DTP hakkında açtığı kapatma dâvâsının “esas”tan görüşülmesine Salı günü başlanmıştı. Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın ilk günkü görüşmelerin ardından yaptığı açıklamada bugünü işaret edip, “Cuma’dan önce karar alınması mümkün değil” demişti. Bu beyana göre bugün bir karar çıkabilir. Çıkacak kararın neticesinin çokça tartışılacağı ve önümüzdeki dönem için önemli sonuçlar doğuracağı muhakkak.

DTP hakkındaki dâvâ, AKP’ye kapatma dâvâsından önce açılmıştı. 16 Kasım 2007’de dâvâ açıldığı düşünülürse esastan görüşülmesine yaklaşık 25 ay sonra başlanmış oldu.

Öncelikle parti kapatma ile ilgili genel kanaatimizi söyleyelim. Demokrasilerde siyasî partileri millet açar, millet kapatır. Uygulamada şiddete dönüşmemiş, üstelik herhangi bir mahkeme kararı ile suç olarak tanımlanmamış konular, iddianame konusu yapılamayacağı gibi partilerin kapatılmasına da gerekçe olarak gösterilmemeli. Ancak DTP’li yöneticilerin bir süreden beri adeta partiyi kapattırmak için ellerinden geleni yapmalarını da burada söylemek lâzım. Partinin eşbaşkanı Emine Ayna “dağa çıkmak”tan bahsederken, “80’lerden, 90’lardan beter olur” şeklinde tehditler savurması son örnek oldu.

Hükümet AKP’nin kapatılma dâvâsı görüşülürken, partilerin kapatılmasını zorlaştırmak için anayasa değişikliği yapılması için çalışma içine girmişti. AKP kapatılmadı, ama kapatılmış kadar ağır bir karar çıktı. Buna rağmen hükümet bu çalışmasını nedense unuttu.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın AKP dâvâsı kararını açıklarken söylediği şu cümlesi hâlâ hafızalarda. “Siyasî partiler kapatmalarla ilgili karar verirken, bir partinin kapatılmasıyla ilgili hiçbir arkadaşımız mutlu olduğunu söyleyemez. Siyasî aktörlerimize buradan seslenmek istiyoruz. Topluma ters gelen kurallar ve anayasa değişiklikleri varsa bu konuda sür’atle uzlaşarak gerekli düzenlemelerin yapılması çağrısında bulunmak istiyoruz.” Ama aradan uzun zaman geçmesine rağmen hiçbir çalışma yapılmadı.

Belki bugün DTP kapatılan 27. parti olacak. Ancak parti kapatmakla bir düşünce yok edilmiş olmuyor ki. Yedek bir partide devam ediliyor. Bunun yerine başka formüller uygulanabilir.

Bu hafta hareketli başlamıştı, hareketli de devam edecek anlaşılan. Önümüzdeki günlerin de siyasî açıdan rahat geçmeyeceği ortaya çıkıyor.

11.12.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Avrupa Birliği yeni başlıkları askıya alırken


A+ | A-

AB Konseyi Dışişleri Bakanları toplantısında Türkiye’yi mutlu edecek bir sonuç elde edilemedi. Ancak Kıbrıslı Rum’ların müzakerelerin limanların açılmasına kadar tamamen askıya alınması talebi de kabul edilmeyip, bu konuda bir karara varılması bir yıl daha ertelendi. Kıbrıs’ta 2010 yılı Nisan ayına kadar bir çözüme ulaşılması umut edildiğinden bu erteleme Türkiye açısından olumlu sayılıyor. Ancak Kıbrıs’ta müzakerelerin bu tarihe kadar sonuçlanıp, anlaşmaya varılması çok iyimser bir beklenti. Görüşmelerin şu anki gidişatına bakılırsa, Rumların umursamaz tutumları yüzünden bu pek de mümkün görünmüyor. Dolayısıyla AB’nin yaptığı yalnızca bugünü kurtarmaktan ibaret.

Toplantı sonrası yayınlanan kararda; Türkiye’nin müteaddit çağrılara rağmen Kıbrıs Rum kesimine Türkiye’nin hava ve deniz limanlarının açılmasına ilişkin ilâve protokolü uygulamaya başlamadığı, bunun da müzakereleri etkilediği vurgulanıyor. Bilindiği üzere 8 başlık bu yüzden askıya alınmış durumda. Rumların talebi uyarınca beş başlık daha askıya alınacak. İşçilerin serbest dolaşımı da bu başlıklardan birisi. Toplantıda bir parmak bal da ihmal edilmiyor ve çevre başlığının kısa süre içinde açılması karara bağlandı.

Böylece Türkiye’nin üyelik sürecinin en az on yıl daha süreceği ve sonrasında ne olacağının da belirsiz olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

120 bin sayfa AB müktesebatının iç hukuk haline getirilmesinin zorlukları bir yana, bu tür askıya almalar ve ertelemeler de süreci önceden tahmin edilemeyecek kadar uzatıyor. 35 başlıktan müzakereleri sürdürülebilecek çok başlık yok şu anda. Olanların bir kısmında ise standartlarımız AB’den hayli farklı. Aslında bu görüşmelere müzakere demek yanlış. Zira AB’nin beklediği bütün mevzuatının Türkiye tarafından alınıp, aynen kabul edilip uygulamaya konulması. Yani ortada bir pazarlık ya da tartışma yok.

Türkiye’nin üyeliği ufukta hiç görünmezken, müzakerelere aynı gün başladığımız Hırvatistan’ın en geç 2011 yılında üye olacağı belirlendi.

Bu arada aday ülkelere sağlanan vize kolaylıkları bile Türkiye’ye verilmedi. Buna karşın üyelik sürecinde bulunmayan Sırbistan ve Karadağ’a bile vize muafiyeti getirildi.

Bu kararla bir kez daha görüldü ki; Avrupa Birliği’ne üyelik yolu hayli engebeli. Bu arada çıkar çatışmaları, siyasî rekabet, olağan üstü göç ve hızlı yaşlanmaya bağlı sosyal güvenlik sistemleri çöküşleri, Avrupa Birliği’nin gelecek on yılına damgasını vuracak sorunlar. Ancak bütün bu süreçte Türkiye’nin en büyük kazanımı; uluslar arası standartlara kişi hak ve hürriyetlerinin yerleşmesi ve teminat altına alınması, demokratik rejimin bütün kurumlarıyla işler hale gelmesi olacaktır. Bu da hiç de küçümsenecek bir başarı değildir.

11.12.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Türkiye kapanıyor


A+ | A-

Siyasetin dili hayli değişti. Yalnız Türkiye’de değil, Avrupa felsefesinin tesir ettiği bütün coğrafyalarda değişiyor. Burada daha ziyade “demokrasi” iddiasında olan ülkelerdeki “siyaset dilini” kastediyoruz. Halkın reyine ihtiyaç duymayan devlet idarecilerinin üslûbu konumuzun dışında kalıyor.

Avrupa ve Amerika’da 11 Eylül’le başlayan siyasî süreçleri dikkatlice incelediğinizde “sosyal enstitüler”in bütün çabalarına rağmen yalanların üzerinin örtülemediğini görürsünüz. Amerikan halkının başta Bush olmak üzere; konservatif ve liberal bütün ekibini “yalancı” ilân etmesi, bu yeni siyaset üslûbunun bir neticesidir. Zekâveti, tevazuu ve donamını tartışılmayan Blair’in, yalancılığından dolayı AB siyaset kadrosundan diskalifiye edilmesi fevkalâde önemli bir husustur. Bu durum Sarkozy, Merkel ve Berlusconi için de geçerlidir. Musevî iş dünyasıyla eski komünistlerin desteğinde yürüyen “siyonist artistinin” söylediklerine Parisliler inanmıyor, fakat şimdilik yapacakları pek birşey yok. Aynı şeyi Angela Merkel için de söyleyebilirsiniz. “Yeni şimal cereyanı”na dayanan bayan Merkel, kadınlığını ve kadınları kullanmakla öne çıkıyor. Batı bizden önce cinsellik veya kadınla korkutulmuştu. Hem Fransa ve hem de Almanya’daki çalışmalar, muhalefetin zaafa uğratılması etrafında yürütülüyor. Yani muhalefete ayağa kalkacak takat bırakılmamaya çalışılıyor. Bunu herkes göremiyor.

Bize gelince...

11 Eylül’ün mümasili 12 Eylül ve onun devamı niteliğindeki 28 Şubat’ı “temel ilkeler bazında” devam ettiren Türkiye siyasetinin üslûbu, Avrupalı meslektaşlarınınkini aratmayacak kadar doğrulardan uzakta. Yalnız bizim siyasetçilerimizin “dindar bir gelenekten” gelmeleri, hem onların işlerini kolaylaştırıyor, hem de onlara yeni imkânlar sunuyor.

İşbaşındaki hükümetin yedi senelik icraatıyla taahhütlerini bir çizelge halinde yan yana çıkardığınızda, şu yazının maksadına da ulaşmış olursunuz. Halkın arasından çıkmış, dindarlıklarını “siyasî kimlikler” haline getirmiş ve içinden çıktığı halkla fizikî bağlarını aktif devam ettiren kadroların, yanıltmada veya oyalamadaki başarıları, elbette ki 11 Eylül kadrolarındakinden çok yüksek olacaktır. Neoliberal ve neocon kadrolarla ortak iş tutan bizim siyasetçilerimizin önemli bir başarısı da medyayı ekseriyetle kontrollerine almaları ve halkın cehaletinden fevkalâde istifade etmeleridir. İnsanları Ali Sami Yen Stadyumundaki taraftarlar gibi şov ve sloganlarla oturtup kaldırmak her kadronun işi değildir elbette...

Ve Türkiye kapanıyor...

AB yolundaki milletimizi en çok heyecanlandıran sloganlardan biri “açılım” olmuştu. Altyapısı hazırlanmadan halka sunulan bir-iki elma şekeri, tribünleri ayağa kaldırmıştı. Gazetelerin arşivlerine girdiğinizde bol bol sevinç gözyaşlarıyla karşılaşacaksınız. Açılım, Kürt açılımı, Alevî açılımı derken, süreç içinde bütün bu açılımların tek tek nasıl kapandıklarını, dikkatlice izlerseniz görürsünüz. Konuşmaların hedefi doğruydu, fakat inisiyatif milletin ümit ve arzularıyla oynuyordu.

Ergenekon sürecinde milletin ümit ve arzusu, siyasî kadroların 12 Eylül ile 28 Şubat’ın mahiyetlerini hukukî zeminlerde ortaya çıkarmasıydı. Ne oldu? Hadiselerle dördüncü dereceden alâkalı bazı kişiler kurban edilerek, 12 Eylül ve 28 Şubat bir nev'î tahkim ettirildi. Ergenekon’la irtibatlı olanların çoğu korunurken, YAŞ’ın gündemine yine irtica oturdu. Ümit ve arzular bahçesinin üzerinden yine samyeli esti.

“Tesettür yasağı” felâketine isterseniz değinmeyelim. Eşleri tesettürlü Meclisin üyeleri burada da aldatıcı bir üslûp kullandılar. Dinî duygularla tesettüre bürünenlerin gözyaşları sel olurken, “siyasal İslâm”ın dümen suyundaki tesettür de değişime uğradı. Ve nihayet Meclis Başkanı tesettür meselesini öyle küçülttü ki, yüzde 1,5’in derdi haline getiriverdi...

Bu arada Ergenekon’un bumerang usûlü millete döndüğünü de görüyoruz. Bundan böyle kimsecikler darbecilerin telefonlarını dinleyemeyecek, onlarla ilgili belgeleri medyaya servis edemeyecek ve yine bundan böyle, Tayyip Beyin emrettiği üzere, hiç kimse muvazzaf ve mütekait paşalar hakkında ileri-geri konuşamayacak.

Yani Türkiye, yavaş yavaş kapanıyor. Kopenhag kriterleri yerine Ankara kriterlerini esas alarak hızla içine kapanıyor...

11.12.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Asker de hukuk isteyebilir


A+ | A-

Okumak her zaman iyidir, uygulamak hayata geçirmek, okuduklarımızı yapmak daha iyidir… Adalet mülkün temelidir. Hukuk karşısında hayvanlar hariç hukuk diyebilen herkes eşittir… Kısaca Türkiye’mizde herkes her yaptığından ve delillendirilmiş her yapacağından sorumludur ve hesap verme durumundadır… Ve dahi şahıslara özel muamele ve hususî himaye ve koruma yapılamaz…

Türkiye’de ben bildim bileli demokrasi var, ama yanlış işliyor. Bir türlü isim ve resmin ötesine geçilemiyor, çünkü her demokrasi denildiğinde demokrasiye saldırılıyor ve yaralanması sağlanıyor. Hukuk raftan indirilerek muhakkak fiiliyata geçirilmelidir. İhtilâller, darbeler, muhtıralar, ayar çekmeler, cuntalar ve kendini bilmezlerden demokrasimiz kurtulmalıdır…Tâ ki içimizdeki yaramazlık yapan bu adamlar dahi kurtulsunlar…

Galiba karanlıklardan, zulüm ve zulümattan arta kalan bunca harabe ve zarardan sonra ufukta güneşin ışıkları, demokrasinin huzmeleri belirmeye başladı… Biz ne yaparsak doğrudur, bu sürü millet hiçbir şeyden anlamaz, ancak güdülmeli ve inletilmelidir diye darbe yapanlara yaptıklarının sebebi bile sorulamazken Allah’a şükür ihtilâl, cunta, darbe girişimleri sorgulanabilir hale geldi…

Hukuk da galiba kendisine geliyor. Kim yapmış, o mu mühim değil, bunlar bizim çocuklar, üniformalı hesap veremez, vs.vs’den, suçun, zararlı fiillerin kimin tarafından işlendiği mühim değil, herkes kanunlar karşısında eşit bir şekilde ve öncelikli olarak ve geciktirilmeden yargılanabilinmelidire gelebildi… Halbuki temizlenmeyen, ayıklanmayan unsurlar sonunda bu işlemin sorumluları olanları da hegemonyasına alır ve nötr eder, ortadan kaldırır. tesirsiz hale getirir…

Elbette ki son gelişmeler milletimiz açısından fevkalâde sevindirici ve ümit vericidir. Hepsinden önemlisi de yanlış anlatım ve eğitimlerle zorla yutturulanların tabir caizse millet tarafından da kusulmaya başlamasıdır. İnşaallah bunlar milletine karşı bu kadar büyük zulümleri yapan adamları boğar da millet de rahat bir nefes alır…

Orta yerde yapılanlar hukukî olarak değerlendirilmeli ve en kısa zamanda failleri cezalandırılmalıdır. Ve bu millet savunma bakanına, hükümete, Meclise ve millete bağlı sadık ve hizmetkâr bir orduya kavuşturulmalıdır…

11.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Açılımdan kaosa mı?


A+ | A-

AKP’nin sekiz puanlık bir gerilemeyle, CHP ve MHP’nin de birer-ikişer puanlık artışlarla çıktığı 29 Mart yerel seçiminin genel siyasî dengelere etkisiyle ilgili olarak “Bu Meclisle işimiz zor” yorumunu yapmıştık.

Sebebi, 22 Temmuz öncesinin Meclisinde bir ara tek başına anayasayı değiştirecek çoğunluğu dahi yakaladığı halde, bir daha kolay kolay ele geçmeyecek bu tarihî fırsatı değerlendirememiş olan AKP’nin, özellikle kapatma dâvâsından sonra iyice kolunun kanadının kırılıp, köklü sistem reformları için gerekli irade ve kararlılıktan tamamen uzaklaşması; buna mukabil, söz konusu reformlara karşıtlıkta ittifak eden iki muhalefet partisinin, küçük oy artışlarından yüz bularak, Meclisi bloke etmek için kendilerini daha güçlü bir konumda hisseder hale gelmeleriydi.

DTP’nin bu tablodaki işlevi ise, son gelişmelerde de görüldüğü gibi, tıkanıklığı daha da katmerleyecek bir provokasyon unsuru olmaktı.

Gelinen noktada tam bir tıkanma yaşanıyor.

22 Temmuz’dan sonra ucundan kıyısından gündeme getirir gibi yapıp da tepkiler üzerine rafa kaldırdığı sivil ve demokratik anayasa projesinden vazgeçip, bilâhare yanlış ve talihsiz başörtüsü girişimiyle bu projeyi tümüyle akamete uğratan hükümetin, ihtilâl anayasası yürürlükteyken hiçbir açılım yapılamayacağı gerçeğini de ıskalayarak iddialı söylemlerle gündeme getirdiği açılım projesinin geldiği yer bir kaos tablosu.

Bilindiği gibi Erdoğan açılımı başlatırken ilk görüşmeyi, Başbakan sıfatıyla değil, AKP Genel Başkanı olarak, DTP Genel Başkanıyla yapmıştı. Şimdi diyor ki: “DTP’den zaten ümidimiz yoktu."

Bunu bile bile startın DTP ile verilmiş olması ve böyle yapılarak, açılıma baştan reddiyeci bir duruşla karşı çıkan CHP-MHP ikilisine, tepe tepe kullanacakları bir koz daha verilmesi, siyasî basiretle bağdaştırılabilecek bir tavır olabilir mi?

Son gelişmeleri, daha güçlü vurgularla “Açılım fiyaskoyla bitti” şeklinde yorumlayan CHP-MHP ikilisine artık DTP de eklenmiş durumda.

Dahası, bu partinin de selefleri gibi “kapatılma modu”na girmesi, kendisini aşan sonuçlarıyla, geçmişte bu tür kararların fazlasıyla zedeleyip yaraladığı demokrasimizde yeni bir tahribat ve hasara daha hazır olmamızın işaretini veriyor.

Netice itibarıyla DTP ne kadar sakat ve yanlış politikalar uygularsa uygulasın; halkın oylarıyla teşekkül etmiş bir Meclisteki partilerden biri.

Kapatılması, Meclise indirilmiş yeni bir darbe anlamına gelir. Ve demokrasiye güveni sarsar.

Üstelik böyle bir kararın yol açacağı tahribatın, iç barış ve huzur açısından çok daha vahim sonuçlara yol açabileceğinden endişe duyuluyor. Ve bu durumda, açılım söylemleriyle bilhassa bölge halkının sokulduğu ümit ve beklentilerin, tam tersi bir tablo ortaya çıkmasına bağlı olarak öncekilerden farklı derinlik ve boyutlarda hayal kırıklıklarına dönüşmesinin etkili olacağı aşikâr.

Çünkü beklenti ne kadar büyük olursa, gerçekleşmemesi halinde yaşanacak hüsran da o derece derin olur; bu psikolojinin tetikleyeceği tepkiler de o nisbette vahim boyutlara erişebilir.

Sokaklarda giderek yayılan çatışma görüntüleri, terördeki tırmanış, sabır ve tahammül sınırlarını zorlar boyutlara erişen şehit cenazeleri, bu ortamda çok tehlikeli bir toplumsal psikolojinin gelişmesini netice veriyor. Ve gerilen sinirler, her türlü provokasyona açık bir zemini besliyor.

Böyle bir atmosferde hükümet ve AKP sözcüleri “Başlattığımız açılımı tamama erdirinceye kadar devam ettirmeye kararlıyız” mesajları verirken, söylediklerine kendileri inanıyorlar mı?

Neresinden bakılırsa bakılsın, sıkıntılı bir tablo. Ve Lâtif Salihoğlu’nun zaman zaman işaret ettiği gibi, esas itibarıyla Millet Partisi çizgisine dayanan bugünkü iktidarın politikaları ve bunların ortaya çıkardığı sonuçlar, Bediüzzaman’ın MP için yaptığı tarihî ikazdaki (Emirdağ L., s. 747) “Başa geçerse hem etnik, hem din eksenli ayrışmaları tetikler” mesajını doğrular nitelikte.

11.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl