05 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Duygusal çatışmalar ve kulluk görevi


A+ | A-

Hepimiz varoluşumuzu ve hayatımızı anlamlandırmak ve çepeçevre kuşatıldığımız problemleri çözmek isteriz. Aklımız, fikrimiz ise kısa, gücümüz sınırlı. Dolayısıyla hayat yolundaki engelleri gücü, kudreti, ilmi ve sâir isim ve sıfatları sonsuz bir Yaratıcı’ya imân etmeksizin kaldıramayız. Ancak, bir Yaratıcı varsa; yaratmasının bir gayesi olmalıdır. O da ibâdeti gerektirir.

Öte yandan nefis ve şeytanın sürekli tahşidatıyla ibâdet dünyanın en ağır işi olarak görülür. Bu ise, duygusal bir çatışmaya sebep olur. Bu sefer insan, yüce ve tek Yaratıcı’yı inkâr etmek ister. Lâkin, akıl, kalb ve vicdan bu durumdan asla tatmin olmaz. Rabbi tanımak ister. Rabbi tanımak ise, ibâdet gerektirir ve nefis buna engel olur...

Bu durumdaki insan kendisine bir çıkış yolu arar; başkalarına karşılıksız iyilik ve yardım eder, hayır kurumlarında görev alır. Bunlarla kendisini tatmin ettiğini ve bir çıkış yolu bulduğunu zanneder. Bediüzzaman bu hususa bir örnekle dikkat çeker: Devekuşuna “Uç” demişler, “Ben deveyim!” demiş. O zaman “Yük taşı” demişler; bu sefer de “Ben kuşum” demiş. Bu örnekle, insanın her iki hayatın getirilerinden kaçmak istediğine dikkat çekilir.

Şeytan, “Zaten dinin gayesi iyi ve ahlâklı insan yetiştirmektir. Sen ibadetlere gerek olmaksızın bu hâli yaşadığına göre, en dindar insan sensin” diye insanın egosunun kulağına fısıldar habire. Dilenciye yardım eder, görme özürlü bir şahsın elinden tutarak yolun karşısına geçirir, yardıma muhtaç olanlara el uzatır vs... Bu, yaşanan duygusal çatışma ve kaçışın verdiği stresin sonucudur ve bundan da büyük haz duyarak yapılır. Bu hareketleriyle iyi bir insan olduğu fikrine kendisini alıştırır.

Aslında Allah’ın varlığı ve birliğini akıl, kalp ve vicdânıyla iliklerine kadar hisseder insan. Çünkü, eser müessiri, san'at san'atkârı, harf kâtibini, resim ressamı, yapı ustayı gösterdiği gibi; kâinat bütün unsurlarıyla O'nu çeşitli isim ve sıfatlarıyla tanıttırır, ilân eder. Ancak, görevlerini yerine getirmeyen, nefis ve şeytandan da aldığı destekle Yaratıcısını inkâr eder. Fakat gerçekler ve duyguları, onu yalanlar. Bu boşluğu doldurmak için de, başkalarına yardım ve iyiliğe yönelir. Elbette bu durum, gerçek vazifelerini yerine getirmenin yerini tutamaz ve aynı hazzı veremez. İnsanı, duygu anarşisi ve anaforuna atar. Çünkü, iyilik ve yardım etmek de ayrı bir görev, hattâ haz ve zevk sebebidir. Ve elbette verilen sayısız dahili ve harici ni’metler bir teşekkür ister. Şükür ise, verilen ni’met cinsinden de olmalı, diye hatırlatır vicdan. Dolayısıyla gerçeklere göz yumup sadece birilerine iyilik yaparak, hakikî mutluluk, huzûr ve hazza ulaşılamaz. Ancak gerçek kulluk görevi ifâ edildiğinde, iyilik ve yardım da ayrıca tamamlayıcı ve yükseltici bir unsur olur.

05.02.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kıdem sıfatı üzerine


A+ | A-

Mehmet Ali Bey: “Allah’ın (cc) ezelî olduğuna, başlangıcının olmadığına inanıyorum. Fakat aklıma bir şey takılıyor ve bunu cevaplayamıyorum. Cenâb-ı Allah insanlığı ve dünyayı yaratmadan evvel ne vardı veya ne yapıyordu?”

Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Ben gizli bir hazine idim. Bilineyim ve tanınayım diye mahlûkatı yarattım.”1

Mahlûkat hâdistir; yani sonradan yaratılmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes zatı, varlığı ve hayatı ise dâimîdir; ezelîdir ve ebedîdir.2 Kendini tanıttırmak ve bildirmek isteyen Cenâb-ı Hak3; gizli İlâhî hazinelerini keşfedip görsün diye insanı yaratmıştır.4 Kur’ân’da ibadet için yaratıldığı5 bildirilen insan; rûhî melekelerini ancak ibadetle inkişaf ettirebilecektir.6

Zamanı ve mekânı yaratan Cenâb-ı Hak’tır. “Sâni, masnu içinde olamaz.”7 Yani Yaratıcı, yarattığı varlıklar içinde, altında ve onlara muhtaç olur biçimde olmaz. Öyleyse, Cenâb-ı Hakkı, bizzat yarattığı “zaman ve mekânın” içindeymiş gibi düşünemeyiz. Yani “Bu kâinattan önce neredeydi? Ne yapıyordu? Ne ile meşguldü?” gibi sorular, Allah’ın, bizzat sonsuz Kudretiyle yarattığı “zaman ve mekân kavramının” içinde olması hâlinde sorulabilecek sorulardır. Oysa Kâinatın Yaratıcısı kâinat cinsinden olmadığından,8 zamanla ve mekânla sınırlıymış gibi düşünülemez.

Zaman bütünüyle görecelidir, yere ve duruma göre farklı ölçüler arz eder. Meselâ, dünyanın 1 yılı 365 gün iken; Merkür’ün 1 yılı 88 gün; Venüs’ün 1 yılı 225 gün; Mars’ın 1 yılı 322 gün; Uranüs’ün 84 yılı sadece 5 gün; Neptün’ün 164 yılı 282 gün; Plüton’un 248 yılı yalnızca 116 gün; Satürn’ün 29 yılı 167 gün; ve Jüpiter’in 11 yılı 314 günden ibarettir. Güneşin dokuz gezegeni arasında zaman bu kadar göreceli ise, farklı ölçülerle biliniyorsa; bizzat güneşte, yıldızlarda, manevî âlemlerde ve âhiret âleminde “zamanın” daha büyük farklılıklar arz etmesi kaçınılmazdır.

Bu durumda, Allah’ın ezeli oluşunu, yani Kadim oluşunu, yani öncesiz oluşunu, yani başlangıçsızlığını hangi zaman birimi ile açıklayabiliriz? Zaman sadece, bizim gibi, Allah’ın sonradan yarattığı bir mahlûktur.

Bütün “zamanları” yaratan Allah’tır. Allah’ın (cc) kendi Yüce Zatı ise zaman üstüdür. Allah’a göre dün, bugün ve yârın diye bir şey yoktur. O’na göre Big bang denilen, kâinâtın başlangıcındaki büyük patlama ne kadar ‘şu an’ ise, güneş sisteminin oluşumu ne kadar ‘şu an’ ise, Hazret-i Âdem’in (as) yaratılışı ne kadar ‘şu an’ ise, bizim hayatımız da, ölümümüz de, kıyâmetin kopuşu da, bizim dirilmemiz de, mahşerde toplanmamız da, Cennet bağlarında dolaşmamız da o kadar ‘şu anla’ ilgili alanlar ve kavramlardır.

Fakat biz bu sürecin içinde olduğumuzdan, bizim bu yüksek hakîkati, yani Allah’ın “zaman üstü” oluşunu kavramamız zordur. Meselâ, hep toprağın içinde yaşayan, gözü olmayan ve çok ince duyarlı duyargalarıyla yaşayan, yön bulan ve hareket eden bir yer altı hayvanı için, ışığın ve ışıkla görmenin hiçbir anlamı ve tanımı yoktur. Ona ne ışığı, ne de ışıkla görmeyi kavratamazsınız. O nasıl ışığı kavramakta zorluk çekiyorsa, biz de “zaman üstü oluşu” kavramakta zorluk çekeriz.

Onun için biz, Allah Kadîm’dir, Ezelîdir, Evveldir, Daimidir, Ebedîdir, Bakidir deriz. Ve bu isimleri hep-–yanlışlıkla—zaman kavramı içinde tanımlamaya ve anlamaya çalışırız. Çünkü biz zaman kavramı içinde yaşıyoruz. Biz kendimizi zamandan cüdâ sayamıyoruz. Yani zamansız yapabileceğimizi asla düşünemiyoruz. Bundan dolayı, Allah’ın bu isimlerini tanımlarken de zamana ihtiyacımız varmış gibi geliyor bize. Oysa bu bizim yanılgı noktamızdır.

Demek, O’nu belli bir zaman kavramı ve kıskacı içinde düşünmemiz en başta, O’nun “ezelî oluşu ile” bağdaşmaz. Çünkü Allah’ın ezelî olduğu ifâdesi ile, bir bakıma Allah’ın zamanın yaratıcısı olduğu anlatılmak isteniyor. Öyleyse zamanı ve mekânı Yaratanın ezelî oluşunu, zaman ve mekân ile kuşatılmış zihinlerimizle kavramamıza imkân yoktur.

“Big bangdan önce ne vardı? Kâinâtı yaratmazdan önce Allah ne yapıyordu?” gibi sorular, Allah’ın—hâşâ—zaman içinde bulunması durumunda sorulacak sorulardır. Yoksa Allah’ın ezelî oluşunu bildikten sonra, bu sorulara gerek kalmıyor.

Allah’a, meçhul bir mevcut olarak9 iman etmekle yükümlüyüz. İşte Kur’ân’da övülen gayba iman da budur.

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafâ, c. 2, 132.

2- Bedîüzzaman, Mektûbât, s. 233.

3- Bedîüzzaman, Şuâlar, s. 74.

4- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 156.

5- Zâriyat Sûresi, Âyet: 56.

6- Bedîüzzaman, İşârâtü’l-İ’câz, s. 23.

7- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 104.

8- Bedîüzzaman, Mektûbat, s. 241.

9- Bedîüzzaman, Mesnevî-i Nûriye, s. 111.

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Yaş ve kuru her şey...


A+ | A-

“Onlar yeryüzüne hiç bakmazlar mı? Biz onda güzel ve faydalı çiftlerden nice bitkiler bitirdik..” 1

“Orada meyveler, salkım salkım hurmalar, yapraklı daneler ve hoş kokulu bitkiler (reyhân) vardır.” 2

Kur’ân-ı Kerim’de bahsi geçen bitki, sebze ve meyvelerin günümüze bakan yüzlerini ve hikmet dolu sırlarını açmak beşeriyetin görevidir. Şairin dediği gibi ‘Her zerrenin Allah diyen ahengine bak da, milyarlarca dilin andığı Subhan’a gönül ver.’3 İnsanlık âlemi vurdum duymaz olamaz, bastığı, çiğnediği her nebâtın ve kopardığı her yaprağın içine İlâhî kudret tarafından ne kadar vitamin ve ne kadar tiryakların hem bol, hem de ne kadar ucuz olarak konulduğunu bilmeli ve yaşantısında tatbik etmelidir.

Arapça’da nebâtât, bitkiler anlamında bir kelimedir. Kâinatın, her an açık eczanesine yerleştirilmiş, her bitki mutlaka bir derde devadır. Önemli olan bunu hekimlerin piri Lokman Hekim gibi keşfedebilmektir. Dünya eczacılık otoriteleri, artık tablet ve şerbetten vazgeçip, hangi hastalığa karşı hangi bitki türünün şifa olacağını araştırmaya yönelmiştir. Hekimler bile sun’î ilâçların içindeki sentetik katkı maddelerinin hücre dokularına zarar verdiğini açık olarak ifade etmektedirler.

Bizde “Cenâb-ı Hak, dağına göre kış yaratmıştır” tâbiri kullanılır. Sağlıklı yaşamayı isteyen her insan, bulunduğu coğrafyada, yaşadığı iklimde üretilebilen sebze, meyve ve bitkilerle beslenmelidir.

Yeryüzünde 400 bini aşkın bitki çeşiti vardır. İnsan vücudunda üç kilogram mineral maden bulunduğu tesbit edilmiştir. Kur’ân ve kâinat, Hz. Allah’ın iki kitabıdır. Biri Kelâm sıfatının, diğeri Kudret sıfatının tecellisidir. Allah’ın kudret sıfatından gelen kâinatta bize lâzım olan her şey vardır, mühim olan görüp yakalamaktır. Meselâ, Newton’un ‘yerçekimi kanunu’nu keşfetmesinden önce de âlemde yerçekimi vardı; var olan bir şeyi buldu, mucid değil, keşşaftır.

“Yaş ve kuru her şey Kitab-ı Mübîn’de mevcuttur.” 4

Hz. Bediüzzaman der ki: “..fakat Kur’ân’ın feyziyle şöyle kanaatim gelmiş ki, İmam-ı Mübîn, ilim ve emr-i İlâhînin bir nev’ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı hâlden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, her şeyin vücud-u zâhirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlâhînin bir defteridir….

“.. Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevî ilim ve emr-i İlâhînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemâl-i intizamla eşyanın vücutlarını gayet san’atkârâne intaç etmesi cihetiyle, elbette desâtir-i ilm-i İlâhînin bir defteriyle tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları, ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden, elbette evâmir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ, bir çekirdek, bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evâmir-i tekvîniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.’ 5

Akıl ve tefekkürün bu sahada istihdamı, insanın nasıl bir misafir olduğunu gösterir. Birbirimize olan ikramın karşısında ikram-ı Rabbânîyi nasıl temaşa etmeyeceğiz? Bu pencereden şu haşin geçen kışın kar taneciklerinde bile sayısız hikmetler yüklü olduğunu bilmeliyiz. Yağan karda yeşeren bitkilerde Vahdaniyet ve Ehadiyet sırları da ayrı bir konudur.

Dipnotlar:

1- Şuara Sûresi: 7.

2- Rahman Sûresi: 11-12.

3- Ali Ulvı Kurucu

4- En’am Sûresi: 59.

5- B.S.Nursî, Mektubat, 10. Mektub.

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Refik Koçak Ağabey de rahmetli oldu


A+ | A-

Risâle-i Nurlarla müşerref olduktan sonra, mahallemizde bir Risâle-i Nur dersi ihdas etmek aşkı doğdu. Fakat, ne öyle bir cemaat var, ne de yer. Üstelik 12 Mart 1971 Muhtırası yeni olmuş, her yerde sıkıyönetimin baskısı var. Sokakta başına takke giyen dedelere dahi, 5 lira para cezasının verildiği günler. Böyle bir durumda tabiî, iş biraz zor gibi görünüyordu. Ama Üstadımızdan aldığımız talimle, (benim hayatımda ömür boyu prensibim olan) “Lâ taknetû min rahmetillah”a sığınıp Allah’tan ümidimizi kesmedik. Hemen işe koyulup, bir avuç da olsa cemaatimizi teşekkül ettirdik. Geriye ders yapacak mekân kalmıştı. Rahmetli anacığım, orada da bize şefkat kanadını açıp ”Oğlum, ağabeylerin bizim evde ders yapabilir” dediğinde nasıl sevinmiştim, ruhu şâd olsun. Öyle sıkıntılı bir vaziyette herkes korkarken, o cesurane bir şekilde bunu bize sağlamıştı. Artık Ankara Etlik’te Nurun ilk nüvesi bizim evde atılmış, ondan sonra da intişar edip gelişerek iş rayına oturmuştu Elhamdülillah. (İnşaallah bu hatıralarımızı yazacağız.)

İşte o günlerde, bizden başka, irtibatı sağlayarak cemaatî bağımızı teessüs ettirdiğimiz; camimizin imamı Hurşid Dişbudak, astsubay Kenan Kılkış, Abdullah Türüdü gibi bir avuç dâvâ arkadaşımızla başladığımız sohbetlerimizin halkası giderek genişliyordu. Bunlardan biri de, aslında bizim mahallemizde oturan çok eski bir ağabeyimiz olan Refik Koçak’tı. Bizden önce Nurlarla müşerref olmuş, ama çok ortada görünmeyen bir ağabeyimizdi. Biz onunla da tanışıp beraber olmaya başladık. Artık hiç irtibatımız kopmuyordu. Rahmetli Mustafa Özsoy, İsmail Ambarlı, Durmuş Irkılata ve İsmail Yaman Ağabeylerle de, kadim ve samimî dâvâ arkadaşları olduklarını öğrenince, daha değişik bir bağ ile bağlanmıştık. Mustafa Özsoy ve İsmail Ambarlı cemaat içinde daha çok tanınsa da, diğer iki ağabeyimiz gibi Refik Ağabey de pek öne çıkan yapıda biri değildi.

Her faaliyetimize iştirak eden, sadık bir Yeni Asya okuyucusu ve takipçisiydi. Üstelik de, sağlam bir demokrattı. Benim hep beraber olduğum Lütfi Taşçı ve Ali Vapurlu ile de hemşehri olduklarından, bazen onlar da bizim mahalleye geliyor, hep beraber muhabbet ve irtibatımız daha sıkı oluyordu. Allah rahmet eylesin, bizi çok sever, her faaliyetimize de katılırdı. Ben Ankara’dan ayrıldıktan sonra, yakından münasebette olduğu pek kimse olmamıştı. O yüzden, bazen Ali Vapurlu bana sitem eder, ”Senin tekrar Ankara’ya gelmen lâzım, seninle özel irtibatı olan bazı arkadaşlarımızı sen gittikten sonra pek göremiyoruz” derdi. Aslında rahmetli Refik Ağabey hiçbir zaman ayrılmamıştır bizlerden ve gazetemizden ama biraz da yaşlılık ve hastalık ilerleyince, evinden pek çıkamaz olmuştu. En son geçtiğimiz günlerde telefonla görüşmüş, muhabbet etmiştik.

Ankara’daki kadim Nur dostlarımızın vefat haberinin çoğunu kendisinden aldığım ÖmerTuncay Ağabey, beni telefonla arayarak, ”Refik Ağabey vefat etti” deyince “İnnâ lillah ve innâ ileyhu raciun” dedim. Beş kadim ve akran olan arkadaşlarından, Mustafa Özsoy’un yanına ilk giden o oldu. İnşaallah cennet bahçelerinde, Peygamberimizin (asm) gölgesi ve Üstadımızın yanında eski nurlu günleri yine birbirine anlatıyorlardır.

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

O’nun yolunda O’ndan istemek


A+ | A-

Gençliğimizin beklediği ihtiyarlığımız olduğu gibi, sıhhatimizin ve sağlamlığımızın bir derde ve ölüme kavuşması, muhakkak kaderin çizgisinde emr-i Rabbani ile vuku bulacaktır.

Çocukların yetim kaldığı, gariplerin evsiz barksız olduğu şu âlemin kısırlığında, başka bir âlemin kapıları ebediyen açılmak üzere mülkler dağılacak, yerleşim yerleri harap olacaktır.

Toprağın doymak bilmemesi ve devamlı doyurması, Rabbinin izniyle, doymak bilmeyen insanoğlunu koynunda yiyip bitirerek bu fani âlemde son bulacaktır.

Yolcu hanı misali beklediğimiz bu dünya eğer bizi çok sardıysa bilmeliyiz ki Allah’ı tanısak veya tanımasak da bir hesap ve fatura ödemek üzere tahtadan bir ata bineceğimiz ve haşir meydanına yollanacağımız bir duraktan başka bir yer değildir.

Doymadığımız, doyamadığımız dünya bilmeliyiz ki ecel haberinden sonra bize doyacaktır, bizim hırslarımızı ve kanaatsizliğimizi ebediyen kendisinde saklayacaktır...

Topladıklarına ancak daha çok toplamak üzere mazeretler getiren, uyduran kimseler olarak, bizler ancak umduklarımıza bu dünyada kavuşmayınca Gani-yi Mutlak olan Rabbimize yüzlerimizi çevirebiliyoruz...

Önümüzdeki ahiret yolculuğunu bile bile bu yolda sarfedilecek, harcanacak azığı, kut ve gınayı hazırlamamamız ve gaflet içinde olmamızı kendimiz affedebiliyorsak herkes de bizi affedecektir...

İki günlük dünyanın, iki günlük adamları için ayağa kalkıp kendisini pareleyen ve parçalayan insanoğlu kendi ebedî âlemi için devamlı ayağa kalkmalı ve dik durmalıdır...

İyiliğin bize emredildiğini düşünerek bizler de iyilikte bulunabilmeliyiz. Cahilliğin en büyük belâsı iyiliğin ne olduğunun bilinmemesidir. Sihrinin kötülükleri esir aldığı bu anahtara muhakkak sahip olmalıyız, iyi olmalıyız ve iyilik yapmalıyız...

Akrabaya ilgi alâka göstermek, yemek yedirmek ve fakir fukaraya izzeti ikramlarda bulunmak kendimize ve kaymaklı ahbaplarımıza sarf ettiğimiz her hareketten daha yüksek ve âlidir...

Devamlı olarak selâm veren, selâm alan ve selâmı yayan adamdan kime zarar gelmiş ki? Gecenin sükûn ve sükûnetinde en güzel birlikteliğin secdede Rabbimizi zikir ve tesbihte olduğunu çok iyi bilmemiz gerekiyor...

Riyanın, yalanın karışmadığı bir niyet daima bizi doğru ve iyi yollara sevk edecektir. Taş ve cam parçalarının altın ve elmas olmasını kim istemez ki? Yeter ki niyetimiz halis ve Lillah için olsun...

Kalbimiz dilimizin yolunu takip etmeli, dışımız gibi içimiz de bir olmalı. Allah yolunda, Allah için muvaffakiyeti O’nun yolunda ve O’ndan istemeliyiz.

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Masaldan hakikat dersi çıkarmak


A+ | A-

En büyük faziletlerden birisi de küçüklerden ders almaktır her halde. Son iki haftada, tatilden istifade ile torunlarımı ziyaret için Karadeniz Bölgesindeki şirin ilimiz Zonguldak’a uğradım. İlkokula bu yıl başlayan torunum Muhammed Furkan’la “okuma geliştirme” faaliyetlerini küçük Ayşe Sude’min refakatinde üçlü bir grupla yapıyoruz. Birlikte hissiyâtımızı paylaşmaya çalışıyoruz. Kitap okumalarımıza ek olarak, Furkan’ımın kendi isteğiyle ve rızasıyla namazları birlikte kılarak olayı taçlandırıyoruz. Masum bir çocuğun içten gelen bir coşku ile namaz kılma psikolojisi çok önemli. Ebeveynler bu konuda çocuklara kesinlikle zorlama yapmamalıdırlar. Aksi takdirde bu tür zorlamalar çocukların şuur altına menfî olarak işler ve ilerleyen yaşlarda tam aksi tesir yaparak, olumsuz davranışlara ve tepkilere dönüşür.

Yedi yaşındaki masum bir çocuğun kendi isteğiyle ve iştahla benimle birlikte abdest alıp, birlikte namaz kılması ve tesbihat yapması, gerçekten dünyadaki en büyük zevklerden birisi. Bu güzel tatbikat beni elli beş sene öncelere götürüyor. Annemi küçük yaşta kaybetmiş ve onu hiç görememiş, masum ve öksüz bir çocuk olarak Toros Dağlarının zirvelerine yakın olan ilçemizde babaannemin kucağında ve onun yanında, seccadesinin köşesinde onunla yaptığım rükûlar, secdeler ve onu taklit ederek kıldığım namazlar ve birlikte yaptığımız duâlar… Bütün bunlar bir anda gözlerimde canlandı. Altmış sene önce atılan bu kudsî çekirdek ve tohumdur ki, kaderin sevki ve Rabbimin inayetiyle beni böyle muhteşem bir dâvâ, harika bir külliyat, mümtaz bir Üstad ve cihan değer bir camiayla buluşturdu. Bu benim için daima takdir edip, şükrettiğim hayatımdaki en tatlı ve harika bir duygu! Bu hâlet-i ruhiyeyi yaşatan Allah’a ne kadar şükretsem azdır.

Furkan’ımın; “Küçük Beylere Masal Keyfi” adlı bir masal kitabı var. Yazarı bizim Mutfaktan yetişmiş değerli bir arkadaşımız Demirhan Kadıoğlu. Her gün bu kitaptan birkaç masalı birlikte okuyoruz. Dünkü konumuz “Büyük Toplantı” başlığını taşıyordu. Masalda, Mustafa’nın bütün organlarının yaptığı toplantıdan bahsediliyor. Birlikte takip edelim:

“Mustafa’nın bütün organları toplantı yapmaya karar vermişler. Göz, ağız, burun, kulak birinci bölgeyi; sağ, sol ve gövde ikinci bölgeyi; bacak ve ayaklar ise üçüncü bölgeyi temsil edecek şekilde isimlendirilmiş. Birinci bölgenin uzuvlarından ‘ağız’ söze başlayarak: ‘Birlikte yaşamamız için bizim bölgenin uzuvları daha değerlidir. Biz olmasak diğerlerinizin önemi yoktur’ demiş. İkinci bölgenin temsilcisi vücut da: ‘Asıl bizim önemimiz daha büyük. Çünkü kalp, mide ve hayatî organlar burada’ demiş.

“Bu arada üçüncü bölgede olan uzuvlardan olan bacak ve ayaklardan itiraz gecikmemiş: ‘Biz olmasak siz bir yere gidemez ve hareket edemezdiniz’ demişler.

“Nihayet derinlerden bir ses onların hepsini susturmuş: ‘Uzuvlar! Hepinizin ayrı ayrı vazifesi var. Biriniz olmasa, diğerinizin hiçbir anlamı yok. Her biriniz bir makinanın dişleri gibi birbirinizi tamamlıyorsunuz. Biriniz olmasa diğerinizin vazifesi yarım kalır. Sizin için olmazsa olmaz şart ‘ruh’ tur.

“İşte bundan sonra organlar birbirlerine bakmışlar ve bu doğru karşısında lüzumsuz münakaşa, tartışma ve rekabete son vermişler. Kendi vazifelerinin başına dönmüşler.”

Hikâye böyle bitiyor. Çocuğa eğlendirme masalı okurken bir cemaat ferdi olarak mutlaka tatbik edilmesi gereken “birlik, beraberlik, tesanüd, istikamet ve makuliyet dersi”ne hayalim gitti. Hikâyede geçen konuşmalar, beni, içinde bulunduğum “büyük dâvânın” müntesipleri arasındaki uhuvvet ve samimiyet; irtibat ve âlâka; sadakat, sıdk ve muhabbet münasebetlerine götürdü. Bin yıldan fazla İslâm’a beşiklik yapan bu Anadolu ve âlem-i İslâm’daki Müslümanlar arasındaki münasebetleri dimağımda analiz etmeye çalıştım.

Bu topraklarda bir asra yaklaşan bir zaman diliminde bütün insanlığa örnek olmuş bir Kur’ânî duruşun serencamı ve bu günkü durumu hayalimde geçit yaptı. Peygamber varisliğinin sembollüğünü en üst seviyede temsil eden bir mukaddes dâvânın mensuplarındaki ortak sorumluluğu düşündüm. Şahs-ı mânevînin bireyleri arasındaki uhuvvet, samimiyet, ihlâs, gayret, fedakârlık, himmet, hoşgörü, bağışlamak ve âlicenaplığın geçmişteki ve hâlihazırdaki takdire değer hallerini hatırlamaya çalıştım. İslâm coğrafyasında ve camia içerisinde kaderin fetvasıyla; zaman, zemin, farklı mizaçlara, olaylara bağlı olarak meydana gelen ve gelebilecek istenmeyen hadiseleri düşündüm. Bunlardan uzak kalmanın, başa gelince de çare olabilmenin yollarını aradım. Tek çarenin yukarıda bazılarını sayabildiğim ulvî prensiplerin bire bir nefislerde tatbikatına bağlı olduğuna kanaat getirdim. Şahsî, ailevî, toplum, millet ve insanlık hayatının buna bağlı olduğu tesbitini bütün kalbimle bir defa daha tasdik ettim. İslâm dâvâsının geleceğinin, şahs-ı manevinin sarsılmazlığının, milletin birlik-beraberliğinin, insanlığın daha kötüye gitmemesinin buna bağlı olduğuna inandım.

Elbette ki küçüklerin büyüklerden alacağı çok dersler olduğu gibi, büyüklerin de küçüklerden alacağı çok dersler vardır. Aynen onun gibi; büyük dâvâlarda da küçük sanılan konular zaman zaman arızalara sebep olabiliyor. Bunlardan gerekli dersleri çıkarıp, kalp ve gönül yapmaya önem vermek gerekiyor. Aksi takdirde fabrikanın “çarkları” üretime değil, tüketim, hasar ve tahribata çalışıyor.

Bizler, nefis taşıdığımız, melek olmadığımız; insan olduğumuza göre, fıtratımızda olan ve “imtihan sırrı” gereği, insafsız ve gaddar nefsin her an kuracağı tuzak ve oyunlara yenik düşme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bunun sebeplerini iyi tahlil edip; azgın ve gaddar nefsin ve onun yardımcıları olan asabiyet, kör hissiyat, heves… vb. hislerin tesirinde kalarak olumsuz hareketlerinden kaynaklanan fiilleri doğrudan doğruya o fiili yapan mü’min kardeşlerimizin zatına değil de bu hislere verirsek daha insafla yaklaşmış oluruz. Böylece hem isabet etmiş olur, hem de İslâmî hayatın sağlıklı devamına katkıda bulunmuş oluruz. Bütün bunların yanında en büyük siperimiz ve dayanağımızın ise, hiç ön şartsız, mü’minin mü’mine karşı gaybî ve vicâhî duâ etmesidir. Cenâb-ı Hakkın inayet ve hıfzıyetine sığınmaktır. Ruh, kalp ve ulvî hislerimizi devamlı besleyerek, vücut sarayında maneviyâtı kuvvetlendirip, nefs-i emmarenin kötülüğe meyletmesine fırsat vermemektir. Cüz’î irademizi müsbete kullanarak, içinde bulunduğumuz camianın fertlerine karşı sorumluluğumuz;-–her ne olursa olsun—samimiyet, uhuvvet, sadakat, afüvkârâne muâmele, nezaket, sabır göstermek ve birbirine katlanmaktır. Cenâb-ı Hak bu tür imtihanlardan hepimizi yüz akıyla çıkarsın. Bütün Müslümanlar arasındaki uhuvvet ve samimiyeti arttırsın İnşallah. (Âmin).

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Baki ÇİMİÇ

Âfâkî ve enfüsî tefekkür


A+ | A-

Kur’ân-ı Mu’cizülbeyan’ın “Tâ düşününüz”1, ”Tâ düşünsünler”2, “Onlar kendi üzerlerindeki ilâhî san'at mu’cizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri ve yeri ve her ikisi arasındakileri Allah yaratmıştır”3 gibi âyetleri ve hadîs-i şeriflerde de “Allah’ın nimetlerini tefekkür edin; O'nun zâtını tefekkür etmeyin. Çünkü buna güç yetiremezsiniz”4, “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibâdetten hayırlıdır”5 beyanları tefekküre teşvik ediyor.

Tefekkür yolu Risâle-i Nûr mesleğinin dört esasından biridir. Bu mânâda şu gelen cümle çok mânidardır:

”Hem tefekkür dahi, aşk gibi, belki daha zengin, daha parlak, daha geniş bir tarîktir ki, Hakîm ismine isâl eder.”6 Hem “…hadîsin hükmüyle, bir saat tefekkür bazan bir sene kadar bir ibâdet hükmüne geçen tefekkür-ü imânîyi elde etmek ve ettirmek…”7 Risâle-i Nûr dersleri ile mümkündür.

Tefekkür; mânâ-i harfî olarak düşünmektir. Derinlemesine, inceden inceye düşünme ve fikretmektir. Afâkî ve enfüsî olarak ikiye ayrılır.

Âfâkî tefekkür ve malûmatlar, Bedîüzzamân’ın tâbirince hariçten ve uzaklardan alınan bilgilerdir. İnsanı vehimlerden, vesveselerden ve şüphelerden muhâfaza edemiyor. İnsanın en önemli vazîfesi olan kalb dairesindeki ebedî hayatı kazandıracak ubûdiyet ve duâdan geri tutuyor.

İnsan mâhiyeti itibârıyla her bir hâdise ile alâkalı ve ilgilidir. Çünkü insanın rûhuna dercedilen duygulara fıtratça sınır koyulmamıştır. Ancak şeriatta bu had ve sınır koyulmuş ve insan irâde-i cüz’iyesi ile teklif ile mükellef kılınmıştır.

Cenâb-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyarî ile ihtiyarî fiiller âlemini kesbiyle teşkil etmeye insanı mükellef kılmış. İnsan rûhunda emanet olarak ekilen gayr-ı mütenâhî tohumları sulamak ve neşv-ü nemalandırmak için de beşere teklifi sunmuştur. Eğer teklif olmasaydı, rûhlardaki o tohumlar neşv-ü nema bulamazdı.

İşte insan âfâkî malûmatlara dalar ise bu malûmatlar onu boğar ve malayâniyat onun hayatına hâkim olur. İnsan, mâhiyetindeki istidadlarını inkişaf ettiremez.

Öyleyse Bedîüzzamân’ın “âfakî, haricî, umûmî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme” uyarısına dikkat etmeliyiz.

Böylece “Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur. İçine dalma, boğulursun” ihtârı bize çok önemli bir hakîkatı gösteriyor.

Bizler âfâkî tefekkürü icmâlî, enfüsî tefekkürü ise tafsilâtlı yapalım ki, vahdete kavuşalım. Âfâktan dahâ çok enfüsî tefekküre yoğunlaşmak gerek. Aksi halde, kesret âlemi fikrimizi dağıtabilir, ziyana uğrayabiliriz.

Afâkî tefekkürü öncelersek; evham bizi havalandırır, enâniyet âlemimizde kalınlaşır. Gafletimiz de kuvvet bulur.

Enfüsî tefekkür; iç dünyamızla ve âlemimizle ilgili, nefis ve beden dâiresinde yapılan tefekkürdür. Enfüsî tefekkürü nefsimizde tafsilatlı olarak yapabiliriz. Böylece kesretten vahdete ulaşabiliriz.

Enfüste yapacağımız tefekkür evham ve gafletimizi dağıtır. Bir iç muhasebesi yaptırır, Rabbimizi en yakından tanıyıp mârifetullah yollarına çok keskin ve kolay bir şekilde ulaşmamızı sağlar. Bir nevî kısa bir mârifetullah minhâcıdır.

Enfüsî ve iç âlemimizde yaptığımız tefekkür ve malûmatlar temizdir, arızasızdır ve vehimlerden de mahfuzdur. Öyleyse merkezden, muhîte, yakından uzağa bir metod olan enfüsten âfâka tefekkür bir nevî sünnetullahtır. Sağlam ve doğru bir yol ve de istikâmettir.

İnsan, nefsî (enfüsî) tefekkürü tafsîlatlı, âfâkî tefekkürü ise icmâlî yaparsa vahdete ulaşmış olur. Zaten insanın gâyesi de vahdete ulaşmak ve Allah’ın marziyâtı doğrultusunda kendisine emânet olarak verilen cihâzâtlarını nemâlandırmak değil midir?

Bu yol ise enfüsten âfâka, kesretten vahdete olan sünnetullah yolu olmalıdır.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 219, 266.

2- A’raf Sûresi: 176.

3- Rum Sûresi: 8.

4- El-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3: 262-263.

5- El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1: 310.

6- Sözler, 2004, s: 773.

7- Kastamonu Lahikası, 2006, s: 47.

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Dinî değerlerle şaka mı olur!


A+ | A-

Siyasette üslûpsuzluk had safhaya ulaştı. Manevî değerler üzerinden yapılan tartışmalar milletin tepkisini çekiyor. Bir süreden beri yaşanan bu üslûpsuz (başka bir kelime bulamadığımız ya da yazamayacağımız için böyle diyoruz) tartışmalar artık iyice haddini aşmaya başladı. “Bu kadarı da artık fazla” dedirtecek noktaya geldi.

Öncelikle, milletin meclisinde yaşananları özetleyelim: Yumruklar havada uçuştu… MHP’li ve AKP’li milletvekilleri birbirine girdi… Sağlık Bakanı Akdağ gözlüklerini çıkartarak MHP sıralarına yürüdü, iki bakan arkadaşı kollarından tutarak zor durdurdular… Yumruklara hedef olan TBMM İdare Amiri Orhan Erdem’in kaşı yarıldı, hastaneye götürüldü… Sinir krizi geçiren Bursa Milletvekili Ali Koyuncu ilk müdahalenin ardından hastaneye kaldırıldı… Meclis’te yaşanan yumruklaşmalar sırasında, milletvekilleri dışında sadece stenografların girebildiği genel kurul salonuna Bahçeli’nin korumaları “İçeri gireriz cezamızı çekeriz” diyerek girmek istediler…

Bu olaylar Meclis Genel Kurulunda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer hakkında MHP’nin verdiği gensoru görüşmeleri sırasında milletin iradesinin ve demokrasinin tecelligâhı olan Meclis’te yaşandı.

Önerge sahibi olarak konuşan Sağlık eski bakanlarından MHP Kırıkkale Milletvekili Osman Durmuş’un alaycı bir tavırla “Hele beyaz gömlekli doktorlar yok mu? Nejat Uygur’u ziyaret etmek isteyen hanımefendiye ‘Gülhane’ye gelmeyin’ demişler. Sizi beyaz gömlekliler sizi! Üç beş kuruşu görünce kendinizi ne sanıyorsunuz? Peygamber olarak anılan bir Başbakanın eşini nasıl kabul etmezsiniz? Üç beş kuruş paranıza mı güveniyorsunuz? Sizin muayenehanelerinizi kapatsın da bir görün” sözlerinin ardından önce kimseden pek ses çıkmadı. Durmuş’un konuşmasından sonra CHP adına Çetin Soysal konuştu. Burada da konu gündeme gelmedi. Tâ ki, AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ konuşmasında bu sözlere dikkat çekinip ardından cevap vermesiyle salon karıştı ve üstte yazdığımız sahneler yaşandı.

Bozdağ’ın, “AKP Grubunun, Grup Başkanına, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanına ne AK PARTİ Grubunun içerisinde ne AKP’ye gönül vermiş insanların içerisinde bugüne kadar ‘Peygamber’ diyen bir densiz çıkmamıştır” demesinin ardından MHP sıralarından daha önce AKP Aydın il başkanı olan ve sonrasında belediye meclis üyesi seçilen İsmail Hakkı Eser’in sözleri olduğu hatırlatılsa da tartışmalar yumruklaşmaya kadar gidip, istenmeyen görüntülerin yaşanmasına sebep oldu. (Şunu not düşelim “Peygamber gibi anılan bir başkan” diyen Eser Ankara’ya çağrılarak istifa ettirildi.)

İki gündür televizyon ekranlarında ve gazete sütunlarında “yakışıksız sahneler” tekrar tekrar veriliyor. Bir yandan böyle bir yakıştırmaya tepkiler de devam ediyor. Birkaç gündür Türkiye bu kavgaları konuşuyor. Önceki gün tartışmayı çıkaran partiler teker teker gelip kendi yaptıklarının doğru olduğunu savunsalar da, savunulacak bir şey olmadığı ortada.

H H H

Bu görüntüleri gece gördüğümüzde “İyi ki gece yarısına yakın bu kavgalar oldu da çocuklar bu görüntüleri görmediler” diye sevinmiştik. Çünkü bu görüntüler hakikaten çocukların izlememesi gereken görüntülerdi. Büyükler onlara iyi örnek olmuyorlardı çünkü.

Tam da bu tartışmanın yaşandığı günün ertesi günü, Erzurum Gençlik İl Spor Müdürlüğünün “gülümsemesi gereken gençlerimiz projesi” kapsamında çocuklar TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin’i ziyaret etmişlerdi. Şahin, “Genel Kurul’da yaşanan olayları vatandaşlarımız ve bu yavrularımız da izledilerse gülümseyemediler ve üzüntü duydular. Ben de üzüntü duydum” diyerek haklı tepkisini dile getirdi.

H H H

Milletin vekilleri buradan dersler çıkarmak durumundalar. Bu kavgadan sonra görüntüyü özetlemek gerekirse…

Böyle bir Meclis’ten sivil ve demokrat bir anayasa ve inançlar önündeki engellerin kaldırılması konusunda mutabakat sağlanacağını beklemek hayalperestlik olur. Hükümet bu meselelerin çözümünde—her zaman söylediği gibi—mutabakat arıyor. CHP ile baştan beri zaten mutabakat içinde olamayacakları belliydi, şimdi de MHP’yle böyle bir kavganın ardından bu mutabakatın kolay olmayacağını gösterdi.

İkincisi, mukaddes değerlerimizin bu şekilde uluorta şaka malzemesi yapılması yanlıştır. Bunu AKP’li bir belediye meclis üyesinin yapması ne kadar yanlışsa, bunun bütün milletin izlediği meclis genel kurulunda yapılması çok daha yanlıştır.

Üçüncüsü, GATA’da yaşanan başörtüsü ziyaretçi sıkıntısının “sağ bir parti” tarafından—ertesi gün yanlış olduğu söylense de—sahiplenir şekilde üslûp kullanılması milletin gözünden kaçmadı.

İşin özeti, şu haklı veya bu haklı diye kimse bir şey söyleyemez. İktidara da muhalefete de yakışan bir şey değildi. Yedi yaşındaki kızımın söylediği gibi “koca koca amcalar niye kavga ediyorlar? Bir de milletvekili olacaklar…” Özetin de özeti bu…

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Hükümet AB’ye neden isteksiz?


A+ | A-

Dikkatinizi çekmemesi mümkün değil. Ülke olarak içinde bulunduğumuz şartlar, hakperest siyasetbilimciler, ekonomik konjonktür ve her gün bir yenisi ortaya çıkarılan “darbe senaryoları,” hepsi birden çıkışın yalnızca AB sürecinde olduğunu ilân ettikleri halde, hükümetteki isteksizlik, savsaklama duygusu ve zevahiri kurtarma tavrı, mutlaka dikkatinizi çekiyordur.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, bizi “demir perde” pençesinden kurtaran “hür dünya” ile ittifakımızdan daha hayatî bir öneme haiz olan AB sürecinde, AKP’nin mütemadiyen topu taca atması, AB yetkililerinin de dikkatlerini çekmeye başladı. Son zamanlarda ağzını açan her yetkili, bu öneme vurgu yapıyor. Meselâ Finlandiyalı temsilci, Türkiye’nin AB’ye girişinin asrımızın ve geçen asrın en önemli üç meselesinden birisi olduğunu ifade etti.

AKP’nin AB’ye karşı sergilediği gizli pasif direnişin sebeplerini dışarıdan bakanlar, bu tavrı anlayamıyorlar. Bu hükümetin hazırlık aşaması, 28 Şubat ilişkileri ve 12 Eylül’den icazet almış olması gibi dahilî hadiselerin zaviyelerinden geçen sekiz-on seneyi inceleyenler bazı ipuçlarını yakalasalar da, yeni yüzyılın en dehşetli senaryosunu hazırlayan neocon ve neoliberal cereyanlarının başta Amerika olmak üzere birçok Batı merkezlerindeki modern ihtilâllerinin mahiyeti bilinmedikçe AB sürecindeki şu isteksizliğin asıl sebebi anlaşılamaz.

AKP KİMLERLE BİRLİKTE ÇALIŞIYOR?

AKP hükümeti Ankara’da kurulurken, Washington’daki hâkim gücün neocon ve neoliberallerde olduğunu göz ucuyla arşivlere bakanlar göreceklerdir. 1970’li yılların neocon siyasetçisi Henry Kissinger’den görevi devralan Paul Wolfowitz gibi şaibeli bir çizgiye sahip olanların, Amerika’nın dış siyasetinde maalesef hâlâ tesirli olduğunu biliyoruz. Demokrasi, muhafazakârlık, dünya barışı ve genel ahlâkla alâkası olmayan bu Troçkici cereyan ile ciddi işbirliğine giren hükümetin Avrupa’daki muhatapları da aynı cereyana mensupturlar. Bize AB yerine Akdeniz birliğini teklif eden Sarkozy, yine başka ortaklıklar ayarlamaya çalışan Merkel ve Başbakanın yar-ı hassı Berlusconi gibi mevcut Avrupa liderlerinin ellerinden gelse “birliği” dağıtabileceğini, dikkatlice takip edenler göreceklerdir.

Troçkici cereyanın mahiyetini teşrih ettiğinizde, bu yoldaşların felsefeleri gereğince bir medeniyet, demokrasi ve barış projesi olan AB’ye karşı olmaları kaçınılmazdır. Fakat ne Avrupa ve Amerika’da ve ne de Türkiye’de açıktan açığa AB karşıtlığının imkânı kalmadığından, neocon ve neoliberaller dolaylı veya nifak yoluyla AB’yi dağıtmaya çalışıyorlar. İşte böyle bir kadro ile beraber çalışan AKP’nin AB yolunda mücadele etmesi ve reformlar yapması elbette ki çok zordur.

ENGELLEYİCİ İÇ DİNAMİKLER

Dış siyaseti kurulduğu günden itibaren ipotek altında olan AKP’nin içerdeki engelleri daha acımasız. Neocon ve Neoliberal grupları komünizm ve Bolşevizmin devamı olarak kabul etmeyenler; Avrupa ve Asya’daki kıtal, yağma ve değerleri tahrip hareketinin dayanaklarını, 68 kuşağının çıkardığı küresel anarşiyi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’daki müfredatın “dinsizlik ve sefahat” lehine değiştirilmesini, ikinci Frankfurt Okulunun hedeflerini ve son zamanlarda ateş gibi İslâm cemiyetini saran çürüme ve ahlâksızlığın nereden geldiklerini öğrenemeyeceklerdir.

Engelleyici iç faktörün genel olarak “Kemalizm” olduğunu hepimiz biliyoruz. Bizdeki bazı generallerin Londra ve Washington’daki neoconlarla nasıl çalıştıklarını Yasemin Çongar deşifre etmişti. Ve şu son “Kozmik Odalar” hadisesi de İsrail, Londra ve Washington üçgeniyle çok sıkıca çalışan bir askerî ekibi ortaya koyuyor. Geleneksel Kemalizme vururken ülkede “sivil Kemalizmin” mahiyet ve misyonunu inşa eden bu “Yeni Kemalizm”in AB’de kaybolma korkusunu daha önce de anlatmıştık. Apoletli Kemalistlerle sivil Kemalistler arasındaki “kayıkçı kavgasına” takılanlar, korkarız ki cüzdanı da, vicdanı da kaybederler. Sivil Kemalizmin AB karşıtlığı daha yumuşak görünse de, neoliberallerin rüşvetleriyle ihsan ettiği inançsızlık, ahlâksızlık ve otoritesizliğin maalesef nefislere hoş görünmesiyle daha dehşetli olduğunu, düşünebilen vicdanlı idrak sahipleri hemen anlarlar.

Kemalizmi bir yönüyle “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını verip rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek hakimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar” sözleriyle tarif eden Bediüzzaman’ın şu tanımı çerçevesinden hükümetin geride bıraktığı sekiz seneyi değerlendirmek lâzım.

İçerde Kemalistlerle, dışarıda ise neoliberal ve yeni muhafazakârlarla işbirliği yapan bir hükümet, mevcudiyetini bu iki cereyana borçlu olduğuna göre, neden durup dururken varlığını ortadan kaldırmayı gerektirecek AB’ye taraf olsun ki…

1945’lerde Türkiye’yi komünizm ve Kemalizm mengenesinden bir nebze kurtaran o günün global şeffaf ittifaklarından daha çok önem kazanmış AB’ye şu siyasî iktidar ile yürümek mümkün değil.

Hükümetin gerçek ajandasında bir “AB süreci endişesi” olduğuna da inanmıyoruz. Zevahiri kurtarmak üzere yapılan çalışmaların üzerindeki gayri ciddî örtüyü çok yakında AB ilgilileri kaldıracaklardır,

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Gözyaşlarına mahkûm olamayız


A+ | A-

Kanamaya devam eden bir yaramız var: Başörtüsü yasağı. Bu öyle bir yasak ki, 7’sinden 70’ine, genç kızlardan yaşlı ninelere, annelerden teyzelere, öğrencilerden memurlara herkesi etkiliyor, yaralıyor, küstürüyor.

Demokratik açılım, EMASYA, anayasa değişikliği gibi ‘önemli’ konuların tartışıldığı esnada bu konunun yeniden gündeme gelmesi, TBMM’de yaşanan bir ‘kavga’ sonrası gerçekleşti. Hatırlanacağı üzere MHP’li bir vekil güya AKP’yi tenkit edeyim derken başörtüsü yasağını savunanların tarafına geçmişti.

Bir dönem kamuoyunu meşgul eden, fakat tarafların ‘suskunluğu’ tercih ettiği önemli bir skandal yaşanmıştı. Ünlü komedyen Nejat Uygur hastalanıp tedavi için GATA’ya (Gülhane Askerî Tıp Akademisi) kaldırılmıştı. Uygur’u hasta yatağında ziyaret etmek isteyen Başbakanın eşi Emine Erdoğan, “Başörtülüsün, bu kıyafetle GATA’ya gelme” anlamında sözlere muhatap olmuş ve neticede bayan Erdoğan hasta ziyaretçisi olarak GATA’ya gidememişti. Bu hadisenin yaşandığı günlerde konu tartışıldı, ama taraflar tatmin edici bir açıklama yapmamıştı. Aradan epey zaman geçtikten sonra hadisenin şahidi olan Nejat Uygur’un eşi konuştu ve bayan Erdoğan’ın başörtülü olarak GATA’ya gelmemesi konusunda kendisinin ikaz edildiğini, bunu da bayan Erdoğan’a söylediğini itiraf etti.

İşte MHP’li vekilin alaycı bir üslûpla konuyu meclis kürsüsünde dile getirmesi üzerine tartışma yeniden alevlendi. Şimdiye kadar bu konu hakkında konuşmayan Başbakan Erdoğan, “Bu işin üzerine gidebilirdik, ama eşimin gözyaşlarına mahkûm kaldık. Söyleyecek çok şey var. Ama ülkemde gerilim istemiyorum” demiş. (Sabah, 4 Şubat 2010)

Doğrudur, söyleyecek çok söz var. Ama bu sözlerin bir kısmı da bu yasağı kaldırması gerekenler hakkında olmalıdır. Tabiî ki bayan Erdoğan’a yapılan hakareti haklı görmek, kabullenmek ve sineye çekmek mümkün değil. Bu ve benzeri bütün yasakçı uygulamaları kökten reddederiz. Fakat aynı zamanda bu yasağı sona erdirmek için “tek başına iş başına” gelenlerin de sorumluluğu olduğunu hatırlatırız.

Bu konulardaki sıkıntıları sona erdirmek için milletten yetki alanların çaresizliğini de kabul edemeyiz. Elbette “söylenecek çok şey var” ama aynı zamanda bunları söyleyecek olanların sayısı da fazladır. Başörtüsü yasağının mağduru olmuş binlerce, belki de onbinlerce öğrenci var. Aynı zamanda bu öğrencilerin aileleri de var. Hâliyle kanunsuz başörtüsü yasağıyla muhatap olanların kendilerine göre bir hikâyesi, anlatacak dertleri var. Bütün bu dertlerin çaresi de ve çözümü de—sebepler tahtında—Türkiye’yi idare edenlere bağlıdır. Bu bakımdan, çözüm mevkiinde olanların, çaresizlik içinde olduklarını ifade etmelerine itiraz edilmelidir.

Dikkat edilirse “Aman gerilim olmasın” diyerek başörtüsü yasağını ve neticelerini kamuoyunun gündeminden uzak tutmak isteyenler, aksiyle tokat yiyor. Onlar bu konuları örtmek istedikçe, belki de kaderin cilvesiyle bu konu gündeme taşınıyor. O halde en az EMASYA protokolunün kaldırılması kadar öncelikli olarak bu konunun da halledilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Bakınız, EMASYA protokolünün berheva olduğu ilân edildi. Ne oldu? Kıyamet mi koptu? Aynı şekilde başörtüsü yasağı da “yağdan kıl çeker gibi” sona erebilir. Tek şartı var: Kararlılık, kararlılık, kararlılık!

Unutmayalım: EMASYA bir şekilde kanuna dayanıyordu, başörtüsü yasağı kanuna bile dayanmıyor. O halde yarından tezi yok, keyfî olarak uygulanan bu yasak yok olsun gitsin! Sahi, başörtüsü ile üniversiteye giden öğrencileri okula alan yöneticilere kim, hangi kanuna dayanarak “Bu öğrencileri alma!” diyecek?

Ne Türkiye’yi idare edenler ne de sessiz milyonlar, gözyaşlarına mahkûm değildir vesselâm...

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Davul ve tokmak


A+ | A-

MGK Genel Sekreterliğinin internet sitesinde Millî Güvenlik Siyaset Belgesiyle ilgili olarak dile getirilen suallere verilen cevapların en çelişkili yerlerinden biri, belge için söz konusu olup uygulanan “gizli gizlilik derecesi”ne dair açıklamaların yapıldığı kısım.

Oradaki açıklamaya göre, en önemli gerekçe, “güvenliğin doğası ve TC’nin millî menfaatleri.”

Devamında, “TC’nin bekası ile milletin refahına yönelik tehdit ve risklere karşı izlenmesi öngörülen siyasetin açık olmasının, gerek iç, gerekse dış kamuoyunda” yol açacağı sakıncalardan söz edilerek top yine Bakanlar Kuruluna atılıyor.

Devletin millî güvenlik siyasetini belirleme sorumluluğunun, anayasanın ilgili maddeleri ile Bakanlar Kuruluna verildiği; MGSB’nin hazırlanmasında TBMM veya komisyonlarının herhangi bir katkı ve sorumluluğunun bulunmadığı; hükümetin kendi yol haritası olan belgenin bu sebeple Mecliste tartışılmadığı ifade ediliyor.

Ancak bu durumun, nasıl oluyorsa, belgenin milletvekillerinin bilgisine sunulmasına engel teşkil etmediği de belirtiliyor. Ki, uygulamada, böyle bir “bilgi sunma” örneğine rastlanmıyor...

Asıl önemlisi ise, yaptığı her icraat Meclis denetimine tâbi olan bir hükümete mal edilmesine rağmen, MGSB’nin bu denetimden kaçırılması.

Bu tuhaf çelişkiyi perçinleyen bir başka izahı, “MGSB’nin iç ve dış güvenliğe ilişkin esasları ihtiva etmesi, bu doğrultuda demokratik parlamenterler sistemin kendi dinamikleri (TBMM, hükümet, muhalefet partileri, kalkınma planları, yıllık programlar, sivil toplum kuruluşları ve medya gibi) ve süreçleri içinde güvenlik sorunlarının çözümlenmesi imkân ve yeteneğine engel bir belge değildir” cümlesinde görmekteyiz.

Burada dikkat çeken ilk çelişki, bir taraftan belgenin asıl sahibi ve sorumlusu olarak gösterilen hükümetin, diğer taraftan güvenlik sorunlarının çözümlenmesinde rol oynayabileceklerinden söz edilen dinamikler içinde zikredilmesi.

İkincisi, söz konusu belgenin, “demokratik parlamenter sistemin dinamikleri” olarak sıralanan TBMM, hükümet, muhalefet partileri, sivil toplum kuruluşları ve medya gibi aktörler tarafından güvenlik sorunlarının çözümüne sağlanacak katkıları engellemediğinin ifade edilmesi.

(Bu listeye kalkınma planları ile yıllık programların da dahil edilmesinde ise, aralarındaki nitelik farkı sebebiyle ayrı bir mantıkî tutarsızlık var. Çünkü plan ve programlar, sözü edilen dinamiklerin ürünü olarak ortaya çıkan çalışmalardır, bizatihî kendileri “dinamik” olamazlar.)

Devletin güvenlik politikaları, bu dinamikler dışlanarak hazırlanıp onlardan gizlenerek yürürlüğe konulan bir belgeye göre uygulanırken, güvenlik sorunlarının çözümünde TBMM’nin, hükümetin, partilerin, sivil toplum kuruluşlarının, medyanın etkili bir rolleri söz konusu olabilir mi?

Belgenin 2005’te bu hükümetin onayı ile güncellenmiş son halinde yer alan “Türkiye’nin temel kuruluş ilkeleriyle hedefleri örtüşen STK’larla ilişkiler önem taşıyor” ifadesi ise, gazeteciler gibi STK’ları da resmî ideoloji kriterlerine göre kategorize edip “işbirliği yapılacaklar”ı tesbite yönelik bir anlayışı orada da karşımıza çıkarıyor.

Bütün bu tekellüflü izahlarla ortaya çıkan çelişkili ve karmaşık tablonun net özeti şu olabilir:

Güvenliğe yönelik iç ve dış tehditleri belirleme iddiasıyla hazırlanıp, “siyaset” kelimesi eklenerek politikanın çerçeve ve sınırlarını tayin boyutu da kazandırılan belgedeki asker damgası, “Bakanlar Kurulu” öne çıkarılıp gizlenmeye çalışılsa dahi, silüet o kadar bellirgin ki, üzeri örtülemiyor.

Yani: MGSB, “Davul hükümetin sırtında, tokmak askerin elinde” meselinin tipik bir örneği...

* “EMASYA ve ötesi” yazımız için mesaj gönderen SP İstanbul İl Basın Danışmanlığına: EMASYA’yı 7.7.97’de, şimdi AKP’de olan eski ANAP’lı Bakan Başesgioğlu imzaladı; İl İdaresi Kanunu değişikliği (4.9.96) ile MGK Kriz Yönetmeliği ise (9.1.97) Refahyol devrinde gerçekleşti.

05.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Domuz gribi mi yoksa küresel oyun mu?


A+ | A-

Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın 4 Şubat Dünya Kanser Gününde domuz gribine ilişkin söyledikleri bir çok soru işaretini beraberinde getirdi. 43 milyon aşı alınması planlanmıştı. 28 milyon kişi aşılanacaktı.

Peki krizin zirve yapacağı söylenen Ocak sonu itibariyle durum ne?

Yüzbinlerce kişinin bu salgından etkileneceği, hastanelerin buna göre planlandığı, hatta bazı hastanelerde yoğun bakım ve ameliyathanelerin bile acil durumda domuz gribi hastaları için kullanılmasının planlandığını, bir bilgilendirme toplantısında bizzat işitmiştik.

Ama şükürler olsun beklenen olmadı. Şu ana kadar 600 kişi vefat etti. Elbette bu önemli bir rakam; ancak korkulan rakamların yanında çok düşük bir rakam.

Sayın Bakanın açıkladığına göre 2,5 milyondan daha az sayıda kişi aşılandı. Satın alınan aşı miktarı 8,4 milyon doz. Ödenen para ise 120 milyon liranın üzerinde. İyi haber satın alma sözleşmesinde –Sayın Bakanın söylediğine göre- satın alınmayan aşı miktarı için para ödenmemiş olması. Peki sipariş edilen geri kalan 34 milyon dozun üzerindeki aşı ne olacak? Anladığımız kadarıyla bu aşılar da peyderpey değişen aşı ihtiyacına göre satın alınacak. Bu aşıyı üreten bazı firmalar şimdi salgının beklenen ölçüde olmaması dolayısıyla ihtiyaç kalmayan aşıların parasını da ülkelerden almaya kararlı. Bir çok Avrupa ülkesi elinde kalan aşılardan kurtulmak istiyor; ancak talep yok.

Yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın bir çok ülkesinde durum böyle. Herkes oluşturulan panik havasının gereksizliğinden, tehlikenin kasıtlı olarak abartıldığından söz ediyor. Hastalık hem tahmin edildiği kadar yayılmadı; hem de bir çok kişi tarafından mevsimsel gripten daha kolay atlatıldı.

Bu durum ve Dünya Sağlık Örgütü’nün bu salgına ilişkin korkutucu değerlendirmelerini yapan bilim adamlarının ilâç şirketleriyle bağlantıları olduğu söylentileri Avrupa Konseyi’ni bu konuda soruşturma başlatmaya itti.

Amerika’da bu salgından ölenlerin sayısı geçen yılın Kasım sonu itibariyle 17 kişi.

Hollandalılar ilâç üreten şirketlerin Dünya Sağlık Örgütü (WHO) uzmanlarının toplantılarına katılmış olması, WHO’nun bağımsız uzman olarak görevlendirdiği kişilerin aynı zamanda aşıları üreten şirketlerde çalışıyor olmasını bir skandal olarak niteliyor.

Peki bu işten kim kazanıyor? Aşıları üreten birkaç firma. Bu firmaların sahipleri konusunda da bir çok komplo teorisi var.

Bu işin yalnızca 2009-2010 kişi için Pazar tutarı yaklaşık 4 milyar dolar. Bu yalnızca aşı piyasasının tutarı. Buna bir de domuz gribi için tek etkili ilâç denilen malûm ilâcın satışından elde edilen rakamları ekleyiniz. Öylesine bir panik havası hakim oldu ki bir çok kişi gibi ben bile eczanelerde binbir güçlükle bulunan bu ilâçtan alıp güya tedbir almak ihtiyacı hissettim.

Önce kuş gribi –ki ülkemizde yüzbinlerce kanatlı hayvanın itlâfına ve millî servet kaybına neden olmuştu- şimdi de domuz gribinin bu şekilde fiyaskoyla sonuçlanması, beni komplo teorilerine inanmaya itiyor. Böylece küreselleşmenin virüslerin, krizlerin, paniğin ve komploların hızla yayılmasını, böylelikle piyasaları elinde bulunduranların bunları kolaylıkla paraya çevirebilmesini sağladığına bir kez daha şahit olduk. Umarız –eğer varsa- bu sahte paniğin dünya çapındaki failleri kısa zamanda ortaya çıkarılır ve domuz gribi balonu da kuş gribi balonu gibi çabucak patlayıp söner.

05.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl