24 Mart 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Ali FERŞADOĞLU

Ölüm korkusunu yenebilmek


A+ | A-

İnsanoğlu ölümü düşünmemeye, gününü gün etmeye, “deliler gibi eğlence”ye dalarken; diğer taraftan akrabaların, komşuların ölümleri, haberlerde her gün izlediği cinayetler, trafik kazaları, kurulan bu pembe dünyaları yıkar ve alınmak istenen mutluluğu yerle bir eder. Buna isyan edilir ve ölümü, ahireti hatırlatan her şeye tepkiler oluşturulur. Eğer Hakka tevekkül, teslimiyet ve rıza yoksa; sıkıntılar da başlar. Kadere ve bunu verene; hayata, insanlara ve benliğe yönelen bir tepkiler yumağı gelişir; ölçü, itidal, serinkanlılık gibi kavramlar ortadan kalkar ve saldırganlıklar başlar. Uç boyutlarda şiddet şeklinde ortaya çıkan bu saldırganlıklar medenî ortamlarda sözlü saldırılarda bulunma ya da uzak kalma şeklinde kendini gösterir. Mezarlıklara, dinî kıyafetlere, camilere, tesettüre karşı tepkilerin psikodinamik zemininde bu hâlin büyük etkisi olsa gerektir.

Ferdin tepkisi aslında kendi geleceğine, kendi ölümüne ve ölümden sonra yüzleşeceği halleredir. Ancak ölüme karşı bazan şuurlu, bazan da şuuraltında bir boyun eğmişlik, mağlubiyeti kabul etmişlik ve yelkenleri indirmişlik hâli hep vardır. Hele bu hâl ölümün kontrolsüz ve kendi başına işliyor olarak algılandığı bir âlemde kol gezdiği şeklinde algılanıyorsa; ümitsizlik, çaresizlik, gelecek endişesi, belirsizlik ve karamsarlıklar o zaman başlar. Varlık âleminde tutunacak bir dal yoktur. Her unsur aynı yara ile yaralı ve kendine yardımdan âcizdir. Bu noktada tepki onlara da yönelir. Kişi, kendi savunma mekanizmaları içinde bir rahatlama ve iyi hissetme hâli geliştiremezse, tepkiler üzerine oturtulmuş, tepkilerle dolu bir hayat tarzı gelişecektir.2

Anne-baba, eş, çocuk, dost akraba ve nihayet malımız, mülkümüz ve hayatımız dâhil sevdiğimiz her şeyi kaybedeceğiz. Bu düşünce korku, korku da strese sebep olur. Bu durumda tek çıkış yolu, bütün sevdiklerimizin yerini değiştirmek ve o sevgiyi Mahbub-u Hakiki’ye yöneltmekle mümkündür. Onları mânâ-yı harfiyle, yani sonsuz Cemâl ve Kemâl Sahibi’nden kaynaklandığını bilip, her şeyi Onun nâmına, Ondan bilerek seversek, bütün sevdiklerimizi ve güzellikleri ebedîleştiririz.3 Çünkü O Bâkîdir ve Ona yönelen, Ondan bilinen her şey bekâ kazanır. İşte ahirete imân da, dünya işlerinin düzenine, yardımlaşmaya, birbirine zulüm ve haksızlık yapmaktan uzak kalmaya vesiledir. Netice itibariyle bunlar da, aynı zamanda dünya saadeti ve huzûrunu getirmektedir. İnsanın en büyük fıtrî ihtiyaçlarından birisi olan “öldükten sonra dirilme” meselesini ve insanın kafasına takılan ve kendisini devamlı meşgul eden bütün sualleri en mükemmel şekilde cevaplandıran Kur’ân’dır. İnsanın en büyük meselesi de, “hayatını ve sevdiklerini” muhafaza eden Kur’ân’ı dinlemektir. Çünkü, ölüm, her an herkesi gözlüyor! Ölüm korkusunu yenebilecek, en azından azaltabilecek şey, ölümle insanın tamamen yok olmayacağı fikridir. Bu da ruhun ölümsüzlüğünü kabul etmekle olur.4 Bu da, ancak âhiretin varlığı, öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğu, yani Allah’a iman ile mümkün olabilir.

Dipnotlar:

1- Yeni Asya, 31.10.2003, Enstitü Sayfası

2- Sözler, s. 584

3- Prof. Öner, s. 17-19




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

İlk sorgulama İzmit'te (2)


A+ | A-

—Dünden devam—

Nisan ayı (1909) sonlarında İstanbul'dan Anadolu'ya geçmek isteyen Bediüzzaman Hazretlerini İzmit'te önce misafir eden, hemen ardından da gözaltına alarak ilk sorgulamasını yapan İttihatçı Rifat Yüce'nin hatıra notlarını aktarmaya bugün devam ediyoruz.

Bediüzzaman neler söylüyordu?

Bediüzzaman Said Nursî’ye İstanbul’a niçin geldiğini, İstanbul bilginleriyle ilmi konuşmalar yapıp yapmadığını, memleket elbisesini halen neden muhafaza ettiğini, inkılâbı nasıl karşıladığını, muhalif çetelere neden ve ne suretle yazı yazdığını, İstanbul’dan neden kaçtığını, nereye gittiğini ve Padişahla görüşüp görüşmediğini ve daha o günün bazı olaylarını sordum. O benim bu sorgularıma ayrı ayrı şu cevapları verdi:

1) "İstanbul âlimleriyle görüştüm. Onlar çok iyi adamlar. Fakat, pekçoğu derin bilgin değil.”

İstanbul’un en meşhûr hocalarıyla görüştüğünü ve bazı ilmî konuşmalarda bulunduğunu söyledi ve içlerinde Farsça bilenlerin de az olduğunu söylerek şunları ilâve etti: "Sarf ve nahiv kaidelerle, mantık, beyan, belâgat, bediî, fıkıh, usul–i fıkıh, kelâm, hikmet–i atik iyi bilenler var" diyerek, onları takdir eden bir dil ile anlattı.

"Niçin memleket elbisesini giydiği" sorusuna da şu cevabı verdi:

2) ”Bizim memleket halkı böyle giyer; ben de o halktan biriyim. Hocalar içinde, İstanbul bilginleri gibi seçilmiş ayrı bir elbise yoktur. Yalnız bu renkler, bilgin kişiliğe işarettir” dedi.

3) ”İnkılâbı (Hürriyet ve Meşrûtiyeti) iyi karşıladım. Allah’ın emri mucibince hareket edilirse iyi. Fakat, İstanbul’un kötü düşünceli adamlarının elinde âlet olursa, tabiî kötü olur. Ben inkılâptan sonra Selanik’e gittim. Niyazi ve Enver Beylerle görüştüm. Onların fikirleri ve yapmak istedikleri şeyler çok iyi. Fakat, iş İstanbul’da bozuluyor.“

Bediüzzaman’ın bu sözlerindeki kasıt, o zamanın İstanbul’undaki muhalif gazetelerin yaygaralarıydı.

4) "Meşrûtiyet ilân olunduktan sonra İstanbul gazetecileri yanıma geliyorlar. Onlarla konuşuyorum. Amma, söylediklerime ertesi günün gazetelerinde birçok şeyler daha ilâve ettikleri halde görüyorum. Zira, yazım düzgün değildir. Ve kitabetim yoktur. Onlar iyi kâtip, gazete usûlü üzere yazıyorlar. En çok yazı da İkdam gazetesine veririm. O hep doğru vazıyor. Volkan ve Serbestî gazeteleri çok ilâve ediyorlar. Ben ancak gazete çıkınca görüyorum bunları” dedi.

5) ”İstanbul’dan korkudan değil; bir karışıklık var da ondan geldim.”

6) ”Buradan da Anadolu içlerine doğru gitme fikrindeyim.

Saray'a gidip gitmediğini sormam üzerine şunu söyledi:

7) "Önceden Sultan Abdulhamid ile görüşmüştüm. Fakat, dün (27 Nisan'dan öncedir) de Saray'a gittim. Millet arasında fitne–fesat ilka eden (yayan) emrin şer'an halli vacip olduğunu söyledim. Bunun üzerine, bugün de buraya geldim” dedi.

Bediüzzaman ile şu kısacık zamanda görüşmem esnasında, onun sözlerinden, bu zatın derince bir araştırması var ve hemen Anadolu içinde yaşadığı halde, birçok kitaplar okuduğu ve incelemelerde bulunduğu anlaşılıyordu. Bundan ötürü kaç yaşında olduğunu sordum:

8) "32 yaşındayım. Fakat, şu sekiz ay (Temmuz 1908–Nisan 1909) içinde yarım asırlık hadiselere şahit oldum” dedi.

Bediüzzaman Said Nursî’nin İstanbul’daki kargaşalık esnasında Anadolu’ya gitmesi, incelemeye değer bir olay olduğu gibi, Saray'a gidip de ertesi gün Anadolu’ya gitmesi, incelemeyi bir kat daha arttırmaktadır. Bundan ötürü Bediüzzaman Said Nursî’nin İzmit’te tutuklanmasında bir isabet olduğu anlaşılmaktadır.

* * *

MLS'nin notu:

Bu hatıranın sahibi olan İttihatçı Rifat Yüce'nin de, İTC Merkezindekilerle aynı kanaati paylaştığı anlaşılıyor.

Onlara göre, Bediüzzaman'ın Anadolu'ya geçmesi son derece riskli ve tehlikelidir.

Zira, Anadolu halkını örgütleyip ayaklandırabileceğinden, dolayısıyla darbe ile işbaşına gelen Hareket Ordusu takviyeli İttihatçı iktidarını devirmesinden ziyadesiyle korkuyorlar.

Bu şiddetli korku sebebiyledir ki, 31 Mart Vak'asında hiçbir suçu bulunmamasına rağmen, Bediüzzaman'ı İzmit'te tutuklatıp İstanbul'a getirtiyorlar ve idam edileceklerle birlikte mahkemeye çıkarıyorlar.

Öte yandan, Rifat Yüce'nin anlattıkları, nihayet kendi hatıra notlarından ibarettir.

Ancak, o tarihte İzmit'te böyle bir hadise yaşandığı da tarihî bir gerçek.

Nitekim, aynı gerçeklik, 28. Lem'a’da da teyid ediliyor.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

17. Söz’de eksiden artıya yükseliş


A+ | A-

Zübeyir bey: “17. Söz’de geçen ‘nefy-i nefiy ispattır’ cümlesini açar mısınız?”

İçimizde; “ene” veya “benlik” dediğimiz, kendi hâline bıraktığımızda hakikati perdeleyen ve hakkı gölgeleyen bir korkunç duvar ve bir müthiş canavar vardır. Allah’tan bize gelen her ne nimet varsa ters yüz edip kendisine alan ve kendisini kaynak gösteren, binde bin Allah’a ait olan her güzel şeyde binde bin kendisine hisse çıkaran bu dehşetli benlik duvarını aşmak ve Allah’ı bulmak bizim en büyük vazifemizdir, varlık sebebimizdir. Kulluk budur. İbadet, bundan sonra lezzetli olmaya başlar.

Yalın ve ilkel haldeki benlik her zaman bir potansiyel tehlike demektir. Ben merkezlidir; her şeyde hak sahibi olan, her zaman en üstün olan, her zaman en iyisini yapan, bütün güzellikler kendisinin ezelî hakkı olan, hatasız ve kusursuz bulunan olduğunu zanneder... Ve tabiî ki Allah’a kulluğa da pek yanaşmaz. (Söz meclisten dışarı, Allah’ın büyüklüğünün, kendi büyüklüğünü gölgeleyeceğinden korkar. —Nemrutları ve Firavunları hatırlayalım.-)

Nefsin başını döndürdüğü böyle bir ene’den Peygamberler de Allah’a sığınmışlardır. Hazret-i Yusuf (as), “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis Rabbimin merhameti olmazsa daima kötülükleri emredicidir”1 derken, Peygamber Efendimiz (asm), “Allah’ım beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsime bırakma” diye duâ buyurur. Buna karşılık Firavun, nefsin başını çektiği ene ile Rablik iddiâ etmiş, şımarmış ve yoldan çıkmıştır.2 Büyük servet sahibi Karun aynı damarla şımarıp, “Bu serveti ben ilmimle elde ettim” diyebilmiştir.3

Ene’nin hakiki bir varlığı olmadığını, farazî bir hattan ibaret olduğunu beyan eden Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bu farazî hattın Allah’ın sıfatlarına bire bir ölçü teşkil etmek suretiyle Allah’ı tanımak ve Allah’ın isimlerini keşfetmek için verildiğini 4, fakat ene’nin bu makama ulaşabilmek için peygamberlerin irşadına ve terbiyesine muhtaç olduğunu kaydeder.5 Başta Hazret-i Âdem (as) olmak üzere yüz binlerce Peygamber bunun için gelmiştir. Ene, Peygamber terbiyesiyle elde ettiği marifetle bilir ki: Kendisi Allah’ın kuludur, vazifesi Allah’a kulluk yapmaktır, müstakil bir varlığı yoktur, varlık nedeni Allah’ın sıfatlarını bildirmektir, vücudu Allah’ın var kılmasıyla sabit olmuştur, mülk sahibi oluşu hayalîdir, hakikati bir gölgeden ibarettir. Gerçek mülk sahibi Allah’tır. Allah ne mülkünde, ne terbiye ediciliğinde, ne yöneticiliğinde, ne ilâhlığında ortaklı değildir, benzersizdir, eşsizdir, yardımcıya muhtaç değildir. Her şeyin anahtarı Allah’ın elindedir. Allah her şeye mutlak derecede kadirdir. Sebepler yalnızca geçici birer perdedirler. Tabiat denilen şey, Allah’ın oluşturma kanunlarından ibarettir. Allah tektir. Allah’tan başka ilâh yoktur.6

Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre ene, bu bilgilerle kendisine verilen hayalî sıfatları kullanarak Allah’ı sonsuz ve hakiki sıfatlarıyla tanır: (Allah’ın sıfatlarına bir sınır olmadığından, ene’nin çizdiği sınır sırf vehmî ve hayalî olacaktır.) Ene bu bilgiyle der ki: “Bu eve sahip olduğum gibi, Allah da şu kâinata sahiptir. Ben evimi nasıl ölçtüm, biçtim, düzenledim, yaptım ve idare diyor isem; şu dünya evini ve kâinat hanesini de Allah yaptı, yarattı, tanzim etti, güzelleştirdi, düzeltti ve idare ediyor.”7

Ene, bu yüksek inanca sahip olması ve Allah’ı sonsuz ve sınırsız sıfatlarıyla tanıyabilmesi için, kendisine müstakil bir varlık vermemeli, kendisini yok bilmeli, kendisini Allah’ın önünde bir hiç bilmeli, Allah’a tam teslim olmalıdır. Bu tam teslimiyet eneye bütün kâinatı birden, bütün varlıkları birden kazandırabilecektir. Çünkü bütün varlıklar Allah’ındır. Aksi takdirde, ene “benim” demeye ve kendisine müstakil bir varlık vermeye başladığı anda, tam aksine hiçbir şeye sahip olmayacak, varlığı da sönük bir yıldız böceğinden farksız kalacaktır.

Peygamber Efendimiz (asm), “Şayet siz, Allah’a hakkıyla tevekkül etmiş olsaydınız, Allah kuşlara rızık verdiği gibi, size de rızık verirdi. Kuşlar sabahleyin açlıktan karınları çekilmiş olarak çıkarlar da, dolmuş olarak geri dönerler”8 hadisiyle ene’nin tam teslimiyet ve tevekkül içinde olması gerektiğine işaret buyurmuştur.

İşte Bedîüzzaman Hazretleri “Nefy-i nefiy ispattır” sözüyle, yani, “Yok, yok ise, o vardır; yok, yok olsa, var olur” cümlesiyle, aynı zamanda matematik ilminin bir pozitif kuralını da kullanarak, ene’yi Allah için, gerçek varlığa ulaşmak için yok olmaya çağırmıştır.9 Bilindiği gibi matematikte iki negatif değerin çarpımı bir pozitif değerdir. Yani eksi bir değerin yine eksi bir değerle çarpılması halinde, çıkan sonuç bir artı değerdir. (Meselâ: -1 ile –1’in çarpımı = +1’dir.) Bu matematik ilkesini konumuza uyarlarsak; bir negatif değer olan “ene”, kendisiyle birlikte, yine kendi başlarına sayısız negatif değerler külçesi olan varlıkları Allah’a ulaşmak için fedâ ederse, yok bilirse, (Ene, kendinden de, varlıklardan da kalben geçerse) karşısına sayısız pozitif değerler kombinezonu olan Allah’ın varlığı, birliği, tekliği, büyüklüğü, merhameti, muhabbeti, bağışlaması, cemali, rızâsı, azameti, marifeti ve Allah’ın izniyle bütün varlıklar, bütün kâinât ve bütün Cennet çıkmaktadır. Böylece, Allah için yokluğu tercih eden insan, Allah’ın izni ve rızasıyla gerçek varlığa ulaşmış olmaktadır.

(Ene; ezelî, ebedî ve hakiki varlık olan Allah’a, kendisinin hiç oluşunu ve adeta yok oluşunu gösteren fiilî “secde” ile bizzat bağlanmaktadır.)

Dipnotlar:

1- Yûsuf Sûresi, 12/53; 2- Nâziât Sûresi, 79/2; 3- Kasas Sûresi, 28/8; 4- Sözler, s. 495; 5- Sözler, s. 497; 6- Sözler, s. 498; 7- Sözler, s. 118, 495; 8- Riyâzu’s-Sâlihîn, 79; 9- Sözler, s. 194




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



Saliha FERŞADOĞLU

Hayal perdesindeki gerçek


A+ | A-

“Allah’ım! Değiştiremeyeceğimi kabullendiğim şeyler için huzur, değiştirebileceğim şeyler için cesaret ve farkı anlayabilmem için akıl ver!”

Başı kırılacakmış gibi yere eğik, böyle duâ etmişti Rachel, bir grup terapisinde. Dikkat etmeseniz dahi anlayabiliyordunuz onun içten ve samimî olduğunu. Yüzündeki kıvrımlarda pişmanlığı ve kederin olgunlaştırdığı halleri görebiliyordunuz. İçinizden “âmin” diyerek eşlik ediyordunuz siz de ona.

Herkes kendi hikâyesini peşinden sürükleyerek yaşar. Kimi zaman farkına varmaz bile hikâyesine kimleri kattığının yahut hikâyeyi nasıl yazdığının. Sonsuza kadar devam edeceğini zanneder bunun; içindeki hatalara, aksaklıklara aldırmadan rastgele yaşar hayatı.

Rachel, hayatımı yeniden gözden geçirmem için yardımcı olmuştu farkında olmaksızın. Farkında değil diyorum, çünkü Rachel bir film kahramanı. Tedavi gören bir uyuşturucu bağımlısı o ; sürekli çevresindekilerden özür diliyor, patavatsızca hareketleriyle bulunduğu ortamların huzurunu bozuyor. Kendisi bu garip davranışlarının bilincinde, fakat elinden gelen her şeyi yapmasına rağmen bir türlü kimseye yaranamıyor. Sonra o duâyı ediyor bütün samimiyetiyle. Herkes yüz çevirse dahi Yaratıcının onun sesini duyacağını, ona yardım edeceğini biliyor. En önemlisi de duâsında gördüğümüz teslimiyetçilik. İsyan etmiyor, sinirlenmiyor, kızmıyor, başını öne eğiyor; huzur, cesaret ve akıl istiyor Rabbinden.

Kabullenmiş bir şeyleri. Bu dünyada değiştiremeyeceği şeyler olduğunu görüyor, anlıyor ve rıza gösteriyor. Bir şeyleri değiştirme çabasında olan insan, bunda muvaffak olamayınca üzülür, sinirlenir, mutsuz olur. O, bunları yaşamamak için huzur diliyor. Kısmetine razı oluyor o noktada. Böylece rahata eriyor. Huzur dolu bir mevsim yaşanıyor gönlünde, çiçekler açıyor, kuşlar cıvıldıyor ruhunda. İyileşmeye her gün bir adım daha yaklaşıyor.

Öyle ya, her şeyi değiştirmek elimizde değil, ancak bazı şeyleri değiştirebiliriz. Bu değişimi gerçekleştirebilmemiz için bize gerekli olan cesaret, göğsümüzde saklı değil her daim. İstek, ısrar ve duâlar sayesinde öyle bir an gelir ki, yüreğinizde hissedersiniz sizin için elzem olan cesareti.

Ve akıl. Mahlûkatın en şereflisi insana sunulan, lâyık görülen büyük hazine. Hak ile batılı ayırmada bir ölçüt. Hakiki sahibine satılıp, onun için çalıştırıldığında varlığı ve âlemi keşfetmede kullanılacak tılsımlı bir anahtar. Bütün sırları içinde barındıran cevher.

Duâsında huzur, cesaret ve akla teşne olan Rachel, âlemlerin sırrını keşfetmeye ne kadar da yaklaşmış. İstediği üç büyük gücün bilincinde; geçmişine bir set çekip, yeni bir hayata başlamanın bu adımlarda saklı olduğunu biliyor. Hayal perdesindeki gerçek, Rachel’in duası, sinemanın ibret için izlendiğinde, aslî amacına ulaştığını gösteriyor. Ben izleyip ibret aldım, sadece akıp giden sahnelere değil, arka planda anlatılanlara da baktım. Başka hikâyelerden kendi hikâyeme çıkan bir yol buldum. O ışıltılı ve bir o kadar dağdağalı yolda yürümeye başladım. Ama bu başka bir hikâye, sonraya saklanan.

Peki ya siz, en son ne zaman ibret için film izlediniz?




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



Said HAFIZOĞLU

Gladstone’un kütüphanesinde İslâmı okuma odası açıldı


A+ | A-

Gladstone mağlup oldu

“Kur’ân’ı Müslümanların elinden almak lazım” diyen Gladstone’un kütüphanesinde İslâmi Okuma Odası açıldı

22 Ocak 2009 tarihinde BBC radio 4 de yayınlanan programda konuşulanların geniş bir özetinin tercümesini sunuyoruz.

Gladstone’un İslâma

karşı düşünceleri

Speaker: Bu bölümümüz, Gladstone’un doğumunun 200. Yıldönümü üzerine olacak. Bugün başlayan kutlamalar, Gladstone’un kuzey Wales’deki evinin yakınında kurduğu kütüphanesinde açılısı yapılacak olan, İslâmi Okuma Odasını da içeriyor.

Konuklarımız, Gladstone’un üçüncü kuşak torunu Christopher Parish ve Dublin Üniversitesi Tarih Bolumu Başkanı ve aynı zamanda da Gladstone biyografisinin yazarı Prof. Richard Aldous. Her ikinize de iyi sabahlar

PRF: İyi sabahlar

CP: İyi sabahlar

SPKR: Kutlamalarda yer alan bu unsurun [İslâmi Okuma Odası], bazılarını bir parça şaşırttığını düşünüyorum. Çünkü, Gladstone Osmanlı İmparatorluğunun çetin bir muhalifi idi. Ayni zamanda onun, elinde Kur’ân bulunduğu bir halde, Avam Kamarasında söylediklerini de görüyorum. “Bu kitap[Kur’ân] var oldukça dünyada barış olmayacaktır.”

İslâmî okuma odasını orada [Gladstone’un Kütüphanesinde] uygun kılan fikir nedir?

CP: Onun, kütüphanesi için yazdıklarını başlangıç noktası olarak aldık. Orada deniliyor ki; “Burası bütün Hıristiyan grupları içindir; sadece Hristiyan grupları için değil, bütün dinler içindir; sadece dinler için değil, herhangi bir ideolojisi olan bütün insanlar içindir.”

Bariz belli olduğu şekilde, o aşamada onun hayatının teması; öğrenme ve anlamanın herkes için mümkün hale getirilmesi idi ve onun şimdiki yaklaşımı da ‘İslâmı anlamadıkça, onu ne övebilirsin ne de kınayabilirsin’ seklinde olurdu.

SPKR:Fakat siz ihtimaller üzerine konuşuyorsunuz. Onun yaklaşımının böyle olduğuna dair ispat var mı?

CP: Bir tane bile yok, bence.

SPKR: Doğru! (gülüyor)

Prof. Aldous, bu fikre [İslâmi Okuma Odası fikrine] siz ne dersiniz?

Benim düşüncem şu ki; İslâm günümüzün anahtar meselelerinden birisi. Bu durumda Gladstone, önceden yaptığı gibi, bugün de kesinlikle İslâmiyet üzerine ciddî, ilmi ve bunun yanında dirençli bir şekilde eğilirdi. 19. Yüzyılda ilgilendiği alanlara bakarsak, Katolisizm, Evrim gibi alanlarla ilgilenmiş ve az evvel söylediğim tarzda tavır takınmıştır. (Konumuzun dışında bazı isim ve ayrıntılar tercümeye dahil edilmemiştir, SH.)

Bundan yola çıkarak, Gladstone eğer şimdi burada olsaydı, bu konuyu [İslâmî] günümüzün en önemli tartışma alanı olarak görürdü ve onun üzerine söylemek istediği şeyler olurdu. Bu konuda herhangi bir şüphe olduğunu sanmıyorum.

SPKR:‘Gladstone bu gün ne yapar[bilir]dı’ üzerine ilginç bir spekülasyon…

Peki o kendi zamanında ne yaptı? Bu soya dair ispatlarınız neler?

PRF: Evet, Gladstone’un kendi kütüphanesine bakarsan orada ayrıntılı bir şekilde incelenmiş Peygamberin Hayatını görürsün. Aynı zamanda ve ilginç bir şekilde, Muhammed’in düşünceleri üzerine, Gladstone’un kendisi tarafından yazılmış pozitif notları da görürsün. Bunlar, onun kendi zamanında, İslâma olan ilgisini gösteren örneklerdir…

Bence sizin biraz önce dikkat çektiğiniz nokta önemli idi. Gladstone’un kızgınlığını öfkeye dönüştüren Osmanlı İmparatorluğu idi yani Türklerdi.

SPKR: Onun Kur’ân’a “lanetlenmiş, uğursuz kitap” demesine ne dersiniz?

PRF: Onun kendi zamanının adamı olduğu konusunda bir şüphe olduğunu sanmıyorum. Birçok 19. Yüzyıl Hıristiyanları gibi oda İslâmı hak bir inanış olarak görmedi. Bu onun İslâmla ilmî ve ciddî olarak ilgilenmediği anlamına gelmez.

SPKR: Cristopher Parish, bu odayı açmanızın arkasındaki tutku nedir? Az evvel konuştuğumuz Gladstone’un düşünce alanında, yeni bir pencere mi açmak istiyorsunuz?

CP: Hayır tam öyle değil, [İslâma karşı] ondan (Gladstone’un düşünce alanında yeni bir pencere açmaktan) çok daha olumlu olduğumuza inanıyorum. İnanıyoruz ki bu kütüphane insanların, İslâmın ne olduğunu anlayacakları bir yer olacak.

Çok büyük cahillik var bu konuda ve bu cahillikten üretilen birçok konuşma yapılıyor. Umarız ki bu kütüphane insanların ne hakkında konuştuklarını anlamaları için bir başlangıç olur.

SPKR: Öyleyse sizin yaklaşımınız, Gladstone’un İslâmı nasıl değerlendirdiği ile ilgili değil, yeni bir yol mu?

CP: Gladstone’a [birinci derecede değil] ikincil olarak bakan bir yol.

Fakat biz İslâma, Gladstone için iyi olabilecek ruhani bir yol diye bakıyoruz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

İman ve hürriyet mücadelesi


A+ | A-

-Dünden devam-

Bediüzzaman Said Nursî, doğudaki aşiretler arasında gezerek verdiği dersleri daha sonra müstakil olarak Münazarat adı altında yayınlar. Münazarat'taki sözler siyasî ve ictimaî reçeteler hükmündedir. O günkü sözler bugün bile hâlâ tazeliğini korumaktadır.

Bediüzzaman yerinde duramaz. Van’dan Şam’a geçer (Mart 1911). Şam âlimlerinin baskısı ve ısrarı üzerine, Camiü’l-Emevî'de on bine yakın ve içerisinde yüz ilim adamı bulunan büyük bir cemaate karşı bir hutbe îrad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabule mazhar olur. Daha sonra, buradaki hutbesi, Hutbe-i Şamiye adıyla basılmıştır. Bu Hutbe-i Şamiye, İslâm âleminin içinde bulunduğu maddî-manevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeplerden dolayı maruz kaldıklarını bildiren ve buna karşı kurtuluş çaresi gösteren ve bundan sonra İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-manevî en yüksek terakkîyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini aklî delillerle ispat eden, müjde veren çok değerli, bütün Müslümanlara, hatta insanlığa şâmil bir derstir, bir hutbedir. Hutbe-i Şamiye’nin baş taraflarında Bediüzzaman şöyle demektedir:

“Ecnebîler, Avrupalılar terakkîde istikbale uçmalarıyla beraber, bizi maddî cihette kurûn-u vustada (orta çağda) durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

“1. Ye’sin (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.

“2. Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

“3. Adavete muhabbet.

“4. Ehl-i îmanı birbirine bağlayan nûranî rabıtaları bilmemek.

“5. Çeşit çeşit sarî hastalıklar gibi intişar eden istibdat.

“6. Menfaat-i şahsiyesine himmeti hasretmek.”5

Bediüzzaman’da ilim sevdası

Bediüzzaman, Medresetüzzehra açılması fikrinden vazgeçmemiştir. İstanbul’da bulunduğu yıllarda devrin padişahları Sultan Abdülhamid ve Sultan Reşad’a bu düşüncesini kabul ettirmeye çalışmıştır. Abdülhamid’le görüştürülmemiş ve dilekçesi geçiştirilmiştir. Sultan Reşad’la görüşmüş, tahsisat ayrılmasını kabul ettirmiş, fakat Balkan Savaşının çıkmasıyla bu isteği yarım kalmıştır. Said Nursî, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinden aynı taleplerde bulundu. Bu maksatla Ankara’ya geldi. Bediüzzaman, Ankara’da bulunduğu süre içinde, Şark darülfünûnunun kurulması için uğraşmaktan kesinlikle geri durmadı. Bir gün milletvekillerine, “Bütün hayatımda bu darülfünûnu takip ediyorum. Sultan Reşad ve İttihatçılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilave ediniz” dedi.

O zaman, yüz elli bin banknot verme kararı çıktı. Bediüzzaman, bunun “mebuslar” tarafından imza edilmesini istedi. Bazı milletvekillerinin “Yalnız, sen medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun. Hâlbuki şimdi Garblılara benzemek lâzım” sözlerine Bediüzzaman:

“O vilâyat-ı Şarkiye (doğu illeri), âlem-i İslâmın bir nevî merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde (fen ilimleri) yanında, ulûm-u dîniye (din ilimleri) de lâzım ve elzemdir. Çünkü ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyâtı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.”6

2 Mart 1923 tarihinde BMM’inde Medresetüzzehra hakkında kanun teklifi verildi. Yüz altmış üç milletvekilinin imzasıyla kanun teklifi kabul edildi.

Bediüzzaman’ın ve

talebelerinin vefatı

Mart ayında vefat eden Bediüzzaman gibi yine bu ayda vefat eden talebeler de vardır.

4 Mart 1989 tarihinde Üstadın Kastamonu hayatında yer alan Nur talebelerinden ve önemli bir âlim olan Mehmet Feyzi (Pamukçu) vefat etti. Mehmet Feyzi, altı yıl boyunca Üstadın hizmetinde bulundu. Denizli (1943) ve Afyon (1948) hapishanelerinde Üstadla beraber tutuklu kaldı.

17 Mart 1944 tarihinde Nur talebelerinden Hafız Ali (Ergün) Denizli hapishanesinde vefat etti. Hafız Ali hayatını vakfettiği Risâle-i Nurları el yazısıyla yazarak çoğaltan ve bu konuda büyük gayretler gösteren kahramanlardan biridir. Üstad Nurların en çok yazılıp çoğaltıldığı yerlerden birisi olan İslâmköy’ü “Nur Fabrikası” olarak vasıflandırmış, Hafız Ali’nin de ihlâs ve hizmetlerinden dolayı o fabrikanın sahibi olduğunu belirtmiştir.7

23 Mart 1960 tarihinde B. Said Nursî Urfa’da İpek Palas oteli 27 numaralı odada sabaha karşı 82 yıllık ömrünü tamamladı. Ertesi gün Halilurrahman dergâhına defnedildi. Ömrü boyunca verdiği iman ve hürriyet mücadelesi yüzünden baskı altında kalan Bediüzzaman, 27 Mayıs 1960 İhtilâlinden sonra kabrinde de rahat bırakılmadı. Kabri kırılarak naaşı 12 Temmuz 1960 gecesi alınarak Isparta-Afyon civarında bilinmeyen bir mezara defnedildi.

Vefatının 50. yılında başta Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve onun ahirete göç eden talebelerini rahmetle anıyorum.

Dipnotlar:

5- Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 142-143

6- Bediüzzaman Said Nursi, aynı eser, s.226-227

7- Merhum Hafız Ali ile ilgili geniş bilgi için 17-19 Mart 2010 tarihlerinde Yeni Asya Gazetesinde yayınlanan yazıya bakınız.

-SON-




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Paket”in kapsamı genişletilmeli…


A+ | A-

“Anayasa değişikliği paketi”paketinde önemli düzenlemeler var. Başta 12 Eylül darbesinin ve darbe döneminin hesâba çekilmesini engelleyen “Geçici 15. madde”nin kaldırılması, Yüksek Askerî Şûra kararlarına yargı yolunun açılması ve askere sivil yargı yolu açılması, demokratikleşmeye dair geç kalınmış değişikliklerin başında bulunuyor.

Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi, siyasî yasakların beş yıldan üç yıla indirilmesi, “ombsdusman” kamu denetçiliğinin kurulması, memur ve kamu görevlilerine toplu sözleşme hakkı tanınması, disiplin kararlarının yargı denetimine tabi tutulması da AB’nin öteden beri istediği gerekli düzenlemelerin arasında yer alıyor.

Bunun yanısıra, Anayasanın “kanun önünde eşitlik” ilkesine dair değişikle “devletin, kadınlarla erkekler arasındaki eşit hakları yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü olduğu” ve “bu maksatla alınacak tedbirlerin eşitlik ilkesine aykırı yorumlanamayacağı” ibâreleri de olumlu.

Ayrıca Anayasanın, “özel hayatın gizliliği” ve “herkesin kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahip olması”nı öngören hükümler, herkesin kabulü.

Anayasa’daki “seyahat hürriyeti”nin sınırlandırılmasının “hâkim kararına bağlanması” ile “âilenin korunması”na “çocuk hakları”nın eklenmesi de belirli değişikliklerden...

Ne var ki “demokratikleşme” ve “AB’ye uyum” vaadiyle hazırlanan “paket”te ciddî açmazlar ve eksiklikler var. “Ne kadarı düzeltilirse iyi”; lâkin demokratikleşmenin olmazsa olmazlarının başında sayılan düzenlemeler oldukça eksik…

ŞEKLÎ DEĞİŞİKLİKLER…

AB’nin bütün “ilerleme raporları”nda ve Türkiye’nin taahhüd ettiği “katılım ortaklığı belgesi”nde “ulusal program”da verilen sözlere rağmen özellikle siyasetin demokratikleşmesine dair doğru dürüst bir tâdilat yok. “Paket”te, siyasî partilerin malî denetimini Sayıştay’ın yapması ile partilere kapatma davası açılmasına Meclis’te oluşturulacak bir komisyon kararıyla kalınmış.

Oysa siyasî sistemin demokratikleşmesi için öncelikle siyasî partiler ve seçim kanununun AB standartlarına göre düzeltilmesi icâb ediyor.

Siyasî partileri genel merkez ve lider sultasından kurtaracak hâkim nezâretinde önseçim şartı ve “tercih sistemi” konulmadığı gibi, temsilde adaleti sağlayacak ve AB’de en fazla yüzde 5’le sınırlandırılan “seçim barajı” da getirilmemiş. Daha önce olduğu gibi yine yüzde 40’ı aşan seçmen irâdesini Meclis dışında tutacak günübirlik sathî siyasî hesaplarla ülke genelindeki “yüzde 10 barajı”na devam ediliyor. Seçilenler, genel başkanların iki dudağı arasından çıkacak lâfa ve genel merkezlerin insafına bırakılıyor…

Demokratikleşme ve “açılımlar”a dair onca iddialara karşılık, siyasî partiler ve seçim yasası düzeltilmemiş. Dahası Başbakan Erdoğan’ın daha önce defalarca deklâre ettiği “100 Türkiye milletvekilliği”nden de cayılmış…

AB müktesebatı değil, Erdoğan’ın “Türkiye seçim barajının indirilmesine hazır değil” görüşü esas alınmış. Sâdece propaganda bitiminin gün bitiminden sonra iki saat uzatılması, bilboardlara afiş süresinin 20 günden 30 güne çıkarılması, oy zarflarının büyütülmesi, her seçim çevresinin ayrı renkte olması, vatandaşların evlerine poster asabilmesi ve sandıkların tahta yerine plâstik ve şeffaf olması gibi bazı şeklî değişiklerle kalınmış…

HİÇ OLMAZSA…

Keza baştan beri “dokunulmazlıklar”ın AB ülkelerindeki gibi “kürsü dokunulmazlığı”yla sınırlandırılmasına soğuk bakan siyasî iktidarın en azından son dakika sürprizi ile kısmen de olsa bu hususu “paket”e koyması bekleniyordu. Fakat “değişiklik paketi”nde “dokunulmazlıklar”a da hiç dokunulmamış. Bu konudaki AB kriterleri yerine getirilmemiş…

Yine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun üye sayısının geniş tabanlı temsil esasına göre arttırılmasına karşılık, hiçbir AB ülkesinde benzerine rastlanmayan, ara rejimlerden kalma Adalet Bakanı ve müsteşarının kurulda bulunması yanlışında ısrarla, “yargı reformu”nun önüne takoz konulmakta. Gereksiz tartışmalara ve gerginliklere sebebiyet verilmekte.

“Değişiklik paketi”ni kamuoyuna sunan Başbakan Yardımcısı Çiçek, “AB normlarının gerçekleşmesi için çalıştık” deyip uzlaşma arayışından bahsediyor. Buna mukabil Başbakan, “Gerginlik olmasın diye AB kriterlerini bile ölçü almadık” diye konuşuyor.

Gerçek şu ki yürürlükteki 28 yılda 16 kez 100’e yakın maddesi değiştirilen 12 Eylül ihtilâli Anayasası”, kısmî yarım-yamalak değişikliklerle demokratikleşmiyor. Ama yine de zararın neresinden ve ne kadarından dönülse kârdır.

Bundandır en azından ele alınan hususlarda, yapılacak değişikliklerde, problemi çözecek, demokratikleşme ve özgürlükleri sağlayacak, siyaseti demokratikleştirecek kapsamda olmalı…

Hiç olmazsa bu fırsat iyi değerlendirilmeli.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Değişim baştan başlasın


A+ | A-

Hükümet yeni bir adım atarak yürürlükteki 1982 ‘darbe anayasası’nın bazı maddelerini değiştirmek istediğini açıkladı. Bununla ilgili olarak siyasî partilerle de görüşüldü ve pakete destek arandı. Gelişmelere bakılırsa muhalefet değişiklik teklifini destekleme niyetinde değil.

Gündeme gelen değişiklik tekliflerinin ayrıntıları bir yana, temelde anayasanın tümden değişmesinin gerektiğini söyleye geldik. Üstelik bunu,—camia olarak—12 Eylül darbe anayasasının oylamaya sunulduğu günden bu yana yapıyoruz. Dolayısı ile prensip olarak müsbet yöndeki her türlü değişikliğin desteklenmesi gerektiğini de söylüyoruz.

Bir nokta var ki, göz ardı edilmemesi gerekir: Yürürlükteki anayasa temelden ‘çatı’ya kadar yanlışlarla dolu. Bu sebeple kısmî değişiklikler Türkiye’nin ihtiyacını karşılamıyor. Nitekim şimdiye kadar belki de yirmi defa mevcut anayasanın maddelerinde değişikliğe gidildi. Elbette atılan her yeni adım faydalı oldu, ama anayasanın ruhu ve temeli değişmediği ve değiştirilemediği için ihtiyacı karşılamadı. Bu sebeple gündeme gelen değişikliklerin hayat bulmasını arzu ederiz, ama bunların da yeterli olmadığı bilinmelidir.

Şunu anlamakta da zorluk çekiyoruz: Tamamen yeni, sivil ve ‘darbe anayasasını aratmayan’ yeni bir anayasanın hazırlanması gerektiği hususunda toplumun büyük bir kesiminde mutabakat vardı. Çok önceleri atılması gereken bu adımlar atılmadığı için, kısmî değişikliklerle idare edilmeye çalışılıyor ve bu durum da beraberinde yeni sıkıntıları getiriyor.

Demokrasi ve Özgürlük İçin Yargıçlar ve Savcılar Birliği (Demokrat Yargı) Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, yaşanan tartışmalara doğru teşhisi koymuş. Ertekin, gündeme gelen anayasa değişiklik paketinin 12 Eylül zihniyetini tasfiye etmede yetersiz kalacağını hatırlatıp “Daha kararlı, muhtevası çok daha kapsamlı olabilirdi” şeklinde konuşmuş.

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek de, “Mümkün olsa 5 madde dışında hepsini değiştirebilsek” demiş. Keşkelerle değişiklik olmadığına göre, Türkiye’nin daha hür ve daha demokrat bir ülke olması için ellerin ‘taş’ın altına sokulması lâzım.

Çiçek, “Mümkün olsa 5 madde dışında hepsini değiştirebilsek” diyor. Ama belki de değişikliğe ‘dışında’ dediği maddelerden başlamak lâzım. Türkiye gerçeği bize şunu gösteriyor ki, daha hür ve daha demokrat bir ülke olmak için atılmak istenen adımlar o ‘dışında’ denilen maddelere dayandırılarak engelleniyor. Meselâ, başörtüsü yasağının sona erdirilmesi gündeme geliyor ve hemen bu değişiklik taleplerinin ‘dışındaki’ maddelere aykırı olduğu ileri sürülüyor.

Tartışa tartışa doğruları bulmak gerektiğinin farkındayız. Yeni ve sivil bir anayasaya doğru atılan adımların netice vermesini arzu ediyoruz, ama değişiklik için bunca yıl beklenmiş olmasını da anlamakta zorlanıyoruz.

Madem demir tavında dövülür, o halde bunca yıl niçin beklendi? Başlangıçta tamamen değiştirileceği ifade edilmişti, şimdi ise kısmî değişiklikle gündemde. İnşâallah neticesi hayırlı olur...




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İnsanlık Darfur’a yardım elini uzatıyor!


A+ | A-

Geçen Pazar günü Kahire’de hayırlı bir toplantı yapıldı. Türkiye ve Mısır’ın eşbaşkanlığında İslam Konferansı Teşkilatı tarafından Sudan’ın iç savaşla harap olmuş bölgesi Darfur’un yeniden hayata döndürülmesi için Uluslar arası Darfur Donörler Konferansı yapıldı.

Konferansın amacı bölgenin imarı için 2 milyar dolar toplanması idi. Ancak yalnızca 850 milyon dolar toplandı. Türkiye de 75 milyon dolar ile bu rakama katkıda bulundu.

Bu yardımın en büyük kısmını İslam Kalkınma Bankası’nın 355 milyon dolarlık katkısı oluşturuyor. En büyük yardımı yapan ülkeler arasında Brezilya’nın da bulunması, insanlığın ölmediğini göstermesi bakımından etkileyici idi. Rakamın beklenenin yarısını bile bulmaması bir çok kimsede hayal kırıklığı yarattı. Avrupa Birliği son anda 100 milyon dolar yardım yapacağını açıkladı. Avustralya, Katar ve Fas diğer katkıda bulunan ülkeler oldu.

İbretlik olan ise Batılı ülkelerin tutumu idi. Toplantıya katılmalarına rağmen Amerika, Kanada, Norveç ve İngiltere hiçbir bağışta bulunmadılar. Bu tavırlarının gerekçesini de “orada henüz önerilen çalışmalar için güvenli bir ortam bulunmaması” olarak açıkladılar. “Ama burada bulunmamız siyasî bir mesaj oluşturuyor” sözleriyle cimriliklerini savundular.

Bir başka ilginç durum ise; Konferansın eşbaşkanlığını üstlenen Mısır’ın da herhangi bir taahhüde girmemesi idi. Bölgede öncülük konusunda Türkiye ile rekabet içinde bulunan Mısır, “biz zaten her yönden yardım ediyoruz” havası içindeydi. Suudi Arabistan da sesini çıkarmayan ülkelerden oldu.

Bütün bunlara rağmen sonuçta toplanan 850 milyon dolar, Darfur’un yeniden imarına ve iç savaş yüzünden yerlerinden edilmiş 2,7 milyon kişinin evlerine dönebilmesine zemin hazırlayacak. İç savaşa katılan gruplarla hükümet arasında Katar’da imzalanan ateşkes ve başlatılan barış görüşmelerinin başarıya ulaşması ile BM rakamlarına göre yaklaşık 300 bin kişinin ölümüne neden olan savaş duracak ve bölgeye barış ve huzur egemen olacak.

Nitekim Dışişleri Bakanı Davutoğlu da, varılan ateşkesin önemini kabul ederken, Darfur’da asıl çözümün siyasî değil, insanî ve kalkınma amaçlı olacağını vurguladı. Burada halen Uluslar arası Ceza Mahkemesi’nin Batının önyargısı yüzünden hakkında tutuklama kararı çıkardığı el Beşir’e büyük iş düşüyor. Gerçek barışı istediğine hem uluslar arası toplumu hem de savaş yüzünden yurtlarını terk etmek zorunda kalan yüzbinlerce insanı inandırması gerekiyor. Halen egemen olan güvensizlik havası yüzünden, taahhüt edilen yardımlar Sudan hükümetine verilmeyip, doğrudan projelere harcanacak. Bu güvenin oluşması zaman alacak.

Tüm eksikliklerine ve hayal kırıklıklarına rağmen, bu konferans Türkiye ve Mısır’ın İslâm âlemini harekete geçirmede önemli bir işbirliği potansiyeline sahip olduklarını ortaya koydu. Umarız bu işbirliği, Filistin ve Somali başta olmak üzere diğer dost ülkelerin sorunlarının çözümüne de katkıda bulunur.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Anayasa paketi


A+ | A-

Elbette ki, prensip olarak, halkın seçtiği Meclis anayasayı da, kanunları da değiştirme yetkisine sahip. Değiştirebilir ve değiştirmeli. Hattâ yaklaşık otuz senedir yürürlükte olan ihtilâl anayasasını tamamen tedavülden kaldırıp yerine yeni, demokratik ve sivil bir anayasayı ikame etmek, milletin hukuku adına Meclisin en önemli görev ve sorumluluğu.

Gerek 2002, gerek 2007 seçimlerinde milletin verdiği oy desteğiyle sağlanan Meclis çoğunluğunun bunun için değerlendirilememiş olması, Türkiye açısından son derece büyük bir kayıp.

Geride kalan yedi buçuk sene zarfında bu temel sorunun sağlam ve köklü bir çözüme kavuşturulamamış olması, bugüne geliş sürecinde ve halen yaşanmakta olan ve giderek derinleşen kriz ve tıkanıklıkların en önemli sebeplerinden biri.

Eğer iktidar, arkasındaki büyük oy desteğinin ve Meclis çoğunluğunun hakkını vererek, AB sürecinin demokratikleşme için olumlu bir baskı oluşturmasından da yararlanarak, anayasayı yenilemekle işe başlasaydı, hem kendisi rahat ederdi, hem de her alanda ülkenin önü açılırdı.

Ne yazık ki, birinci iktidar döneminde bunu başaramadı. Şimdi bunun gerekçesi olarak, o zaman yapıldığı ifade edilen darbe plan ve hazırlıklarını gösteriyor. “Darbe tehdidi varken anayasayı nasıl değiştirebilirdik?” demeye getiriyor.

Ama “Eğer varsa darbe tehdidini ortadan kaldırmanın çaresi, darbecileri koruyup kollayan ve farklı formatlardaki yeni müdahalelere imkân veren ihtilâl anayasasının bertaraf edilmesidir” itirazı karşısında, bu savunmanın geçerliliği yok.

Dolayısıyla, AKP’nin bir ara anayasayı tek başına değiştirebilecek sayıya da eriştiği birinci iktidar döneminde bu fırsatı kaçırması hiçbir şekilde mazur gösterilemez ve asla bağışlanamaz.

Gelelim 22 Temmuz 2007 seçimi sonrasına.

O zaman da, 27 Nisan muhtırasına kafa tutup, 367 dayatmasını halkın desteğiyle aşarak ve antidemokratik, hukuk dışı engellemelerle geciktirilen cumhurbaşkanı seçimini neticeye ulaştırarak güç tazeleyen bir irade görüntüsü mevcuttu.

Bu atmosfer anayasayı yenilemek için son derece elverişliydi. Muhalefet destek vermese bile, şimdi gündemdeki mini paket için telâffuz edilen referandum yoluyla neticeye ulaşılabilirdi.

Nitekim bir akademisyenler heyetine hazırlatılan anayasa taslağını 2007 güzünde ucundan kıyısından gündeme getirme işaretlerinin belirmesi, bu havayı değerlendirme ve fırsatı yine ıskalamama niyetinin habercisi gibi görünüyordu.

Ama heyhat! Yine olmadı. Önce, peş peşe yapılan ve çok sayıda şehit verdiğimiz “terör” saldırıları, ardından Kuzey Irak’a operasyon talebi gündeme geldi. Ve sonuçta, Meclis yeni anayasa yerine sınırötesi operasyon tezkeresini çıkardı...

Sonra 2008 Ocak’ında Erdoğan’ın Madrid’den başörtüsü için yaptığı “Velev ki siyasî simge olsun” çıkışını takiben, MHP’nin de gaz vermesiyle gündeme gelip 411 milletvekilinin evet oyu ile Meclisten geçen iki maddelik anayasa değişikliği.

Ve bunun önce AKP hakkında açılan kapatma dâvâsını tetikleyip, sonra AYM tarafından iptali.

Devamında, AKP’nin kapatılmayıp “ağır bir ihtar”a muhatap olmasıyla, gerek iktidar, gerekse siyasetin geneli üzerindeki yargı vesayetinin iyice koyulaşıp derinleşmesi. Anayasayı değiştirmenin de eskiye göre daha zor bir hale gelmesi.

Şimdi gündeme getirilen mini anayasa paketini, bu arkaplanın ışığında değerlendirmek lâzım.

Paket açıklanır açıklanmaz Yargıtay Başkanının “Yapılmak istenen, anayasanın değiştirilemez ilkelerinden kuvvetler ayrılığına aykırı” tepkisi vermesi ve daha önce de Anayasa Mahkemesi Başkanının “Paket Meclisten çıkarsa bizim önümüze gelecek gibi” demiş olması, hele şu ortamda asla yabana atılmaması gereken işaretler.

Peki, paket Meclisten geçer mi? AKP fire verir mi? Verirse, eksiği muhalefetin fireleri tamamlar mı? Referandumsuz kabul ihtimali var mı? Ve referanduma gidilir mi? Yaşayıp göreceğiz.




Gündemin nabzını tutmak için tıklayın!
www.sentezhaber.com

24.03.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl