04 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Saadet BAYRİ

Ramazan beni geçmişe taşır


A+ | A-

Bütün geçmişim bugünlerin toplamından ibaret…

Hiçbir günü “Bugün çok dikkatli yaşayacağım ve geçmişime farklı anlar ekleyeceğim” diye yaşamadım.

Sanırım hiç kimsenin böyle bir uğraşı olmamıştır.

İnsan hayatın içinden geçip gider. Giderken arada bakar. Gördükleri ise hızlı geçen bir trenin içinden gördüğü kadardır.

Ve bu kadar hızlı geçenlerin içinden bazı anları yakalayıp, diğer güne taşımak ister. Bunu yaparken de ellerinin çizildiğini fark eder.

Zira hiçbir şey bugüne dündeki gibi gelmez.

«

Meselâ varolduğum müddetçe yanımda olmasını istediğim kişilerden biridir annem… Yıllardır birlikteyiz, ama ben annemi hep bu haliyle hatırlarım.

Benim annem beş yaşında da aynı idi şimdi de aynı. Sadece fotoğraflarda değişti.

Aranızda var mıdır? Annesinin gençlik halini hatırlayıp, "Annem de bayağı yaşlanmış?" diyen.

Ben annemi hep genç bir kadın olarak gördüm.

Sadece resimlere bakınca değişen bir şeyleri fark ettim.

Nedendir bilmem anneler çocuklarının gözünde hep aynı. Değişen ve büyüyen sadece biziz…

Artık biliyorum annelerin yaşı yok.

Ama babam…

Babam öyle değildi…

Zaman onu yeterince yordu, yaşı ilerledikçe yüzüne hep bir işaret bıraktı. Hatıraları yüzündeki çizgilerde saklı sanki. Saçlarındaki beyazların her birinin bir hatırası var, ancak çoğu hatıra ilk çocuk olmam sebebiyle bana ait…

Velhasıl babalar yaşlanırken, anneler ne gençleşiyor ne yaşlanıyor…

Tanıdığımız ilk gün gibi bakıyorlar bize.

«

Derken en güzel hatıralarımın çocukluğumda kaldığını fark ediyorum.

Taşıyamadığım, tutup geleceğe getiremediğim masumluğumun içinden göz kırpıyorlar.

“Ben küçükken…” diye başlayan cümleler bile gözlerimin içine bilmediğim bir şeyler bırakıyor.

Ve ben anlatırken dalıp gidiyorum.

Büyümek güzel, şikâyetçi değilim yaşımdan ve yaşadıklarımdan. Hele anne olduğumdan beri, büyümenin ne kadar lezzetli olduğunu fark ediyorum.

Ancak hatıralar saklandıkları yerlerden firar edip geliyor bugünlerde.

Ramazan bunu bana hep yapıyor nedense…

«

Derken en güzel Ramazanlarımın çocukluğumdan kalma olduğunu söylemek isterim. Ve Ramazan çocuklara çok yakışıyor, tıpkı çocukken bana da yakıştığı gibi.

Sahura kalkmak için yalvarışlarım geliyor aklıma. Kıyamayınca annem, gözlerimi açıp “Yakaladım sizi” derken ki sevincim.

Öğlene kadar tuttuğum oruçlarım. Üç öğlenden bir oruç çıkarışım.

“Bir gün tam tutarsan orucunu, seni sırtımda taşırım” diye söz veren annem ve kimse görmesin diye kapının arkasında yediğim ekmeğim.

Tadı damağımda kalan lokmalarım.

Ramazan beni hep çocukluğuma taşır.

Siz de çocuklarınıza büyüyünce, çocukluklarına taşıyacakları bir Ramazan yaşatın.

Eğer hâlâ yaşatmadıysanız… Çünkü çocukluğumdan kalmadır, Ramazan’daki mutluluğum.

04.09.2010

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Kader yazıları - 6 “Tercih bilâ müreccih” meselesi - 1


A+ | A-

talebelerle yaptığımız kaderle ilgili müzakerelerimizin en zor kısmına geldik. Bediüzzaman bu bahsin hemen altına, ‘Gayet müdakkik âlimlere mahsus bir hakikattir’ notu düşmüş, fakat bizler müdakkik âlimler olmadığımız halde, bu meseleyi en azından anlayabildiğimiz kadarıyla kavramaya çalıştık.

Öncelikle bu meseleyi kavrayabilmek için kelâm ilminden haberdar olmak, mutezile, cebriye ve bunlara karşı ehl-i sünnet âlimlerinden Eş’arî ve Maturidî’nin görüşlerinden bilmek gerekiyordu.

Cebriyecilerin itikatlarında, Cenâb-ı Hak her şeyi yaratmadan önce ezelî ilmiyle takdir etmiştir ve o takdire göre her şeyi ve kulların fiillerini yaratmaktadır. Yani insanların hareket ve fiilleri Cenâb-ı Hakk’ın ezeldeki takdirine bağlıdır. İlk bakışta itikadî açıdan doğru olan bu görüş, âdet-i İlâhiyeye uymamaktadır. Çünkü insan, irade ve ihtiyar sahibidir. Tercihlerinde hür olmakta ve iradesini vicdanen hissetmektedir. Ezeldeki takdir, tercihlerini bağlamamaktadır. Oysa doğru olan görüş şudur; ezelî ilim sahibi Allah, insanların tercihlerinden haberdar olduğu için, ezelde nasıl yapacaksak öyle takdir etmiştir. Bu meseleyi kelâm âlimleri, ‘İlim, malûma tabîdir’ düsturu ile açıklar.

Bu meseleyi anlamakta zorlandığımız husus, Allah’ın ezelî ilmini kendi ilmimizle kıyas etmekten kaynaklanan, ‘kıyas-ı maa’l-farık’tır. Oysa, ezeli, şöyle anlamak gerekir; Allah’ın varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. O hep vardı. O’ndan başka hiçbir varlık da, ezelî değildir. Yani varolmadan önce yoktu. İbn-i Sina ve Farabi’nin dalâlete düşmelerinin bir sebebi de budur. Onlar, insan aklı ve ruhunun ezelî olduğuna inanmışlardır. Oysa, ruh da, akıl da mahlûktur ve sonradan yaratılmıştır.

Ezelî (kadim) olan Allah’ın ilmi de ezelîdir. Yani zamanlı değildir. Öncelik, sonralık yoktur. Allah’ın ilim sıfatında sonradan bir şey hâsıl olmaz. Çünkü bir şeyin bilgisi, evvelki şeyin bilgisinden sonra hâsıl olmuyor ki, ilminde bir değişiklik olsun. Bu mesele Risâle-i Nur’da, ‘Ezel mazi silsilesinin bir ucu değil… belki ezel, mazi, hâl ve istikbali tutar, yüksekten bakar bir ayna misâldir’ şeklinde ifade edilir. Oysa insanın ilminde öncelik ve sonralık vardır. Bir sonraki ilim, bir öncekinden sonra oluşur. İnsan, her şeyi ihata eder zaman üstü bir ilme sahip değildir.

Allah’ın ezelî ilminin tecellileri şüphesiz insanoğlunda da vardır. İman derecesiyle paralel gelişen bu ilim, ihlâslı mü’minlerde feraset, kerâmet şeklinde kendini gösterip, âlem-i misâli seyredip, şehadet âlemine girmiş meseleleri önceden görme, hissetme ve söyleme şeklindedir. İman derecesi en yüksek olan peygamberlerde de ezelî ilmin tecellileri daha azam biçimde görülmektedir. Meselâ Peygamber Efendimiz (asm), ta Hazret-i Âdem’den kıyamete kadar hatta Mi'rac hadisesiyle ebedî hayatı dahi görmüş ve bildirmiştir. Allah’ın yarattığı mahlûkatın en şereflilerinde görülen bu tecelli, elbette Cenâb-ı Hakk’ın zatındandır.

Allah’ın ilmi, bir ‘an’da bilmektir. Risâle-i Nur bu meseleyi yukarıdan bakan ayna misâliyle izah etmiştir. Meselâ bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan önceki hâlini, hem çocukluğunu, hem gençliğini, ihtiyarlığını, diri olmasını, ayaktaki hâlini, keder hâlini, mahşerdeki durumunu, cennet veya cehennem hallerinin hepsini birden ihata eder demektir. O’nun ilminde geçmiş, gelecek ve hâl yoktur, hepsini kapsar.

Konuya tekrar dönecek olursak, insan, fiillerinde hürdür ve yaptığı bütün işlerinde bu hürriyetini vicdanen hissetmektedir. Bir şey yapacağı zaman, önce bunu ihtiyar eder, seçer, sonra irade eder, ister, sonra yapar. Bu irade edip, yaptığı iş, ezelde Cenâb-ı Hakk’ın ilmindedir. O’nun malûmudur.

Tercihlerdeki sebepler de iradî işleri zorlayıcı değildir. Meselâ, bir işi yapmak veya yapmamak noktasındaki sebeplere bakıp, yapmayı gerektiren sebepler ağır basıyorsa, kişi o işi yapar. Fakat o işi yapmasını gerektiren sebepler, onu bu işe zorlamış, iradesini hükümsüz kılmış değildir. Çünkü o anda, yine bir değişiklik ile bu kararından da vazgeçebilir. Bu iradenin bir gereğidir. Bu meseleyi Bediüzzaman şöyle ifade eder: “..Emr-i itibarî ise, illet-i tamme istemez ki, illet-i tamme vücudu için, lüzum ve zaruret ve vücup ortaya girip, ihtiyarı ref etsin. Belki o emr-i itibarinin illeti, bir rüçhaniyet derecesinde bir vaziyet alsa, o emr-i itibari sübut bulabilir. Öyleyse o anda onu terk edebilir, Kur’ân ona o anda diyebilir ki, ‘şu şerdir’ yapma.’”

Bütün şartların, sebeplerin bir araya gelmesi ihtiyarı zorlayıcı ve ref eden bir durum değildir. Eğer öyle olsaydı, cüz’i ihtiyârîden bahsetmek mânâsız olurdu.

Bazen tercih edecek bir sebep olmaksızın da tercih yapmak mümkündür. Aynı özellikteki iki şeyden birini tercih etmemiz söz konusudur. İllâ bir üstünlük veya tercih sebebi olması gerekmez. Bu, iradeyi gösterir. Burada şunu söylemek gerekirse, ne sebeplerin bir araya gelmesi benim irademi yok eder, ne de sebepsiz olması, tercih etmemi, yani irademi ortadan kaldırır. İrade sahibi biri olarak, yapacağım işleri tercih sebepleri varken, tercih etmeyebilirim veya sebep yokken, bütün şartlar aynı iken dahi, tercih yapabilirim.

Sebeplerin bulunması, işin yapılmasını icap ettirseydi, hâşâ o zaman Allah’ın iradesi de bozulurdu. Çünkü biz biliyoruz ki, çoğu zaman kulun istemesi dahil bütün sebepler bir araya da gelse, Allah’ın dilediği olur, irade bunu gerektirir. Aynen bunun gibi de, insanın iradesini de sebepler bağlamaz.

Hâsılı, benim irademi sebepler bağlamıyorsa, Allah’ın iradesini de benim tercihlerim bağlamaz. Sebeplerin bir araya gelmesi insanın kesbine bir sebep olabilir. Allah’ın iradesini mecbur kılmaz. O, isterse yaratır, istemezse yaratmaz.

Risâle-i Nur’un zor anlaşılan ‘tercih bilâ müreccih’ meselesine bu hafta bir girizgâh yapmış olduk. Haftaya, bu temel bilgiler ışığında, konuyu daha da derinleştirerek kavramaya çalışacağız.

04.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Tahkikî iman ve mertebeleri


A+ | A-

Tahkikî iman; hayal bulutlarının arkasında değil; gözlem ve akılla öğrenilebilir, anlaşılabilir, tahsil edilebilir ve kazanılabilir bir hakikattir. Tahkikî imana, gözlem, araştırma, tefekkür, muhakeme neticesinde hür iradeyi kullanarak ulaşılır. Dünyaya gönderilişi, ibadeti, zikri, ölümü ve ölümötesi gerçekleri kavramak, anlamak, arkalarındaki esrarını çözdükçe iman yükselir. Tahkikî imanın mertebeleri şunlardır:

* İlmel-yakîn (Kesin bilgi/ilim derecesinde imân): Tahkikî, gerçek imânın bu derecesi, kesin bilgiyle elde edilir. Bu, ilim yoluyla sağlanan tahkikî imânın ilk derecesidir.

Meselâ, deniz görmeyen, bilmeyen birisinin, o koca su birikintisi hakkında kesin bilgi ve kanaate varmak istediğini düşünelim. Coğrafya dersi ve haritalardan hareketle denizin varlığı hakkında kesin bilgi sahibi olunabilir. Bu, denizi ilmel-yakîn (kesin bilgi derecesinde) bilmek, öğrenmektir. İlmî seviyede bilmek olduğundan; vasıtası duyular ve akıldır.

İlmel-yakîn deniz bilgisi gibi; ilmel-yakîn imân mertebesi, çok delillerin, belgelerin kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır; iddiâlara dayalı şüphe ve vesveseler karşısında sarsılmaz, yıkılmaz, mağlûp olmaz.

“İlmel-yakîn” tabiri, Tekâsür Sûresi’nin 5. âyetinde de “Keşke hakikati şeksiz şüphesiz bilseydiniz” mânâsında geçer.

* Aynel-yakîn (Gözlem/görme derecesinde kesin imân): Göz ile görüp, müşahede ile elde edilen şeksiz-şüphesiz bir bilgidir. Gözleme dayanır. İlmel-yakînden daha güçlüdür. Gözlem ve müşahedelere dayanır. Meselâ, koca su kütlesi denizin haşmetini bizzat gözleriyle görerek onun hakkında bir kanaate, bir fikre sahip olmaktır.

Bu, imân tarzının da pekçok mertebeleri, Esmâ-i İlâhiye (Allah’ın en güzel isim ve sıfatları) sayısınca tezahür dereceleri, ortaya çıkma durumları vardır. Bütün kâinatı bir Kur’ân gibi okuyabilecek dereceye1 ulaştıran sırrı, gücü taşır. Bu merhaledeki tahkikî imâna, Allah’ın ‘kâinat kitabı’ndaki isim ve sıfatlarının tecellilerini müşahede etmekle (gözlem) ve tefekkürle varılır.

Araştırmalar; görme duyusunun öğrenmeye tesirinin yüzde 75 (bir başka çalışmada ise, yüzde 83); işitme duyusunun yüzde 13; dokunma duyusunun yüzde 6; koklama duyusunun yüzde 3; tad alma duyusunun yüzde 3 şeklinde olduğunu göstermiştir.2 Buna binâendir ki, Kur’ân; mütemadiyen kendi açılım ve müşahhaslaşmış simetrisi olan kâinatı, “Bakmıyor musunuz, görmüyor musunuz, gözlerinizi çeviriniz, delillere bakınız!” gibi âyetleriyle, gözlemleyerek incelemeye dâvet eder.

Kezâ, “aynel-yakîn” de, Tekâsür Sûresi’nde “gözle görmek” mânâsında ifâde edilir.

Dipnotlar: 

1- Emirdağ Lâhikası, s. 91.

2- Doç. Dr. Leyla Özyürek, Öğretim İlke ve Yöntemleri (Ankara: Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, 1983, s. 21.)

04.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Osman ZENGİN

Bu gece Urfa’da Bediüzzaman mevlidi okutulacak!


A+ | A-

Ramazan ayının bize hatırlattıklarından biri de; Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefatının, bu ay içerisinde, Kadir Gecesine yakın bir günde meydana gelmesidir. Ve Üstad’ın dünyaya ait son mekânı, Peygamberler şehri Urfa’dır. Üstad, son demlerinde, talebelerine “Urfa’ya gidiyoruz!” diye hedef göstermiştir. Orada ruhunu Rahman’a teslim etmiş ve orada defnedilmiştir. İlk kabir yeri de oradadır.

Üstad, büyük ceddi İbrahim Aleyhisselâm’ın makamı, mekânı olan Urfa’ya çok değer vermiştir. “Urfa, taşıyla toprağıyla mübarektir” diyerek de, oraya bir unvan bahşetmiştir adeta. Urfalılar buna çok dikkat edip, Üstadın kıymetini ve hürmetini iyi bilmelidir. (Bilmedikleri mânâsında değil, ama daha da iyi takdir etmelidirler anlamında söylüyoruz bunu.)

Bunu söylememizin bir hikmeti de şu: Ramazan’dan önce yazdığımız bir yazıda belirttiğimiz gibi; Urfa Belediyesi, Ramazan ayında insanları Urfa’ya dâvet etmek için, Türkiye’nin büyük şehirlerinde astırdığı bilboardlarda; insanları, inanç turizmi çerçevesinde oraya dâvet ediyordu, Urfa’da meşhur olmuş ve bilinen büyük zatları (başta İbrahim Aleyhisselâm olmak üzere) da referans göstererek... Geçmiş asırlardaki peygamberler ve diğer o velî zatlar tamam da, bu asrın Urfa ile hemhâl olmuş en büyüğü Bediüzzaman’ın ismi maalesef zikredilmemişti, ama. Her halde unutmuşlardı veya korkmuşlardı birilerinin şerrinden. Buna rağmen o reklâmlar neticesini gösterip, turist sayısında fark olmuş mudur bilmem? Bildiğim bir şey var ki, Üstad’ın vefatından sonra, yarım asırdır, hiç akamete, kesintiye uğramadan Urfa’da okunan “Bediüzzaman mevlidleri”ne gelen binlerce Nur Talebesi var. Sadece yurt içinden değil, yurt dışından da gelenler var bu mevlide. Yani en büyük inanç turizmini Nur Talebeleri her sene mutad olarak sağlıyor Urfa’ya. Bunun farkına varmak lâzım.

Risâle-i Nurlarla müşerref olduktan sonra, genç yaşımızda, 1974 yılında, bizim de Üstadın mekânlarından ilk ziyarete gittiğimiz yer, "Bediüzzaman Mevlidi" vesilesiyle Urfa olmuştu. Cenâb-ı Hak, Üstadımıza rahmet eylesin, onun makamı, mekânı; ha Urfa olmuş, ha Isparta, ha Barla ya da Horhor medresesi ne fark eder? O, bizim gönüllerimize taht kurmuştur. Her zaman bizimle beraberdir. Birimiz dünyada, birimiz ahirette de olsak yine beraber değil miyiz?

04.09.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Mağlûp edilemeyen dehâ


A+ | A-

Her yönüyle Kur'ân'ın malı olan Risâle–i Nur, aynı kudsî kaynağa dayalı birtakım ölçü ve prensipleri bulunan, aynı zamanda orijinal ve kendine has bir hizmet ve mücadele tarzını ihtiva eden bir hareketin adıdır.

Bu hareketin bir şahs–ı mânevisi vardır ve bu şahs–ı mâneviyi teşkil eden "cemaatleşme şuuru"nun mayası, 1926–27'lerde Barla'da atıldı.

Yaklaşık dokuz yıl sonra (1935), bu harekete "tarikat rengi" verilerek, Bediüzzaman ve talebeleri Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi.

Hakikat mesleğinde giden Nur dâvâsının tarikat olmadığı anlaşılınca, bu kez bazı tarikat liderleriyle anlaşma yapılarak, bunlar Üstad Bediüzzaman'ın aleyhinde istimal edilmeye çalışıldı. (Üstad, aynı kurnazca istimalin, istikbalde de tekerrür edeceğini haber veriyor.)

Bediüzzaman ve dâvâsının asıl muarızları, münafıkane tarzda hareket eden bir zındıka cereyanının sahip ve mensuplarıdır.

Bunlar, tarikat ithamıyla, mahkeme yoluyla, sürgün–hapis–zindan muamelesiyle, zehirleme yöntemleriyle susturamadıkları ve mağlûp edemedikleri bu dâvânın peşini bırakmadılar. Zaman içinde yöntem değiştirip, farklı taktiklere başvurdular.

1960 Darbesinden sonra, bu Kur'ân dâvâsına gizli komitacılık mânâsında "Nurculuk" damgasını vurarak, halkın nazarında bu hareketin bir cemiyetçilik, bir teşkilât, yahut bir tarikat olduğu vehmini uyandırmaya yeltendiler.

Bu da sökmeyince, fani, yıkılabilir, çürütülebilir unsurlardan siyaseti, şahsiyeti, ticareti ön plâna çıkarmaya ve camianın ümidini bu çürüklere bağlamaya koyuldular.

Bu da yetmezmiş gibi, Kur'ân şâkirdlerinin bağlı oldukları şahs–ı mâneviyi, sanki sırf çetelerle uğraşan bir çete, muhalifleriyle uğraşan bir örgüt ve makam ve mevkilere sızmak sûretiyle iktidarı ele geçirmeye çalışan bir siyasî cemiyet rengini vermeye uğraştılar.

İşte, Nur cereyanını zaafa uğratmak, hatta mağlûp etmek için, zındıklar, bu ve benzeri yöntemlerle uğraşılarına el'an devam ediyor.

Zira onlar da biliyorlar ki, Nur hareketi, şahsiyet–i mâneviye dairesi ve hüviyeti içinde kaldıkça, onu asla mağlûp edemezler.

Bu sebeple, mağlûp etmek için siyaset, ticaret, şahsiyet ve komitacılık gibi çökertilebilir unsurları devreye sokmaya vargüçleriyle çalışıyorlar.

* * *

Evet, Nur hareketini baltalamak ve zaafa uğratmak için, gizli münafıklar, şahs–ı maneviye bağlı bulunan şakirtler, bilhassa fani olan "şahs–ı vahit"lere bağlanmaya çalışılıyor.

Çünkü, şahısları çeşitli vasıtlarla, muhtelif yöntemlerle çürütmek ve mağlûp etmek gayet kolaydır.

İşte, yaşadığımız ve gelecek zamanın nezaketini, hassasiyetini Kur'ân'ın dürbünüyle bakıp gören Hz. Bediüzzaman, bu olağanüstü şartlar ve gelişmeler karşısında ne yapmak ve nasıl davranmak gerektiğine dair nurânî projektörleri tutuyor ve şu sözlerle yol gösteriyor: "Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdi şahısların dehası, ne kadar harika da olsa, cemaatın şahs–ı mânevisinden gelen dehasına karşı mağlûp düşebilir." (Emirdağ Lâhikası, s. 64)

Üstad, dünya ehlinin dünyasına karışmadığı gibi, onların da kudsî iman hizmetine karışmamalarını ihtar ediyor "Elhasıl: Madem biz ehl–i dünyanın dünyalarına ilişmiyoruz; onlar da bizim âhiretimize ve imanî hizmetimize ilişmesinler." (Şualar, s. 317)

Buna rağmen, ehl–i dünyanın hizmetine karıştığını gören Üstad Bediüzzaman, onları şu sözlerle ciddî mânâda ikaz ediyor:

"Ey efendiler! Beyhûde yorulmayınız! Eğer aradığınız varsa, hiçbir ucunu bu kadar zaman bulamadığınızdan biliniz ki; onu idare eden öyle acîb bir dehâ vardır ki, mağlûp edilmez ve mukabele edilmez. Çare–i yegâne, onunla musalahadır." (Tarihçe–i Hayat, s. 208)

"Risâle–i Nur’la mübareze edilmez, o mağlûp olmaz. ...Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir." (Şualar, s. 329)

"Size ihtar ediyorum: Kur’ân’a dayanan Risâle–i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlûp olmaz, bu memlekete yazık olur." (Şualar, s. 308)

"Risâle–i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez, Cenâb–ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler." (Tarihçe–i Hayat, s. 483)

Evet, asliyetini ihlâl etmedikleri ve orijinalitesini bozmadıkları müddetçe, Risâle–i Nur'u mağlûp edemezler ve şakirdlerini dağıtamazlar.

Allah'ın inayetiyle, gayelerinde muvaffak olamazlar.

Nur kervânı, kıyamete yakın bir zamana kadar yolunda yürümeye, ve kudsî hizmetini ifaya devam edip gidecek.

Tarihin yorumu 4 Eylül 1939

Gıda ihraç etmek yasaklandı

Avrupa'da İkinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte telâşa kapılan İnönü idaresi altındaki hükûmet, Türkiye'den yapılacak her türlü gıda maddesi ihracatını yasakladı. (4 Eylül 1939)

Türkiye savaşa girmediği ve fiilen girmesi ciddiye alınır bir ihtimal dahilinde olmadığı halde, idarenin uygulamaya soktuğu yasakçı politikalar, zamanla vatandaşı canından bezdirecek raddelere kadar çıktı.

Bu tarihten sonra, hükümet, vatandaşın ekmeğine varıncaya kadar hemen herşeye müdahale etmeye başladı.

Köylü, çiftçi buğdayını ekecek, ekinini biçecek, biçtiğini harmanlayacak; ancak, binbir emekle elde ettiği mahsulünü evine götüremeyecek, ağız tadıyla bunları tüketemeyecek.

Üretici vatandaş, buğday ve sair hububatın çok az bir kısmını kendine alacak, ekserisini yine kendi öküzüyle, kağnısıyla taşıyarak götürüp hükümetin tekelindeki silolara teslim edecek.

Aksi halde, ağır cezalara çarptırılacak.

Yani, alın teriyle kazanmış olduğu kendi öz malını elinde tutarsa, adeta cürüm işlemiş gibi bir muameleye tabi tutulacak.

İşte, altı yıl süren İkinci Dünya Savaşı müddetince, İnönü politikalarının vatandaşa reva gördüğü muamele bundan ibarettir.

Toplanan ve el konulan hububat ise, kaht û galà denilen o kıtlık zamanlarında ambarlarda, silolarda ve yer altında çürümeye terk edildi.

* * *

Harp tehlikesi karşısında elbette ki ihtiyatlı olunur, tedbir alınır.

Ne var ki, İsmet Paşanın hegemonyası altındaki hükûmetin savaş süresince takındığı tavrın tedbir ve ihtiyatla izah edilir bir tarafı yok.

O dönemdeki yönetimin tavrını ancak evham, kuruntu ve ürküntü ile izah etmek mümkün.

Harice karşı kabardıkça kabaran bu korku ve evham duygusunun sahipleri, bütün hırs, hınç ve öfkesini kendi halkından çıkarmanın yoluna saptı, dizboyu zulme battı.

04.09.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zekât malı nasıl arındırır? (2)


A+ | A-

Salih Bey: “‘Zekât malı arındırır’ sözünü açıklar mısınız? Nasıl arındırır? Bir alın teri ürününden ibaret olan helâl malın kirleri nelerdir ki, zekâtla arınmış olsun?”

Dünkü yazımızda helâl malın nasıl kirlendiğini açıklamaya çalışmıştık. Bugün de maldan dolayı insanın nasıl kirlendiğini araştıralım.

Esasen, malı kirleten de, dengesiz ölçüsüz mal tutkusundan dolayı kendisi kirlenen de insandır. Mal tutkusu yalın haliyle insanı kirletmez. Çünkü insanın emek verdiği malı sevmesinde bir sakınca yoktur. Fakat insan mal tutkusundan dolayı daha büyük şeyleri feda etmeye başlarsa, meselâ mal için, mal açısından daha geniş ve ebedi imkânlar içeren âhireti feda ederse, mal için maneviyâtı feda ederse, mal için hakkı feda ederse; böyle mal tutkusu, mal helâl dahi olsa, insanı kirletir, insanın boynunda ağır bir mahşer yükü haline gelir. Nitekim Kur’ân, böyle bir kirliliğin mahşerde insana kaybettireceğini şöyle bildiriyor:

“Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise, acı bir azapla müjdele. O gün bu altın ve gümüşler, Cehennem ateşinde kızdırılır da, alınları, yanları ve arkaları onunla dağlanır. ‘İşte kendiniz için biriktirdiğiniz budur! Şimdi, biriktirdiklerinizin tadına bakın!’ denir.”1

Öyle ki, Bediüzzaman hazretleri, “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur. Bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahî bir rüzgâr gibi uçar gider”2 diyor. Kezâ yine Bediüzzaman, “Fânîyim. Fânî olanı istemem. Âcizim. Âciz olanı istemem”3 diyor ve fani mala karşı dikkatlerin uyanık olmasını istiyor. Evliyadan Şakik Belhî hazretleri de bir gün Bağdat’ta, görkem, debdebe ve saltanat içinde yüzen sultana “Sen zühd ve takva sahibisin” diyor. Sultan şaşırıyor:

“Çok şakacısın” diyor. “Bana iltifat ediyor olmalısın. Bu kadar debdebe ve saltanat içinde ben nerede, zühd ve takvâ nerede? Eyvah ki, biz o imtihanı kaybettik ey Şakik!”

Şakik diyor ki:

“Böyle deme. Cenab-ı Hak, ‘Dünyâ serveti pek azdır. Âhiret ise takvâ sahipleri için daha hayırlıdır’4 buyurmuştur. Sen o aza kanaat etmişsin. Dünya bana yeter deyip, ahiretin ebedî ve çok malını istememişsin. Zâten zahit de, az mala kanaat eden demek değil midir?” deyince, sultan,

“Eyvah bana! Eyvah bana! Ben ne kadar aldanmışım! Az bir şeyi çok sanmışım!” diye dövünmeye başlıyor.

Evet, haram mal, kul hakkı, haksız (hile ile elde edilen) kazanç, insanın yeterince emek sarf etmeden elde ettiği kazanç, insan kalbinde hak sevgisini aşan mal sevgisi, cimrilik (aşırı mal düşkünlüğü), savurganlık, müsriflik (aşırı mal debdebesi), aşırı mal sevgisinden dolayı içine düşülen dünya sevgisi, zekâtı verilmeyen helâl mal, Allah’ın bir rızkı olarak düşünülmeyen helâl mal, şükre götürmeyen ve şükür görmeyen helâl mal kirlidir ve insanı da kirletirler.

Bu kirliliklerin tamamına karşı tek çare, tek arınma ameliyesi;

1-Malı helâlinden kazanmak, 2-Helâlinden kazanılan malın zekâtını vermektir.

Helâl malın zekâtı verilirse, hakkı ödenmiş olur, böylece insan mal ile ilgili bütün kirliliklerden de temizlenmiş olur.

Bir adam Peygamber Efendimiz’e (asm):

“Ya Resûlallah! Üzerimde zekâttan başka, maldan çıkarılması gereken bir hak var mıdır?” diye sorunca, Peygamber Efendimiz (asm):

“Hayır. Malda zekâttan başka hiçbir hak yoktur. Ancak nafile (kendi arzuna göre, fazladan) sadaka vermen başkadır” buyurmuştur.5

Son cümlemizi, bu hadis çerçevesinde, şöyle bağlayabiliriz:

Zekâtı verilen helâl mal kirli mal değil, temiz maldır; sahibini kirletmez.

Dipnotlar:

1- Tevbe Sûresi: 34, 35

2- Sözler, s. 193

3- Sözler, s. 201

4- Nisâ Sûresi: 77

5- İbn-i Mâce, Zekât, 1788, 1789

04.09.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Bediüzzaman’ın hâdiseleri tefsiri…


A+ | A-

Bediüzzaman, “Sefâhette ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış, Deccal gibi bir tek gözü taşıyan, kör dehâsı ile rûh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye eden” maddeci Batı medeniyetinin gelişmişlik nîmetine şükretmeyip Karun gibi şirke düştüğü tesbitini yapar.

Bu yüzden günâhlarının iyiliklerine gâlip geldiğini ifâde eder. “Şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semâvî tokat yedi ki, yüzer senelik terakkîsinin mahsulünü yaktı, tahrip edip yangına çevirdi” hükmüna çıkarır. (Kastamonu Lâhikası, 17)

Bugün insanlık ve bilhassa İslâm dünyası, zâlimlerin satranç oyunlarıyla işgal ve zulüm altında inliyor. Ülkeler, şehirler, kasabalar, evler bombalanıyor. “Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak” gerçeğince, bütün mâsum ve mazlûmlar bu zulüm ve tahribatından hissesini alıyor. (Emirdağ Lâhikası, 31-32)

Zâlim işgâl güçleri Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Keşmir’de çocukların, kadınların, yaşlıların üzerine tonlarca bomba yağdırdı, yağdırıyor. Makinalı tüfeklerle tarıyor. İran’a, Somali’ye, Yemen’e, Sudan’a sudan bahaneler arıyor. Terör tezgâhlıyor, şiddet ve vahşet yapıyor, barbarlık provalarında bulunuyor…

“Beşerin (insanlığın) perişâniyetini ihzar eden (hazırlayan) gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgam (kendini beğenen ve yalnız çıkarını düşünen), alçak insî şeytanlar”, çeşitli ifsadlarla mazlûmları kargaşayla ihtilâf ve çatışmaya sürükleme plânında. (Kastamonu Lâhikası, 79-80)

Bediüzzaman’ın bundan doksan yıl önce nazara verdiği, “Hutûvât-ı Sitte (Şeytanın altı aldatması)” adlı eserinin başında belirtilen, “beşerde (insanlarda) insan suretinde şeytanın vekili olan ruh-u gaddar, fitnekârâne siyasetiyle cihânın her tarafına kundak sokan el hannas (şeytan)”, “zamanın insî şeytanları“ olarak işbaşında. Hem zulüm yapıyor; hem de İslâm âlemini ifsad için “habis ve muzır mâdenleri fiilî propaganda ile işlettiriyor.”

ZULME RIZÂ…

Zâlimlerin satranç oyunlarının oynandığı “yeni dünya düzeni”nin insanlığı sevk ettiği tablo, Bediüzzaman’ın, “Ey beşerin nefs-i emmâresi!” hitâbıyla yaptığı şu temsildeki misâle benziyor:

“Görüyoruz ki, her adım başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zâlimler hücum edip malını, eşyasını gasp ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen de yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor…(Lem’alar, 119 -120) Kısacası Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “Bin mâsum çoluk, çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla mahvediliyor, milyonlarla mâsumun kanını heder ediliyor.” Ve “hiçbir kanun-u adâlete ve insâniyete ve hiçbir dustur-i hakîkate ve hukuka muvafık gelmeyen ve milyonlarla mâsumların kanlarıyla yoğrulmuş gaddarâne zulümler” yaşanıyor. (a.g.e. 161-162)

Bundandır ki Bediüzzaman, “Gerçekten insan çok zâlim ve câhildir” (Ahzâb Sûresi, 72), “Zulmedenlere en küçük bir meyil göstermeyin; yoksa Cehennem ateşi size de dokunur” (Hûd Sûresi, 110) âyetlerinin terfisiyle yeryüzündeki hâdiseleri tahlil edip ikaz ediyor.

“Efkâr-ı ammenin tehditlerle, korkularla hîlelerle mukakeme-i akliyesinin kapatılıp” zulme alkış tutması, çoğu insanların o zâlimlerin zulümlerine fiilen bizzat katılarak veya itarafgirlik göstermesiyle yahut en azından ses çıkarmamasıyla, bigâne kalmasıyla mânen iştiraki, umumî mûsîbete sebebiyet verdiriyor. (Sözler, 158)

Zâlimlerle işbirliği, umumî musîbetin sürmesine, şiddetlenmesine İlâhî kadere fetva verdiriyor. (Kastamonu Lâhikası, 24)

“AY’, ‘VAY’ VE ‘AHLAR’, RAHMETLİ

BİR BULUT TEŞKİL EDECEKTİR…”

Kur’ân-ı Kerim’de, “Böylece Biz nice zâlim beldeyi- ülkeyi- memleketi helâk ettik ki, şimdi onların yerinde altı üstüne gelmiş ıpıssız yıkıntılar-harabeler, kullanılmaz halde terk edilmiş kör kuyular, nice daha önce görkemli/süslü/bakımlı bomboş duran yüksek köşkler- saraylar vardır” haberi verilir. (Hac Sûresi, 45))

Eski Peygamberlerin helâk olan kavimlerine dair âyetlerde, Karun gibi, dünyevî zenginliğin, gelişmişliğin şükrünü etmeyerek, maddî medeniyeti ile böbürlenip bunu mazlûmlar ve mâsumlar için tahakküm aracı olarak istimal eden zâlimlerin zulûmlerin akıbeti nazara verilir.

Ayrıca, “Onlar tuzak kurdular, biz de farkında olmadıkları bir sırada onlara bir tuzak kurduk. Onları da, kavimlerini de toptan helâk ettik. İşte harâbeler, onların zulümleri yüzünden çöküp gitmiş evleridir. Şüphesiz ki bunda ilim ve idrâk sahibi bir topluluk için büyük bir ibret vardır” buyuruluyor. (Neml Sûresi, 50,51,52)

O zaman Bediüzzaman’ın, “Ümidim kavîdir ki: Çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzünle tebahhur eden ‘ay’, ‘vay’ ve ‘ah’lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. (Divân-ı Harb-i Örfî, 52)

Bediüzzaman’ına bundan tam bir asır önce Hutbe-i Şâmiye’de “ye’sin (ümitsizliğin) rağmına olarak bütün dünyaya işittirecek derecede kat’î kanaatle müjdelediği istikbâl tahakkuk edecektir: “İstikbâlin kıt’alarında hakîkî ve mânevî hâkim olacak ve beşeri dünyevî ve uhrevî saadete sevk edecek yalnız İslâmiyettir.” “İstikbâl, yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’âniye ve imaniye olacaktır…” (82-84)

Vefâtının yıldönümünde rahmetle anıyoruz…

04.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.