19 Eylül 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Cennette dünya kadınları


A+ | A-

Çorum’dan okuyucumuz: “Cennet’te dünya kadınlarının vasıfları nasıl olacak? Eşiyle ve ailesiyle birlikte olacak mı?”

Cennet nimetleri Cennet’e giren herkes için umumîdir. Cennet’te ayrılık gayrılık yoktur; Cenâb-ı Hakk’ın ikram ve ihsanları insanların kadın veya erkek olmalarına göre değil; amellerine ve aldıkları manevî derecelere göre sonsuzluk arz eder. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Allah: ‘Ey kullarım! Bu gün size korku yoktur! Artık siz üzülmeyeceksiniz de!’ der. Bunlar, âyetlerimize iman etmiş ve kendilerini Bize vermişlerdir. Şöyle denir: ‘Siz de, eşleriniz de sevinç ve ikrama boğulmuş olarak Cennet’e girin!’ Onlar için altın kadehler ve tepsiler dolaştırılır. Orada, canlarının her istediği şey, gözlerinin her hoşlandığı şey vardır! Siz orada ebedî kalacaksınız! İşte Cennet budur! Amellerinize karşılık size miras bırakılmıştır! Orada sizin için bol yemiş vardır. Onlardan yersiniz!” 1

Bir diğer ayette Cenâb-ı Allah (cc) Cennet’i şöyle anlatır: “Bu gün Cennet ehli eğlenceyle meşguldürler! Onlar ve eşleri, gölgeliklerde, tahtlar üzerine yaslanmışlardır. Orada meyveler ve her istedikleri onlarındır! Rabb-i Rahîm’den onlara bir de selâm vardır!” 2

Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir ki: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ dedi ki: ‘Ben salih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin kalbinden geçmeyen nimetler hazırladım!’” 3

Enes (ra) rivayet etmiştir: Resul-i Kibriya Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Cennette pazar yeri gibi halkın toplandığı bir yer vardır. Ehl-i Cennet her Cuma günü oraya varırlar. Orada öyle bir şimal rüzgârı eser ki, yüzlerine ve elbiselerine güzel koku siner, güzellikleri ve cemalleri artar. Öyle ki, eşlerinin yanına güzellikleri artmış olarak dönerler. Eşleri kendilerine: ‘Allah’a and olsun ki, güzelliğiniz artmış!‘ derler. Onlar da eşlerine: ‘Allah’a yemin olsun ki, biz gittikten sonra sizin de güzelliğiniz ve cemaliniz artmış!’ derler.” 4

Ashab-ı Güzin’den Cerîr b. Abdullah (ra) demiştir ki: “Biz Resûlullah Efendimiz’in (asm) yanında bulunuyorduk. Resûlullah (asm) dolunay şeklindeki ay’a baktı ve şöyle buyurdu: ‘Siz şu ay’ı görüp durduğunuz gibi, Rabb’inizi açıkça göreceksiniz! O’nu müşahedede hiçbir zorlukla karşılaşmayacaksınız!’” 5

Bedîüzzaman Hazretleri, dünyada eşlerin birbirlerini sırf Allah rızası için sevmelerinin, birbirlerini günahlardan alı koymalarının ve ibadetlere teşvik etmelerinin âhiretteki karşılığının, ebedî Cennet hayatında, ebedî ve tükenmeyen bir sevgi, sevimlilik ve güzellik içinde, ebedî beraberlik olduğunu kaydeder. Öyle bir mutlu beraberliktir ki, dünyada zorluklara rağmen sabrına, güzel ameline ve şefkat kahramanlığına karşılık dünya kadını, Cennet’te hurilerden daha güzel, daha zînetli, daha alımlı ve daha cazibedar bir güzellik ve cemal içinde; ebedî saadet yurdunda, eşine ebedî bir eş olacaktır. Öyle ki, eşler sırf mutluluk ve saadet için, dünyada kalmış olan eski maceralarını birbirlerine lezzet duyarak nakledeceklerdir. Birbirlerini ebedî, enîs, dostane, latîf, nezih, güzel ve çok samîmî birer eş ve sevgili olarak kabul edeceklerdir. Cenâb-ı Hakk’ın vaadinden bu anlaşılmaktadır.6

Biz Cennete girecek amel yapmaya devam edelim. Cennette iskân ve ikram etmek Cenâb-ı Allah’a aittir. Dünyada bunca kusurlarımıza bakmayarak gece gündüz, her birimizi ikram ve ihsan sağanağına tutan Yüce Rabbimiz, Cennette nice göz görmemiş, kulak işitmemiş güzellikler, ikramlar, ihsanlar hazırladığını açık ifadelerle âyetlerde ilân ediyor. Bize Allah’ın vaadinde hulf etmediğinden emin olmak düşer ve bu bize yeter.

Dipnotlar:

1- Zuhruf Sûresi, 43/68-73.

2- Yâsin Sûresi, 36/55-58.

3- R. Sâlihîn, 1878.

4- R. Sâlihîn, 1886.

5- R. Sâlihîn, 1892.

6- Sözler, s. 591.

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Batı aile hayatı bize örnek olamaz


A+ | A-

İnsanlığı ayakta tutan dayanışma ve yardımlaşmadır. İnsaniyet bunu gerektirir. Toplumu ayakta tutan, ailedir. Aileyi ayakta tutan, sadakat, dürüstlük, akrabalık bağları ve haklarına riâyettir.

Hayata bakışı, eğitim sistemi, yaşayışı; sapıtmış, yolunu şaşırmış felsefe üzerine binâ edilen Batı cemiyetinde temiz eller, temiz duygular, temiz düşünceler, temiz ferdler bulmak artık kolay olmuyor. Ferdler ya alkolik, ya uyuşturucu bağımlısı, aileler ya boşanmış, ya dağılmış. İntiharlar, cinsî sapmalar, Batı toplumunu kasıp kavuruyor. İlim adamları, sosyologlar, ahlâkçılar, kilise çırpınıyor; kurtuluş çareleri arıyor.

Müslüman olduktan sonra Abdülhakim Murad ismini alan Timothy J. Winter, içinde büyüdüğü ve yaşadığı Batıda aile hayatının, sadakatin darmadağın ve toplumun çıldırmak üzere olduğuna dikkat çekiyor.

“Milyonlarca parçalanmış ailenin durumu çok acınası bir durumdur. Kadınların besleyip büyütme, terbiye etme istidatlarının bastırılmaktan ziyade övüldüğü geleneksel tek gelirli ailelerin durumu ise, liberallerin tahmin ettiğinden çok daha ahlâkî görünüyor. Yeterince aşikâr olduğu halde, radikal bir nitelik taşıyan bu teşhisten sonra sorulması gereken soru şu:

“Acaba çare var mı? İslâm, bu sorunun cevabı olarak, Batı’da asla tasavvur dahi edilemeyecek bir çare sunar: Halveti, yani yabancı bir kadınla erkeğin, yanlarında başka kimse olmadan, tenhada buluşup görüşmelerinin günah olduğunu bildirir. Ahlâkî hastalıkların daima bir başlangıcı vardır. İslâm bu tip başlangıçların ortaya çıkabileceği sosyal bataklığı kurutmaya çalışır.”

“Modern Avrupa’nın sosyal yönden çözülüşünü istatistikî verilerle açıklayan Abdülhakim Murad, postmodernitenin pençesine düşen Batı’nın ‘çıldırmak üzere’ olduğunu ifade ederek şöyle demekte: ‘Bugün İngiliz çocuklarının yüzde 34’ü evlilik dışı doğuyor. Benzer oranda yetişkin ise boşanmanın üzücü sonuçlarını yaşıyor. Yirmi yıl içinde, ulus çapında çocukların ancak yarısından daha azı anne ve babanın beraber yaşadığı ailelerde büyütülecek.’

“Abdülhakim Murad, birbiri ardınca gelen sosyal felâketlere dair birkaç tartışmalı husus hakkında ise şunları söylüyor: ‘ABD’de mahkûmların yarısından çoğunun parçalanmış ailelerden geldikleri, erkek ve kadınların ileri yaşlarda dahi anne-babalarının boşanmasından derin psikolojik zarar gördükleri biliniyor. Kimse feragatte bulunmuyor. Kişisel özgürlük putuna boyun eğerek, hepimiz, haklarımız için yaygara koparıp görevlerimizi es geçiyoruz. Bu ders, asap bozucu, ama açıktır. Cinsel tacizler üzerine günümüzdeki şiddetli tartışmalardan anlıyoruz ki, bundan böyle özel arzuların tecavüz edemeyeceği bir kamusal alan yok gibidir. Erkek ve kadınların birbirine gelişigüzel karıştırıldığı, ayartma ve sadakatsizlik yönünde radikal bir şekilde artmış fırsatın bu derece herkese açık olduğu bir toplum, daha önce asla var olmamıştı. Bu, artık en ahlâk karşıtı gazetecilerin ya da sosyal stratejistlerin dahi görmek zorunda olduğu bir durumdur.”1

Batı, serbest hayatın anaforunda bocalamaktadır. Özenilecek veya taklit edilecek neyi var ki! Kendisi muhtaç bir dede, nerede kaldı gayriye himmet ede!

Dipnot: 1- Yeni Asya, 26 Ağustos 2010.

19.09.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

“Şefkat kahramanları” dizisi biterken…


A+ | A-

Yaklaşık bir yıldır Satırarası’nda “Şefkat kahramanları” dizisiyle birlikte olduk. Elimdeki kalın dosyada yer alan yazılara sırayla bakıyorum. Aralık 2009’da, önce Risâle-i Nur’da şefkat kavramının ne şekilde ele alındığı konusu üzerinde durduk. Bu kavram üzerine yazılan beş altı yazı sonrasında ise Bediüzzaman Hazretlerinin Hanımlar Rehberi’nde “Şefkat kahramanları” olarak nitelendirdiği kadınlara “hüsn-ü misâl” teşkil etmesi açısından saff-ı evvel hanım Nur Talebelerini inceledik.

Genel anlamda “ayakkabı eskiten” bir süreçti yaşadığımız. Kimi zaman son anda tehir edilen, kimi zaman aynı kişiye birkaç kez gidilen ziyaretlerle ses kayıtları, fotoğraflar, hatıralar üzerine dayalı bir çalışmayı gerçekleştirdik. Bu çalışmaların bir bölümü Bizim Radyo’da program olarak sunuldu.

Çalışma sürecinde okuyucu ve dinleyicilerin müsbet geri bildirimlerini aldıysam da her şeyden önce çalışmanın bana faydası olduğuna yürekten inanıyorum.

Şefkat duygusunun penceresinden Kur’ân-ı Kerim, Peygamberimiz (asm), sahabeler, mücedditler, Risâle-i Nur, Bediüzzaman Said Nursî, Nur Talebeleri kavramlarını “yeniden, farklı yönleriyle keşfetmek” inanın çok keyifliydi…

Bir şefkat kahramanı:

Bediüzzaman Said Nursî

Peygamberimiz (asm) şefkatli bir elçi olarak, afakî ve enfüsî âlemde bize Rabbimizi tanıttı. Onun (asm) yolundan gidenler de pek çok dersin yanında Peygamberimizden (asm) şefkat eğitimini de aldılar.

Bediüzzaman Hazretleri de bu dersi alanlardan biri. O, telif ettiği Risâle-i Nur Külliyatı ile Rahim ve Hakim isimlerine dayanarak acz, fakr, şefkat ve tefekkür yollarını “esas” alarak Rabbimizi bize tanıtmakta. Risâle-i Nur mesleğinin sair mesleklerden farkı da bu dört esasta…

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân ve Peygamberimizden aldığı dersle öncelikle kendi hayatıyla, fıtratımıza yerleştirilen şefkat duygusunun nasıl kullanılması gerektiğini göstererek bize bir model olmakta.

Hayatının her safhasında bunu görmek mümkün…

O, ülkemizin geçirdiği siyasî-içtimâî bütün safhalara şahitlik etti. Padişahlığı, Meşrûtiyetin kabul edilmesini, Cumhuriyetin ilânını, tek parti-şeflik dönemini, çok partili hayatı yaşadı. Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı, işgal günleri, Osmanlı’nın dağılması, Ankara’da Meclisin açılışı, istibdat dönemine şahit oldu. Çileli, sürgünlerle, hapislerle, zehirlenmelerle geçen bir hayattı onunki. Bunlara karşın o “müsbet hareket” formülü ile problemlere çözümler sundu.

O, istibdat dönemlerinde Kur’ân hakikatlerinden taviz vermeden, ama şiddet de uygulamadan bugünlerde sosyal bilimcilerin “sivil itaatsizlik” olarak isimlendirdiği bir yolu tercih etti.

Kendisine yapılan resmî ve gayr-i resmî keyfî muameleler karşısında, “Nur mesleğinin bir esası olan şefkat düsturu” gereğince bedduâ dahi etmediğini belirtti. (Tarihçe-i Hayat, s. 454)

Kafaların İslâm konusunda karmakarışık olduğu günümüz ortamında İslâmiyete lâyık doğruluk ve doğru İslâmı anlama, anlatma, hayatıyla örnek olma noktasında model bir şahsiyet oldu.

İhlâsı kazanmaya çalışmak, müsbet hareket etmek, suçun şahsîliği kavramları vasiyeti hükmünde ölümünden önce verdiği son derslerdeki mesajlardan birkaçıdır.

***

Onun hayatına ve eserlerine şahitlik edenler bütün baskılara ve korkutma politikalarına rağmen gönül bağlarını koparmadılar, irtibatlarını kesmediler, yoğun bir şekilde çalışmalarıyla, yazılarıyla, duâlarıyla destek verdiler. Çobanlar, çiftçiler, askerler, öğretmenler, doktorlar, ihtiyarlar, çocuklar, gençler…

Risâle-i Nur Külliyatında bilhassa Lâhikalar’ın satırları arasında “ihlâs, uhuvvet, tesanüt, muhabbet, sadakat” esaslarına dayalı bu muhteşem atmosferi soluklamak, gözleri yaşartan gönül bağına şahitlik etmek mümkündür.

Bediüzzaman Hazretlerinin “Şefkat kahramanları” olarak vasıflandırdığı, mektuplarında “Ahiret hemşirelerim” diye hitap ettiği hanımlar da Risâle-i Nur’a gönül bağıyla bağlandılar, neşrine gayret ettiler.

Kastamonu’da, Afyon’da, Bolvadin’de, Emirdağ’da, İstanbul’da, Manisa’da, İzmir’de Kur’ân ve iman hakikatlerini yaymaya çalıştılar.

***

Yazı dizimiz Bediüzzaman Hazretlerinin 1935’te sürgün olarak gittiği Kastamonu hayatından 1960’a uzanan çizgideki şefkat kahramanı hanımların hayat hikâyelerini küçük bir demet olarak aktarmaya çalışmak üzerine idi. Kimisi ile birebir görüştük, kiminin ise ailesi ve dostlarından hatıralarını aktardık. 28 bölüm tuttu bu hatıralar. Maksadımız bir döneme ışık tutmaya çalışmaktı.

İşte, 2009 Aralık ayında başlayıp 22 Ağustos 2010’da bitirebildiğimiz dokuz aylık bir maceranın kısa öyküsü…

Yeni çalışmalarda buluşmak üzere…

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Referandumdan “Meyvenin Dördüncü Meselesi”ne


A+ | A-

Sayılı ve sınırlı ömür dakikalarımızı nerelerde ve ne şekilde değerlendiriyoruz? Şu kısa ve fani dünyadaki yerine getirmekle mükellef olduğumuz vazife ve yükümlülüklerimizin farkında mıyız? Farkında isek bize verilen bu dünyadaki bu sayılı günlerimizi yerli yerince kullanabiliyor muyuz? Bu ve benzeri suallere “evet” cevabını verebiliyorsak mesele yok.

Yoksa Yüce Allah tarafından bize verilen bu geçici dünya hayatının, sayılı ömür dakikalarının geçiciliğini hesaba katmadan, sayılı ve sınırlı ömür dakikalarını bizi öyle çok alâkadar etmeyen zararlı, boş, malayani meşgalelerle geçiriyorsak, bunun zararlı sonuçlarına katlanmayı kabullenmek durumundayız.

Görebildiğim kadarıyla, çoğumuz ahiret hayatının kazanılması için bize emaneten verilen bu ömür dakikalarının kadr-u kıymetini yeteri kadar bilmiyoruz veya bildiğimiz halde o ömür sermayesini yerli yerince kullanmakta yeterli dikkat ve itinayı gösteremiyoruz.

Çoğu zaman bizi çok az ilgilendiren veya hiç ilgilendirmeyen bir mesele, bir iş, bir olay bize aslî vazifelerimizi ve yükümlülüklerimizi unutturup, boş ve malayani meşgalelere sevk ediyor. Günümüzde dünyaya çağıran saiklerin çokluğu, cezp edici olay ve hadiselerin etkisiyle ehl-i din olarak bizleri de çoğu zaman aslî gündemimizden alıkoyuyor.

Münzevî bir hayata elbette razı olamayız. Yanı başımızda, çevremizde gerçekleşen hadiselere gözlerimizi kapatamayız. Bu toplumda yaşayan bir insan olarak, ailemizle, mahallemizle, beldemizle, ülkemizle az veya çok bir bağımız, bir münasebetimiz var. Beşer olarak bu dairedeki insanlara karşı vazifelerimiz var, sorumluluklarımız var.

Bu dairelerdeki sorumluluklarımızın miktarını ve derecesini de Bediüzzaman’ın sık sık okumamızı tavsiye ettiği “Meyve’nin Dördüncü Meselesi”nden takip edelim:

“…Her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-î beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevî vazifesi bulunabilir” tesbitinden sonra belki de bir çoğumuzun dikkatinden kaçan bir önemli noktayı nazarlarımıza veriyor Bediüzzaman: “Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir.” Bu önemli ve ince tesbiti önümüze koyduktan sonra, günümüz itibariyle çoğu ehl-i dinin aldandığı önemli bir tehlikeye dikkatlerimizi çekiyor Bediüzzaman: “Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür…”

Bu meyanda Bediüzzaman’ın bütün dünyayı alâkadar eden, bilhassa da İslâmın geleceğini yakından ilgilendiren ve yeryüzünü bir kan gölüne çeviren harb-i umumiyi, birçok mütedeyyin ve âlim insanlar camiyi, cemaati terk edip radyo dinlemeye koştukları bir sırada Bediüzzaman’ın hiç sormadığını, aslî vazifesinden başını kaldırmadan, dönüp bakmadığını biliyoruz. Böyle bir duruşu, böyle bir tavrı neden tercih ettiğini de, ebedî bir hayatı kazanıp kaybetmekle karşı karşıya olan her insanın eğer aklı varsa, Alman ve İngiliz kadar serveti de olsa bu yolda harcamasını tavsiye ediyor Bediüzzaman.

Uzunca bir süredir, bir çok insanın öncelikli gündemi olan referandum propagandalarında siyasîlerimizin takındıkları tavır bir tarafa, sıradan bir çok insanın bu işi bir ölüm-kalım mücadelesi olarak görmesi; özellikle şuurlu bazı ehl-i dinin ve cemaatlerin dahi aslî vazifelerini bir kenara koyarak, siyasîlerin vazifelerini yüklenerek çalışmaları; bu işin adeta bir dinî vecibe olduğunu söyleyerek gönüllü propagandalara destek vermeleri, beni bir defa daha Bediüzzaman’ın ısrarla okumamızı tavsiye ettiği “Meyve’nin Dördüncü Meselesi”ni okumaya sevk etti.

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Gurbet


A+ | A-

Ayrılığın, hasretin, hicretin bir adı da gurbettir. Evinden, yurdundan, yuvasından uzaklara gitmiş olan insanlara memleket özlemi, buram buram hasret kokar. Bu bir gönül sevdasıdır. İnsanın içinden söküp atamadığı, unutamadığı çaresiz bir yürek yarasıdır. Gurbet elde hasret çekenler memleketin dağlarına, ovalarına, çiçeklerine olan özlemini hayallerle, rüyalarla gidermeye çalışır. Memleketi tarafından gelen herkesten, her şeyden; uçan kuştan, esen yelden, sıra sıra geçen bulutlardan haber bekler, medet umar. Geçen günler ve yıllar gurbetin yerini, yurdunu, mekânını değiştirir: “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde.” söyletir. Rıza Tevfik Bölükbaşı gurbeti ve hasreti kuşlara söylenmiş:

“Uçun kuşlar uçun!.. Doğduğum yere;

Şimdi dağlarında mor sümbül vardır.

Ormanlar koynunda, bir serin dere.

Dikenler içinde sarı gül vardır.”

Katlarda mutat olarak günlük yaptığımız ziyaret esnasında uğramayı ihmal etmediğim bir Kezban Teyze var. Seksenini aşmış bir çınar. Küçük yapılı, halsiz, mecalsiz ehl-i tevekkül bir insan. Gözleri dünya güzelliklerine ve nimetlerine kapanmış. Eşi vefat etmiş, çocuğu olmamış ve eş, dost, akrabalardan kimseler kalmamış etrafında. Onu zinde tutan ve hayata bağlayan ümitleri, duâları ve zikirleridir. Her gün onun için yeni bir dünya kurulur küçük adasının içinde. Onun en belirgin vasfı sabah ezanından itibaren başlayıp saatlerce devam eden duâları ve zikirleridir. Koridordan arı uğultusu gibi onun sesi duyulur. Bu gayreti dolayısıyla zaman zaman bu satırlara misafir oldu. Onu ziyarete vardığımda elimle omuzuna dokunduğum zaman, benim geldiğimi bilir ve tesbihindeki yerini zayıf parmağı ile sabitleyerek selâmımı alır, sohbet edip ayrılırız.

Bir sabah ziyareti ânında her zaman olduğu gibi, omuzuna dokunarak selâm verdim. Bu sefer o, benim elimi tuttu, bırakmadı. Belli ki bir maruzatı vardı. Her zaman istekleri, beklentileri olan bir insan değildi. Çoğu zaman ihtiyaçlarını sorduğumuzda hiçbir şey istemediğini söyleyen kanaatkâr bir mizacı vardı. Sonuçta o da bir insandı ve elbette ki istekleri, arzuları, hayalleri, ümitleri, beklentileri olacaktı. Yanına oturmamı işaret etti ve anlatmaya başladı:

“Uzun zamandan beri bu küçük odada kalıyorum. Burada her ihtiyacım karşılanıyor. Ben köyümden, yuvamdan kopup geleli bir yıl oldu. Ben seksen yaşıma kadar o topraklarda yaşadım, gezdim, çalıştım, karnımı doyurdum. Oraların havası, suyu, yeşillikleri bir başka olur. Her şeyi hayalime geliyor, rüyalarıma giriyor, hasreti burnumda tütüyor. Gözlerim hiçbir şeyi görmese de ben oraya gidince, gözümde, gönlümde oranın güzellikleri canlanır. Köşe başına oturur insanlarla konuşurum. Burcu burcu köyümün havasını koklar, suyunu içer, hasret gideririm. Yeşilhisar’ın hasreti içimi bir ateş gibi yakıyor, çok özledim…”

O isteklerini, beklentilerini gerekçeleriyle bir çırpıda sıralayıverdi. Onun gitmesi ile ilgili olumsuzlukları bildiğim için, gitmemesi yönünde telkin edecek bir mazeret bulamadım. Gurbetteki bir insana, memleket özleminin önüne geçebilecek bir bahane bulmak imkânsızdı.

Artık iş başa düşmüştü. Köydeki yakınlarını tek tek aradım. Beşinci, altıncı sıradaki bir akrabası onu misafir edebileceğini söyleyince çok sevindim, defalarca teşekkür ettim. Bu ağzı duâlı, ehli tevekkül, yaşlı insanı evinde misafir etmenin sevabından, hayırlara ve bereketlere vesile olmasından söz ettim. Yolcuyu göndermek için geriye bir araba ve refakatçi kalmıştı. Hazırlıkları tamamlayarak yola çıkardık.

Kezban Teyze’nin sevincine, heyecanına, neşesine diyecek yoktu. Yüzü gülüyor, neşe içerisinde, geçici gitse de herkesle vedalaşıp, helâlleşerek arabaya bindi. Gurbetten memleketine gidiyordu artık. Araba korna çalıp hareket ederken o gülümseyerek, gözleri görmediği halde boşlukta durmadan el sallıyordu…

Onların arkasından bakarken içimdeki gurbeti hatırladım. “Bu dünya gurbetinden vatan-ı aslimize, ahiret âlemlerine ve oradaki sevdiklerimize kavuşmak için çıktığımız son yolculukta; acaba neşe içerisinde, sürûrlu bir şekilde, gülümseyerek, etrafımızdaki dostlara veda ederek bir kuş gibi uçup gidebilecek miyim?” diye uzun süre düşündüm.

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Şükür terapisi


A+ | A-

Modern insan hem mutsuz, hem de her şeyden şikâyetçi olarak sürdürüyor hayatını. Günlük olaylar, havanın değişimi, insanların tutumları sıkıntı duymak için yeterli sebepler olarak algılanıyor. Yoğun olmak, zamanın azlığı, yetişememek, işleri bitirememek ve kronik yorgunluk hayatın içinde sürekli büyüyen sorun yığınları haline geliyor. Her şey sıkıntı ve şikâyet konusu oluyor.

En sevdiklerimiz, yıllarca sahip olmayı beklediklerimiz bile bundan nasibini alıyor. Bu olumsuz tutum ve sözler zamanla o kadar yaygınlaşıyor ki, toplumda salgın bir hastalık gibi artıyor. Yani mutsuzluk bulaşıcı bir virüs gibi insandan insana sürekli yayılıyor. Söylendikçe artan, bulaşan ve bunaltan bir hastalığa dönüşüyor.

Birbiriyle karşılaşan insanlar, nasılsın sorusuna, ne olsun yuvarlanıp gidiyoruz işte, tarzında birbirine benzeyen, serzeniş dolu cevaplar veriyorlar. Sanki hayatın içine atılmış ve öyle de bırakılmışlar gibi acziyetlerini öfkeyle ifade etmeye başlıyorlar. Hayatın içinde haksızlığa uğramış olduklarını ve herkesin aslında daha mutlu ve daha şanslı olduğunu düşünerek gizliden gizliye hayata, onun sahibine ve kadere öfke duymaya başlıyorlar. Bunu bazen bilerek, çoğu zamanda farkında olmadan ve düşünmeden dile getiriyorlar.

Zamanla bu o kadar kanıksanıyor ki, yolda karşılaştığınız bir arkadaşınız, bugün çok iyiyim her şey yolunda dediğinde ve mutlu göründüğünde bile, bu halin gerçekliğini sorgulamaya başlıyoruz. Kendini özellikle böyle göstermeye çalıştığını, bu şekilde imaj oluşturduğunu, sıkıntısını bastırdığını ya da fazla düşünmediği için böyle mutlu göründüğünü düşünebiliyoruz. Kendini mutlu etmeye, hayata tutunmaya çalışan insanları da ya kafa karıştırıcı sorularla sorguluyoruz ya da onu kendi mutsuzluk bataklığımıza çekmeye çalışıyoruz.

Modern dünyada, dış görünümlerdeki benzerlik zamanla ruhlara da yansımaya başlıyor. Herkes birbirine benzediği gibi şikâyetlerin muhtevası da bu aynılaşmadan nasibini alıyor. Sonuçta, herkes yorgun, hasta, endişeli, kaygılı, sabırsız ve bıkkın bir halde etrafta dolaşmaya başlıyor. Asık suratlar ve memnuniyetsiz ruhlar sadece kendilerine değil, çevrelerindeki insanlara da olumsuz duygularını enjekte ettikleri gibi etraflarına yaydıkları olumsuz enerji ile de içinde nefes alınamayan ortamlar oluşturuyorlar.

Bunun yanı sıra, sahip olduklarımızda zamanla değerini yitirmeye başlıyor. Kendi hoşnutsuzluğumuz elimizdekileri de değersizmiş gibi gösteriyor. Oysa bir zamanlar onlara sahip olabilmek için ne çok duâ etmiştik… Ne çok istemiştik bizim olmalarını…. Şimdi bizim yanımızda olmalarına rağmen gözümüze görünmemeleri ne acı… Azıcık kaybetme korkusu yaşasak, belki de eteklerimiz tutuşacak, ama gözümüzün önünde olunca fark edilmemeleri ya da hep oradaymışçasına davranmamız ne büyük haksızlık… İnsan elindekilere aşinalık yaşamaya başladığında onların ne kadar kıymetli olduğunu ne yazık ki unutabiliyor. Elimizdekileri hep elimizde kalacakmış gibi hor kullanıyoruz. Onlara dair farkındalığımız da zamanla azalıyor.

Bugün bu durumu tersine çevirebilmek için küçük bir liste hazırlayalım… İçine bize verilen ve kaybetmek istemediğimiz şeyleri birer birer yazalım. Sonra bunların bazılarının hayatımızda artık olmadığını, elimizden alındığını düşünelim… Ne hissederdik o zaman? Ne yaşardık?

Kocaman bir boşluk ve acı yüreğimize otururdu, onları fark etmeden yaşadığımız zamana acıyıp dururduk. İşte bu yüzden insan elindekilerin farkına vardıkça, bunlar için minnettar oldukça kendini daha iyi ve daha mutlu hisseder. Bugün hayatımıza yeni bir terapi yöntemi ekleyelim… Mutluluk için yeni bir reçete… Yeni bir ilâç…

Şükür terapisi…

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Nurcu olmak suç mudur?


A+ | A-

Yüksek Askerî Şûrâ ile ordudan atılan subayların durumlarının tartışıldığı İskele-Sancak isimli açık oturum programında bir sual ile karşı karşıya kaldım. Program sunucusu ve yöneticisi Sayın Erhan Çelik, herhangi bir guruba üye olup olmadığımı, sordu.

Ben de, gençliğimden beri Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini okuduğumu ve çok istifade ettiğimi söyleyerek bu eserleri okuyanlara toplumumuzda “Nurcu” adının verildiğini ve benim de bu guruptan sayılabileceğimi, ifade ettim.

Açık oturumun konusu YAŞ’zedelerin mağduriyetlerinin dile getirilmesi olduğundan dolayı böyle bir cevabın “dindar subayların ordudan atılmasına bir gerekçe ve malzeme” olabileceğini söyleyen arkadaşlarım oldu. Hatta ‘takıyye’ yapmam gerektiğini zira bir cemaate mensup olanların orduda görev yapmasının doğru olmadığını, bunların ordudan atılmasının da haklı olduğunu anlatmaya çalışan eski meslektaşlarım oldu.

Buna mukabil sayısız kişi ve arkadaşım eğip bükmeden çok güzel bir cevap verdiğimi söyleyerek tebrik ve teşekkürlerini iletti.

Bu konu ile ilgili olarak düşüncelerimi okuyucularımla paylaşmak istiyorum. Her şeyden önce dinî eserleri okumak ve dinî bir cemaate mensup olmak kat’a ve asla suç değildir. Dinî ve imanî konularda elbette bu konuda uzman olarak bilinen âlimlere müracaat edilecektir. Ahiret, iman ve ibadet konusunda doğru dürüst abdest almasını bilmeyen bir komutana mı soru sorulacak, onun düşüncesine göre mi hareket edilecek? Bu kadar saçma bir şey olabilir mi? Elbette asrımızın en büyük hastalığı olan inançsızlık bataklığından kurtulmak için Bediüzzaman’ın eserlerine müracaat edilecektir.

Buna mukabil askerlik mesleğini profesyonel olarak yapan subay ve astsubaylar, meslekî konularda elbette komutanlarına müracaat edecek üst rütbelerdeki yöneticilerden almış olduğu emirleri tereddütsüz olarak yerine getirecektir. Aksini düşünen bir insanın silâhlı kuvvetlerde görev yapması doğru değildir. Zaten “işini ehline vermek” Peygamberimizin (a.s.m) bir emridir. Her konuda ihtisas sahibi ve sorumluluk pozisyonunda bulunanların sözleri değerlidir. Sapla samanı karıştırmamak gerekir.

Bediüzzaman’a 100 yıl önce soruyorlar: “Her şeyden evvel, bize lâzım olan nedir?”

Cevap olarak “doğruluk” der. Daha sonra “yalan söylememek”, üçüncü olarak da “sıdk, ihlâs, sadakat, sebat ve tesanüt” ün bize gerekli olduğunu söyler. Görüldüğü gibi her üç cevapta da doğruluğun öneminden bahsetmiştir. Zira imanın mahiyetinin doğruluk olduğunu, Allah’a olan inançsızlığın ise yalancılıktan kaynaklandığını ifade eder.

Evet, Ehli Sünnet, takıyye yapmayı, yani inanmadığı ve sevmediği halde inanmış ve sevmiş gibi görünmeyi reddeder. Şiîlik mezhebi buna cevaz verse de İmam-ı Azam mezhebine uyan bizlere uymaz. Günahtır, yasaktır.

Bir Müslüman, eğer cevap verdiği takdirde güç duruma düşeceğini zannediyorsa en fazla susma hakkını kullanır. Fakat asla yalan söylemez. İşte 14 asırdır insanların kalplerini kazanarak onların öbek öbek İslâma geçmesindeki esas olan sır budur. İslâmiyet sanıldığının aksine kılıç zoruyla değil gönülleri feth ederek yayılmıştır.

İslâmiyet’in ve onun en önemli müracaat kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’in günümüzdeki en güzel tefsiri olan Risâle-i Nur Külliyatı, en dehşetli hastalık olan dinsizliğin en büyük düşmanıdır. Bediüzzaman’ın bu harika tefsirini okuyan insanlar imanlarını takviye ederek cemiyetimize faydalı birer unsur haline gelmektedirler.

Adam öldürerek hapse girmiş bir mahkûm bu eserleri okuduktan sonra tahtakurularını bile öldürmekten korkmaya başlamıştır. Bunun gibi binlerce örnek mevcuttur. Eğer “ben imanımı muhafaza etmek istiyorum” diyen varsa ona verilecek en güzel eser “Nur” külliyatıdır.

Bu eserleri okumak ve imanını kuvvetlendirmek suç olamaz. Zaten binlerce mahkeme bu konuda karar vermiş didik didik edilmesine rağmen bu eserlerde suç unsuru bulamadıklarını itiraf etmişlerdir.

Asker veya herhangi bir memurun bu eserleri okuyarak dinine olan inancını koruması ve muhafaza etmesi kimseyi rahatsız etmemelidir. Onları “şucu-bucu” diyerek karalamak, işlerine haksız yere son vermek büyük bir yanlış ve zulümdür.

Eğer bir kişi, işi ile ilgili kurallara uymuyor ve görevini aksatıyor ise yapılması gereken çok basittir. Öncelikle o kişi ikaz edilir. Yok, eğer fayda vermiyor ise idarî ve adlî makamlara müracaat edilerek yasal işlem yapılır. Yoksa sen şuna inanıyorsun, düşüncelerin yanlış diyerek suçlama yapmak hatta “namaz kılıyorsun” veya “eşin başörtüsü takıyor” diyerek insanların işine son vermek en hafif ifadesi ile vicdansızlıktır.

İşte bu yüzden “seni ordudan atanlara gerekçe verdin” diye ikaz eden dostlarıma Risâleleri okumanın asla suç olmadığını, bunu ifade etmenin de yanlış olmadığını söylemek isterim. Artık 2010 yılını dahi geride bırakıyoruz. Yersiz korku ve evhamlardan kurtulmamız gerekiyor. Eğer inançlarının gereğini yerine getirenlere “suçlu” olarak bakanlar var ise bu onların kusuru ve ayıbıdır. Onların keyfi için doğruluktan vazgeçilmez, vesselâm…

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Güncel ve ötesi


A+ | A-

Her ne kadar Yeni Asya için, “Eski sayıları bile güncel ve kendisini okutturuyor” denilse ve özellikle temel, kalıcı meselelerle ilgili yazılar cihetinden bu değerlendirme haklı olsa dahi, gazetenin ömrünün “bir gün” olduğu gerçeği elbette ki Yeni Asya için de geçerli.

Muhatap kitlenin geneli açısından gazete, üzerinde yazılı günün saatleri içinde okunup, bilâhare yerini sonraki günün gazetesine bırakır.

Birbirini takip eden günler peş peşe geldikçe sayılar eskir ve ancak arşiv meraklılarıyla araştırmacıların başvuracağı bir kaynak haline gelir.

Gazetesini atmaya kıyamayıp gün gün biriktiren 40 yıllık Yeni Asya okurları da bu fasılda istisnaî bir kategori. Bu şekilde oluşturduğu arşivi geçenlerde Yeni Asya kütüphanesine bağışlayan ve bu sebeple teşekkür borçlu olduğumuz Ankaralı okuyucumuz İsmail Yaman bunlardan.

Birçok yerdeki okurlarımız içinde İsmail Yaman gibi başka isimlerin de olduğunu biliyoruz.

Ve bunu, Yeni Asya ailesine has orijnal güzelliklerden biri olarak kayıtlarımıza geçiriyoruz.

Bunlar bir yana, dediğimiz gibi, günlük gazete, adı üzerinde esas itibarıyla o güne hitap etmek; o gün hangi konular gündemde ise, onlara dair yorum yapıp mesaj vermek durumunda.

Gazeteden öncelikle beklenen şey bu.

Günceli ve oradaki satır aralarını yakalayıp, kendi özgün duruşu çerçevesinde yorumlamak.

Dahası, farklı gündemler oluşturabilmek.

Yeni Asya bunu, kendi değişmeyen ölçü ve değerleri çerçevesinde yapmaya çalışıyor. Zaman zaman tuzaklarla dolu olabilen başka gündemlere tâbi olmadan ve eğer mümkünse onları doğru bir istikamete kanalize etmeye çalışıyor.

Mümkün olmadığını gördüğü hallerde ise o maksatlı ve yapay gündemleri ademe mahkûm ediyor, ilgilenmiyor, kendi dünyasına taşımıyor.

Ve kimi zaman da kendi inanç ve değerleri çerçevesinde orijinal gündemler oluşturuyor.

Bütün bunlar, “güncel”i, yani değişen olayları değişmeyen ölçü ve prensiplere göre yorumlama ekseninde yapılıyor. Güncelden kopmadan, güncel ötesi, yani her zaman geçerliliğini koruyacak değerlendirme ve tahliller ortaya koyuyor.

Bu kolay bir iş değil. Ama gazete olarak çıkıyorsak, bunu başarmak zorundayız. Ve bunu, yapay gündemlere kapılmadan, maksatlı olarak estirilen rüzgârlara teslim olmadan ve gerektiğinde akıntıya karşı kürek çekerek, kendi özgün duruş ve üslûbumuzla yapmak durumundayız.

1993-4’te bir dönem gazetemize haftalık yazılarıyla katkıda bulunan Necmettin Türinay, Yeni Asya’yı “günlük dergi” olarak nitelemişti. Bu ifadesiyle, kaliteli tefekkürî ve edebî yazıların gazete içeriğindeki yoğunluğuna atıf yapıyordu.

Ve yazının başından beri anlatmaya çalıştığımız noktaya vurgu yaparak, “güncel” muhtevanın geliştirilmesi gereğini söylüyordu Türinay.

Bu konu, halen de çok önemli bir mesele olarak önümüzde duruyor. Günceli yakalayan özel haber ve dosyalar, bunları Risale-i Nur ölçüleri muvacehesinde tahlil eden özgün yorumlar açısından muhtevayı zenginleştirmemiz gerekiyor.

Bunun için de, risaleleri iyi hazmetmiş, medyayı Zübeyir Gündüzalp sisteminde takip ederek, oradaki yayınlardan olumsuz anlamda etkilenmeyecek yapı ve dirayete sahip, dolduruşa gelmeyen, satır aralarını ve arkaplanı iyi okuyabilen, ifrat ve tefrite kaçmadan itidal ve dengeyi koruyabilen, kendi orijinal duruşumuzda sebat eden yetişmiş kadrolara çok büyük ihtiyaç var.

Bu kadrolar, Üstadın “Bize bir nesl-i cedid lâzım” diyerek ifade ettiği, “tecrübe, hamiyet, nur-u kalp ve nur-u fikri,” bir başka ifadeyle salâhatla mahareti birleştiren yeni nesillerin medyada görev üstlenecek olanlarına tekabül ediyor.

Ve hepimiz o nesilleri göreve çağırıyoruz.

* En son Sakarya iftarında ve ertesi gün Geyve’de görüştüğümüz temsilcimiz İ. Hakkı Demir’in de terhis belgesini alıp berzaha kanatlandığını öğrendik. Ruhu şad, mekânı Cennet olsun.

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Selim GÜNDÜZALP

Estağfirullah


A+ | A-

Bu sabah yatağımda mahmur bir yüzle, yaşadığım günleri düşündüm. Alıp verdiğim nefesleri hesapladım. Bir günün içerisinde kaç nefes alıp verdiğimi... Sonra, şunca zaman her sabah ama her sabah gözlerimi nasıl açıp da dünyaya baktığımı düşündüm. Ve her akşam gözlerimi nasıl kapadığımı… Saydım ayları, yılları…

Sonra hiç üşenmedim, büluğ çağından itibaren bütün yılları, yaşadığım bu yıla kadar tek tek saydım. O yılların içindeki önemli olayları ve onların üzerimde bıraktığı izleri, kırılma noktalarını düşündüm. Bazen sevindim, bazen üzüldüm. Yanlışlarım, günahlarım için istiğfar ettim.

Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah…

Evet, Rabbim, ne kadar büyük bir imkân, ne kadar büyük bir iman, ne kadar büyük bir imtihan koymuş önümüze. Koymuş da bazen haberimiz olmuyor.

Okulun müdürü, görevini bırakıp hademenin işleriyle uğraşsa, fabrikanın müdürü makamını terk etse, başka bir yerde vaktini geçirmeye kalksa, işler nasıl karışır, alt üst olur, değil mi?

İşte biz de böyleyiz bu kâinatta, bu dünyada. Ustabaşı, dellâl hükmündeyiz.

Bir komutan bulunduğu taburu ya da bölüğü terk edince nasıl bir boşluk oluşuyorsa, insan da bu dünyadaki görevini terk edince, yapılması gerekeni yapmayınca, her şey mânen ve maddeten öyle de boşluğa düşüyor ve insan sorumlu oluyor bundan.

Şükür ki, bunu hisseden hassas bir cihaz var içimizde. Uzaklaşınca Rabbimizden, sinyaller hemen gelmeye başlıyor. Vicdanımız basıyor feryadı, basıyor çığlığı, uyarıyor duygularımızı. Yine ve yeniden, Allah ile olmak ve O'na sığınmak zamanıdır diyor.

Annesinin elinden kurtulmaya çalışan çocuğa inat, o annenin şefkatli elleri bırakmıyor, tutup yakalayıveriyor.

Rahman’ın rahmeti de tutup bir yanımızdan çekiyor bizi kendisine. Başıboş kalmamıza razı olmuyor. Bir ilham düşürüyor içimize. Bir işaret veriyor kalbimize. Hayatımızın yönünü çeviriyor kendisine. Ruhumuz o ilhamın ve işaretin güzelliğiyle yeni baştan onarılıp, yeni baştan yaşamaya azmediyor.

Allah’ım, Sen kolaylaştırınca, vücudumuzun taşıyacağı yükler ağır gelmiyor. Aslında kalbimizin taşıdığı yüklerin ağırlığı altında eziliyoruz da farkında değiliz.

Fuzulî işlerden, bizi, bize ait olmayan yüklerden ve o yüklerin altında ezilip inlemekten, kaybolup gitmekten muhafaza eyle.

O coşkulu bayram günlerinin ardından, ruhumuz o güzellikleri hasretle anıyor, üzülüyor gidişine. Bir yanımız üşüyor şimdi. Rahmetinin en coşkun, en kaynayan tarafından ısıtan, ama yakmayan tarafından uzak kalışına yanıyor şimdi.

Varsın, böyle güzel duygularımız olsun. Varsın, nimetlerine karşı hasretimiz, özlemimiz olsun. Varsın, Senden ayrı kalışımıza yanan bir yanımız olsun hep.

Nefis ve şeytan da varsın, desin:

“Rabbinle konuşmaya ve huzuruna durmaya hâlâ yüzün var mı senin?”

Varsın, daha nice sözler söylesin. Senin huzuruna gelmekten bizi ayartmaya çalışsın. Varsın, engellemeye kalksın.

Euzübillâhi-min’eşşeytanir-racim…

Aramızdaki engelleri kaldırmaya muktedir olan Sensin. Nerde bizde o güç? Nerde bizde o tâkat? Nefsimize değil, gölgemize gücümüz yetmez bizim.

Bildiğimiz tek şey, kalbimiz Sensiz olamaz, Sensiz yapamaz Rabbim. Çoğalan işlerin, lüzumsuz şeylerin ardından koşup ömrümüzü tüketmemize izin verme yâ Rab!

Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah…

Bir bayram sonrası, küçük de olsa bir iç muhasebe. O büyük muhasebe öncesi işe yarıyor. Ruhun tortularını alıyor, kalbin kirecini söküyor. Aklı keskinleştiriyor.

Hangi nimetini düşünmeye kalksam, mahcubiyetten başım öne düşüyor. Sebeplere bel bağlamış olmaktan hicap ediyorum.

Ey Müsebbib’ül-Esbâb!

En kavî sebebin eli dahi, Senin yarattığın değil bir çiçeği, bir dikeni bile yapmaya yetmez.

Kim, ne verirse versin; veren, gönderen Sensin.

Hayatı veren Sensin. Hayatımıza lâzım olan her şeyi de veren, gönderen Sensin. Yine de unutuyoruz, affet Allah’ım!

Bu nimetleri Senden başka kim verebilir?

İşte, bir nefes hava nimeti… Burnumuzun önünde duruyor. En bol ve en ucuz nimet. Bir nefes içimize alamasak, bittik, gittik… En hayatî nimetleri en kolay yoldan, en ucuzundan veriyorsun. Şükürden başka bir şey de beklemiyorsun.

Sen sonsuz rahmet sahibisin. Sevgin ve şefkatin, bir an olsun, üzerimizden hiç eksilmiyor.

Hayatı veren Sensin, hayatımıza lâzım olan her şeyi veren, gönderen de Sensin.

Kalbimin hayatı, hayatımın hayatı olan imanı veren de Sensin.

O iman ki, işte bunları düşündürüyor, tefekkür ettiriyor. Tefekkür ki, teşekkürdür Sana, nimetleri Senden bilmektir.

Annesinin elinden kurtulmaya çalışan çocuğa inat, rahmetin bizi çekip kurtarıyor nice yangınlardan, nice tehlikelerden.

Yine de farkında değiliz. Şuursuzca atılmak istiyoruz ateşlerin içine. Yine Sen, o sonsuz rahmetinle, şefkatinle, sevginle çekip çıkarıyorsun, bizi nice badirelerden kurtarıyorsun. Nice tehlikeli dönemeçlerden rahmetinle tutup çekiyorsun, çıkarıyorsun.

Bir günde bu, kim bilir, kaç defa oluyor? Farkında bile değiliz. Nasıl korunduğumuzun hiç, ama hiç farkında değiliz.

Dünyamızı, kâinatımızı, vücudumuzu, hayatımızı nasıl rahmetinle sarıp sarmaladığının hiç, ama hiç farkında değiliz.

Bazen o mini minnacık aklımızla, bilgimizle verdiğimiz o küçücük kararların, cüz’î irademizin sadece bir meyli olan o talebin, o istemenin neticesinde meydana gelen o büyük şeylerin Senin izninle, iradenle yaratıldığını düşünmenin şuurundan uzaklaşmak üzereyken, sonsuz rahmetinin bir cilvesiyle yine gaflette bırakmıyorsun bizi. Seni seven, Senden ayrı kaldığına üzülen kalpleri çekiyorsun yine kendine doğru.

Allah’ım, riyakârlığın her türlüsünden, gösterişin her çeşidinden, ibadetlerimizle çalım satmanın, kendimize ait olmayan ne varsa, hepsi Sana ait olan o nimetlerin her biriyle gururlanıp hava atmaktan Sana sığınırız.

Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah…

Ömrümde alıp verdiğim o mukaddes her nefes için, Allah’ım, estağfirullah…

Her “estağfirullah” için de bir estağfirullah…

Münezzehsin her türlü kusurdan ve noksandan.

Sübhaneke!

Her bir nimetin için;

Elhamdülillah!

Senden büyük yok Allah’ım, yok! Şanın yücedir.

Allahuekber!

Ne yapıyorsan, güzeldir.

Mâşâallah…

Sübhan olan Allah’ım, mâşâallah.

Affeyle yâ Rabbi!

Bir bayram sonrası, karışık ve kesrete dalmış aklıyla, lekelenmiş diliyle, gölgelenmiş ve sönmüş olan kalbiyle, Senden af dileyen kulunu ve kullarını affeyle yâ Rabbi…

Gözünü açmaya çalışanın, gözünü açmasını ilham eden de Sensin. O gözün gördüklerini yaratan da Sensin. Ayağa kalkmak isteyenleri kaldıran da Sensin. Yürümek isteyenleri yürüten de Sensin. Duâ edip Senden af dileyenleri huzurunda tutan da Sensin. Ve duâları kabul eden de Sensin.

Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah…

Kayyum’sun. Hayatımıza renk ve âhenk veren Sensin.

“Renginle boyanmışım, solmazam artık” diyor ya Yûnus, renginle, o güzel binbir Esma-i hüsnân ile hemhâl olmayı ve boyanmayı nasip eyle bize de yâ Rab!

Senden uzaklaşan kalbimiz inliyor, ağlıyor. Annesinden uzaklaşan bir küçük çocuk gibi. Biraz naz, biraz niyaz ile kendine doğru uzanan eli tutmak istiyor, o şefkatli sesi duymak istiyor: “Gel buraya. Bak, düşersin. Gel buraya.” diyen o sesi duymak istiyor.

O sözün arkasındaki o şefkatli sesin söylemek istediği kelimeleri o annenin ağzına koyan ve o çocuğun kulağına ulaştıran da Sensin.

Ne kadar çok işleri, istekleri, dilekleri vardır insanların. Bu kâinattaki her bir canlının her bir dileğini bilen de, gören de Sensin. Rahmetin ne kadar büyük.

Duâlarımıza hemen cevap geliyor. Duâlarımız ki, hiç katından boş dönmüyor Allah’ım.

Kapından, huzurundan ayırma yâ Rab! Kulluğun asil bir sırrı olan duâdan, Senin huzurunda ve kapında Seninle konuşmaktan, derdimizi, hâlimizi Sana arz edip Seninle dertleşmekten bizi uzaklaştırma yâ Rab!

Âmin…

Ramazan bitti, gitti diye üzülenlere Şevval “Merhaba” diyor. “Ramazan’ın o güzel günlerini hatırlatmak için buradayım.” diyor.

Şevvaliniz mübarek olsun. Ramazan’dan kalan esintilerin Şevval’e de taşınması dileğiyle…

Bir Asr-i Saadet öyküsü

“Şehâdet belgesi”

Hz. Peygamber (asm) anlatıyor:

Allah-u Teâlâ, ümmetimin içerisinden bir adamı kıyâmet gününde bütün halkın huzurunda hesâbını görürken kurtaracaktır. O kimsenin önüne doksan adet amel sâhifesi serecektir ki, onun her sâhifesi gözün görebildiği kadar uzun olacaktır.

Allah bu adama:

“Bunlardan ‘Ben bunu yapmadım’ dediğin, inkâr ettiğin bir şey var mı? Amelleri kaydeden yazıcı meleklerim haksızlık etti mi?” diye soracaktır.

Adam:

“Hayır, haksızlık etmediler, ey Rabbim” diyecektir.

Allahü Teâlâ:

“Bunlar için söyleyeceğin bir özrün var mı?” diyecektir.

Adam:

“Hayır, bir özrüm yok, ey Rabbim,” diyecektir.

Allah-u Teâlâ:

“Evet, dediklerinin hepsi doğru, ancak senin bizim katımızda yazılı olan bir de iyi amelin vardır. Ve bugün sana asla haksızlık yapılmayacaktır,” buyuracaktır.

Bunun üzerine içerisinde, “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlûhû” (Allah’tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim; Muhammed’in de Allah’ın kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim) diye yazılı olan bir belge çıkarılacak ve Allahü Teâlâ kendisine:

“Amellerin tartılmasına hazır ol!” diyecektir.

Adam:

“Ey Rabbim, bu kadar günahla dolu sahifelerin yanında bu belge ne kıymet ifâde eder ki?” diye soracaktır.

Allah-u Teâlâ:

“Sana kesinlikle haksızlık edilmeyecektir” diye cevap verecektir. Sonra o belge terâzinin bir kefesine, günahlarla dolu sâhifeler de diğer kefesine konulacak ve neticede, diğer sâhifeler hafif gelecek, belgenin yazılı bulunduğu kefe ağır gelecektir. Zira Allah’ın ismi ile tartılan hiçbir şey, O’nun isminden daha ağır gelemez!”

(S.Gündüzalp, Bir Gül Demeti, s. 211)

19.09.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Yunanlılara teşekkür!


A+ | A-

Yunanlılara, daha doğrusu Yunan asıllı Amerikalılara teşekkür borçluyuz. Çünkü onlar bize “Ayasofya Camii”ni hatırlattılar!

Bir kaç gün önce Yunanistan ile Türkiye arasında neredeyse diplomatik bir kriz çıkacaktı. Krizin sebebi, Ayasofya’da ‘ayin’ yapmak isteyen yaklaşık 250 kişilik bir grubun Türkiye’ye hareket etmesiydi. Gün boyu televizyonlar bu konuyu “birinci haber” olarak gördü ve çok sayıda “uzman”dan görüş alındı.

Görüş beyan eden uzmanların neredeyse tamamı, “Ayasofya’da ayin” yapmanın mümkün olmadığını, çünkü oranın bir “müze” olduğunu söylediler. Doğru, Ayasofya yıllardan beri “müze” ama başlangıçta “müze” olarak açılmamış ki?

Yunan kökenli Amerikalıların böyle bir talepte bulunması, unutmak istediğimiz “Ayasofya problemi”ni gündemimize taşımış oldu. Düşünün, hangi maksatla olursa olsun bir Hristiyan grup, Yunanistan’dan yola çıkıp “Biz Ayasofya’da ‘ayin’ yapacağız” diyor; kendine göre bir zahmeti, bir eziyeti, bir riski göze alıyor; ama yıllar yılı “Ayasofya camie çevrilsin” diye haklı olarak ısrar eden bizler sus-pus haldeyiz!

Ayasofya’da ayin yapmak için yola çıkan grup, iç ve dış tepkiler sebebiyle bu eyleminden vazgeçti; ama biz “Ayasofya cami olarak açılsın” ısrarından vazgeçemeyiz. Bu noktada bir konu gözardı ediliyor: Ayasofya’nın ‘müze’ olarak kalmasından Türkiye’nin bir menfaati yok. Üstelik, Bediüzzaman’ın “Ayasofya cami olarak hizmete açılsın” anlamındaki ısrarı da boşuna olmasa gerek. Hatırlamak lâzım ki büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî, bu konuda çok ısrarcı olmuş ve şöyle yazmıştır: “Ankara’ya bu defa geldiğimin mühim bir sebebi, İslâmiyete ciddî taraftar Dahiliye Vekili Namık Gedik’i görmek ve İslâmiyetin kahramanı olan Adnan Beye ve Tevfik İleri gibi mühim zatlara bir hakikatı söylemektir ki: Hem Demokrata ezan-ı Muhammedî gibi çok kuvvet vermek ve Risâle-i Nur’un neşrine müsaadesi gibi çok taraftar olmak ve âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hıristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı müzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmaktır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 349)

“Âlem-i İslâmı, hattâ bir kısım Hristiyan devletlerini de memnun etmek için, Ayasofya’yı müzahrafattan temizleyip ibadet mahalli yapmak” tesbiti çok önemli. Pek bilinmiyor, ama demek ki Hristiyan âlemine de sorulsa, onlar da Ayasofya’nın “ibadet mahalli” olmasını isteyecek.

Bu ısrar ve bu müjde elbette bir gün gerçek olacak. Bunun için Ayasofya konusunu unutmamız ve yok saymamız mümkün olamaz. “Ayasofya’da ayin yapmak istiyoruz” diyen Yunanlı Hristiyanlara, konuyu gündeme taşıdıkları için teşekkür ederiz.

İnşâallah onlardan önce biz bu mabedde namaz kılarız...

19.09.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.