Sami CEBECİ |
|
Hava tabakasının en mühim vazifesi |
Dünyamız, kâinatın içinde seçilmiş ve cin ve insanlar için bir imtihan meydanı olarak tercih edilmiştir. Cenâb-ı Hak, kâinat ve dünyayı insan için, insanı da kendisine iman ve ibâdet için yaratmıştır. Bunun dışındaki yorum ve îzahlar, dalâletten başka bir şey değildir. Zirâ, insanı ve kâinatı yaratan Allah’tır. Bu hususta söz söyleme hakkı elbette Allah’a âittir. Atmosfer dediğimiz ve yerden yaklaşık üç yüz kilometreye kadar yükselen hava tabakalarının vazifeleri ancak Allah (cc) tarafından bilinebilir. Bilebildiklerimiz ise, bilemediklerimizin yanında hiçtir. Canlıların nefes almasından ses ve görüntülerin nakline, yelkenli gemilerin yürütülmesinden gayb âlemlerini ilgilendiren konulara kadar binlerce, hatta milyonlarca vazifesi bulunan hava nimetini basit görmek ve nimet olduğunun farkına bile varmamak gaflet ve dalâletin en dehşetli bir hâlidir. “Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi ‘Kelimât-ı tayyibe O’na yükselir.’ âyetinin sırrıyla; güzel ve mânidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin, kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlâhî ile intişar etmesiyle, bütün küre-i havada melâike ve ruhanîlere işittirmek ve arş-ı âzam tarafına sevk etmek için kudret-i İlâhî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır.” (Nur Âleminin Bir Anahtarı, s. 18) Gökler âlemine kıyasla basit ve hakîr görünen dünyayı canlılarla şenlendiren, hatta ölmüş hayvanların bile bedenlerinde yeni canlılar yaratan Yüce Kudret, semâvât âlemlerini dolduran hadsiz yıldızları da boş bırakmamış ve hadsiz melâikelerle şenlendirmiştir. O melâikeler de bu kâinat memleketinin seyircileri, nihayetsiz san'atlı varlıkların hayret edicileri ve Saltanat-ı Rububiyetin dellâllarıdırlar. Âlemin her tarafında bulundukları gibi, yeryüzünde de vardırlar. İnsanların ağızlarından çıkan Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerini, onların hakikatlerini ve bütün güzel kelimeleri iştiyakla dinlerler. İman hakikatlerinin müzakere edildiği sohbet meclislerini doldurup, hayretle dinleyip, orada hazır olanlar için meclis dağılıncaya kadar mağfiretle duâ ederler. Hadislerin bize verdiği haber budur. Hava tabakası yalnız insanlara ve sâir hayvanâta değil, cin ve melâike denilen ruhanî varlıklara da bir takım vazifeler icrâ ediyor. Bir anda milyarlarca kelimenin yazılıp silindiği bir yaz-boz tahtası olan hava sayfası, bir hadisin mânâsına da işâret ediyor. Bediüzzaman’ın da eserlerinde aktardığı bir hadis-i şerifte haber verilmiş ki: “Bir melâike var. Onun kırk bin başı, her başta kırk bin ağız, her ağızda kırk bin dil ve her dilde kırk bin tesbihat yapıyor.” demek o melek aynı anda altmış dört trilyon tesbihatı bir anda söylüyor. Üstadın yorumu ne kadar ilginçtir: Küre-i hava diyor ki: “Bu hadis benden veya bana nezârete memur melekten haber veriyor. Çünkü, insandaki bütün konuşmalar ve sâir bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufâtıyla ve söyleyenlerin şîveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki, küllî bir şuurla yapılan bu iş yalnız tek bir zerrenin vazifesi, ne bana, yani küre-i havaya ve ne de bütün esbâba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hazır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irâde ve muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.” (Nur Âleminin Bir Anahtarı, s. 40) Yeryüzünde söylenen ne kadar kelimât-ı tayyibe varsa, hususan Arafat’ta söylenen Allahü Ekber ve sâir mübarek kelimeler, semâvât âlemlerini çınlatıp, berzah tabakalarında da dalgalanıp seda veriyor. Hülâsa; hava tabakası, bilinen-bilinmeyen, madde ve mânâ âlemlerine bakan milyonlar, belki milyarlar vazifesiyle çok büyük neticelere hizmet ediyor. O neticeler, âhiret âlemlerinde tamamen ortaya çıkacak ve insanlar o neticelere göre ya mükâfat ya da ceza göreceklerdir. 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Kazım GÜLEÇYÜZ |
|
Uyum paketi ne oldu? |
![]() |
Seçim sürecinde tamamlanması gereken ve Başbakanın da o yönde taahhütte bulunduğu önemli konulardan biri, 12 Eylül referandumunda kabul edilen anayasa paketiyle ilgili uyum kanunlarının çıkarılması. Özellikle pakete “evet” oyu verilmesinde etkili olan maddelere ilişkin kanunlar, maksada uygun şekilde bir an önce gündeme gelmeli ve çıkmalı. YAŞ kararlarına yargı yolunun açılması ile AYM ve HSYK’nın yeni yapısına dair düzenlemeler bunların başında geliyor. Anayasanın ilgili maddelerinde yapılan değişikliklerin tamamlanıp uygulamaya yansıtılması bu kanunlara bağlı. Eğer bunlarda gecikme olursa, hem ilgili kurumlarda, hem de düzenlemelerin taallûk ettiği görev ve hizmet alanlarında ve dolayısıyla o kapsamdaki kesimlerde ciddî sıkıntılar yaşanır. Bunun faturası da özellikle hükümete çıkar. Nitekim sıkıntı işaretleri belirmeye başladı. Üye sayısı 11’den 17’ye çıkarıldıktan ve yeni üyeleri seçildikten sonra Anayasa Mahkemesinin bu yeni duruma intibakta zorlandığı ve sıkıntı çektiği, dolayısıyla anayasa değişikliğine paralel uyum kanununun en kısa sürede çıkarılması gerektiği yönündeki haberler, bunun ilk sinyalleri. Bilindiği gibi, aynı değişiklikle “AYM’ye bireysel başvuru hakkı”da getirildi. Bu hakkın ne şekilde kullanılacağının usul ve prosedürleri ile mahkemenin bu dâvâlara nasıl bakacağına ilişkin düzenlemelerin de yapılması icab ediyor. Ve paket çıktıktan sonra bu konuyla ilgili olarak AYM Başkanlığından yapılan açıklamada, bireysel başvuru sistemini yürürlüğe koyacak esasların belirleneceği uyum düzenlemeleri için iki senelik bir süreye ihtiyaç olduğu, dolayısıyla şu an itibarıyla bu hususta yapılacak başvuruların işleme konulamayacağı deklare edilmişti. Yani, üç ayı geride kalsa da, bu iş için hâlâ iki yıla yakın bir süre var. Ama zamanın göz açıp kapayıncaya kadar hızla geçtiği de unutulmasın. Bir diğer konu HSYK’daki yeni yapı. Orada da yeni üyelerin seçimleri yapıldı ve sistem ona göre çalışmaya başladı. Ancak uyum kanunu ihtiyacı bu kurul için de söz konusu. Ve Adalet Bakanlığınca hazırlanan gündemdeki taslakta öngörülen ve özellikle geçmişteki HSYK mağdurlarının durumunu düzeltmeye yönelik düzenlemelerin yetersizliğini dile getiren görüşler seslendiriliyor. Dahası, kurulun yeni yapısı içerisinde ortaya çıkabilecek herhangi bir sıkıntı ve aksamayı kollayıp, kendi açılarından ortalığı ayağa kaldırmak üzere pusuda ve tetikte bekleyenler de cabası. Mağduriyetlerin telâfisi noktasında HSYK’dakine benzer bir durum YAŞzedeler için de söz konusu. Karargâhta hazırlandığı anlaşılan uyum kanununda, mağdurların önce YAŞ’a, oradan olumlu sonuç çıkmadığı takdirde sonra AYİM’e yönlendirilmesini öngören düzenlemenin mağdurlar cenahında yol açtığı tepkiyi aktarmıştık. (30.11.10 tarihli “Paket ve YAŞzedeler” yazımız.) YAŞzedelerce kurulan ASDER’in düzenlediği bir toplantıya AKP’yi temsilen katılan milletvekili Cevdet Erdöl, konuşmasına “Bu konular aceleye gelmez” diye başlayınca “Otuz yıldır bekle babam bekle. Sizin sekiz yıllık döneminizde de durumumuz değişmedi. Ne yapacaksanız yapsanız da ölmeden görsek” diyerek tepki gösteren mağdurları şu sözlerle yatıştırmaya çalışmış: “Elde olan bütün mağduriyetler giderilecek. Sayın Başbakanımız konuyu çok yakından takip ediyor. Dört dörtlük bir hukukî metnin çıkması için çalışıyoruz. Bu iş seçim sonrasına kalmayacak...” (Serdar Arseven, Yeni Akit, 7.12.10) Elbette ki bu konular seçim sonrasına kalmamalı ve mağduriyetlerin giderilmesi yine bir seçim vaadi haline getirilmemeli. Dahası, Başbakanın yeni anayasa çalışmalarını erteleme gerekçelerinden biri olarak “Bu dönemde birinci işimiz uyum kanunlarını çıkarmak olacak, onlara yoğunlaşacağız” demesi de bunu gerektiriyor. Ama üç ay geçmesine rağmen bu konuda henüz somut bir gelişme olmaması normal mi? 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Ali FERŞADOĞLU |
|
Nur talebelerinin özellikleri (1) |
![]() |
Atomaltı, atom, hücre, bitki, hayvan, bütün unsurlar ve kâinat baştan başa itaatkâr bir memur gibi insana hizmet ediyor, ettiriliyor. Çünkü, insan halifedir, varlıkların padişahıdır. Peki insan kime hizmet etmeli? Herkes padişaha hizmet eder. Bundan dolayı padişah da dönüp hizmetçilere hizmet etmeyeceği gibi; insan da kendisine hizmet edenlere, hizmetçisi olan nefsine hizmet edemez! Kâinat, Kur’ân’ın kalem-i kudretle yazılımıdır bir anlamda. Kur’ân da kâinatın programıdır. İnsan kâinatın özetidir. Öyle ise, mü’min de, Nur Talebesi de, Kur’ân’a, imana hizmet etmeli değil mi? Hizmet deyince de, Kur’ân ve onun ilk, tam ve en orijinal tefsiri olan hadis ile Sünnet-i Seniyye hakikatlerini insanlara ulaştırmak, onların dünya huzuru ve bilhassa ahiret mutlulukları için çalışmaktır. Bu zamanda bu hizmetin en etkili ve en güzel yolu, Risâle-i Nur vasıtasıyla olur. Nur dairesinde hizmet ise, evvelâ ve bizzat ahirete bakar. Risâle-i Nur’un hizmetinde, şahsın vazifesi sadece tebliğdir; netice Allah’a aittir. Risâle-i Nur’un hizmet tarzında, iman ve ihlâstan sonra en büyük esas sebat ve metanettir. Risâle-i Nur hizmetinde, din ve dine hizmet, dünya hayatına basamak yapılmaz; çünkü, dini siyasete âlet etmeye imkân vermez. Dolayısıyla Nurcular bir siyasî cereyana dahil ve tâbi olmaz; sadece haklı tarafa yardımcı ve dost olur. Hizmet ehlinin temel özelliği, iman hizmetini her şeyin üzerinde tutar; imana hizmetini hiçbir şeye âlet etmez. Risâle-i Nur’lara sadâkat, sebat ve metanetle bağlanır; kerâmet ve keşfiyât aramaz. Dünya rahatına ehemmiyet vermez, onu istemez; dünyanın ücret yeri değil, hizmet yeri olduğunu bilir. Nur Talebesi diğer dindar kardeşleriyle münakaşaya girmez; sâir âlimlerin eserlerine karşı tavır almaz. Vazifesinin hizmet; neticenin ise Allah’a ait olduğunun; Risâle-i Nur’a hizmetin en birinci vazife olduğunun şuurundadır. Dolayısıyla hizmetteki sıkıntılara tahammül ve sabır gösterir. Ve Nur Talebesi, Şer’î meşvereti esas tutar. Desise ve hilelere metanet ve sebatla mukabele eder; adavet (düşmanlık) ve tarafgirlikle ihtilâfa düşmez.1 Nur Talebelerinin hizmette örnekleri, sahabelerdir. Zira onlar, İslâmiyeti tesis, Kur’ân’ın hükümlerini yaymak için mallarını, canlarını ortaya koydular; bütün dünyaya harp ilân ettiler.2 Akıl almaz işkencelere göğüs gerdiler.
Dipnotlar: 1- Hizmet Rehberi, Yeni Asya Neşriyat, s. 204, 152, 208, 212, 214, 446, 503, 441, 454, 452, 464, 470, 473, 479, 483, 507, 561, 579. 2- Sözler, s. 454. 08.12.2010 E-Posta: [email protected] [email protected] |
M. Latif SALİHOĞLU |
|
Şeâir, şahsî farzlardan daha önemli |
![]() |
Lûgatlere göre "şeâir–i İslâmiye", İslâmın belirtileri, adetleri, âdâbları, işaretleri, alâmetleri, simgeleri, sembolleri gibi mânâları ihtiva ediyor. Buna göre, çoğu Risâle–i Nur'da da bâriz şekilde ifade edildiği üzere, "ezan, cami, sarık, namaz, oruç (Ramazan–ı Şerifteki savm), zekât, hac, Bismillah, hutbe..." gibi bilhassa sosyal hayatta tezahürleri görülen adet ve ibadetler, aynı zamanda birer şeâir–i İslâmiyedir. Yine Risâle–i Nur'da ifade edildiği üzere, "Sünnet–i Seniyyenin içinde en mühimi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taallûk eden sünnetlerdir." Zirâ "Şeâir, âdeta hukuk–u umumiye nev’inden, cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur." Bu meselenin can alıcı bir diğer noktası, şu iki cümleyle ifade ediliyor: "Bu nevi şeâire riyâ giremez ve ilân edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir." (Lem'âlar, s. 58) Hakikatte, Habibullah'ın (asm) "âdâb" tâbir edilen sünnetlerinden hangi birine ittiba edilirse, o noktadaki âdetlerin tamamı ibadete çevrilir, ibadet hükmüne geçer. Bir kısmı farz olan "şeâir–i İslâmiye" ise, bütün cemiyeti alâkadar ve hukuk–u umumiye hükmüne geçtiği için, Müslümanlar için çok daha büyük bir ehemmiyet taşıyor. İşte, bu şeâirlerden biri—geçen hafta da temas ettiğimiz gibi—Resûl–i Ekrem'e (asm) mahsus en bâriz bir işaret ve alâmet olan "sarık"tır. Bu mühim meseleye, Üstad Bediüzzaman şu ifadelerle izahat getiriyor: "İncil’de zikredilen Sahibü’t–Tâc’ unvanı, Resul–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma mahsustur. Tac, 'amâme', yani sarık demektir. Eski zamanda, milletler içinde, milletçe umumiyet itibarıyla sarık ve agel saran kavm–i Araptır. İncil'de Sahibü’t–Tâc, kat'î olarak Resul–i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm demektir." (Mektubat, s. 171) Kralların, padişahların tâcı ayrı, Habibullah'ın tâcı ayrıdır. O Habibullah'a tabi ve ümmet olacak hemen herkesin bir şekilde başında taşıyabileceği bu tâcın "sarık" olduğuna şüphe yoktur. Geriye kalıyor, bu tâcın uygulanması, tatbik sahasına konulması meselesi. Sarığın dışarıda herkes tarafından giyilmesine dair ilk yasak, Sultan II. Mahmud'un fermânıyla konuldu. (3 Mart 1829) Bu tarihten yaklaşık bir asır sonra ise, sarığın yanı sıra, fes, takke, külâh, kalpak gibi hemen bütün "başlık kıyafetler" yasaklandı ve özellikle memurlara şapka giyme mecburiyeti getirildi. Uygulamada ise, konulan kànunlar da çiğnenerek, hususî ibadetlerde bile müdahale edildi ve sarık takan vatandaşlara çok ağır cezalar verildi. Neticede, hemen herkes başındaki sarığı çıkardı, onun yerine şapka giymeye mecbur edildi. İşte tam da bu hengâmede, istisnaî bir şahsiyet olarak karşımıza Bediüzzaman Said Nursî çıkıyor. O, Kur'ân hurufatını, Muhammedî ezan ve kameti terk etmediği gibi, başındaki sarığı da hiç çıkarmadı. Başındaki sarığı çıkarmaya onu zorlayanlara ise, boynunu gösterdi ve kat'î bir kararlılıkla "Bu sarık, bu başla beraber çıkar" cevabını verdi. Bu vakur duruşunu, hayatının sonuna kadar sürdürdü. Öyle ki, karakol, valilik gibi resmî makamlara çağrıldığında, yahut mahkemelere sevk edildiğinde, hatta mahkeme huzurunda dahi sarığını başından çıkarmadı. Evet, bu durum bir istisnadır ve bu zamanda ikinci bir örneğine de rastlanılmış değildir. Üstad Bediüzzaman, böylesi bir kararlılıkla, aslında "şeair–i İslâmiye"nin büsbütün terkine, yahut kesintiye uğramasına mâni olarak, bir bakıma bütün bir cemiyeti, yani bu vatandaki ümmeti vebâlden kurtarmıştır. Zira, yukarıda da ifade edildiği gibi, bir şeâirin terkiyle umum cemaat mes'ul duruma düşer. İşte, Üstad Bediüzzaman, âdeta kelle koltukta hem mühim bir şeâiri tatbik, hem "Sahibu't–Tâc"ın (asm) sünnetini idame ettirme yolunda hayatını ortaya koymuş, bu azim ve kararlılık içinde de ömrünü tamamlamıştır. Onun talebelerine gelince... Üstad Bediüzzaman'ın vefatından sonra, sarık sünneti, Nur Talebeleri için de hayatın ve bilhassa ibadetin ayrılmaz bir parçası, vazgeçilmez bir âdeti olmuştur, olmaya devam etmektedir. Nur dershanelerinin hemen tamamında sarık da var, cübbe de. Namazı kıldıran, bunları giyiniyor.... Habibullah'ın bu âzâm sünnetini nefsimizde tatbik ederken, hanemizde bulunan diğer efradın üzerindeki müsbet tesirini de unutmamalı. Sarık ve cübbe ile kılınan namazlar, mâsum çocukların duyguları üzerinde harikulâde güzellikte bir tesir icra eder. Anamız, bacımız, yahut eşimiz, sarığı yıkayıp astığında, her defasında Resûlullah'ı hatırlayacak ve bu sünnetin ihyasından dolayı o da hisseyâb olarak, içinde apayrı bir huşu ve huzuru duyacaktır. Konuyu yine aziz Üstad'tan bir vecize ve onun talebesi Zübeyir Gündüzalp'in Konferansından bir iktibas ile tamamlayalım. "Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet–i Seniyyenin ittibâını istilzam edip intaç ediyor. Ne mutlu o kimseye ki, Sünnet–i Seniyyeye ittibâından hissesi ziyade ola." (Mektubat, s. 171) "Bu asra öyle bir Kur’ân tefsiri lâzım ve elzemdir ki, ...Sünnet–i Seniyyeye ve İslâmiyetin şeâirine muhâlif olarak yapılan şeyleri fark ettirip sünnet–i Peygamberîye (asm) ittibâı ders versin ve ihyâ etmek cehdini uyandırsın. "İşte, Risâle–i Nur’un böyle hâsiyetleri hâvi bir Kur’ân tefsiri olduğu, ehl–i hakikatin tasdikiyle sabittir." (Konferans) 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Süleyman KÖSMENE |
|
İnnâ ileyhi râciûn |
![]() |
Âhiret kendisini her an her şekilde hissettiriyor. Ölüm, tecellîleriyle üzerimizde defalarca farkındalık yapıyor. Yani kendisinin farkında olmamızı sağlıyor. Bunun için dinimizde ölümlere dikkat çekilmiştir ve ölenlerle ilgili görevler farz-ı kifaye derecesinde emredilmiştir. Bunun başlıca iki önemli hikmeti vardır: 1- İnsan mükerrem bir varlıktır. Ahirete giderken hürmetle uğurlanır ve Allah’a emanet edilir. 2- Ölüm ahiret yolcusunun uğramak zorunda olduğu bir geçittir. Bu geçit, her saniye binlerce ölümle kendisini hep gündemde tutmuştur. Kur’ân mü’mini şöyle takdir ediyor: “Onlar, kendilerine bir musîbet geldiği zaman, ‘Biz Allah için varız ve biz Allah’a döneceğiz’ derler.” 1 Âyetten anlıyoruz ki: Mü’min, ölüm veya ölüme götüren musîbetlerden her- hangi birisi geldiğinde, Allah’a dayanmalı, Allah için yaşadığını ve Allah’a döneceğini hatırlamalı ve sabretmeli. Esasen başka yapacak bir şey de kalmıyor. Nitekim yapılabilecek şeyler varsa yapıyorsunuz ve bu inançlarınızla zaten çelişmiyor. Ama yapılabilecek bir şey kalmadığı zaman, gücünüz tükendiği zaman, bütün esbab sukût ettiği ve aleyhinize ittifak ettiği zaman, Kur’ân’ın ifadesiyle yapacak tek şey kalıyor: “İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciun” diyerek Allah’a teslim olmak ve Allah’tan gelen her şeye rıza göstermek! Şifa bunda, çare bunda, huzur bunda, umut bunda, teselli bundadır! Kabir ve ölüm, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, ehl-i iman için dünyadan daha güzel bir âlemin, nur âleminin kapısıdır. Ehl-i iman için “Mevt idam değil, tebdil-i mekândır; kabir ise, zulümâtlı bir kuyu ağzı değil, nurâniyetli âlemlerin kapısıdır. Dünya ise, bütün şaşaasıyla, âhirete nispeten bir zindan hükmündedir. Elbette, zindan-ı dünyadan bostan-ı cinâna çıkmak ve müz’ic dağdağa-i hayat-ı cismâniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayerân-ı ervaha geçmek ve mahlûkatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek, bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.” 2 Kezâ: Tesbihattaki “Ve yümit” kelimesi fâni cin ve inse bağırır, der ki: “Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fail-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmâı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” 3 Keza Bediüzzaman’a göre “mevt, tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir; idam ve adem ve fenâ değildir.” 4 Mevtâlarımızın ölümün bu güzel bu mânâlarına mazhar olmasını rahmet-i İlâhiyeden niyaz ediyoruz. Çünkü böylesi bir ölüm için teselli aranmaz; ölüm kendisi bir tesellî kaynağı olur. Ölüm ümitsizlik vermez; ölüm kendisi bir ümit kaynağı olur. Ölüm endişe ve kaygı vermez; ölüm kendisi bir huzur ve rahatlama kaynağı olur. Geçtiğimiz 1 Aralık günü ruhunu Rahman’a teslim eden güzel anneciğim, seksen yılı aşkın ömründe hep ibadet ve duâ sevgisiyle yaşadı. Okuma yazması yoktu. Ama ümmi bir duâ abidesi gibiydi. Yaklaşık bir yıldan beri karaciğerden başlayıp iç organlarına sirayet eden büyük bir kanseri vardı. Tedaviye cevap vermedi. Derdi gittikçe büyüdü. Buna rağmen kendisi kanser olduğunu bilmedi ve bir defa olsun “of!” demedi. Hep şükreder ve hep “Allah’ın bu kemter kuluna verdiğine şükür!” derdi. Duâya bir başladı mı bütün ümmet-i Muhammed’e kadar kanatlarını açar, duâ eder, en son çoluk çocuğuna duâ ederdi. Son güne kadar telefonla konuşurduk. “Anneciğim nasılsın?” diye sorduğumda, “Karnımda bir şişlik var oğlum, o da soğuklardan olmuştur; başka hiçbir şeyim yok!” derdi. Hiç acı çekmedi. Son bir iki gün dışında yatmadı. Son güne kadar dilini duâdan kesmedi. Namazlarını terk etmedi. Kendi ihtiyaçlarını kendisi gördü. (O kendisi gençliğinde, yatalak hâldeki ihtiyarlara bakmış. Önce babamın babaannesine, sonra babamın annesine yıllarca o bakmış, duâlarını almış. Bir buçuk sene rahmetli babamın yükünü de kendisi taşıdı.) Ama Allah kendisini yatırıp kimseye baktırmadı, kendisini kimseye muhtaç etmedi. Köyde bulunan erkek kardeşim ve Bozyazı’da bulunan kız kardeşim sırayla evlerinde misafir ettiler ve ilgilendiler. Allah kendilerinden ve eşlerinden razı olsun. Kurban Bayramı ziyaretim ve güzel ellerini ve yüzünü öpmem meğer son imiş. Ciddiyetinin farkındaydım. Geçtiğimiz hafta sonu ve bu hafta içi izin alıp ziyaretine gitmeyi plânlamıştım. Ama emr-i hak daha erken davrandı. Çarşamba sabahı son gelen haber durumun çok ciddî olduğunu bildiriyordu. Eşimle derhal yola çıktık. Ama biz yoldayken öğleyin haber ulaştı. Demek emr-i hak geldiğinde bir an bile geciktirilemiyormuş! Allah rahmet eylesin. Allah, ahirete intikal etmiş ehl-i iman bütün annelere ve babalara gani gani rahmet eylesin. Âmin. Bu vesileyle, uzaktan, yakından ve yüz yüze veya telefonla ve gazetede taziyelerini bildiren, hatim indiren, hatimlerini bağışlayan ve arama imkânı bulamayıp ya da ulaşamayıp kalben taziyede bulunan ve duâ eden bütün ağabey ve kardeşlerime en derin teşekkürlerimi bildiriyorum. Allah hepsinden razı olsun. Şunu asla unutmayalım: Duâ bitmeyen bir servettir. Şahs-ı manevinin gücünü insan duâ ile hissediyor! Birbirimize duâ etmeye devam edelim.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 156., 2- Sözler, s. 187., 3- Mektubat, s. 221., 4- Mektubat, s. 13. 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Saliha FERŞADOĞLU |
|
İletişim nedir? |
Profesör, kendine merakla çevrilmiş, sayısı yüzü aşkın öğrencisine yorgunlukla baktı. Herbiri gençliğin verdiği enerjiyle kıpır kıpır; hayatın zorluklarından habersiz ve bîhuş idiler. Sorumlulukları sadece ders çalışmak ve ailelerinin gönderdiği parayla ay sonuna kadar geçinmekten ibaretti. Kendi öğrencilik yıllarına gitti bir anda aklı. Onların yerinde olmayı sahip olduğu her şeyden çok istiyordu şimdilerde. Hafifçe öksürdükten sonra sırtını dikleştirdi ve dersine başlamak için ilk soruyu sordu: “İletişim nedir?” Her vakit öğrencilerin alay konusu olan, hocaların ise vazgeçilmezi gözlüklü inek öğrencilerden biri söz aldı. “İletişim, ferdin toplumsallaşmasını sağlayan bir süreçtir. Dolayısıyla iletişim toplumsal bir olgudur. Sözgelimi iletişim bir yandan toplumsal ilişkiler tarafından belirlenirken diğer yandan da toplumsal ilişkileri etkilemektedir.” Öğrenci sözünü bitirdikten sonra emin ve kibirli bir ifadeyle baktı. Övgü ve tasdik beklediği her halinden belli oluyordu. Profesör, dilinin ucuyla yarım yamalak teşekkür etti, sınıfa döndü: “Ezberlenmiş kör tanımları istemiyorum. Var mı başka fikri olan?” Kimseden çıt çıkmıyor, herkes sessiz sedasız oturuyordu. Derse katılım olmadığını gören profesör sinirlendi. Sınıfı azarlamak için tam ağzını açacakken kapı çaldı. Rengârenk maşlahtan bir şalı boynuna dolamış, minyon bir kız girdi içeri. Hızla arka sıralara doğru yol aldı. Profesör, dersine geç kalan bu haddini bilmez öğrenciyi gözleriyle takip etti. Bulduğu en yakın boş sıraya oturan kıza soluk aldırmadan sorusunu yöneltti. “Söyle bakalım, sence iletişim nedir?” Bir anda bütün başlar şallı kıza döndü. Herkes tecessüs ve ilgiyle onu izliyordu. Kız konuşmaya başladı. “Geçen gün, İstanbul’un en kalabalık meydanlarının birinde bir banka oturmuş, etrafı izliyordum. Benim yaşlarımda bir grup gencin az önümde hararetli bir sohbet ettiğini gördüm. Yalnız bir özellik vardı onları herkesten farklı kılan; işaret diliyle ve gözleriyle konuşup anlaşıyorlardı. Mütebessim çehreleri, neşe ve can fışkıran jest ve mimikleri büyüledi beni. Adeta sessiz kahkahalarını işitebiliyordum. Bir an onların yerinde olmayı arzuladım; çünkü kurdukları iletişim sağlam ve imrendiriciydi. En önemlisi de mutluydular. Diyeceğim o ki, iletişim salt dil ile sağlanan, kelimelere dökülen bir süreç değildir hocam. Yüreklerden kurulan bir köprüde güvenle ilerleyebilmektir karşındakine doğru.” Profesör, bir türlü iletişim kuramadığı, problemler yığını olarak nitelediği on beş yaşındaki oğlunu, son günlerde daha sık kavga eder olduğu karısını, “iyi akşamlar”dan öteye gitmeyen komşuluklarını, azarladığı öğrencilerini, yıllardır ziyaretine gitmediği dili duâlı ihtiyar validesini, muhabbetinden vazgeçtiği dostlarını düşündü. Ve tabi ki kendini… “Ders bitmiştir. Haftaya görüşmek üzere…” Ceketini ve kitaplarını alıp sınıftan çıktı. Öğrenciler arkasından şaşkınlıkla bakakaldılar; oysa dersin bitmesine daha bir saat vardı. 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Banu YAŞAR |
|
Affetmek öfkeden vazgeçmektir |
Neden, kime, neye bu öfkemiz? Kendimizi kontrol edemeyip hırçınlaştığımızda neyin savaşını veriyoruz, neyi anlatmaya, neyi anlamaya çalışıyoruz? Neyi yaşamaya uğraşıyoruz? Neyin hesabını kimden soruyoruz, kime ödettiriyoruz? Kimleri niye suçluyoruz? Kendimizin ve seçimlerimin bunda hiç mi payı yok? Ne kadarını biz seçiyoruz acılarımızın… Neden aynı şeyleri, aynı yerlerde arıyoruz? Bulamadıklarımızı neden aynı yerlerden, aynı kişilerden soruyoruz? Ne çok soru var ve ne çok cevap, sınırlarımızın ve gücümüzün nerede başlayıp nerede bittiğini her zaman tam olarak bilemediğimiz süreçler yaşıyoruz. Hayallerimiz var, arzularımız ve isteklerimiz var. Bütün bunlar engellendiğinde ve istediğimiz gibi olmadığında öfkelenip kızıyoruz. Hırçınca tepkiler verip, bağırıyoruz. Hiç istemediğimiz, hatta söylerken bile pişmanlık duyduğumuz sözler sarf ediyoruz. Çoğu zaman gösterdiğimiz tepkinin asıl olaydan kat kat daha büyük olduğunu bildiğimiz halde, öfke tepkisi bir salıverilince toparlamak da kolay olmuyor. O âna ve o tepkiyi verene kadar ki bütün aşamalar yavaşlatılarak tekrar gösterilse, eminim ki o öfkeyi hazırlayan birçok etkenin peşi sıra gelerek olumsuz sonucu hazırladığı fark edilecektir. Tepkimiz çoğu zaman sebep olandan daha fazlasıdır. İnsan nefsi olumsuzlukları biriktirmek ve birleştirmek de oldukça mahirdir. Duyduğunu, gördüğüyle birleştirip, hayal gücünü ve korkularını da ekleyince kendi senaryolarının kurbanı bile olabilir. Kendi başına gelmemiş bir şeyde bile, yaşamışçasına kaygılanıp, muhtemel olanı zihninde gerçeğe çevirebilir. Yani aslında öfkelendiğimizde o an çok da bilincinde olmadığımız birçok şeyin etkisiyle bu tepkiyi veririz. Bu noktaya geldikten sonra geri dönüşte zordur. Affetmek ise nefse ve onun alışkanlıklarına ağır gelir. Kalp affetmeyi sever ve bundan lezzet alır. Bilir ki, affetmek öfkeden vazgeçmektir. Affettiğinde öfkenden, kızgınlığından, kırgınlığından ve içini tüketen, ruhunu yoran her şeyden de vazgeçersin. Seni sağlıklı düşünmekten, yetişkin gibi davranmaktan alıkoyan, bütün büyüttüğün yönlerini geriye döndüren bu duygulardan da vazgeçmiş olursun. Affeden insan kendine ciddî bir iyilik yapmış olur. Duygularını, kalbini ve ruhunu korumuş, saklamış ve sakınmış olur. Karşısındakinden çok kendine yönelik bir hediyedir affetmek… Gün boyunca içindeki kızgınlığın seni yiyip bitirmesinden, düşüncelerini alt üst etmesinden ve zihnini yormasından kurtulursun. Peşi sıra gelen birçok olumsuz duyguya da set çekersin. Bazen küçücük bir olay, öfkeyle bir deve dönüşür, dev gibi bir hal alır. Kocaman bir toz bulutunun içinde kaybolmuş gibi hissedersin. Yaşadığın olay hayatın tamamı gibi gelmeye başlar. Yaşadığın ve yanında olan güzellikler görünmez olur. Tek bir olaya ve kişiye kilitlenip, yoğun öfke hissetmek, hayatın tamamını görememeye ve kaçırmaya yol açar. Yolunda giden, aksamadan devam eden, sevdiğin ve yanında olan diğer şeyleri de fark edemez olursun. Öfke kendinden çalmaktır. Kendine kızmaktır, hep kendinden harcamaktır. İçinde güzel, iyi ve doğru ne varsa ondan harcarsın… Bu ise sermayeyi tüketmek gibidir. Üretmeden, yıllarca büyüttüklerini ve beslediklerini tüketirsin. Sevmeyi, vermeyi ve dinlemeyi öğrenmen kaç seneni aldı? Kaç sene sürdü beklemeyi öğrenmen, sabırlı olmaya çalışman? Hepsi için verdiğin emek, öfkenle harcanır gider. Sen olduğun için, sevilerek yaratıldığın için içine konan bütün hücrelerin öfkenin altında ezilir, gider. Gel bugün, içindeki bütün kızgınlığını ve kırgınlığını affediciliğin serin sularında yıka… İçindeki güzel duyguları öfkenin sisleriyle kirletme… Bırak nefes alsın kalbin… İntikamını basiretinle temizle… Yaşadıklarından öğrendiklerini kendine azık et, ama öfkeni yüreğinde besleme, onu sulayıp sulayıp büyütme ne olur... 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Cevher İLHAN |
|
Ve “yolsuzluk” ifşaatı… |
![]() |
Avrupa Birliği, Türkiye’den yolsuzluklarla mücadele için “strateji eylem plânı” bekliyor. “AB Türkiye 2010 yılı ilerleme raporu”nda, hükümetin yolsuzlukla mücadelede yetersiz kaldığı nazara veriliyor. Avrupa Komisyonu, “Ankara’nın yolsuzluğa karşı devletler grubu”nun tekliflerini yerine getirmediğini iletiliyor. Ayrıca AB fonları için yolsuzluk uyarısı yapılıyor. AB fonlarının harcanmasında yolsuzluk yapılmaması ve kaynakların yerinde kullanılmasının önemi belirtiliyor. Kurumsal yapılanma içinde eşit yatırımlarla ekonomik ve sosyal uyum bölgesel kalkınma projelerine aktarılan malî yardımlarda yolsuzluk istismarının AB ilişkilerini askıya alacağı” vurgulanıyor. Özetle AB, “Türkiye’de birçok alanda yolsuzlukların sürdüğü”nü, başta Ankara’nın yolsuzlukla mücadelede “AB yolsuzlukların önlenmesi normları”na uymadığını açıklıyor. Denetim mekanizmalarını kurmadığına dikkat çekiyor. Dokunulmazlıkları yolsuzluğun bir parçası görüp, Türkiye’de akademisyenlerin, askerlerin ve yargının “dokunulmazlık sistemi ahlâkî kuralları” kapsamına henüz alınamadığı, yolsuzlukla ilişkili suçlarda dokunulmazlıklarının sınırlandırılmasında herhangi bir ilerleme sağlanamadığı” bir bir sayılıyor. Yine Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün tesbitlerine göre, Türkiye’nin kamu yolsuzlukları ile mücadelede ilerleme kaydedemediği tesbiti yapılıyor. 2010 yılı yolsuzluk ölçümüyle Türkiye 178 ülke arasında yine 56. sırada. Kamusal ve özel alana ilişkin yolsuzluk ve rüşvette puanı, 10 üzerinden 5’nin de altında 4.4’te kalıyor…
İDDİALARIN ÜSTÜ ÖRTÜLÜYOR Bu arada, beynelmilel tarafsız araştırmalarda, dış yatırımcıların yüzde 63’ünün yolsuzluklar yüzünden Türkiye’ye gelmek istemediği, yolsuzluklarla yurt dışına kaçan paranın miktarının 40–50 milyar dolar olduğu; bunun yanı sıra kamu ihâlelerinin yüzde 15’inin “bağış” ve “komisyon” gibi kamuflelerle kişilere ödendiği, her yıl “kamu ihâleleri”yle 5 milyar doların, politikacılar ve bürokratların şahsî hesabına yattığı ortaya çıkıyor. Sonuçta; rüşvet, kara para ve diğer yasadışı yollarla Türkiye’nin “yolsuzluk kaybı”nın 200 milyar doları bulduğu hesaplanıyor. Bu haliyle Afganistan, Myanmar, Somali, Bhutan, Şili, Ekvador, Makedonya, Gambia, Haiti, Jamaika gibi işgal altında ya da felâkete uğrayan kargaşa ve çatışma ortamındaki istikrarsız ülkelerle birlikte listenin en altında yolsuzluktan sınıfta kalıyor. Ve bütün bunlara karşı “Wikileaks belgeleri”ndeki “magazinel ifşaatlar”la “Başbakan’ın İsviçre bankalarındaki sekiz hesabı” iddiası tartışmaları öne çıkarılarak politik polemiklerle kamuoyu oyalanıyor. “Yolsuzlukları ortadan kaldırma sözünü vererek iktidara gelen AKP döneminde yolsuzlukların arttığı” belgesiyle, bilhassa vâhim “yolsuzluk iddiaları”nın üstü örtülüyor. ABD’nin Ankara Büyükelçiliği’den 30 Aralık 2004’te “gizli” damgasıyla Washington’a gönderilen “04 Ankara 7211” nolu kriptoda, “AKP içindeki kontağa” dayanarak, “AKP içinden giderek daha fazla sayıda kişi veya bakanların akrabaları arasında hem ulusal, hem bölgesel, hem de yerel düzeyde çıkar çatışmalarının ya da ciddî yolsuzlukların olduğunu öğrendik” notu, bunun ifâdesi… Gerçek şu ki, AKP hükûmetinin kurulduğu günde bizzat Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı “Âcil Eylem Plânı”nda, peşinden hükûmet programında yolsuzlukların önlenmesinin ve dokunulmazlıkların bütün demokratik ülkelerdekine benzer “kürsü dokunulmazlığı”yla sınırlandırılması taahhüd edildi. Daha sonra bu vaad, seçim beyannâmelerinde de tekrarlandı.
YOLSUZLUKLARIN ÜZERİNE GİDİLMİYOR Ne var ki, sekiz yıldır Ankara “yolsuzluklarla mücadele plânı”nı hazırlamadı. Özellikle iktidar partisine mensup belediyelerin ve bürokrasideki yolsuzluk iddialarının üzerine gitmedi, gitmiyor. Kısacası, “yolsuzluk ekonomisi”nin, Türkiye’nin AB kriterlerinde denetimli demokratik standarda ulaşılmasının önünde en büyük takoz olmasına mukabil, Başbakan, “dananın kuyruğunun kopacağı”ndan bahsedip her fırsatta AB’ye rest çekerek meydan okuyor; Başmüzâkereci Bakan, “AB’ye ihtiyacımız yok” diyor. Oysa, gelinen süreçte “yolsuzlukların üzerine gidilmesini” en başta Anayasa’nın 100. maddesinin engellediği görülüyor. Zira bu madde, başbakan ve bakanlar hakkında Meclis’te soruşturma açılmasını üst üste kayıtlarla zorlaştırıyor. Her siyasî partinin güçleri oranında oluşturacağı komisyonun (iki+iki) dört aylık sürede hazırlayacağı raporun Yüce Divan’a sevkini üye sayısının salt çoğunluğuna bağlamakla siyasî iktidarları koruyup kolluyor. İktidarlar “salt çoğunluğa” sığınarak Meclis’e hesap vermiyor. Bundandır ki, yolsuzlukların soruşturulması için öncelikle bu maddeden başlanarak ilgili anayasal-yasal düzenlemelerin yapılması icâb ediyor. Başta AB olmak üzere uluslar arası kuruluşların raporlarında istenen ve Ankara’nın “AB Katılım Ortaklığı Belgesi” ve “Türkiye’nin AB Müktesebatının Üstlenmesine İlişkin Ulusal Program”da tek tek teminat verdiği yolsuzlukla mücadelede denetim yasalarının çıkarılması ve kamu denetçiliği kurumunun tesisi ile dokunulmazlık ve yargı bağımsızlığı sisteminin geliştirmesi gerekiyor… Peki, hâlen Türkiye’nin AB üyeliği için yürütülen 35 müzâkere başlığından sadece birini tamamlayabildiği, 13 başlığın görüşülmek üzere açılmış bulunduğu, 18 başlığın Fransa ve Kıbrıs Rum kesimi tarafından bloke edildiği süreçte, tam bir AB başarısızlığı ve fiyaskosu yaşayan AKP iktidarındaki Ankara işin neresinde? 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |
Suna DURMAZ |
|
Amr Halid vâizlikte çığır açtı |
![]() |
“İçinizden öyle bir cemaat çıksın ki, hayra çağırsın, iyiliği emretsin, kötülükten vazgeçirmeye çağırsın. Kurtuluşa erenler işte onlardır.” Al-i İmran 104. âyet
“Onlar Allah’a ve Ahiret Günü’ne inanırlar; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarlar; hayır işlerine koşuşurlar. İşte onlar hayıra ve barışa hizmet edenlerdir.” Al-i İmran 114. âyet
Ortadoğu’da yaşayanlar, İKRA, ART, MBC, DUBAİ ve hatta Lübnan Hıristiyanlarına ait olan LBC gibi daha bir çok uydu kanallarında yayınlanan programları ve Arap ülkelerinde vermiş olduğu konferanslarla meşhur olan Mısırlı vâiz Amr Halid’i iyi tanırlar. Asıl mesleği muhasebecilik olan 43 yaşındaki Amr Halid, İskenderiyeli aristokrat bir aileden geliyor. Lisede iken dindarlaşan Amr Halid, o yıllarda üyesi olduğu Mısır Atıcılık Kulübündeki genç arkadaşları ile yapmış olduğu dinî sohbetlerle adını duyurmuş. Arap vâizler vaazlarında genellikle klâsik Arapça konuşurlar. Amr Halid ise, sohbetlerinde Mısır lehçesi kullanmayı tercih ediyor. Bu da onu insanlara yakın kılıyor; eğitimli eğitimsiz her seviyedeki insanla kolaylıkla iletişim kurmasını sağlıyor. Bir tiyatro san'atçısı edasıyla yaptığı samimî ve heyecanlı sohbetlere binlerce kişi katılıyor. Sohbetlere katılım bakımından “Amr Halid’in sohbetleri 1998 de vefat eden Muhammed Şa’râvi’nin tefsir sohbetleri kadar meşhur oldu” diyenler dahi var. Kibarlığı, güler yüzü ve şık giyiminin yanı sıra; karizmatik ve kendinden emin kişiliği; futbol, uzun yürüyüş, yüzme, atıcılık gibi spor dallarında profesyonel sporcu seviyesinde olması, futbol liglerini takip edip sık sık maç izlemeye gitmesi, satranç oynaması, lokantalarda yemek yemeyi sevmesi ile önce Mısırlı gençlerinin gönlünü fetheden Amr Halid, 2000 yılından itibaren yapmış olduğu televizyon programları ile de bütün Arap âleminde meşhur oldu. Yaş haddi olmaksızın onu her yaştan ve her kesimden insan büyük bir zevk ile izliyor. Ürdün kraliçesi Ranya’nın Amr Halid hayranı olduğu, Süheyr Bâbili ve Sabrina gibi bir çok Mısırlı artistin örtünmelerinin ardında Amr Halid’in programlarının bulunduğu rivayet ediliyor. Hatta, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in gelininin de Amr Halid’in programlarından etkilenerek örtündüğü söyleniyor. Lisans eğitimini muhasebe üzerine, doktorasını ise İngiltere Wales Üniversitesinde “İslâm ve farklı toplumlarla birlikte yaşama” üzerine yapan Amr Halid, “Ben, hoca veya müftü, hatta televizyon yıldızı da değilim. Ben dâvâsı olan bir insanım. Benim dâvâm gençleri Allah’a yaklaştırmak; böylece onları tehlikelerden uzaklaştırmaktır” diyor. Amr Halid, örnek bir vâizde bulunması gereken bir çok vasıfa sahip. Bir bakıma Efendimiz’in (asm) şıklığı ve yakışıklığını övdüğü genç olan Mus’ab bin Umeyr’e benziyor. Efendimiz Aleyhissâlatü Vesselâm Medinelilere İslâm dinini öğretmek üzere elçi göndermek istediğinde, herhangi bir sahabiyi değil, “Mekke’de Mus’ab b. Umeyr’den daha yakışıklı ve nimetler içinde yaşayan başka bir genç daha görmedim” diye övdüğü Mus’ab b. Umeyr’i göndermişti. Mus’ab bin Umeyr kuvvetli imanı ve etkileyici konuşması ile Medinelileri büyülemiş; Medineliler hızlı bir şekilde Müslüman olmuşlardı. Çevremde bulunan bir çok Arap gencin, Amr Halid’in “Allah sevgisi, ahlâk, kulluk, anne-baba sevgisi, tabiat sevgisi, sıla-i rahim, temizlik, âdab, aşk ve flört” gibi konuları Kur’ân ve Sünnet ışığında işleyen “Sunna’a el-Haya (Hayat yapıcıları), Ala Huta el Habîb (Habibin izinde), Bismike Nehyâ (Adınla canlanırız) ve Kısas-el Kur’ân (Kur’ân’dan hikâyeler) gibi programları sayesinde, dinî, ilmî ve sosyal sorumluluk olarak bilinçlendiklerine bizzat şahit olmuşumdur. Rastgele bir öğrenci iken derslerinde başarıyı yakalayan; içine kapanıkken, girişimci ruha sahip olan; tek derdi makyaj ve giyim kuşam iken, tabiata karşı duyarlı olup onu korumak için projeler üreten gençleri tanıdım. Amr Halid’in konferanslarına binlerce kişinin katıldığını gözlerimle gördüm. Dindar olan insanların yanı sıra, liberaller ve sinema san'atçıları da büyük bir heyecanla konferanslara akın ediyorlar. Geçtiğimiz yıllarda Kuveyt’te yapmış olduğu bir konferansa gitmek istemiştim. Konferansa akın edenlerin sebep oldukları trafik tıkanıklığı yüzünden otoban kilitlenmişti ve ben geri dönmüştüm. Hatta, Mısırlı arkadaşlarım, Amr Halid’in Mısır’da yapmış olduğu konferanslarına veya el-Husari Camiinde vermiş olduğu vaazlara binlerce değil, onbinlerce kişinin katıldığını söylüyorlar. Batılı gözlemciler, siyasî konulardan uzak duran Amr Halid’in programlarını popülerlik bakımından Amerikalı evangelist Billy Graham’ın dinî muhtevalı tv programlarına benzetiyorlar. Dahası Psikolog Dr. Phil ve Oprah Winfrey’in şovlarından daha fazla izlendiğini söylüyorlar. Yapılan istatistiklere göre, Amr Halid’in internet sayfası www.amrkhaled.net dünyada en çok ziyaret edilen ilk beşyüz sayfa içinde yer alıyormuş. Newsweek dergisi de kendisini 2007-2008 yılında dünyadaki en etkili 50 kişi arasında göstermiş. Amerikan Time dergisi ise 2007 yılında yapmış olduğu sıralamada dünyada etkili olan 100 kişi arasında Amr Halid’e de yer vermiş. Ve son olarak şunu da ilâve edelim. Oxford Üniversitesinden Lindsay Wise Amr Halid’in izlemiş olduğu modern vâizlik tarzı üzerine “Word from the Heart: New forms of İslamic Preaching in Egypt (Yürekten kelimeler: Mısırdaki İslâmî Vaizlikte Yeni Formlar” başlıklı mastır yapmış.
Not: Muhterem okuyucularımın Hicri Yılbaşılarını kutlar, sağlık ve afiyet içinde olmalarını Rabbimden niyaz ederim. 08.12.2010 E-Posta: [email protected]@hotmail.com |
Faruk ÇAKIR |
|
İçki reklâmlarına devam mı? |
![]() |
Alkollü içkilerin sebep olduğu zararları saymaya kalkmayacağız, çünkü böyle bir listenin sonu gelmez. Alkollü içki alışkanlığının sadece trafikte verdiği zararları hatırlamak bile bu fenalıktan uzak durmak için yeterli olsa gerek. Bilhassa bayramlarda yaşanan yoğun trafik dolayısıyla, ölümlü kazalar iyice artmakta. Trafik kazalarının belki onlarca sebebi var, ama ciddî yaralanma ve ölümlerle neticelenen kazalarda birinci sebep genellikle sürücünün ‘alkollü içki kullanması’ olduğu görülüyor. Alkollü içki kullanmak çok kötü ve bağımlılık yapan bir alışkanlık olmakla beraber, üzerince ciddiyetle durulsa vazgeçilebilecek bir alışkanlıktır. Yani, alkol bağımlılığından kurtulmak kolay değil, ama imkânsız da değil. Ciddî bir eğitim ve reklâmla bu afetten kurtulmak mümkün. Tabiî ki bu reklâmlarda alkollü içkilerin tanıtımı değil, aksine bunların zararları anlatılmalı! Bazı bilgiler var ki, duyulduğunda “Bir yaşıma daha girdim” denir. “Duyduğuma göre” Karayolları Trafik Kanununun 84. Maddesi, araç sürücülerinin trafikte yapacakları kusurlardan 12 tanesini “aslî kusur” olarak kabul ediyormuş. Duyanların bir yaşına daha girmesini gerektiren ‘bilgi’ ise şu: İlgili kanun maddesinde yer alan 12 “aslî kusur” arasında ‘alkollü araç kullanmak’ ve ‘hız’ yer almıyormuş! Dikkat edelim: Kazaların en büyük sebeplerinden olan ‘alkollü araç kullanmak’ ve bu durum ‘aslî kusur’ listesinde yer almıyormuş. Bu durum, olsa olsa ‘kanun hazırlayanların’ kanunu kendilerine göre yontması olarak görülebilir! “Karayolu Trafik ve Yol Güvenliği Araştırma Derneği”, yaptığı açıklamada bu çelişkiye dikkat çekip şu neticeye varmış: “1983 yılında çıkan Kanunun üzerinden tam 27 yıl geçmiştir. Birçok maddelerde değişiklik yapılmış, ancak bu madde her gün canımızı almaya devam etmektedir. Alkol ve hız ile ilgili kanun 1983 yılında görüşürken konulmaması bunu hazırlayan bürokratların olduğu kadar, TBMM Komisyon üyelerinin de yetersizliğinden kaynaklanmıştır.” Dernek, açıklamasında şu noktalara da dikkat çekmiş: *Trafik kazalarında hızın toplam ölümlerdeki payı yaklaşık yüzde 43’dür. *Trafik kazalarında alkol toplu ölümlerde etken olmaktadır. Sürücü eğitimini ve belgesini almış bir kişinin alkol alarak araç kullanması bilinçlidir, kusur sayılmaz. *(Bu konuda yapılacak bir düzenleme) Alkol alarak araç kullanma lüksü(nü) ortadan kalkacağından trafikteki ölümler en az yüzde 25 azalabilir. *(Bu şekilde) Hız yapılmaması, alkollü araç kullanılmaması ve sürücü belgesi olmayanların araç kullanmaması Türkiye’de yerleşecektir. Buna uymayanların yargılanması toplumsal caydırıcılığı birlikte getirecektir. Hadiseye sadece trafik kazaları penceresinden bakılınca bile durum böyle. Diğer sosyal hadiseler de bir arada düşünüldüğünde alkolün cemiyet hayatında açtığı yara daha iyi anlaşılır. O halde bu belâya karşı nasıl olup da bu kadar ilgisiz, tepkisiz ve vurdum duymaz olabiliriz? Nasıl olur da hâlâ ‘çok satan gazeteler’in sayfaları alkollü içki reklâmlarıyla dolabilir? Ey Türkiye’yi idare edenler: Lütfen gazetelerdeki alkollü içki reklâmlarını hemen durdurun! Korkmayın; kıyamet kopmaz, Türkiye geriye gitmez, irtica da gelmez! Bakın, başörtüsü yasağı kısmen sona erdiği halde irtica hortlamadı, Türkiye geriye gitmedi! Bunun için biraz gayret, cesaret ve kararlılık yeter... 08.12.2010 E-Posta: [email protected] |