17 Temmuz 2011, Pazar
Tarih; 30 Haziran 1988.
Yer; Erenköy Güneş Koleji Konferans Salonu.
Kürsüde bir eski zaman hanfendisi.
İlerlemiş yaşına rağmen bir mermer heykel gibi dimdik ayakta.
Prens Sebahaddin’i yâd etmek için toplanmış olan hâzırûna hitab ediyor.
Ama ne hitap!
Bizzat şehâdet ettiği mâlumâtı naklederken bir vecihle vak’anüvîs Lütfi Efendi’nin satırları arasında seyr ü sülûk ettiğiniz, diğer vecihle servet-i fünûn edebiyatının şâheserlerinden bir hâtırât kitabının sayfalarında nüzhete dalmış olduğunuz tesîrâtı uyandırıyor hasselerinizde.
“Prens Sebahattin Bey’le mülâki-i şerefyâb olmamız vesîleyle mazhar olduğumuz iltifâtın şükrünü edâdan âcizim.” diye başladığı konuşmasını yüzlerce yıllık bir ulu medeniyet muktesebâtıyla şekillenen lisanımızın antik hazinesinden seçtiği o zarif ve naif kelimelerle öylesine lâtif, öylesine ince bir zevkle işliyor ki, her cümlesi dinleyicilerin sadece aklına değil ruhuna da tatlı bir huzur nakşediyor âdeta.
Bu konuşmanın üzerinden yaklaşık bir sene geçiyor.
Bu kez yer; İstanbul Fetih Cemiyeti, Yahya Kemal Enstitüsü.
Kürsüde bir eski zaman efendisi.
Yahya Kemal’in kaleminde Atik Valde’den inen Sokak’ta, Ramazan mâneviyyatının sokağın sükûnetini nasıl bir tatlı intizâra çevirmiş olduğunu anlatıyor, o anlattıkça Enstitü’nün bulunduğu Bayezid, Çarşıkapı’daki Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi’nin taş duvarları ferahlı ve tertemiz bir nurlu neş'e ile kaplanıyor adeta.
***
Bunlar gençliğimizin baharında yıllar, yıllar önce yaşadığımız güzelliklerden bir kaçıydı sadece.
Derunumda öylesine bir tesir bırakmış ki her şey; seneler geçse de üstünden, hafızamdan silinmedi hiçbir şey.
Dün gibi aklımda o günler… o aylar… o seneler.
Bizim nesil çok şanslıydı bu anlamda.
Gerçi onların adına düşünce beyan etmek bana düşmez ama…
Kendi adıma ben o günleri çok özlüyor, çok arıyorum.
Tarihe şahitlik eden o güzel insanların rahle-i tedrisinde geçirdiğim o yılları hasretle anıyorum.
Ve maalesef…
Türk kahvesini bırakıp neskafeyi yudumladığım o akşam vakti ruhumun zehirlenmeye başladığı günün milâdı olduğuna inanıyorum.
Eskiye dair ne varsa neskafeyle birlikte o değirmende öğütüldü ve mazinin çöp sepetine atıldı gitti.
Kadrini kıymetini bilemedik o günlerin biz.
Heder ettik her şeyi…
Frenk patentli geçici zevklerin efsununda yaktık ruhlarımızı.
Yüzlerce yılın birikimi de yandı o ateşte.
Dilimiz, kültürümüz, daha nice değerlerimiz…
Atalarımızın bin bir emekle dünden bugüne taşıdığı emanetimizdeki her şeyi, ama her şeyi attık o ateşe.
Çocuklarımızın hafızasını yaktık o ateşte.
Ama biz küllerinden doğan Anka Kuşu nesliyiz.
Ayaklarımız dibe vurmadan yüzeye çıkmaya alışık değil bedenlerimiz.
O halde ne bekliyoruz.
Bugün bizim için bir milât olsun.
Osmanlıca, eski Türkçe diye ötekileştirdiğimiz kitaplara yönelmenin milâdı.
Hafızamıza yeniden kavuşma vakti olsun bugün.
Eşref Ediplerle, Yahya Kemallerle, Naimalarla, Aşık Paşazadelerle tanışsın çocuklarımız.
Daha fazla yazık etmeden çocuklarımıza gençliğimize.
Daha fazla zarar vermeden geleceğimize.
İster eski zaman konuşmaları densin.
İsterse Osmanlıca.
İster dedemin dili densin..
İsterse Eski Türkçe…
O bizim yitik hazinemiz.
Daha fazla ihmal etmeyelim.
Haydi arayıp bulalım.
Ve kavuşalım sevgilimize.
Ne dersiniz…
MEHMET İPÇİOĞLU
Okunma Sayısı: 9960
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.