"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Sevdiğimiz Osmanlı, kabullenemediğimiz HAREM

27 Ocak 2013, Pazar
HAREMİN GÖLGEDE KALMIŞ SİMALARI: PADİŞAH KIZLARI

İslâm Dünyasının liderliğini siyasî bir güç olarak elinde bulundurmak gibi bir misyonu üstlendiği; gayret ve cehdle terkip edilmiş mesaisini millet-i İslâmiyenin birlik beraberlik, izzet ve şeref içinde yaşamasını temin etmeye teksif ve kendine şiar edindiği; en zayıf düştüğü anlarda bile bu dâvânın hadimi olmaktan bir an bile geri durmamış bir devlet olarak altı asır boyunca hüküm sürmesi Osmanlı Devletine duyulan derin sevgi ve saygının nirengi noktasıdır.
Böyle ulvî bir dâvânın hadimi olmak ise çok büyük bir fedakârlık ve bu yolda fani olmayı gerektirir. Can, mal, evlât, aile... vazgeçilemeyecek ne varsa; her ne ise ilk vazgeçilecekler listesine alabilme iradesini gösterebilmektir. İşte Osmanlı padişahlarının başarısının sırrı bundandır. Devlet hanedana rağmen değil, hanedanın feragatiyle yükselmelidir. Âlem-i İslâmın yüzünün gülmesi uğruna Osmanlı ailesi rahatı kendine haram etmiş, saray ve saltanat çoğu zaman bu aile mensuplarına ateşten bir gömlek olmuştur. Bir şirket düşünün, en az dört-beş kuşak başarılarını hiç yalpalamadan zikzak çizmeden sürdürmüş olsun. Muvaffakiyetin arkasında muhakkak sağlam aile gelenekleri ve tavizsiz feragat ve gayret örneklerini bulursunuz. Bu gücün bir anda sönmesine aile içinden çıkan bir mirasyedi, bir müsrif, bir serkeşin varlığı yeter sebeptir çoğu kez.
O halde Osmanlı Devleti ve Osmanlı padişah ailesi denklemini de bu şekilde kurmak lâzımdır. Kesintisiz bir hakimiyetin sağlanması gereği Osmanoğulları sülâlesinin liderliğinde sürdürülen siyasî bir güç, bu ailenin her bir ferdini adeta bir mengeneyle sıkan tavizsiz kanunları da beraberinde getirmiştir. Saltanat, debdebe ve ihtişamın en zirvesinde olunduğu demlerde bile bir tebanın sahip olduğu hürriyet ve konfora mensup değildir bu ailenin herbir mensubu...
Uzunca bir süredir tarih ve özel olarak padişahın aile hayatı, bir dizinin yönlendirmesiyle ipotek altına alınmış bulunuyor. Geçmişler olsun! Onlar artık tarihî bir şahsiyet değildir. Kanunî ve çocukları, kızkardeşi ve tabiî ki ocağa incir ağacı diken hanımıyla (!) günümüz hayatının içindedirler. Kaynanalar sevmedikleri gelinleri arkalarından Hürrem diye çağırıyor, Pargalıya canlar yanıyor, Hatice’ye acınıyor. Bu aslında görsel medyanın gücü ve başarısıdır:
Tarihi günümüze hayatımızın ta içine kadar getirir, kitapların arasında belli belirsiz kalmış simaları ete kemiğe büründürerek içselleştirme yapmaya imkân tanır. Ancak âyetin işine gelen kısmını okuyup diğer kısmını es geçen Bektaşi misali büyük resmin bir kısmını yuvarlak içine alıp diğer kısmını karanlığa mahkûm ederek yapar bunu.
Osmanlı’nın aslında o kadar da gözde yüceltilecek ve saygıya değer olmadığı mesajını inceden ve ustaca işleyip zihinlere yerleştirir, kendisini savunmaktan aciz insanları yeni kuşak nezdinde kötülükleri iyiliklerini süpüren bir vecheye büründürür, tarihe uzaklığın yerine bu kez kötü ataların iyi çocukları imajını yerleştirir...
Peki Haremin kadınlar saltanatını yaşadığı ve kadınsı refleks ve kulislerin siyasî bir güce dönüştüğü zamanlar yok mudur? Hiç olmaz mı? Saltanatın mayasında zirveye yakın olanların kazandığı, uzağında veya muhalif olanların kaybetmeye mahkûm olduğu bir özellik varsa, yıldızını parlatmak isteyenler arasında kıyasıya rekabetin yaşanması hele bir de işin ucunda can pazarı olunca, oğlunun ikbali kendinin de ikbali, onun gözden düşmesi kendinin de itibardan düşmesi demek olan kadınların ellerine geçmiş bir fırsattan istifade etmeye kalkmadıklarını düşünmek ve hatta savunmak safdillikten başka birşey olmasa gerek. Fakat başa geçenin kardeşlerinin hayat hakkını koruduğu, güvence altına aldığı dönemlerde saray kadınlarının siyasetle uzaktan yakından ilgilenmemesi bu tezimizi doğrular mahiyettedir. Veraset kanunları bir kadını kraliçe veya imparatoriçe yapmaya imkân vermediği halde bir Hürrem Sultan, Nurbanu, Safiye veya Kösem Sultanların Batı kraliçelerini aratmayacak ölçüde yükselişi ve saraydaki nüfuzlarının arkasında kaderini evlâdının kaderine raptetmiş; ya hep ya hiçe kilitlenmiş bir çaresizliğin, acımasızlık ve dirayet maskesinin altında hüküm sürdüğünü görmek gerektir.
Her zaman söylediğimiz gibi tarih, olanı ve siyasetle kesişeni yazmaya değer görür. Siyasetin yamacında, yanıbaşında olduğu halde siyasî bir güç veya konumda olmayanların, mukadderatları yine bu oluşumun içinde şekillenmiş olsa da, tarih; acımasız bir refleksle onları nisyana mahkûm eder. Şehzade Mustafa’nın ve Kanunî’nin diğer oğullarının yaşadıkları ve maruz kaldıkları felâketlerin acısını bir kızkardeş, bir kız evlât olarak Mihrimah Sultan da yaşamış, üzülmüş, hissesini almıştır, ama bütün bunların onun his dünyasına yaptığı tesiri tarih bize anlatmaktan hem aciz hem de lâkayttır. “Hürrem Sultan kızı ve damadı Rüstem Paşa ile kurduğu ittifakla içişlerini kendi istediği yöne çekmeyi başarmıştı” tesbitinde siyasete bulaştığına vurgu yapılıp bu yönüyle sivriltilen Mihrimah Sultan’ın istemediği sevmediği bir adamla ömür geçirmeye mahkûm olmaktan ötürü yaşadığı dram ne tarihin ne de bir başkasının umurundadır.
Bu hadiselerin geçtiği 16. asırda Osmanlı Haremini bilmek, tanımak körün fili tarifinden öte gidemez. Alabildiğince katı ve dışa kapalı, siyasî olayların seyrinin sonucu oluşan vicdanî kanaatlerin zamanla gerçekmiş gibi algılanmasıyla oluşmuş yargılardan ibarettirler. Ben işin daha ilginç boyutuna dikkat çekmeye çalışacağım: 
En az bilinen bu dönemin dişli ve padişah nezdinde itibarlı bir hanımının çok az ulaşılan özel hayatını Osmanlı aleyhine kullanmak için alabildiğine deşifre etme gayretinde olanlar (Bazen buna bizim menzillerden de kürekle toprak taşınıyor. Pargalı’nın aslında Hürrem’e aşık olduğunu söylüyor ünlü bir tarihçimiz. O günün şartlarında padişaha çok yakın olmakla beraber padişah hanımıyla teklifsizce konuşma cüretini bırakın bir yana, gözünün ucuyla bile bakmaya yeltenemeyeceğini, biraraya gelmeye zaten imkânlarının olmadığını sanki bilmezmiş gibi. 19. yüzyılda olsa böyle bir şey haydi diyelim belki, ama o dönemde haremlik ve selâmlığın çok şiddetli bir şekilde uygulandığından habersizmiş gibi...) aynı gayretkeşliği Haremin şeffaf ve Avrupaî bir tarz kazandığı dönemlerde gözler önünde yaşanan dram ve fedakârlıklara duyarsız ve gözü kapalı kalmalarıdır. Cariye ismi geçince dört açılan gözler meselâ padişahın özbe öz kızı olan sultanların hayatlarına neden bakmazlar? Bakmazlar çünkü entrika isterler, fazilet değil...
Eğer insaf nazarıyla baksalar göreceklerdir ki, bu en bozulmuş haliyle bile Osmanlı Hanedan mensupları şerefli, onurlu ve vatanperverdirler. Feragat ve asalet timsalidirler. Ailenin siyasî bir kimliğe sahip olmadığı için gölgede kalmış, fakat en avantajlı üyeleridir padişah kızları. Anneleri köle olsa da kendileri hür doğarlar, can güvenlikleri her asır tehdit altında olan erkek kardeşlerinin tersine ölüm kaygısı bulunmadan naz ve niyaz içinde el bebek gül bebek büyütülürler. Ailenin gözbebeğidirler. İyi bir eğitim alır, Osmanlı prensesi vasfını haiz olurlar. Şairleri de vardır içlerinde, Adile Sultan gibi divan sahibi olanları da. Estetik ve zarafete dayalı bütün san’at dallarından biri veya birkaçıyla en azından hobi derecesinde meşgul olmakla mükelleftirler. Fakat onların hayatı da saltanat kanunlarının katı hükümleriyle sımsıkı çerçevelendirilmiştir. Sıradan vatandaş olan yaşıtları istedikleri ile evlenirlerken onlar babalarının seçtiği adaylarla evlenmek zorundadırlar. (Önceleri hiç görmeden, sonradan bir resmine bakarak, çok ender olarak bir bahaneyle babasının çalışma odasında)... Sevseler de, sevmeseler de. İsteseler de istemeseler de...
İşin daha da garibi damat adayı da böyle bir lükse sahip değildir. “Ben beğenmedim, istemiyorum, padişah kızı değil gönlümün sultanı ile evleneceğim” diyemez. Şehzadeler cariyelerle evlendikleri için öyle düğün dernek kurulmaz iken, Padişah kızlarının düğünü Osmanlı’da halkın da ender imkân bulduğu eğlenme ve çeşitli inayet ve atıfetlere uğrama fırsatlarından biridir. Çeyizleri, gelin gittikleri sarayları dillere destandır. Amma gelin görün ki, padişah kızı uzak ilde görev yapan eşinin yanına, başka bir şehre gidemez, orada yaşayamaz, Dersaadet’ten taşraya çıkamaz. Ve en hazini kendi hayat hakkı korunsa da eşi bir suikasta kurban gider veya infazına şahit olur. Bu yükü sessiz sedasız taşımak zorunda kalır ve tabiî ki kendi rızası olsun olmasın bir başkası ile yeniden evlenmeye mecburdur. Sadece bu kadar da değildir elbet. Özel hikâyelerinin peşine düşüldüğünde nice bilinmeyenler bir bir açığa dökülür, en dibe vurulmuş haldeyken bile gösterilen uluvv-i cenaplığa hayretler içinde şahit olunur, saray terbiyesinin ve yüce gönüllüğün ne demek olduğu idrak edilir. Tıpkı Ulviye Sultan örneğinde olduğu gibi:
ULVİYE SULTAN KİMDİR?
Son Osmanlı padişahı VI. Mehmed Vahideddin’in büyük kızıdır. Annesi soylu bir Abaza ailesinin saraya intisap etmiş kızlarından Emine Nazikeda Kadınefendi’dir. 1892 yılında babasının şehzadeliği sırasında Ortaköy Fer’iye Sarayında dünyaya gelmiş, padişah evlâdına ağabeyi 2. Abdülhamid’in yanarak ölen kızının ismini vermiştir.
Dini akidelere ve emirlere riayet edilmesine rağmen, Avrupaî tarz birçok yeniliğin kadın kıyafetlerine varana kadar gündelik saray yaşantısında kendisini hissettirdiği bir dönemdir. Bu etki sultanın yetiştirilme tarzına da aynen aksetmiştir. İyi bir musıkîşinaş olup birçok musıkî âletini çalabildiğini, sonradan Türkiye’nin ilk kadın ressamı olarak kayıtlara geçecek Mihri Belli’den resim dersi aldığı ve ona “muallime hanım” diye hitap ettiğini bildiğimiz sultan, güzel ahlâkı ve uysal mizacı ile çevresi tarafından sevilen bir insandır. Düşenin dostu olmak gibi bir vefakârlık örneğini ise cumhuriyetin ilânından hemen sonra bütçe yetersizliği gerekçesiyle saray maiyetinin dağıtılması sırasındaki tutumundan anlamak mümkündür. Herkesin kendi başının çaresine düştüğü ve bir an önce sığınacak bir yer aradığı hengâmda, vaktiyle kendilerine emanet edilen bu kızları akibeti belli olmayan bir meçhule göndermeye rıza göstermeyerek ailelerinin teslim almaları zamanına kadar sarayında himaye etmiştir.

EVLİLİĞİ: Evlilik çağına geldiğinde babasının titiz araştırmalar sonunda uygun bulduğu dönemin Londra Büyükelçisi, daha önce de sadrazamlık yapmış olmasına rağmen tarihe ismini mütareke yıllarının son Osmanlı sadrazamı olarak yazdıran Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Bey (Okday) ile evlendirildi. Damat, Prusya Harp Akademisi mezunuydu. Vahdettin tahta geçince damad-ı şehriyari sıfatına mütenasip bir görevle sarayın erkân-ı harp dairesi riyasetine getirecekti. Her ne kadar baba isteğiyle de olsa eskilerin hüsn-ü imtizaç dedikleri türden aralarında mutlu bir bağ oluşan çiftin 1917 yılında Suade Hümeyra adını verdikleri kız evlâtlarının doğmasıyla saadetleri bir kat daha arttı. Dürüst bir babanın evlâdı ve iyi ahlâkından ötürü padişah başta olmak üzere kadınefendi ve diğer saray maiyeti de damad beyi seviyor ve sayıyorlardı.

HESAPTA OLMAYAN AYRILIK: 1. Dünya Harbi yenilgisinden sonra imzalanan Mondros Mütarekesinin özellikle 7. maddesine dayanarak İtilâf Devletleri İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun muhtelif yönlerini işgal ederek kontrol altına aldılar.
Payitahtın izzetini ayaklar altına alan bu kara günlerde başta padişah olmak üzere saray halkının yaşadığı derin teessürün şümulünü anlatmak ve anlamanın imkânı yok ise de tarifini bu hale yakından şahit olanlar hatıratlarında çok dokunaklı ifadelerle yer vermişler. Son padişah bir yandan İngilizleri oyalamak siyasetini güderken el altından Anadolu merkezli millî direnişi hem teşvik hem de organize etmiştir. İngilizlerin gözü önünde Bandırma Vapurunun yola çıkarılmasını sağlayan padişah yaveri Ahmet Avni Paşa, bu hizmetinin karşılığını sonradan 150’likler denilen vatandan çıkarılacaklar listesinde ismini bulmakla alacaktır! Mücadelenin padişah destekli olduğuna başka bir delil ise; padişahın iki damadının da Anadolu’ya geçerek direniş ordusunun yanında yer almalarıdır. Ancak Sabiha Sultanın eşi son halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu olan Şehzade Ömer Faruk Efendi, Ankara Hükümeti tarafından İnebolu’dan geri gönderilecektir. İsmail Hakkı Bey ise; hem padişah damadı hem de başbakanın oğlu sıfatıyla düzenli ordunun 16. tümen kurmay başkanı olarak görev yapmıştır. Anadolu’ya geçerken eşine haber vermemiş, belki de sarayla ilişiğini kesmek ve ailesini muhtemel bir İngiliz takibinden korumak maksadıyla bir boş kâğıdı bırakarak evden ayrılıp gitmişti. Fakat mevcut evlilik akdine göre bunun bir hükmü yoktu. Çünkü padişah kızları evlenirken ismet hakkına sahiptiler. Kendileri eşlerini boşamadıkça kocanın ayrılması mümkün değildi. Ulviye Sultan eşini çok sevmesine rağmen İngilizlerin durumdan haber alıp padişaha yaptıkları baskıların önünü almak için geri dönüşü olmayan bir biçimde eşini boşamak zorunda kaldı. Haber dönemin gazetelerinde ilân olundu. Gönen cephesinde çarpışan damadın bundan haberi olmadığı gibi, barışmak için yaptığı tavassutların da bir faydası olmadı. General Harington’un ısrarlı ricaları üzerine bu fedakârlığı kızından isteyenin padişah olduğu Leyla Açba’nın* hatıratında açık bir şekilde ifade edilir. İşte bu son demde bile yine devletin selâmeti için bu kez mutlu bir yuva paramparça ediliyordu...

YENİDEN EVLİLİK VE SONUN BAŞLANGICI: Ağlamalar dövünmelerin gideni geri getirmediği bir yola girilmişti artık. Bu hadiseden 1 yıl kadar sonra bu kez Ali Haydar Bey ile cumhuriyetin ilânından bir iki gün sonraya tekabül eden 1 Kasım 1923 tarihinde saray halkının icabet ettiği çok sade bir törenle evlendi Ulviye Sultan. Saray halkının gözetim altında olduğu o karanlık günlerde; “Babanız yurt dışına kaçmış, siz hâlâ düğün dernek peşindesiniz” ithamlarına maruz kalarak. Zaten arkasından hanedan mensuplarının yurt dışına çıkarılması kararı çıktı. Padişah kızları ve hanımları bu süreci önce Feriye Sarayının halk tarafından yağmalanmasına, türlü hakaretlere uğrayarak ve bir padişah hanımına oturabileceği bir iskemleyi bile bırakmayacak muameleler reva görülerek yaşadılar. Sonrasında ise; Dersaadet’ten başka diyar bilmemiş; orada bile gönlünce gezmemiş bu hanımlar, geri kalan ömürlerini geçirecekleri yerlere doğru sürüklendiler. Ulviye Sultan babasının ölüm tarihi olan 1926 yılına kadar San Remo’da onunla beraber yaşadı, daha sonra muhtelif Avrupa şehirlerinde geçen sürgün hayatının son durağı Mısır oldu. Daha sonra çıkarılan afla Türkiye’ye döndü, 1967’de İstanbul’da vefat etti. İsmail Hakkı Bey ise, daha sonradan Bülent Ecevit’in büyük teyzesi Ferhunde Hanım ile evlenmiştir.
Sürgün bu hanedandan çok şeyleri aldı götürdü. Dinî hassasiyetleri, anadilde konuşma yetisini, büyük bir vizyonu ve misyonu olan Osmanlı idealini... Onlardan kalan resimler Avrupa aristokrat sınıfının bir kopyası gibiydi adeta. Fakat izzet, şeref ve haysiyetleri her daim bâki oldu. Sağa sola ağlamadılar, hallerini ifşa etmediler. Zaman en iyi tefsirdir deyip ona havale ettiler. Kin beslemediler. Kaderin hissesini unutmadılar. Nazikeda Kadınefendi’nin söylediği gibi: “Ne gelir Allah’tan, hep gelir Allah’tan”

Dipnot:
* Leyla Açba, Bir Çerkez Prensesin Harem Hatıraları, Timaş Yay.

ZEYNEP ÇAKIR

[email protected]

Okunma Sayısı: 888
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı