"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Devlet kaynaklı siyasî manipülasyonlar cemaatleri yozlaştırır

14 Şubat 2020, Cuma 02:00
Günümüzün siyasetinde birleştiricilikten çok ayrıştırma ve ötekileştirme etkindir.

Bu durum ise İslâm’a tamamen zıt bir durumdur. İslâmî cemaatlerin her şeyden önce muhabbete muhabbet, düşmanlığa düşmanlık beslemeleri, Müslümanlar arasında sevgi ve saygının artması için çabalamaları, ayrılık fikirleri ve ayrışmaya sebep olan şeylerle mücadele etmeleri gerekir. Bunun için de en temel kaynak Peygamber Efendimizin (asm) ahlâkıdır.

Cemaat ve Gündelik Siyaset

Dinî grup ve cemaatlerin gündelik siyasetin içinde bulunması, beraberinde çok ciddî zararları getirecektir, getirmiştir. Bu ifade, dindar insanların siyasetin tamamen dışında olması şeklinde anlaşılmasın. Elbette her insan gibi dindar insanların ve cemaatlerin siyasî görüşleri, bakışları destekleyip desteklemedikleri olacaktır. Ancak gündelik siyaset, taraftarını her türlü sorumluluğun altına da sokar. Meselâ; Bediüzzaman Said Nursî; II. Dünya Savaşı’nın üzerinden yıllar geçmesine rağmen takip etmemiş, sormamış, sordurmamış ve talebelerinin ilgilenmesini de doğru bulmamıştır. Sebep: “zulme ortak olma ihtimali”. Peki, o zaman insanlar ne yapıyordu? Bırakın sıradan insanları, cami cemaatine mensup bir kısım insanlar bile camiyi cemaati bırakıp radyo başına koşmuşlar ve yakından alâkadar olmuşlardır. Dünyayı alt üst eden, çok büyük felâketlere yol açan, milyonlarca insanın ölmesine, sakat kalmasına, yerinden yurdundan olmasına yol açan dünyanın en büyük hadisesi önemsiz midir ki, ilgilenilmesin? Bununla ilgilenmenin bir zararı mı var? Ya da bundan daha büyük bir mesele mi var? Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sorulara verdiği cevabın, sadece dünya savaşı ile sınırlı değil aynı zamanda gündelik siyasetle ilgili olduğunu da düşünüp konunun üzerine önemle eğilmek lâzım. (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, s. 34-35).

Almanya ve İngiltere’nin başını çektiği büyük savaştan etkilenmeyen, zarar görmeyen neredeyse hiçbir Allah’ın kulu kalmamıştır. Yani bu demektir ki, söz konusu iki devlet ve ortakları milyarlarca insanın hakkına hukukuna girmişlerdir. Bizim inancımıza göre, Kitabımıza göre; masum bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmekle eşdeğer olduğuna göre, yapılan zulümlerin çetelesini tutmak, hesabını yapmak için rakamlar kâfi gelmez. İyi de bundan bize ne, biz mi insan öldürdük? Almanya ile İngiltere’nin arasını biz mi bozduk? Üstelik savaşa bile girmedik.

Bunlardan hiçbirini yapmadık. Ama heyecanla olayları takip eden insanın durumu, yabancı iki takımın maçını izleyen seyirciye, izleyiciye benzetilebilir. Her ne kadar ikisi de ülkesinin takımı ve dolayısıyla tuttuğu takım olmasa bile gönlü bir tarafa kayar ve mutlaka birisinin galip gelmesini ister. Düşünün ki, dünyayı kana bulayan iki büyük gücü izlerken birinin kazanmasını istememek acaba ne kadar mümkün? İki taraf da insanlık suçu işlemiş midir? İşlemiştir. Dolayısıyla oturduğumuz yerde kalben taraftar olmakla bile, “Zulme rıza zulümdür” tehlike ve günahının içinde kendimizi buluruz; “Zulme rıza zulümdür… Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır, tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir; belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür.

“Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor. Çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor; mahvoluyor. Mim’siz, gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, “Cemaat için ferd feda edilir; milletin selâmeti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûla vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaata feda etmez; “Hak, haktır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa, bakılmaz” diye kanun-u semavi ve hakikî adalet noktasında Risale-i Nur şakirtleri gibi hakikat-ı Kur’âniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, …Zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur’ân lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takip etmekle meşgul olmak münasip olmadığı için…” (Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası. s. 112).

Aslında siyaset siyasetçilerin işidir. Onlar yapar ve yapmalı. Cemaatler hiçbir şekilde işin merkezinde bulunmamalı ve girmemeli. Bu durum da elbette her şeye sessiz kalmak, sadece oy zamanı gidip oy vermek demek değildir. Burada kasıt, desteklenen siyasî teşekkülün her şeyini desteklememek ve tevile çalışmamaktır. Burada ihmal edilen veya içine düşülen hata, geçmişte büyük İslâm âlimlerinin çizmiş bulunduğu ve titizlikle uyguladıkları tavırdan sapmaktan kaynaklanmaktadır. Yanlışa sessiz kalmak, her türlü olumsuzluklara karşı tavır koymamak veya desteklenen tarafın hiçbir kusurunu görmemek, İslâmî ve insanî bir yaklaşım değildir.

Siyasetçi gelişmelere göre tavır alabilir, söylemini değiştirebilir, yanılabilir, tutturabilir vs. bütün bunlar sadece kendisini bağlar. Faturasını da halk seçim yoluyla keser. Cemaatlerin böyle bir lüksü yoktur. Sırf Allah rızası için hareket edenler günlük basit çekişmelerin içine giremezler. Girdikleri an kendilerini çamurun ve kirin içinde bulurlar. Böyle bir durumda belki de artık cemaatten çok siyasî teşekküle -farkında olmadan- dönüşülmüş olur.

Günümüzün siyaseti tamamen menfaat üzerine döndüğü için çok büyük tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. Bir kısım siyasetçilerin akla mantığa sığmayan vaatleri, itici söylemleri, dışlayıcı tavırları İslâmî cemaatlere sadece zarar getirir. İslâm kucaklayıcıdır, dışlayıcı değildir. Bir partiye oy vermeyi neredeyse İslâm’ın, İmanın şartları seviyesine yükseltmek/sokmak ne derece doğrudur? Zamanla söyleminin tamamen zıddına hareket eden, ak dediğine bir süre sonra kara diyen siyasetçilerin sayısı hiç de az değildir. Peki, kaynak ve dayanağını, söylemlerini dinden, imandan, Allah’ın emir ve yasaklarından alan şahıs veya cemaatler bu değişken tavrı gösterirse ne olur? İslâm büyükleri hep orta yolu tavsiye etmiştir. İfrat ve tefrit hiç kimseye fayda getirmez, bilakis zarar verir. Söylenen her sözde, yapılan her fiilde Allah’ın rızası ve özellikle kul hakkını göz ardı etmemek çok büyük önem taşır. Siyasette ise çoğu zaman ferdin hakkı hukuku nazara alınmaz ve topyekûn infaza gidilir. Suçlu suçsuz ayırt edilmez. Muhalif olan herkes adeta düşman görünür.

Siyasî gelişmelerin odağında olanlar ister istemez dinî değerlerden ödün vermek zorunda kalabilmektedirler. “Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.” (Bediüzzaman Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfi, s. 63). Siyasî olayların içinde olma yerine, cemaatlerden beklenen ve özellikle yapmaları gereken temel vazife İslâm kardeşliğini yeniden canlandırmak ve insanların zihnine yerleşmiş bulunan yanlış algıları yok etmeye çalışmaktır.

Günümüzün siyasetinde birleştiricilikten çok ayrıştırma ve ötekileştirme etkindir. Bu durum ise İslâm’a tamamen zıt bir durumdur. İslâmî cemaatlerin her şeyden önce muhabbete muhabbet, düşmanlığa düşmanlık beslemeleri, Müslümanlar arasında sevgi ve saygının artması için çabalamaları, ayrılık fikirleri ve ayrışmaya sebep olan şeylerle mücadele etmeleri gerekir. Bunun için de en temel kaynak Peygamber Efendimizin (asm) ahlâkıdır. “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” diyen İslâm Peygamberi ile günümüzün siyaseti maalesef hiçbir şekilde uyuşmamaktadır. Herkes bilmektedir ki, günümüz siyaseti menfaat üzerine dönmektedir. Kendisi için istediğini kardeşi için istemez. Hal böyle iken nasıl hakikî mü’min sıfatı kazanılabilir?

Siyasete bulaşan cemaat halkın geneline hitap edemez. Ülkemizin nüfusunun % 99 Müslüman olduğu kabul edilmektedir. Peki, bunların tamamına hitap eden, memnun eden, taleplerine cevap veren/verebilen siyasî teşekkül var mıdır? Gelmiş midir? Bediüzzaman, Nurculuğun siyasî bir cemiyet olmadığını ifade eder:“… hileyi hilesizlikte bulan, … Meselemiz îmândır. Îmân kuvvetiyle bu memlekette ve Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamları ile uhuvvetimiz var. Halbuki, cemiyet ise ekser içinde ekalliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam cemiyet olmaz.” (Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 201).“Evet, biz bir cemaatiz. Hedefımiz ve programımız evvela kendimizi, sonra milletimizi îdam-ı ebedîden ve daimî berzahî haps-i münferitten kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşîlikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesîle olan zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Şûâlar, s. 305). Siyasî teşekküllerle alâkası olmadığını ve mesafeli durmayı da şu şekilde ifade etmiştir: “Mesleğimizin esası olan “ihlâs” bizi men ediyor. Çünkü bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevî harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevî alet hükmüne getiriyor. Hâlbuki hakaik-ı îmaniye ve hizmet-i Nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye alet olamaz. Rıza-yı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Hâlbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.” (Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. I, 37).

Cemaatlerden Elini Çekmeyen Devlet Yönetimi

Günümüzde adeta devlet-cemaat savaşına dönüşen ve gelişen birçok olumsuzluğun arka planında devletin tutum ve davranışı da yatmaktadır. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren devam ede gelen topluma şekil verme, belli kalıplara sokma veya istedikleri gibi hareket etmelerini sağlamak için yapılan devlet müdahaleler cemaat ve tarikatlar üzerinde çok büyük olumsuz etkiler bırakmıştır. Bazı dönemlerde ise iş tamamen çığırından çıkmış ve devleti yönetenler özellikle siyasî amaçları çerçevesinde cemaat-tarikat ilişkilerini dizayn etmişlerdir. Cemaatlerin aslî görevi insanlara iman ve İslâm ölçüleri çerçevesinde yaklaşmak olup bunun dışında amaç gütmemeleri gerekir. Amaç sadece Allah rızası olmalıdır. Devletin ise cemaatlere yaklaşımında tamamen tarafsız olması gerekir. Birisini destekleyip diğerini ötekileştirme olmamalıdır.

Ancak, pratikte böyle olmamış, taraflı davranılmıştır. Özellikle seçim zamanlarında cemaatler üzerindeki etki ve baskının dozu artmıştır. Laik Devleti yönetenler bu temel esası hiçbir zaman akıllarına getirmemiş ve bu çerçevede hareket etmemişlerdir. Bunun en önemli gösterge ve neticelerinden bir tanesi de dinin siyasete alet edilmesi olmuştur. Bu durum cemaatlere zarar verdiği gibi, devleti yönetenlerin güvenirliliğini de ciddî şekilde zedelemiştir.

Cemaatleri manipüle etme, belli amaçlar doğrultusunda yönlendirme, birini ötekine karşı kullanma gibi olumsuzluklar özellikle 12 Eylül darbesinden sonra daha da artmıştır. Dini siyasete alet etmekten çekinmeyen, gittiği her yerde dinî muhtevalı mesajlar veren darbe yönetimi, bir süre sonra cemaatlerle gizli anlaşma yoluna gitmiş ve tarafına çekmeye çalışmıştır. Darbeden yana tavır koyanlar maddî-manevî destek görürken, karşı olanlar da her türlü baskıyı göğüslemek zorunda kalmışlardır. Günümüze kadar gelen bu tavır ve uygulamalar cemaatlerin bir kısmının yozlaşmasında ciddî etki yapmıştır. İktidardan yana olanlar çok ciddî maddî destek görürken, karşı olanlar ise birbirine düşürülmeye ve bölünmeye çalışılmıştır.

Toplumun ve bir kısım cemaatlerin yozlaşmasında yukarıda çok kısa olarak değindiğimiz devlet tavrının çok önemli etkisi olmuştur. Bir kısım insanlar devletin bu yaklaşımı çerçevesinde dinî amaçtan çok dünyevî maksatlarla cemaatlere yanaşmaya ve içlerine girmeye çalışmışlardır. Dolayısıyla cemaatlerden istifade; dini-diyaneti öğrenmekten çok, makam, mevki, iş amacıyla sınırlı kalmıştır. Hatta bir kısım insanlar yerleşmek istedikleri kurumda etkili olan kesimleri araştırıp onlardan görünmeye ve amaçlarına ulaşmaya çalışmışlardır.

Her ne sebeple olursa olsun, devlet yönetiminin taraf tutması; örneğin, kadrolaşmada birilerinin desteklenmesi, ayrımcılık yapılması, liyakate göre davranılmaması çok ciddi haksızlıkları beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla bu yanlış ve haksız durumun önüne geçilmesi hem devletin, hem de cemaatlerin aslî görevlerini hakkıyla yerine getirmeleriyle mümkün olur. Kısa vadede sağlanan menfaat uzun vadede çok büyük tahribatlara yol açar ve açmıştır.

Okunma Sayısı: 7627
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
  • Toygar

    14.2.2020 08:22:45

    Son paragraf, son yıllarda yaşanan her türlü durumu özetler gibiydi.

(*)

Namaz Vakitleri

  • İmsak

  • Güneş

  • Öğle

  • İkindi

  • Akşam

  • Yatsı