Kemalist Türkçülerin ağırlıkta olduğu Yeniçağ gazetesinde yazan Cazim Gürbüz, Said Nursî'yi defalarca zehirleyip mahkemelerde idam edilmesini isteyenlerden daha büyük kin ve garazla döktürmüş içindeki ufûneti.
6 Eylül (2011) günkü "Genelkurmay belgelerinde Kürt isyanları" başlıklı yazısında yer alan yığma bilgilerin içinde sağlam, kuvvetli, güvenilir bir tek delil, hüccet, ispat yok.
Meselâ, 1936–37'deki "Sason Hadisesi"nin "Kürt isyanları"ndan biri olduğu tezine inandığı anlaşılan yazar Gürbüz, Said Nursî hakkındaki vicdansızcasına yapılan isnat ve ithamları da kabullenmiş şekilde şunları yazıyor: "Bu kitaplarda Said–i Nursi’nin 'Gerçek bir anarşist ve Kürtçü olduğu' yazılı. Bunu, Türk olan Nurcular hemen 'Kemalist zihniyetin iftirası' olarak damgalamasınlar."
Öyle mi? Mesele bu kadar ucuz ve basit mi? Said Nursî ve eserlerinin yüzlerce mahkemeden geçmiş olmasına rağmen, Nurcular tutup bu sunturlu yalanı hemen kabul mü etsinler? Bunu mu teklif ediyorsunuz?
İyi de, o takdirde yüzlerce mahkeme kararı tekzip edilmiş sayılmaz mı? Yüzlerce vicdanlı Türk hakimi yalancı duruma düşmüş olmaz mı?
Bu nasıl bir fütursuzluktur böyle...
Şunu bir daha düşündünüz mü: Onca hakim ve mahkemeler (1935–1985), ellerinde her türlü imkân var iken, Said Nursî ve talebelerinin ise, fikrî savunmadan başka ellerinde hiçbir imkân yok iken, söz konusu "Kürtçülük ve anarşistlik" iddiası hiç ispat edilemediği halde, sizin bir kitapta gördüğünüz karalamaları tutup savunmaya kalkışmanız, acaba nasıl bir aklın, nasıl bir vicdanın eseri olabilir?
Sizin de hoşunuza giden birilerinin asılsız isnat ve iddiası, defalarca temyiz edilen ve artık "kaziyye–i muhkeme" halini alan yüce adâletin kanaat ve kararından daha üstün, daha gerçekçi midir?
Buna aklı bozulmamış, vicdanı tefessüh etmemiş bir kimse inanabilir mi?
Hem, Said Nursî hangi eserinde—hâşâ—Kürtçülük yapmış ve hangi talebesini anarşistliğe teşvik etmiştir?
Yüz binlerce talebesinden bir tekinin bu meyanda bir kaydı, bir sabıkası var mıdır?
O muhterem zât, seksen yıllık ömründe, kendisinin yahut talebelerinin bir askere, bir polise veya herhangi bir devlet memuruna en ufak bir zarar verdiği vaki olmuş mudur?
Bırakınız hayalî imkânatı; vukuat olarak bir tek delil gösterebilir misiniz?
O halde, neden bu hayalî düşmanlık? Niçin bu derece yalana tevessül? Sebebi ne?
Evet, görüldüğü gibi, sayın Gürbüz'ün delilleri gerçekten de zayıf ve cılız; ancak atmasyonları ve düpedüz yalan, yanlış ve iftiralı karalamaları, hayret ve taaccüp edecek derecede sert ve keskin.
Sayın yazarın kendince doğru bulduğu iddiaları BDP'li Altan Tan'a, yahut Genelkurmay kaynaklı derlemelere dayandırması da, hakikatleri olduğu gibi yansıtmaz, sadece kendisinin artniyetini izhar edip ortaya koyar.
* * *
Bakınız, size yüzde yüz kat'iyyetinde araştırarak tesbit ettiğim bir başka meseleyi, bilvesile burada da aktarmaya çalışayım.
Gerek resmî kayıtlarda ve gerekse Casim Gürbüz'ün itimat ettiği kitaplarda 1936'da patlak veren "Sason İsyanı" da "Kürt ayaklanmaları"ndan biri olarak kabul ediliyor.
Sizi temin ederim ki, böyle bir şey yok ve olmamıştır.
Evvelâ, kendim o coğrafyanın insanıyım. O tarihlerde, bizim köyümüzün de dahil olduğu Sason ilçesine bağlı yüzden fazla Kürt ve Arap köyleri vardı.
İsyan denilen hadise ise, kesin olarak ifade ediyorum ki, tümüyle Arap köylerinin bulunduğu bölgede meydana geldi.
Vergi toplama gerekçesiyle Jandarmanın koruması altında Harbak köyüne giden ilçenin askerî ve mülkî heyeti köy ağasının (Teter–i Badik) evinde misafir edilirler. Yemek hazırlıkları esnasında, Jandarma yüzbaşısı ağanın gelinine sarkıntılıkta bulunur. Gelinin bağırmasıyla birlikte, ağa silâha sarılır ve aralarında müsademe çıkar. Çatışma esnasında kaymakam vekili öldürülür. Köyün yakınına konuşlanan jandarmaların koruma ateşi altında yüzbaşı canını zor kurtarır.
Ne var ki, vukuat Ankara'ya bambaşka bir mânâ ve mahiyette rapor edilir. O tarihte aynı bölgede bulunan Cemal Madanoğlu'nun (27 Mayıs darbecisi) da sonradan itiraf ettiği üzere, uçkurcu jandarma yüzbaşısı, devlet merkezine "Sasonda Kürt isyanı başladı" diye rapor gönderir.
Bakınız, birkez daha iddia ediyorum ki, o "isyan bölgesi"ndeki köylerin tamamı Arap kökenlidir ve halen de Arapça konuşurlar. Aralarında bir tek Kürt vatandaş yoktur.
Dahası, dönemin hükümeti tarafından o bölgedeki Kürt kökenli olanlar silâhlandırılarak milis ve korucu kuvveti olarak kullanılmış ve neticede iki taraf birbirine kan dâvâlı düşmanlar haline getirilmiş. Ne acıdır ki, o gün alevlendirilen husûmet ateşi, halen de sönmüş, yahut söndürülebilmiş değil.
Demek ki, bir iddianın Genelkurmay kayıtlarında, yahut yayınları arasında yer almış olması, o iddianın yüzde yüz doğruluğunu göstermez.
Yetmiş beş sene evvelki Sason Hadisesiyle ilgili hakikat dışı kayıtlar, bu gerçeğin en çarpıcı bir ifadesi olsa gerektir. (Çok yakın zamanda TSK'nın web sitesinden silinip atılan 27 Nisan 2007 tarihli "e–muhtıra" vukuatını da söz konusu değişkenliğin bir halkası olarak görmek mümkün. Darısı, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat süprüntülerinin başına.)
* * *
Askeriyedeki hiyerarşik yapı gereği, yanlış rapor edilmiş bir hadisenin gerçekliğini, ilmî/fikrî çabalarla her zaman ortaya koyma şansına sahip değilsiniz. Olaylar, yukarıdan verilen emir–komuta doğrultusunda resmî kayıtlara geçer.
Sivil inisiyatif veya ilmî araştırma sahipleri, bu kayıtlara inanmak, bunları olduğu gibi kabul etmek durumunda değil.
Hatta, böylesi bir teslimiyet anlayışı, sivilde ayıp kaçar ve zül telâkki edilir.
Acaba, bugün itibariyle hangi ilim adamı, yahut hangi sivil inisiyatif sahibi vardır ki, meselâ Dersim, ya da Menemen Hadisesini resmî kayıtlarda yer aldığı şekliyle kabul etsin?
Aradan zaman geçtikçe, baskıya dayalı korku bulutları izale olup dağıldıkça ve hür iradeye dayalı demokratik zemin daha sağlam ve sağlıklı bir hale geldikçe, üzeri örtülen, ya da büsbütün çarpıtılmış olan hadiselerin hakiki mahiyeti de ortaya çıkmaya başlıyor.
İşte, yakın tarihimizde yaşanmış birçok hadise vardır ki, maalesef henüz bütün yönleriyle anlaşılmış veya aydınlatılabilmiş değil.
Bu acı realite sebebiyle, bazı köhneleşmiş düşünce kırıntıları, zayıf ve cılız da olsa sağda solda hâlâ revaç bulabiliyor.
Lakin, hiç endişe edilmesin ki, bunların da sonu yakındır ve tıpkı "Türkçe ezan dayatması" yahut "e–muhtıra" süprüntüsü gibi hayatımızdan silinip gideceklerdir.
NOT: Altan Tan'ın TİMAŞ yayınları tarafından neşredilen “Kürt Sorunu” isimli kitabında yer alan Şeyh Said ve Said Nursî'nin münasebetlerine dair bilgilerin kaynağı Nur Risâleleri değildir. Başkasının hatıra notlarına dayanılarak bazı yorumlar yapılmış. Bunları sağlıklı bulmak, doğru değil. Zira, Said Nursî ile Şeyh Said itikad noktasında değil, fakat içtihadî olarak, yani dine hizmet ve cihad metodu itibariyle aralarında dağlar kadar fark vardır. Biri kâmil mânâda müsbet, diğeri ise menfî hareket metodunu benimseyip tatbik etmiş. Dolayısıyla, bu iki şahsiyeti bir tutmak ve aynı kategoride değerlendirme, hakkaniyetle bağdaşmaz ve bağdaştırılamaz.