Herkesin kendine göre mukaddes değerleri vardır. Cemiyetlerin, milletlerin de öyle.
Meselâ, dini ve mukaddesatı olmayan bir millet yaşamaz, yaşayamaz. Velev ki, o din batıl ve hurafelerle dolu olsa dahi, milletler ve topluluklar yine de ona bağlı kalarak yaşayabilir.
Misal: Hak din olan İslâmiyetin dışında ineğe, ateşe, güneşe, yıldızlara, put ve heykellere tapmış ve halen de tapmakta berdevam olan milletler, topluluklar var.
Bir misal de dahilden: Başlangıçta hiçbir dini kabul etmeyen Kemalistler, “Dinsiz bir millet yaşayamaz” gerçeği karşısında, bir süre sonra Kemalizmi din haline getirmeye başladılar. Behçet Kemal Çağlar’ın “Ata’ya Mevlit” şiiri bir dönem için revaçtaydı. Aynı dönemde bir adım daha ileri gidilerek, “Türk’ün ilâhı Atatürk” sözleri dolaşıma girdi. 1943 baskılı TDK’nın “Sözlük” kitabında ise, “Türk’ün dini Kemalizm” ifadesi açıkça yazılarak resmen de deklare edildi.
Netice itibariyle, mahiyeti ne şekilde olursa olsun “din ve mukaddesat” kitlelerin, milletlerin vazgeçilmez değerleridir. Ondan vazgeçtikleri andan itibaren, yok olmaya mahkûmdurlar. Nitekim, tarih boyunca yok olup giden birçok kavimler, cemiyetler, milletler vardır.
*
Bir yanlış, bir başka yanlışla telâfi edilmez. Bir günah, bir başka günahı işlemekle giderilmez.
Buna binaen, “siyaseti dinsizliğie âlet etme” cürmüne mukabil, tutup “dini siyasete âlet etme” cürmü işlenmez. Birinin alternatifi diğeri değildir. İkisi de hatadır, günahtır, cürümdür.
Türkiye’de bir dönem siyaset dinsizliğe âlet edildi maalesef. İslâmiyet adına ne varsa yasaklandı. Mushaf-ı Şerif, yasak kitaplar listesinin başına konuldu ve tek tek camilerden, medreselerden, hatta yer yer evlerden dahi toplatılarak ya imha edildi, ya da hurda kâğıt fiyatına bakallara “ambalaj kâğıdı” şartıyla satıldı. (Yıllar önce K. Maraş’ta benzer bir hadisenin görgü şahidiyle bizzat görüştük. Aynı yasaklardan dolayı Kur’ân’ı saklayanlarla Barla’da da görüştük.)
Yasaklanan sadece Kur’ân-ı Kerîm değildi; Kur’ân dersi vermek de yasaktı. Keza, Ezan-ı Muhammedî okumak, cenaze namazında olsun “Allahu Ekber” diye tekbir getirmek, hatta “Allah” demek dahi yasaklanmış durumdaydı.
*
Yukarıda ifade edildiği üzere, siyasetin dinsizliğe âlet edilmesi ne derece ağır bir vebal ise, dini dünyaya âlet etmek veya siyasete tâbi kılmak dahi aynı nisbette ağır bir vebali netice veriyor.
Siyaset yoluyla dine hizmet edilir; ama, din siyasî ve dünyevî maksatlar için malzeme olarak kullanılmaz.
Ne yazı ki, günümüzün bazı siyasetçileri ve bilhassa iktidar cenahında yer alan bazı politikacılar, bu noktada kural-kaide tanımadan, hatta çiğneyerek gidiyorlar. Yer yer siyasî toplantı ve merasimlerin içine, üzerinde resmî “hocalık kisvesi” bulunduğu halde, bazı imamları, yahut din görevlisi kimseleri getirip katıyorlar. Belirlenen hutbe konularında, aynı saikle sınırları zorluyorlar.
Unutulmasın ki, diğeri gibi zamanla bu dahi ters teper ve aleyhlerine döner.
Zira, her şeyin bir haddi-hududu ve nihaî bir sınırı vardır. O sınır aşıldığında, yahut ısrarla ihlâl edildiğinde, bu kez aşılması zor sıkıntılar zuhur etmeye başlar. Mâlumdur ki, derman bile haddi aşarsa dert getirir.
Cami içinde, yahut Cuma çıkışında camilerin önünde siyasî mesajlar vermek, hele hele taraflı propagandalarda bulunmak doğru değildir. Böyle şeylerin dinin özünde-ruhunda olmadığı kanaatindeyiz. Zira, medrese, cami, mescid ve sair yerler, umumun mukaddes malı olan ulvî mahallerdir. Bunların ve buraların hiçbir şekilde dünyanın siyasetine, hatta ticaretine âlet edilmemesi ve tâbi kılınmaması gerekiyor.