Uhud Harbindeki (Miladî: 23 Mart 625; Hicrî: 3 Şevval 7) mağlubiyetin sebeplerinden biri olarak “Okçular Tepesi”nin terk edilmesi olarak gösteriliyor. Ganimet için zaaf gösterenler, bir hata eseri olarak mevzilerini terk edince, mukadder mağlubiyet kaçınılmaz oluyor.
O hadiseden çıkarılacak en büyük bir ahlâk dersi ise şudur: Zaafına yenik düşerek Okçular Tepesi’ni hangi Sahabelerin terk ettiği hususu hiçbir zaman bilinemedi, öğrenilemedi. Yani, o şahsî hatalar hiç ifşâ edilmedi; üzerindeki sır perdesi yırtılmadı. Bilâhare, içtihad farkı sebebiyle karşı karşıya gelen ve birbirinin kanını dökecek, canına kıyacak kadar zıtlaşan Sahabeler dahi, o Okçular Tepesi meselesini hiç gündeme getirmediler ve şahsî zaafları birbirine yüzüne vurmadılar. Âdeta, birbirlerinin kusurlarına karşı gözlerini yumdular.
Bu hadise, birbirine düşman hale bile gelse, Sahabelerdeki yüksek ahlâkın hiç pörsümeden devam ettiğini gösteriyor.
«
Elazığ temsilcimiz Terzi Hasan Abinin işyerinde bu tür meseleler üzerinde sohbet ederken, “Dindar Demokratlar”dan kıymetli dostumuz Atik Bey son derece ibretli ve o nisbette düşündürücü bir anekdot anlattı. Yaşanmış bir hikâyeyi şu sözlerle nakletti:
Emekliye ayrılmış yaşlıca bir öğretmen parkta otururken, yanına genç bir adam geldi. Emekli öğretmenin elini öpmek istedi. İkisi arasında şu diyalog yaşandı.
- Hocam beni tanıdınız mı?
- Yok evlâdım tanıyamadım. Kusura bakmayın, yaşlılık işte.
- Hocam, ben liseden sizin öğrencinizim. Sizi örnek alarak ben de okuyup öğretmen oldum.
- Öyle mi? Maşallah. Memnun oldum. Peki, benim neyimi örnek aldın?
- Hocam, bir gün zaafıma yenik düşerek bir arkadaşın saatini çaldım. Arkadaş da gelip size şikâyette bulundu. Siz ise, o gün şöyle bir yöntem takip ettiniz: Dediniz ki, “Lüften herkes gözünü iyice kapatsın. Saati çalan kişi getirip masanın üzerine koysun. Onu kimse görmesin, bilmesin, tanımasın. Yani, hırsızlık yapan kişi bilinmesin, belli olmasın. Mesele de burada kapansın, gitsin.” Hocam saati çalan bendim. Ama, utancımdan getirip de masaya bırakmadım. Siz bu kez dediniz ki “Şimdi herkes sıradan çıksın şu orta yere gelsin ve gözünü bir daha kapatsın. Ben kendim tek tek ceplerinizi arayıp saati bulurum.” Saat benim cebimdeydi. Üstümü ararken buldunuz ve götürüp sahibine teslim ettiniz. Arkadaşların gözleri kapalı olduğu için, saati benim çaldığımı kimse görmedi, anlayamadı. Hocam, işte o gün hırsızlık yapan öğrenci bendim. Ama, siz beni deşifre etmediniz, onurumu kırmadınız. Sizin bu tavrınızı çok beğendiğim için, ben de sizin gibi okuyup öğretmen olmaya o gün karar verdim. Size müteşekkirim hocam.
- Vay, demek ki o gün saati çalan sizdiniz öyle mi?
- Evet hocam, ne yazık ki bendim.
- Âh evlâdım, o gün saati çalan öğrencinin siz olduğunuzu ben de yeni şimdi öğrendim. Çünkü, gözünü kapatan sadece öğrenciler değildi; hırsızı tanımamak için o ân ben de gözümü kapatmıştım…
«
Bir davaya karşı işlenen ihanet suçu affedilmez. Dolayısıyla, hainlik değil, ama şahsî olan hata ve kusurların ifşa edilmemesi ve perdenin yırtılmaması gerektiğine dair Hz. Bediüzzaman’ın Münazarat’da şöyle pek mânidar bir izahatı var:
“Fena adama iyisin, iyisin denilse iyileşmesi ve iyi adama fenasın denildikçe fenalaşması çok vuku bulmuştur.
“Faraza, bazılarının altında büyük fenalıkları varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki, iyilik perdesi altında kaldıkça ve perde yırtılmadıkça, mahdut ve mahsur kaldığı gibi, sahibi de perde-i hicap ve haya altında kendisinin ıslahına çalışır. Lâkin, vakta ki perde yırtılsa, hayâ atılır; hücum gösterilse, fenalık, fena tevessü eder.”
Evet, her insanın kendine göre bir hatası, kusuru, zaafı olabilir. O zaaf sebebiyle, bir anlık için nefis ve şeytanına yenik düşebilir. Ama, sonradan toparlanıp kendini düzeltme yoluna gidebilir. Şayet, haya ve hicap perdesi yırtılırsa, fenalık fena şekilde yayılıp iz bırakır. Allah ayıpları örtendir. Ne mutlu—o muallim gibi—mü’min kardeşinin şahsî ayıplarını örtenlere.