Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde modern zaman içinde Emrah ve Ceyda Altuntecim adında bir çift yaşarmış. Emrah ve Ceyda, İstanbul’un onca koşuşturmacasının ardından akşam olunca evlerine çekilmişler. Emrah odasındaki bilgisayarında bir şeyler yazarken beyaz ekrana dalıp gitmiş. Kalbinin derinliklerinde bir his uyanmış. O his öyle derin bir hismiş ki Emrah’ın içi içine sığmaz olmuş.
H. HÜSEYİN KEMAL [email protected]
O an Ceyda’yı yanına çağırmış. Ceyda büyük bir heyecanla odaya koşmuş. Emrah’ın ağzından dökülen “Yürüyelim Ceyda!” imiş. Ceyda da hiç tereddüt etmeden “Yürüyelim” demiş sevdiği adama. Daha sonra “Uzaklara çok uzaklara yürüyelim! Hiç bitmeyecek bir yolda yürüyelim” cümleleri eklenmiş Emrah’ın sözlerine. Ceyda “Nereye?” diye sormuş. Emrah “Bilmiyorum, ama çok uzaklara yürüyelim” demiş. Ceyda’nın dudaklarından tek tek dökülen kelimeler onları sırlı ve zorlu bir yolcuğa sürüklemiş “Hazreti Mevlânâ’ya yürüyelim”.
Bu cevabın ardından Emrah’ın içini büyük bir heyecan sarmış. Hemen Mevlânâ Hazretlerinin 22. kuşak torunlarından Esin Çelebi Hanımefendiyi arayıp durumu izah etmişler. Çelebi Hanımefendi sanki telefonlarını bekliyormuşçasına hiç tereddüt etmeden “Yürüyün Çocuklar” demiş. Ancak yürüyüşlerini 30 Eylül’de, yani Mevlânâ’nın doğum gününde bitirmelerini istemiş. Bu tavsiye, yürüyüşün daha da anlamlı hale gelmesine vesile olurken, Emrah ve Ceyda çiftinin yürüyüşlerine olan sadakatleri artmış. Kendilerini artık “Geri dönülemez” bir yolculuğun içinde hissetmişler. Tam 1.5 milyon adımın atılacağı bu yolculuğun adı “Aşk yolculuğu” imiş.
Nisan ayında Emrah Bey’in kalbine ilham olunan bu yolculuğun 30 Eylül Hazreti Mevlânâ’nın doğum gününe denk gelmesi için hesaplamalar yapılmaya başlanmış. Güzergâhlar seçilmiş, adımlar hesaplanmış, ancak bu yolculuğa çıkmak için dört ay beklemek gerekiyormuş. Lâkin, Nisan ayında İstanbul’dan çıksalar aylarca önce Konya’da olunuyormuş. İnce elenmiş sık dokunmuş ve veli bir zâtın da tavsiyesiyle 13 Ağustos Perşembe günü yola çıkma planı yapılmış. Perşembe, çünkü büyük zâtlar uzun yollara bu kutsal sayılan günde çıkarmış.
Mevlânâ Hazretlerine ulaşmak için İstanbul, Yalova, Bursa, Bilecik, Eskişehir, Kütahya ve Konya’yı kat edecek adımların sahibi çift, yola çıkmadan bir çok olumsuz hikâye dinlemişler, başlarına gelebilecek tehlikeler, çevredekiler tarafından kulaklarına fısıldanmış. Ancak onlar kalplerine güvenip vazgeçmemişler yollarından. Nihayet işlerini güçlerini bırakıp 13 Ağustos 2009’da Zeytinburnu Yenikapı Mevlevihanesi’nden Esin Çelebi ve dostları tarafından güllerle yolculuklarına uğurlanmışlar. Ceyda’nın aylarca yaşadığı heyecan, artık gerçek oluyormuş. Yolların hasretiyle uykusuz geçen geceler, artık geride kalacakmış. Çiftin ağzından “Çok şükür” duâları dökülüyormuş. Dökülüyormuş dökülüyor olmasına, ancak yola çıkan bu iki karınca için asıl macera şimdi başlıyormuş…
YOLA ÇIKAN KARINCA VE ONA EKMEK VEREN BİRİLERİ
Günde yaklaşık 40 kilometre yürüyeceklermiş menzillerine varabilmek için. Emrah’a yolculuk öncesi dostları “Hadi sen yürürsün, bir kadın olarak eşin nasıl bu kadar yolu yürüyebilir. Bir hafta değil, iki hafta değil, üç hafta değil diyorlarmış. Üstüne üstelik de doğru dürüst bir planları da yokmuş kalacakları ve dinlenecekleri yerler hakkında. Çantalarında bisküvi, kuruyemiş ve su… Net olan bir şey varsa, bu yolculuktaki belirsizlikmiş. Zaten onların da yola çıkış amacı aşk yolunda bu belirsizliğin gizemini çözmekmiş.
Bilmedikleri tanımadıkları yollarda adımlarını hiç yılmadan atmışlar aşka doğru. Kimi zaman bir köyün camiinde, kimi zaman muhtarın evinde, kimi zaman da bir türbenin yanında çadır açıp uyumak zorunda kalmışlar. Hiçbir zaman kalacakları yerleri seçme şansları olmamış ve yatacakları yastığın yumuşaklığını belirleme hakları. Her gece yatacakları mekânın kilidi değişiyormuş. Misafir edildikleri yerlerde önlerine ne konuyorsa onları yemişler. Kimi zaman rüzgâr, kimi zaman yakıcı bir güneş, kimi zaman da yağmur arkadaşları olmuş. Hiçbirine itiraz etmemişler. Tam bir teslimiyetle yolun kendilerine sunduklarını kabul etmişler. Hatta bir TIR şoförü bilinçli olarak üzerlerine sürmüş aracını, ancak yine de bu aşk yolcuları sinirlenmemeyi başarmışlar. Kimi köylerden geçerken, arkalarından “Bunlar uzaylı” diye bağıranlar da olmuş.
Kimi zaman gece karanlığına kalmış bizim âşıkların adımları… O karanlıkta kalacak bir köy bulmuşlar, ancak tabela 6 kilometre anayoldan içeriyi gösteriyormuş. Gecenin o karanlığında, çakalların uğultuları eşliğinde, ormanlık bir yoldan köye doğru yola koyulmuşlar. Tarlalardaki saman balyaları, çeşit çeşit korkuluklar insanın aklını başından alacak derece ürkütmüş onları. Ancak yapacakları tek şey varmış, o koskoca yıldızlarla süslü gökyüzünün altında yürüdüklerini fark edip “Kol kola girip, duâ okuyarak yollarına devam etmek.”
Bizim âşıklar az gitmişler uz gitmişler, kimi zaman korkmuşlar, kimi zaman sevinmişler, kimi zaman yalnız kalmışlar, kimi zaman insanlara karışmışlar. Aç kalmışlar, ikramlara mazhar olmuşlar, ama nihayetinde 1.5 milyon adımı tamamlamışlar. Yenikapı Mevlevihanesi’nde kendilerine verilen gülleri Mevlânâ Hazretlerine ulaştırmışlar. Tabiî yoldan nasiplerini de almışlar… Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
18 GÜL HEDİYESİ
Yolculuğumuz boyunca Mevlânâ’ya ulaşıncaya kadar 18 gül toplayıp götürecektik.18 sayısı Mevlânâ’nın kendi el yazısıyla yazdığı Mesnevî’nin 18 beytini temsil ediyordu. Her uğradığımız yerden bir gül alabiliyorduk. Ancak Konya’ya vardığımızda toplayabildiğimiz gül sayısı 16’da kalmıştı. Durumu Esin Çelebi’ye ilettik. Bize bir şey söylemedi. Daha sonra bizi Merhum Babası Celalettin Bakır Çelebi’nin kabrine götürdü. Duâ ettik. Sonra bize Esin Çelebi “Çocuklar sağınıza bakın” dedi. Gül ağacının üstünde kurumuş bir gül gördük. Ceyda güle dokununca avucuna düştü. Sonra Esin Hanımefendi “Çocuklar solunuza dönün” dedi. Bu seferde sol taraftaki gül ağacının üstünde kurumuş bir gül vardı. Esin Çelebi “Çocuklar bunlar da size babam Celalettin Bey’in hediyesi” dedi. Daha sonra 18’e tamamlanan güller Esin Hanımefendi’nin de eşliğinde Mevlânâ’nın gül bahçesine serpildi. Yani güller aslına rücu etti.
YOL BİZİM İÇİN BİR TERBİYECİ OLDU
Emrah ve Ceyda’ya “Güvenlik güçlerinin yol boyunca sizi korumalarını istemez miydiniz?” diyoruz. Cevapları ise, “Öyle bir şey olmasına izin vermezdik. Bu Allah’la kulu arasındaki bir şey… Bir de karı-koca arasında. Bu aynı zamanda bizim için içsel bir yürüyüştü. Her insan aslına bakarsanız bir arayış içinde, ama kimi farkında, kimi değil.” Yolun kendilerine ne öğrettiğini sorduğumuz Emrah ve Ceyda “Yolda yürürken muhtaç ve küçük olduğunu hissediyorsun. Yol uzun ve büyük sen küçük ve minnacıksın. Senin kariyerin mastırın, yazdığın kitaplar, yakışıklılığın, güzelliğin, artistliğin, zenginliğin, fakirliğin, ailenin, arkadaşlarının faydası olmuyor. Yolda paytak paytak bir bebek gibi yürüyorsun. Yolda ara sıra nefsin başkaldırıyor, ama yol uzun olunca nefsine tokmağı vura vura uslandırıyorsun, nefsin yolda kıvama geliyor. Yol bir terbiyeci oluyor. Sonunda seni aşka ulaştırıyor. Her adımda aşkın daha da büyüyor. Büyüdükçe daha fazla yürüyesin geliyor. İçtikçe seni susatan bir deniz gibi… Ayrıca tesadüf diye bir şey olduğunu iddia edenlere, biz yürümelerini tavsiye ediyoruz. Bir kişi tesadüfe inanıyor, Allah’ın varlığı ve yokluğu şüpheleniyorsa, kitaplarla kafasını yormasın, sadece üç gün temiz havada her gün 20 kilometre yürüsün” cevabını veriyorlar.

“Tasavvuf kitaplarındaki harika hallerin hikâye olmadığını anlıyorsunuz”
Ceyda ve Emrah modern hayatın kendilerine sundukları imkânları bir kenara bırakıp aşkın yoluna Mevlânâ’ya varmak için yola çıktılar. Bu yol boyunca çeşitli harika olaylarla karşılaştılar. Yaşadıklarıyla ilgili olarak “Olayların arkasındaki gerçekleri artık görmeye başladığınızda tasavvuf kitaplarındaki mu'cizevî olayların hikâye olmadığını anlıyorsunuz. O zaman ibadet ederken zevkle ediyorsunuz” diyorlar. Yaşadıkları harika olayların bir kısmını anlatabildiklerini, daha fazlasını anlatmaya büyük zâtların müsaade etmediğini söylüyorlar. Ve bu harika olayların kendi hayatlarında nasıl bir etki yaptığını ise, “Mevlânâ eşekçesine, edepsizcesine de olsa adım at diyor. Biz yola çıkarken çok yanlışlar yaptık, ama ona yürümenin ne kadar doğru bir şey olduğunu hissettik her gün. İmanımız perçinlendi. İnanç gizli, anlaşılmayan bir şey olarak kalmadı. Ahiret soyut bir kavram olarak kalmadı. Siz adımları atarken, bunu anlar gibi oluyorsunuz. Bu da sizin imanınızı tatmin ediyor. Ama önemli olan imanınızı hep o seviyede tutabilmek” sözleriyle anlatıyorlar.
“Yol arkadaşlığı yapan bulut”
O dönem İstanbul’da da büyük yağışlar yaşanıyordu. Biz de Kütahya’dan yağışlar nedeniyle geç çıkmak zorunda kaldık. Ancak şehrin çıkışından itibaren tepemizde bize büyük bir bulut eşlik etti, bizi yağmurdan korudu. Güneş açtığında ise gölge etti. Bizimle tam iki gün boyunca yol arkadaşlığı yaptı.
“Erenlerin yardımagönderdiği çoban köpeği”
Yine bir gün yürürken ileride onu aşkın köpek gördük. Biz de kolkola girip Âyet-el Kürsî’yi okumaya başladık. Bu sırada koyun köpeği belirdi ve diğer köpek grubunun liderini boğazından tutup yere yatırdı. Biz de usulca oradan sıvıştık. Bunu anlattığımız bir teyze “Erenler nasıl himmet eder bilinmez” dedi.
“Vay yavrum vay!”
Güneşli ve sıcak bir günde yürüyorduk. Ceyda “Ah karpuz olsa da yesek” dedi. Normalde Ceyda isteklerini bana bile söylemez. Ceyda bunu dile getirince karpuz yemeyi çok istediğini düşündüm ve karpuz bulamamanın üzüntüsüyle hayıflandım. Aradan 3-4 dakika geçmedi ki ileride kasketli bir amca sandığın üzerine karpuzu ikiye bölmüş bizi el işaretiyle çağırıyordu. Yanına gittik, hiçbir şey konuşmadan o bize karpuzu dilimledi verdi, biz de yedik. Karpuz bitince, “Nereden geldiniz, nereye gidiyorsunuz?” dedi. Biz de “Mevlânâ’ya” dedik. “Vay yavrum vay!” dedi ve ekledi “Mevlânâ’nın kabrinin başında bana da duâ etmeyi unutmayın”. Oradan ayrılırken bize 6-7 incir verdi.
“Evinin anahtarını verdi gitti”
Büyük bir yokuş çıktıktan sonra Turan Köyüne ulaştık. Gece 22.30 gibi, bir amcanın kapısını çaldık. Amca bizi sorgu suale çekmeden sadece nereye gittiğimizi sordu. Biz de “Mevlânâ’ya” dedik. Amca evin tadilatta olduğunu, ev ahalisinin başka bir yerde kaldığını söyleyerek evi bizim hizmetimize bırakıp, anahtarı verip çekip gitti. İstanbul’da yaşayan biri olarak bunu tavrı anlamamız çok zor oldu.
“Besmeleyle yaralarım iyileşti”
Emrah başına gelen olayı ise, şöyle anlatıyor: “Yolcuğun 25. günü ayağım Kütahya yolunda ciddî şekilde acımaya başladı. Parmaklarım iltihaplanmıştı. Çorabı ayağımdan zor çıkardım. Yaranın içine toprak da girmişti. Yanımızda ilâç falan da yoktu. Ceyda’dan şişenin dibinde kalan suyu istedim, besmele çekerek yaraya döktüm ve çorabımı giydim. Ağrım kesildi, üstelik aynı ayakla 500 kilometre daha yürüdüm. Eğer yürüdüğünüz yol manevî bir değere sahipse, sizi korurlar, bunun adına da “himmet” diyorlar.
“Ana Sultan’ın yardımı”
Afyon’da Mevlânâ Hazretleri’nin torunlarından bir hanımefendiyi ziyaret edeceğimiz söylendi. Evine gittiğimizde, gözleri âmâ, hasta bir hanımefendiyle karşılaştık. Ben içimden “Niye bizi buraya getirdiler ki, bize ne gibi aktarımı olabilir ki?” diye geçirdim. Bizi yanına çağırdı, “Evlâdım hani üç gün önce bir türbenin yanında çadır kurdunuz ya, ben size orda yardım ettim” dedi. 3 gün önce bizim orada çadır kurduğumuzu nerden biliyor olabilirdi ki? O gece Ceyda büyük bir huzurla uyumuştu. Anlaşılıyor ki, evrende bir sistem var. Bizim, yanında çadır kurduğumuz türbe anlaşılan yerin altındaki ana sultanmış, yanına uğradığımız da yerin üstündeki ana sultan… Olayların arkasındaki gerçekleri artık görmeye başladığınızda tasavvuf kitaplarındaki mu'cizevî olayların hikâye olmadığını anlıyorsunuz. O zaman ibadet ederken zevkle ediyorsunuz.