Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Âdil bir şekilde yargılayalım!



Bir ihtilâl yıldönümünü daha geride bıraktık. Bütün ihtilâller Türkiye’yi—her konuda—’geri’ götürmüştür, ama 12 Eylül bu konuda daha profesyonel davranmış ve ülkeyi ‘çok daha geri’ götürmüştür. Bugün belki bu konular tartışılmıyor, ama ihtilâl sonrası ilk ‘hür seçimler’de bunlar çok tartışılmış ve hiç değilse ‘meydan’larda ve ‘sandık’larda ihtilâlcilere hesap sorulmuştur.

12 Eylül 1980’deki ihtilâlin bir zararı da, ihtilâlcilerin bundan ‘ders’ alması ve sonraki ‘ihtilâl’lerin yapılış şeklini değiştirmeleri olmuştur. 28 Şubat ‘post-modern darbe’sine bu gözle bakmak mümkün.

Siyasî hayatı alt-üst eden 12 Eylül ihtilâlinin tesirleri hâlâ devam ediyor. O günlerde bozulan ‘denge’ler; aradan geçen yarım asra rağmen, düzeltilebilmiş değil. Bu durumdan ‘toplum mühendisleri’ de memnun değil, ama çıkış yolu da bulamıyorlar. Siyasî yapı ile sürekli oynamak istemeleri de bundan...

Türkiye’nin önünü tıkayan ve ufkunu karartan ihtilâllerin, neredeyse ‘rutin’e dönmesi ve her 10 yılda, bir şekilde milletin temsilcilerine müdahale edilmesi; bu güne kadar ‘hesap sorulmamış olması’na bağlıdır. Hemen her ülkede; ihtilâle teşebbüs edenlere hesap sorulmuş, yargılanmış ve mahkûm olmuşlardır. ‘Hesap sormayı’ başaramayan Türkiye, ihtilâlciler sebebiyle ağır bedeller ödemeye devam ediyor. Üstelik, “İhtilâlcilerden hesap sorulsun, yargılansınlar” diyen bir savcıyı (Sacit Kayasu) meslekten ihraç etme başarısı da gösterilmiştir!

İhtilâlci ve destekçilerine rağmen, bir kısım aydın, oluşturdukları platformlarla bu konuyu gündeme taşımaya çalışıyor ve çeşitli kampanyalar açıyor. İhtilâlcilerin yargılanması bugün için uzak bir ihtimal gibi görünse de, son tahlilde bu yargılamanın yapılacağı ve ihtilâlcilerin mahkûm olacağı bilinmelidir.

12 Eylül ihtilâlinin ‘darbe’sini yemiş ve şu anda da bağımsız milletvekili sıfatını taşıyan Zülfü Livaneli de darbecilerin yargılanması gerektiği görüşünde. Livaneli şöyle demiş: “Ben kişisel olarak onlardan bir şey istemiyorum, ama bu bir sembol. Darbeciler yargılanmalılar. Türkiye o kadar oportünist bir siyasete sahip ki, biri birine karşı darbe yapıyor, sonra da darbe yapılanla darbeyi yapan kol kola girip yola devam ediyor. Gayri meşru olanlar gene aydınlar, sosyal demokratlar, sosyalistler. (Bu listeye ‘samimi dindarlar’ı da ilave etmek lâzım./FÇ) Bir yazımda, dünyanın bütün diktatörlerinin ‘Tanrım, bana çok iyi bir meslek verdin, ama niye Türk yapmadın’ diye yakardığını yazmıştım. ‘Bizi de Türk yapsaydın da, çocuklar elimizi öpseydi, yollarda itibarlı dolaşsaydık, bütün halk önümüzde eğilseydi’... Kenan Evren bana 5-6 sayfalık bir mektup yazdı, anlamamış ne dediğimi.”

Ayrıldığı CHP’yi de ağır bir dille eleştiren Livaneli, “Parti meclisinde yaptığım konuşmalarda (...) yarın öbür gün MHP ile CHP arasında bir fark kalmazsa, şaşırmayın dedim. Şimdi görüyoruz ki CHP neredeyse MHP’den bile daha ileride milliyetçi politikalar uyguluyor. Bunu bir sosyal demokrat parti dünyanın hiçbir yerinde yapmadı, yapmaz...” (Cumhuriyet Pazar Dergi eki, 10 Eylül 2006, sayı: 1068)

“Gençleri politikadan uzaklaştıracağız” diyerek dünya ile ilişkilerini kesen ihtilâlciler, mutlaka adil mahkemelerde yargılanmalıdır. Hem niye yargılanmaktan çekiniyorlar ki? Yoksa ‘beraat’ etmeyip, mahkûm olacaklarını mı düşünüyorlar?

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

İsmail Ağa'da ki cinayet ve sorular



Yıllara maruf köklü bir cemaat olan İstanbul Çarşamba’daki İsmail Ağa Cemaati, diğer ifadeyle Mahmut Efendi Cemaati etrafında son günlerde menfur bir saldırının tezgâh kokan sonuçları gündemi meşgul etmeye devam ediyor.

Öncelikle bir tesbitle başlayalım. Tasavvuf geleneğini, buna bağlı tarikatları görmezden gelip, belli zamanlarda dikkat çekici/dağıtıcı bir gündem saptırmasıyla sorgulamak, anlamaktan uzak yorum ve tezyiflerle kamuoyunu yönlendirmek, çok yabancı olmadığımız senaryolardandır. Bayat ve kötü niyetli bir şaşırtmacadır.

Benzer şekilde ehli tarik olmamakla beraber kendini günümüz şartlarında tefekkür merkezli tasavvuf dışı tutan cemaatler de bir vakıadır.

Tarikatlar ve cemaatler, toplumun tarihî birer gerçeğidir. Bir kısım medya ve aydınlar, militan laiklikten makul düşünmeye geçemedikleri sürece, sosyal araştırmalara ve sosyolojinin verilerine dayalı düşünce hareketlerini anlayamazlar. Dinî hassasiyetlerini koruyan ve beraberce mütalaa eden, yaşayan ve topluluk/cemaat/tarikat olarak ifade edilen kanaat grupları Türkiye’nin aslî bir gerçeğidir. Nevzuhur hareketler değildir.

Her akım/düşünce/ideoloji kendi içinde disiplinli ve tutarlı olup, kendine has prensip ve yaklaşımlarını hayata taşımaya ve uygulamaya çalışmaktadır. Ülke birliği ve beraberliği konusunda menfiliği tedai eden aleni beyan ve fiilî durumları da söz konusu olmamıştır.

Kemalist ideolojinin de bir akım ve “tarikat” gibi kendi doğrularını dayatmaya çalıştığı, marksist düşüncenin farklı isim ve resimlerle örgütlendiği, bu iki cenahın da “çağdaşlık” gibi genel bir ifade ile kendilerini geçerli, muhaliflerini çağdışı gösterme ve yasal boşlukları lehlerine çevirme gayretleri, hiç ahlâkî kaçmıyor. Demokrasi adına şık olmuyor.

Tarikatları ve cemaatleri sorgulayacağınıza, itham edeceğinize ve dışlayıcı yayınlarla tahkir edeceğinize, buyurun anlamaya çalışın. İşgal kuvvetleri gibi Venüs’ten gelen yaratıklar gibi ucube şeklinde göstermek ve Çarşamba’daki masum vatandaşların giyim kuşamından rahatsız olmak, çağdaş demokrasi standardının çok altında kalıyor.

İsmail Ağa Camiinde sekiz yıl sonra ikinci defa bir imam katlediliyor. Cemaatin kendi kanaat önderleri öldürülüyor. Hem de camide. Bir mabette, herkesin ibadet mahallinde kendinden geçtiği ve huşu içinde sabah namazı sonrası feyiz aldığı hususi bir vakitte.

Bu cinayet, bir kısım medyanın yansıttığı gibi görünmüyor. Telâşla ve tahrikle cinayete kurban giden hoca efendiyi unutturacak başka zemine çekiliyor. Bunu, cemaati töhmet altında tutmaya matuf “yeni bulgular”a sarılmalarından fark etmekteyiz.

Burada, muhtemel şahsî hataları veya ticarî bazı münasebetleri, tek yönlü ve cemaat aidiyeti noktasında değerlendirip bir kitleyi/camiayı rencide etme gayretkeşliği sezilmektedir.

Aklımıza gelen yüzlerce sorunun cevabını aramak yerine şimdilik sesli düşünerek bir kaç soruyu sizlerle paylaşmak istiyorum:

1-İsmail Ağa Cemaati neden böylesi bir cinayette hedef seçildi? Merhum hoca efendi, camia ve cemaatin muteber gördüğü bir zat olmasına rağmen, nasıl içlerinden biri tarafından katledilebiliyor? Acaba uygun birisi zamanla hazırlanarak ve psikoloji de ona göre mi seçildi?

2- Katilin psikolojisi normal olmadığına göre, onun bu psikolojisini kim yönetti? Abisinin aynı cemaatte olması itibariyle, o günkü sabah namazında tanımadığı bir kalabalığın camide belirdiğini söylemesi ne anlama geliyor?

3- İmam efendiyi katleden saldırganı linç etmeye tahrik eden ve “vurun” diye o hassas anı yönlendiren kimdi/kimlerdi? Acaba mazlum ve masum cemaatin belki de olayın şoku altında şaşkınlığını atamadığı bir vasatta, böylesi seri bir şekilde saldırganı ortadan kaldıran atak davranış başka aktörlerin varlığını göstermiyor mu?

4- O sabah camiye giden cemaat, gerçekten zihninde, niyetinde ve amelinde Allah’ın bir emrini ifa etmekten başka ne düşünmüş olabilir ki? Hem cemaatin önderi kudsî mekânda öldürülüyor, hem öldüren öldürülüyor, hem de saldırgan öldürülmekle deliller, arka plan bilgiler ve karanlık senaryonun ipuçları da öldürülüyor, imha ediliyor. Bunu bilmek için uzman olmaya gerek var mı?

Dini, dinî hayatı ve dindarları hedef alan; şekli, şemaili ve hedefi farklı karanlık oyun ve tezgâhlara karşı çok dikkatli olalım ve teyakkuzda kalalım. İsmail Ağa Cemaatine geçmiş olsun. Allah sabır versin. İnşallah bu oyun boşa çıkacaktır.

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Denizin rengi ve yakamoz



Bir gün kızım annesine şunu söyler “Anne ağabeyime niçin renkli gözlü diyorsunuz? Ben bakıyorum hep mavi, hep mavi.”

Kızım o zaman daha yaşı küçük olduğu için ve Türkçedeki mecaz anlamını bilmediği için böyle söylemişti. Fakat siz hiç düşündünüz mü? Denizlere niçin Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz gibi isimler verilmiştir. Denizler renkli olduğu için mi böyle deniliyor acaba.

Bir parça tefekküre vesile olması dileği ile cevabını vermeye çalışayım.

Efendim, denizin rengi; bulunduğu bölgeye, mevsime, suyun kimyasal özelliklerine ve hatta içinde yaşayan canlılara göre değişkenlik göstermektedir.

Suya rengini veren en önemli şey gökyüzü ve gökyüzündeki renklerdir. Eğer gökyüzü mavi ise ultramarine denilen derin mavi rengi, gri bulutlar ile kaplı ise gri rengin her tonu denizin rengini gösterir.

Akşam güneşin batması ile veya sabah doğarken gökyüzünün kızıla boyanması denizin renginin de değişmesine yol açar. Pekiyi bazı büyük denizlere verilen adlar da gökyüzünün aldığı şekilden dolayı mıdır?

Pek öyle söylenemez zira sahillere yakın sularda ve 50 metreden daha az sığ sularda hakim renk yeşildir. Genelde denizin dibindeki kum sarı renklidir. Gökyüzündeki mavi renkle birleşince yeşil renk ortaya çıkar. İşte sahillerdeki güzellik bu renk kaynaşması ile meydana gelir. Zaten yeşil ve mavi renkler dinlendirici renk diye tarif edilir. Gerçekten de denizlere ve ormanlara bakarak tefekkür ettikçe insan zihnen dinlenmiş olur. Bu yüzden tatil köyleri hep denizle ormanın birbirine karıştığı yerlerde inşa edilir.

Nehirlerin denizle kaynaştığı yerlerde ise denizin rengi kahverengidir. Çünkü toprağın ve alüvyonların rengi, kahverengidir. Arjantin ve Uruguay arasındaki denizin ve Hindistanda’ki Bombay körfezinin kahverengi olduğunu görmüştüm. Elbette sadece bu bölgelerde değil, bütün delta açıklarında da denizin rengi kahverengidir.

Denizlerde yaşayan bitkiler ve hatta planktonlar da denizin rengini farklı hale getirebilir. Örneğin Kızıldeniz’de yaşayan bir tür canlı organizmalar aktif olduklarında deniz zaman zaman kızıl bir renge bürünmektedir. Bir ara İzmit Körfezinde de benzer bir canlı türü körfezi kızıla boyamıştı.

Bazı denizlerde ve özellikle de Karadeniz’de bol miktarda sülfür bulunur. Bu nedenle özellikle sığ olan sahil kesimlerinde denizin rengi siyahlaşır. Belki de bu yüzden bu denize Karadeniz denilmiştir.

Denizaltıların Karadeniz’de derinlere dalması pek istenilen bir durum değildir. Zira sülfür oranı dibe daldıkça artar ve denizaltı saçlarının aşınmasını ve paslanmasını çabuklaştırır.

Birçok insan ay ışığının denizde yansımasına “yakamoz” der. Fakat bu isimlendirme çok yanlıştır. Yakamoz ışık yansıması değildir. Yakamoz, hurdebini yani mikroskobik deniz canlılarının ısı kayıpları ile meydana gelen fosfor ışımasıdır.

Yakamoz görmek istiyor isek mehtap ışığı veya herhangi bir ışığın olmadığı zaman ve mekânları seçmeliyiz. Zira yakamoz, ışığı sevmez. Zifiri karanlıkta ve özellikle de Hint Okyanusunda, Arap Denizi açıklarında çok görülür.

Yakamoz bazen o kadar yoğun bir şekilde meydana çıkar ki deniz adeta süt rengini alır. Bembeyaz bir ışıltı her tarafı kaplar. Öyle olur ki gemilerde vardiya tutan denizciler korkudan içeriye dümenevine kaçarlar.

Kısaca denizler, tefekkür için her türlü ihtişam ve güzelliğin bulunduğu mekânlardır. İşlerin yoğunluğundan, dünyevî meşgalelerden arada sırada kurtulup bize cennetin bir numunesi olarak gösterilen bu güzellikleri tefekkür etmeliyiz.

“Ben deniz kenarında yaşamadığım için böyle bir fırsatım yok” diyenlere, denizlere çoğu zaman rengini veren gökyüzünü öneriyorum. Gece bir başka, gündüz bir başka güzel olan gökyüzü hiç de sahil kenarlarına gitmeyi gerektirmez. Başımızı bir parça kaldırsak bu eşsiz güzelliği fark edebiliriz.

“Efendim ben tefekkür etmesini bilmiyorum, bana bu konuda yardımcı olur musunuz” diyenlere, Bediüzzaman’ın kendi adı gibi güzel olan kitaplarını öneriyorum. Tefekkürün binlerce yolunu bu kitaplar aracılığı ile bulabilirsiniz.

Baki selâmlar.

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Tefekkür penceresi



Binbir isimleri nihayetsiz güzel ve mükemmel olan Cenâb-ı Hak, o isimlerin tecellilerinin güzelliklerini yarattığı varlıklar aynasında bizzat kendisi görmek istediği gibi; idrâk ve muhâkeme sahibi olarak yarattığı insan, cin ve meleklerin nazarı ile de görmek istemiş. Çünkü, her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemâlini hem görmek, hem de göstermek istemesi en esaslı bir kaidedir.

Akıl ve idrâk sahibi varlıklar içinde en kabiliyetli ve en donanımlısı şüphesiz insandır. O yeryüzünde Allah’ın halifesi ve onun adına iş gören bir vekildir. İnsanın vazifesi, sınır konulmamış kabiliyet ve istidatlarıyla yaratılış amacına uygun istikametli bir hayat sürmek, iman ve amel-i salihiyle ebedî saadeti elde etmektir. İman ve amel-i salih sahibi olmayı sağlayan da, Allah’ın âyetleri hükmündeki kudret delileri olan mevcudâta, ibret gözüyle bakarak tefekkür etmektir.

Tefekkür vazifesi öyle bir öneme sahiptir ki, Kur’ân âyetlerinin bir çoğu bizleri ona davet eder. “Hiç akıl etmez misiniz? Hiç düşünmez misiniz? Hiç bakmazlar mı? Hiç tefekkür etmezler mi? Niçin incelemiyorsunuz? Niçin araştırmıyorsunuz?” gibi nice âyetler bunun örnekleridir.

Tefekkürde bakış açısı çok önemlidir. Mevcudâta mânâ-yı ismiyle değil, mânâ-yı harfiyle bakılmalıdır. Yâni, onlara zatları hesabına değil, Yaratıcıları hesabına bakmaktır doğru olan. Ne güzel değil, ne güzel yaratılmış diyebilmektir. Bu bakış açısı bizleri Yüce Yaratıcıya götürür ve imanı parlatır. Her şey Allah’ı bilmeye ve Onu tanımaya bir vasıta olur. Her bir mevcut, Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren bir pencere hükmüne geçer. Hadis-i şeriflerde haber verilen “Bir saat tefekkür, bir sene nafile ibâdetten daha hayırlıdır” hakikati bu mânâları teyid eder.

“Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, sesleriniz ve simalarınızın farklılığı da yine onun âyetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliler vardır” (Rum Sûresi:22)

Yaklaşık yüz milyar galaksiden meydana geldiği tahmin edilen kâinatın ve yedi göklerin yaratılışını nazara veren Cenâb-ı Hak, canlıların yaşamasına elverişli bir tarzda yaratılan bu şirin dünyamızın da vaziyetine ibretle bakmamızı istiyor. Evet, dünyamızın ilk haline baktığımız zaman görüyoruz ki, sıvı halindeki bir maddeden taş, taştan da toprak yaratılmış. Eğer, sıvı halde kalsa onda durulmaz, taş olduktan sonra demir gibi sert kalsaydı, ondan istifâde etmek mümkün olmazdı. Elbette sıvı ile taş arasındaki toprağı yaratmak ve ondan bütün canlıların rızkını çıkarmak, nihayetsiz ilim ve hikmet sahibi bir zâtın işi olabilir.

Kezâ, insanlar sayısınca farklı sima ve seslerin yaratılmış olması ve hiçbirinin diğerine benzememesi sonsuz bir ilim ve kudretin işidir. Kör ve sağır tabiat ve tesadüfün eli bu İlâhî sanata karışamaz.

Kezâ; siyah, beyaz, sarı ve kızıl derili gibi farklı ten renklerine sahip olunması da, farklı dillerde konuşulması da hep onun kudret delillerindendir. Aynı âzâları taşıdığımız halde, Allah herkesi farklı renk ve sûretlerde yaratmaktadır. Böylece, irâde ve hikmetine, ilim ve kudretine bir sınır olmadığını göstermektedir. Hattâ, “Yeniden dirilişte, biz insanların parmak uçlarını dahi toplamaya muktediriz” diyen Cenâb-ı Hak, dikkatleri parmak izine çekmektedir. Gerçekten, her insanın siması diğer insanlardan farklı olduğu gibi, parmak izleri dahi benzememektedir. O kadar dar bir alanda insanlar sayısınca farklı imzalar nakşedilmiştir. Bunda tesadüf olabilir mi? İnsanların ter kokuları ve saç telleri bile farklıdır. Bu farklılıkları fark eden insanlar, onunla suçluları teşhis edebilmektedirler.

“Sizi önce topraktan, sonra bir damla sudan, sonra pıhtılaşmış bir kandan yaratan, sonra çocuk olarak çıkaran, sonra olgunluk çağına ve nihayet ihtiyarlığa ermeniz için yaşatan O’dur. Kiminiz bundan önce ölüme mazhar olur, kiminiz de takdir edilmiş eceline kadar yaşar. Umulur ki, aklınızı kullanır, üzerinizdeki İlâhî Kudret ve rahmetin eserlerini düşünürsünüz.” (Mü’min Sûresi: 67)

Evet, etrafımızdaki bütün varlıklar ve ömür boyu hayatın başına gelenler hep birer ibret vesilesidir. Tefekkür de, bunları ibret ve hikmet gözüyle görüp, Kâinatın Yaratıcısına olan delâletini idrâk ederek mânen Allah’a yaklaşmaktır. Hayata ve eşyaya anlam kazandırıp, hayatı istikâmet üzerinde geçirip değerlendirmektir.

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tebbet Sûresi üzerine (2)



İstanbul’dan okuyucumuz: “Tebbet Sûresinin iniş sebebini, açıklamasını ve tefsirini yapar mısınız?”

“Ey Resûlüm! En yakın akrabalarını uyar”1 âyeti indikten sonra Peygamber Efendimiz (asm) dinlemeseler de, anlamasalar da, hiç durmadan yakın akrabalarını uyarmaya devam etti. Bunun için ziyafet üstüne ziyafet tertip etti.

Ziyafetin birinde yemek yendikten sonra Peygamber Efendimiz (asm) ayağa kalktı ve özetle şöyle konuştu:

“Hamd yalnız Allah’a mahsustur. Allah’tan başka ilah yoktur. O birdir. Eşi ve ortağı yoktur. Ey akrabalarım, her halde otlak aramaya gönderilen bir kimse, gelip ailesine yalan söylemez. Vallahi ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam, size karşı yine yalan söylemem. Bütün insanları kandırmış olsam, sizi yine aldatmam. Sizi O’ndan başka ilah olmayan Allah’a imana dâvet ediyorum. Ben de O’nun size ve bütün insanlığa gönderdiği peygamberiyim.”

Peygamber Efendimiz’in (asm) bu konuşmasından sonra amcası Ebû Talip konuştu:

“Yeğen, sana severek ve candan yardım edeceğiz. Bu toplananlar senin atanın oğullarıdır. Ben de onlardan biriyim. Emrolunduğun şeye devam et. Ben kendi adıma; nefsimi atamın dinini bırakmak hususunda bana itaat eder bulmuyorum. Artık ben onun öldüğü dinde öleceğim. Fakat vallahi seni korumaktan da bir an geri durmayacağım.”

Diğer amcaları da bu sözleri doğrular mahiyette konuştular. Fakat amcalardan bir tanesi vardı ki, yüzü renkten renge giriyor, yeğenini bir kaşık suda boğmak istercesine öfke soluyordu. Ebu Leheb’di o. Vahşice bağırdı:

“Ey Abdulmuttalip oğulları! Bu bir kötülüktür. Başkaları onu bu işten vazgeçirmeden evvel, siz onu bundan vazgeçirin. Eğer siz bu gün ona itaat edecek olursanız, zillet ve hakarete uğrarsınız. Onu korumaya kalkarsanız öldürülürsünüz.”

Peygamber Efendimizin (asm) halası Safiye (ra) Ebû Leheb’e:

“Ey kardeşim! Kardeşinin oğlunu ve onun dinini yardımsız bırakman sana yaraşır mı? Git sor; bu gün yaşayan âlimler Abdulmuttalib’in soyundan bir peygamberin geleceğini bildiriyorlar. İşte o peygamber budur” dedi.

Ebu Leheb daha da hırçınlaştı:

“Bu boşuna bir umuttur! Zaten kadınların sözleri erkeklere köstek olmaktan öteye geçmez. Kureyş ayaklanırsa, bizim ne kuvvetimiz var? Bizi lokma gibi yutarlar” diye bağırdı.

Ebu Talip kardeşi Ebu Leheb’e çıkıştı:

“Ey korkak! Biz sağ kaldıkça ona yardım edeceğiz ve onu koruyacağız.”

Ebu Talip, Peygamber Efendimiz’e (asm) de dönerek:

“Yeğen! Dâvet zamanını bildir. Silâhlanıp seninle birlikte çıkarız!” dedi.

O ana kadar konuşulanları dinleyen Peygamber Efendimiz (asm):

“Ey Abdulmuttalip oğulları! Ben sizi dile kolay gelen, mizanda ağır basan iki kelimeye dâvet ediyorum. O da: ‘Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resulüh’ demeniz ve buna gönülden inanmanızdır. Şimdi söyleyin: Hanginiz benim dâvetime icabet eder de, hem iman eder, hem bana yardımcı olur?”2 buyurdu.

Kimseden ses çıkmadı. Başlar öne eğildi. Sadece o sırada 12 yaşlarında bulunan Hazret-i Ali (ra) atıldı:

“Her ne kadar yaşça küçüksem de, ben sana yardımcı olurum” dedi.

Fakat bu ses, o gün desteksiz kaldı. Peygamber Efendimiz’in (asm) o günkü dâvetine başka cevap veren olmadı. Ebu Lehep homurdanarak ayrıldı. Diğerleri sessizce dağıldılar.

Artık o günden sonra Ebu Lehep daha da kinlendi, daha da hırçınlaştı, daha da çılgınlaştı, daha da vahşileşti. Kardeşi oğlu olan Kâinat Efendisine (asm) hep hakaret eder oldu. Nerede Onu tebliğ yaparken görse, peşi sıra geldi, ağzına geleni söyledi.

Yarın inşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Şuarâ Sûresi: 214

2- Halebî, İnsanu’l-Uyun, 1/285

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dine müdahale çabaları



Yaratılış kànunu gereği, bir millet dinsiz, mâneviyatsız yaşayamaz.

Yakın tarihimizin son seksen yıllık inişli çıkışlı sürecinde yaşanan vak'alar dizisi, bu bâriz gerçeği bize adeta ezberletircesine takdim ediyor.

Dilerseniz, bu yakın tarih vadisinde şöyle kısacık bir gezintiye çıkalım.

Beşer yıllık periyotlar

Şapka Kànunu yürürlüğe konulduktan sadece iki gün sonra, yani 30 Kasım 1925'te sarık ve sair dinî kıyafetlerin giyilmesi, çıkarılan bir başka kànun maddesiyle yasaklandı.

Yine aynı gün Meclis'te kabul edilen bir diğer kànun maddesi gereği, tekke, zaviye ve türbeler kapatıldığı gibi, şeyh, mürit, türbedar ve benzeri unvanların kullanılmasına da kökten yasak getirildi.

Özet olarak, bu tarihte çıkarılan ve derhal tatbike konulan kànunlarla, tarîkat–tasavvuf mesleği yurt genelinde yasaklanmış oldu.

Evveliyatı yüz yıllara dayanan bu dinî müessesenin ortadan kaldırılması için ise, alabildiğine sert, kırıcı, yıkıcı yollara tevessül edildi.

Üstelik, 5'er yıl arayla en akla gelmedik metodlara başvurularaktan...

1) Meselâ, 1925'te patlak veren Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek, Anadolu'nun özellikle Doğu kesimindeki tasavvuf/tarîkat faaliyetlerine son verilmeye çalışıldı; tanınmış şeyhlerin hemen tamamı ya idam edildi, ya da başka yerlere sürgüne yollandı.

Fakat, bu milletin dinî hakikatlere duyduğu ihtiyaç aynen devam ediyordu.

2) 1930'da yaşanan "Menemen Hadisesi" bahanesiyle, Anadolu'nun bilhassa Batısında mevcudiyeti tesbit edilen tarîkat ehli şeyh ve müritler, idama varan en zecrî tedbirlerle sindirilmeye çalışıldı.

Ancak, bu milletin din ihtiyacı artarak devam ediyordu.

3) 1935'te 120 talebesiyle Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevkedilen Üstad Bediüzzaman'a isnat edilen en büyük suçlardan biri şuydu: "Sen şeyhlik taslıyor ve yasaklanmış olan tarikat dersleri veriyorsun."

Bir dinî müessese olarak tarikatların asırlar boyu yaptığı kudsî hizmeti nazara veren Üstad Bediüzzaman ise, muhataplarını şaşkına döndürecek şu cevabı veriyordu: "Efendiler! Ben şeyh değilim; ben hocayım. Şu dokuz–on senelik sürgün hayatımda, haydi biri çıksın desin ki bana tarikat dersi verdi. Belki yanıma gelen herkese demişim ki: İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır." (Bkz: Eskişehir Müdafaası.)

İşte, bu tarihten sonradır ki, kànunen yasak olan tarîkatçılık, fiiliyatta büyük ölçüde serbest bırakıldı ve bütün kuvvetiyle Risâle–i Nur hareketinin üzerine gidildi.

Bu yeni stratejinin mânâsı çok derindir; ancak, deşilmesi şimdilik muvafık düşmüyor.

Burada, ortaya çıkan apaçık mânâ şudur: Ne yapılırsa yapılsın, bu milletin dine, diyanete, maneviyata olan ihtiyacı bitmez, sönmez ve dahi söndürülemez.

Değişen taktikler

Son seksen yıllık süreç içinde, dine ve dindarlara yönelik uygulanan baskı ve yıldırma taktikleri değişti; ancak, dine duyulan ihtiyaç hiç değişmedi.

1935'ten 1985'e kadar, yaklaşık 50 yıl müddetle 1500 kadar mahkemeden geçen Risâle–i Nur dâvâsının asıl hedefi, aslında bu milletin iki dünya saadetini temine çalışmaktır.

Mahkeme yoluyla bu dâvânın üstesinden gelemeyenler, son yıllarda taktik değiştirerek bu kez içerden bölmeye, parçalamaya çalıştılar. Fakat, Allah'ın inayetiyle yine gayelerinde muvaffak olamadılar. Çünkü, bu dâvânın mensupları, sırf lillâh için, bir "şahs–ı mânevî" etrafında toplanmışlar ve bu sûretle hizmetlerine devam ediyorlar.

Siyaset, ticaret, şahsiyet gibi çürütülebilir, dağıtılabilir unsurlara öncelliği vermeyen bu "şahs–ı mânevî" metoduna dayalı hareket sayesindedir ki, şiddetli bid'a rüzgârlarına karşı mukavemet edilebiliyor.

Hâsılı, dine düşman olan cereyanlar, karakterleri gereği vazifelerini yapmaya devam edecekler. Buna kızıp sinirlenmenin pratikte bir faydası yok. Önemli olan, din ve iman ehlinin ne yaptığı, yahut ne yapması gerektiğidir.

Dalâlet ehlinin tuzağına düşmeden ve çelmelerine takılmadan kudsî hizmetini sürdürebilenlere ne mutlu.

Denge

Yumurta tavuktan çıkar

"Tavuk gribi" sebebiyle aylar önce tekrarlanan itlâf operasyonları, sonunda yumurta fiyatlarını da patlattı.

Senelik izne çıkarken tanesini 100–150 kuruşa aldığımız yumurtaları, bugün 200–250'den aşağı alamıyoruz.

Yani, bir–iki ay içinde ikiye katlanan fiyatlar, böylelikle tavanı bile delmiş oluyor.

Bu fâhiş durumun birden çok sebebi vardır mutlaka; ama, en önemli sebebin yurt genelinde sağlıksız, kontrolsüz, uygunsuz, acemice ve gayet hoyratça sürdürülen itlâf operasyonları olduğunu tahmin ediyoruz.

Günün Tarihi

Fransız hayranı bir şöhret: ŞİNASİ

13 Eylül 1871: Tanınmış şair, edip, gazeteci Şinasi'nin ölümü.

Kısa biyografi: Asıl ismi İbrahim Şinasi'dir. 5 Ağustos 1826'da İstanbul'da doğdu.

Mahalle Sıbyan Mektebi ile Feyziye Okulundaki tahsilini tamamladıktan sonra, Tophane Müşiriyeti Mektubî Kalemine kâtip adayı olarak girdi. Burada lisan dersleri aldı. Sırasıyla Arapça, Farsça ve Fransızca'yı öğrendi.

Lisan ve edebiyata olan kabiliyeti sebebiyle, memuriyet makamlarında hızla yükseldi. Bilgisini geliştirmek üzere bir müddet Paris'e gönderildi. Burada ünlü bazı şahsiyetlerle tanıştı. Bu sayede büyük şöhret kazandı.

1854'te İstanbul'a dönüşünde bir süre Tophane Kalemi'nde çalıştı. Ardından Meclis-i Maarif Üyeliğine seçildi. Encümen-i Dâniş'te (İlimler Akademisi) vazife gördü.

Şinasi, Tanzimatçı Mustafa Reşit Paşaya hep yakın durdu. Onunla birlikte iş ve makam durumlarında da değişiklikler oldu.

1860'da Agah Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahvâl Gazetesi'ni çıkardı. Devlet yönetimini tenkit etmesi ve Sultan Abdülaziz'e şiddetli muhalefette bulunması sebebiyle, resmî makamlardan uzaklaştırıldı. Sıklıkla Paris'e gidip geldi.

1869'da İstanbul'a döndükten sonra bir matbaa kurdu ve eserlerini neşretmeye başladı. İki yıl kadar sonra da 13 Eylül 1871'de beyin tümöründen öldü.

Şinasi, Batı dünyası, bilhassa Fransız kültürü etkisinde eserler verdi. Fransız kültür ve medeniyetine hayranlık derecesinde bağlandı.

Hürriyeti, meşrûtiyeti istemesi güzeldi. Ancak, gümrüksüz, filtresiz bir Batı taklitçiliğine soyunması, onu milletinden kopuk bir mecraya soktu.

Eserlerinden bazıları: Tercüme-i Manzume, Şair Evlenmesi, Durub-u Emsâl-i Osmaniye (atasözleri), Müntehabat-ı Tasvir-i Efkar (gazetede çıkan seçme yazılar

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Gerçek ve güçlü imânın kazandırdığı perspektif



Allah’a ve sâir imân esaslarına inanmak hayatın, varoluşun yegâne gerçeğidir. Zîrâ, düz mantığımız bile, her san'atın bir san'atkârı, her yapının bir ustası olduğunu söyler. Aklın mahsulü olan ilimlerin bütünü; kâinatı, dünyayı, fennî incelikleri ortaya koymakta ve tabiî olarak bizi san'atkârına götürmektedir.

İnançsızlık, seküler felsefî bakış; eşyayı / nesneleri / varlığı tek yönlü gösterir ve maddenin dar kalıpları içine hapseder. İnsana, heva denen nefsî arzular, heves, oyun, eğlence ve fantaziyeleri hedef gösterir. İman ise, duyu ve duygularımızı madde ötesine, metafizik âlemin derinliklerine taşıyıp geniş bir cevelan sahası açar. İnsanlığın önüne kâinat çapında, hattâ sonsuzluk âlemindeki sonsuz güzellikleri hedef koyar. Dünya hayatını da, sonsuz yurduyla birleştirir. Buradaki güzelliklerin orada da devam edeceği anlayışını verir.

Tahkikî/gerçek imânın, ferd, aile, toplum, insanlık ufkuna açtığı hedefler ve hayatına kazandırdığı güzelliklerden birkaç noktaya temas edelim:

* Tahkikî/gerçek imân; kendimizi, çevremizi, olayları, nesneleri, düşünceleri olduğu gibi görmemizi; iç yüzlerini keşfetmemizi sağlar.

* Başıboşluk ve hedefsizlik; sıkıntı, problem, stres kaynağıdır; imân sonsuz hedefler gösterir.

* İmân; kişiliğimiz, karakterimiz, bilgi birikimimiz ve davranış biçimimizin altyapısını oluşturur. Kendimize, çevremize karşı bakış açımızı ve kurduğumuz iletişimi de ifâde eder. Her türlü olumsuzluğu rıza ile karşılama, direnebilme gücünü de belirler.

Gerçek imanı kazanan, her şeyden doğrudan doğruya görünüşten/yüzeyden hakikate geçip İlâhî yakınlaşmayı sağlayan gayet kısa ve gayet yüksek bir yol bulur.1 Her şeyin üstündeki Allah’ın kudret damgasını; terbiye mührünü ve kaleminin nakışlarını görmekle, doğrudan doğruya her şeyden Onun nûruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve her şeyin Onun kudret elinden çıktığına ve İlâhlığında ve Rubûbiyetinde (her şeyi terbiye etmesinde) ve mülkünde hiçbir şekilde, hiçbir ortağı, yardımcısı olmadığına görür gibi kesin bir bilgiyle tasdik edip imân getirir2 ve bir bakış açısı kazanır.

Öte yandan; uzaydaki kocaman kütlelere baktığında hareketlerinden dehşet değil, yakınlık ve güven duyar. Onların hareketlerini ibret ve hayretle tefekkür eder. O ulvî cirimlerle öyle bir tanışma, bilgi alış verişi kazanır ki; hangi bir kütleye bakarsa ona, “Ey arkadaş, bizden uzaklaşma. Hareketlerimizden korkma. Hepimiz bir Hâlıkın memurlarıyız” diye, güven veren dostça sesleri kalben işitmeye başlar.

İşte, gerçek imân ile rûhundaki yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbi ikaz, vicdanı tahrik edip rûhu ihsas ettikçe mutluluk ve huzuru artar; ona mânevî cennetlerin kapıları açılır.3

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 363.;

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 180.;

3- Şuâlar, s. 160.

13.09.2006

E-Posta: [email protected] - [email protected].




Davut ŞAHİN

Seçmeli ders: Medya



Günlerdir gazete ve televizyona konu olan, geçen ay da çok konuşulan, işkence mağduru genç kadın başından geçenleri bir gazeteye aktarırken ilginç bir noktaya dikkat çekti:

“Medya, sağlığım yerine cinsellikle ilgileniyor.”

Antalya’da patronu tarafından yıllar süren işkenceye maruz kalan Meryem Sak, basında çıkan haberleri abartılı bulduğunu söylüyor ve “İfadelerim dinle bağdaştırıldı, bu beni rahatsız ediyor” diyor (Cihan)

Sak devamında diyor ki: “Ben bir şeyler söylüyorum, fakat ertesi günü alakası olmayan çok abartılı haberler çıkıyor. Bunlar benim psikolojimi bozuyor. Benim sağlığım yerine, cinsellikle ilgili konuların ön plana çıkartılması moralimi bozuyor. Konunun baştan beri dinle ilişkilendirilerek medya tarafından işlenmesini de oldukça yanlış buluyorum.”

Sak, röportajda şu sözleri de ekliyor: “....Hatta daha da ileri giderek Meryem Ana Evi’nin yanmaktan kurtulması ile benim işkenceden kurtulmamı mucize gibi gösterdi. Çektiğim işkenceleri de, Hz. Meryem’in oğlu Hz. İsa’nın çektiği bedensel acıların aynısı diye yazdılar. Bu yakıştırmalarla ne yapılmak istendiğini anlayamıyorum.” (Zaman)

Medya sıradan insanları bile “sıradışı” hale getirecek kadar maharet(!) sahibi.

Yakıştırma yaparak, kendine malzeme çıkaracak... çıkarıyor da.

Öte yandan;

Medya, İlköğretim sınıflarında ‘seçmeli ders’ olacak müjdesini(!) verelim.

RTÜK Başkanı Zahid Akman, Eylül ayında yeni yayın dönemine girildiğini hatırlatarak, “Yayın kuruluşlarının, içerik ve içeriklere uygun yayın saati belirlemede genç nüfusu düşüneceğine inanıyorum” diyerek uyarı mesajları veriyor gazetelere.

Akman, bu sene Ankara, İzmir, İstanbul, Adana ve Erzurum’da seçmeli ders olarak okutulacak medya okur yazarlığı dersinin önümüzdeki yıldan itibaren Türkiye geneline yayılacağını da aktarmış.

Günümüzde kitle iletişim araçlarının insanlar üzerindeki olumsuz etkilerinin sıkça tartışıldığını ve her seferinde program yapımcılarının sorumlu tutulduğuna değinen Akman, “Fakat rekabetin olduğu ortamda, izleyicilerin de sorumluluklarının olduğu unutulmamalı. Bir denetim yapılacaksa evlerde ebeveynlerin de bir iç denetim yapması önemli” diyor.

“Seçmeli ders” olarak okutulacak olan medyanın kuşkusuz doğru ve tarafsız bir şekilde verileceğinden kuşkum yok.

Ama bu işin bir de “realite”si var.

Acaba “rating” denen bir realiteyi de ders olarak verilecek mi?

SİGARA YASAĞI ve DENETİM

Önceki gün “D Çocuk”ta gördüm. Orjinal adı: “Lucky Luck” olan, bizde de “Red Kit” adıyla gösterilen bir çizgi film var.

Eski bölümleri yayınlanıyor olmalı. Red Kit’in ağzında bir sigara var. Bilindiği gibi yeni çizimlerde Red Kit’in ağzına uzun bir başak tanesi vererek, sigarayı sansürlediler. Maksat, özenti olmasın diye.

Avrupa’da yayıncılar çok hassas olmalı. Üstelik hem “caydırıcı,” hem de yaptırım gücü yüksek kararlar alıp, uyguluyor.

Misal:

İngiltere’nin RTÜK’ü sayılan Ofcam, çizgi filmlere ‘sigara’ yasağı getirmiş!

Yetmiyor... Bir de üşenmeden, 1700 bölümlük bir çizgi filmden “sigara sahneleri”ni tek tek ayıklıyor...

Hangi çizgi film derseniz, hemen söyleyelim: Tom ve Jerry...

Ofcam, 4 ve 14 yaş arasındaki çocukları olumsuz etkileyeceğini savunarak şikâyet ediyor ve görülen lüzum üzerine çizgi filmdeki sigaralı sahneler ayıklanıyor.

Sırada diğer çizgi filmler de var: Scooby Doo ve Çakmaktaş çizgi filmlerinin de dahil olduğu 1700 bölüm “ayıklanacak”lar kapsamında.

RTÜK’ün bu konuda hassas olacağına inanıyorum. Ancak “çocuk programı” yapan kanallar mutlaka yaptıkları yayınlara daha bir özen göstermeliler.

Bizden hatırlatması.

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Zorlu imtihan



Sekiz sene önce Hızır Ali Muratoğlu Hocanın şehadetiyle sonuçlanan ilk İsmail Ağa cinayeti, 28 Şubat’ın başlangıçta kamuoyuna deklare edilen çerçevenin dışına taşarak daha geniş hedeflere yöneldiği ve giderek koyulaştığı bir ortamda gerçekleşmişti.

Daha sinsi bir planın ürünü olduğu açıkça belli olan son cinayetin de benzer bir senaryoyu sahnelemek için kullanılmaya çalışıldığı, bilâhare yaşanan gelişmelerle anlaşılıyor.

Görgü şahitlerinin de teyidiyle, cemaatin tanımadığı yabancı kişilerce kızıştırılan provokasyon ortamında hocanın katilinin “kimvurdu”ya gitmesi tüm cemaate mal edilen bir “linç” olarak gösterilmek istenirken, o sabah camide bulunan herkesin “içeri tıkılması”nı istemek gibi hukuk ve akıl dışı bir tavır sergilendi.

Ve polis sıkboğaz edildi.

Ardından, cenaze namazına katılan ve en ufak bir taşkınlığa meydan vermeden hocalarını kabristana kadar teşyî eden on binlerce acılı insanın kılık kıyafetleri bir kez daha ağızlara sakız edildi.

Buradan da birşey çıkmadı, ama Çarşamba’yı “kurtarılmış bölge” gibi göstermeye yönelik tahrikkâr yayınlar aralıksız devam etti.

Ve böyle bir ortamda, cemaate ait Kur’ân kursu binasının kaçak olduğu, ancak bir türlü yıkılamadığı iddiaları gündeme getirildi.

Sonra Sauna çetesi liderinin ve ilişkili olduğu müteahhitin, “ödenmeyen borç için cami bodrumunda şeriat mahkemesi kurulduğu, silâhlı tehditte bulunulduğu, çek-senet tahsilâtı yapan çete kurulduğu” iddiaları geldi.

Günü gelince kullanılmak üzere çoktandır el altında tutulup bekletildiği anlaşılan dosyaların ardı arkası gelmiyor. Cemaatin Cübbeli Ahmet Hocaya soğuk baktığı iddiasından, İbda-C sızmasının cemaati ikiye böldüğüne; Cübbeli Hocanın havuzlu villasından Abdülmetin Hocaya izafe edilen “çek-senet tahsili” iftiralarına ve “Üçüncü halka sabıkalılardan oluşuyor” lâflarına kadar pek çok şey...

Cemaati bir anda Türkiye’nin “bir numaralı gündem” maddesi haline getiren bu furyada, sıranın ne zaman yeni Ali Kalkancı’lara ve Fadime Şahin’lere geleceği soruluyor.

Her koldan tam bir linç mantığı ve yargısız infaz zihniyeti ile yürütülen bu tahrik ve tahrip kampanyasında, önceden belirlenen hedefler vurulup maksat hâsıl olduktan sonra, kimlerin maskelerinin düşeceği de ortaya çıkacak

“Vazife”si bittikten sonra sarık ve cübbeyi çıkarıp sakalı kesen Ali Kalkancı ile başörtüsünü atıp Bağdat Caddesinde lüks bir dükkân açan Emire Kalkancı’nın yeni versiyonlarının kimler olduğu o zaman belli olacak.

Şu anda açıkça belli olan birşey var ki, birtakım odaklar İsmail Ağa cemaatini her koldan hedefe koymuş durumdalar. Ve 28 Şubat’ta “Oraya sız ve istihbarat topla” talimatıyla yönlendirilen çeteciler, şu anda yürütülen operasyonda esaslı şekilde kullanılıyor.

Umalım ki, bu çok yönlü, çok boyutlu ve çok sistematik taarruz dalgasında şimdiye kadar genel hatlarıyla iyi bir imtihan veren cemaat, bundan sonraki safahatta da aynı başarıyı gösterir ve kurulan tuzakları bozar.

Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Perinçek neyin peşinde?



Zenginleştirilmiş uranyum ya da konsantre edilmiş enerji içeceği gibi.

40 yıldır dinmeyen bir enerji ile çalışıyor Doğu Perinçek.

Baykal’da ondaki dinamizmin KDV’si dahi olsa şimdiye kadar CHP’yi en az 4 kez iktidara taşırdı.

Ancak enerji içecekleri gibi bir süre uçurduktan sonra müthiş bir yorgunluk veriyor insana.

Dön baba dön...

Zamana ve şartlara göre kendini mi yeniliyor, içine girdiği kalıbın şeklini mi alıyor, yoksa yükselen her değerin üstüne atlayıp, onu iğdiş mi ediyor?

Galiba hepsi var, hiçbiri yok.

Parti tüzüğünü değiştirip, Mao’yu çıkarıp Hazreti Muhammedi koyması, cenaze namazında saf tutup namaza durması ile gündemde Doğu Perinçek bu kez de...

O müthiş bir iletişim ustası.

Her devirde, her dönemde gündeme gelmeyi başarıyor. Girdiği seçimlerde en fazla 40 ya da 50 bin oy alıyor. İktidar olacağını iddia ettiği seçimlerden 80 bin oy alarak çıkmıştı.

Ancak her yenilgiden sonra bırakıp köşesine çekilmek şöyle dursun, daha çok bilenmiş, kabuk değiştirmiş bir Perinçek olarak çıktı karşımıza.

Kimi zaman Apo ile kolkola fotoğrafları çıktı Bekaa kampından. Kimi zaman “Kızılelmacı” oldu. Şu sıralar “Kemalistliğini” çok fazla ön plâna çıkarmasa da 40 yıllık Mao’yu bir kenara bırakıp, Hazreti Peygambere sarıldı.

Aydınlık dergisi bu sayısına Perinçek’in, Mao’dan Hazreti Peygambere yönelişini kapak yapmış. Orada, “Mao bayrağı altında Türkiye’de milliyetçileri, halkçıları, sosyalistleri bir araya getirmeniz mümkün değil” diyor Perinçek.

Sık sık, “büyük devrimci” olarak sözediyor Peygamberimizden.

”Mao’da putları kırdı” dedikten sonra Peygamberimizi getirip, kendi zihnindeki çarpık yere koyuyor: “Hz. Muhammed de putları kırdı. Yani Mao ile Hz. Muhammed karşı karşıya konacak insanlar değil ki. Hazreti Muhammed, Mao, Lenin, Cengiz Han, Mete, Atatürk...”

İşte Perinçek’in keşfine göre Hazreti Muhammed’in yeri...

Türban konusuna da değiniyor Doğu Perinçek. “Türban bir sosyete giysisidir. ABD tarafından Türk kadınının başına 1970’lerin sonunda geçirilmiştir. İslâmiyette böyle bir hüküm yoktur” diyor.

İslâmiyette ne var, ne yok onu öğrenmek, Hazreti Peygamberin kim ya da ne olduğunu öğrenip istifade etmek değil, kendi çarpık bakış açısının kurbanı etmek peşinde Doğu Perinçek.

İşçi Partisinin programından Mao’yu çıkarıp, Hazreti Muhammed’i koyduktan sonra daha bir ilgi odağı oldu Doğu Perinçek.

Yazar Muzaffer Buyrukçu’nun cenaze namazında saf tutup, namaz kıldığı için bir anda bu yönü ile ön plâna çıktı. O ise çocukluğundan bu yana yakınlarının cenaze namazlarını kıldığını belirtiyor. 1968 yılında sosyalist hareketin öncü liderlerinden Reşat Fuat Baraner’in cenaze namazını Hikmet Kıvılcımlı ve Mihri Belli ile birlikte kıldıklarını söylüyor. İnanç ve namaz konusunda kimseyi muaheze etmek aklımızın ucundan geçmediği gibi ahlâkî de bulmayız.

Doğu Perinçek’i sadece İşçi Partisi olarak görmek, Aydınlık dergisi olarak bakmak yeterli olmaz. Onu anlatmaya yetmez. O Türkiye’nin kritik dönemlerinde yer alıp, yükselen değerlerin karşısında değil, tam içinde yer alıp, ondan istifade etmek yerinde onu kendi kalıbına dökmeye çalışan, “karıştırıcı” özelliği ile dikkat çeken bir isim.

İnanç dünyasına saygı gösterirken, “Perinçek bu kez de Hazreti Peygamber ve İslâmiyeti de sulandırma gayreti içinde mi?” diye sormaktan geri duramıyor insan.

Çünkü 40 yıllık çizgisi zikzaklarla dolu olan bir adamın Peygamberimizle, Lenin ve Mao’yu yan yana koyan yaklaşımı ürkütücü geliyor.

1990’larda Peygamberimizin deve üzerindeki arzularından söz ederek, sakil bir tartışma başlatan Mikser Perinçek, bu kez de Peygamberimiz ve namazı mı iğdiş etme rolüne soyunuyor?

Geçmişte üstlendiği rollere bakınca, böyle bir soru kaçınılmaz oluyor...

13.09.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

5 yılın anlamı



Her coğrafyanın bir kaderi olduğu gibi, her ülkenin de şehrin de insanın da velhasıl canlı cansız herşeyin kaderi var. Bazıları kaderden kaçayım derken aksine kader sağanağına yakalanır. Özellikle de hilekârlar. ABD'de yeni bir imparatorluk kurayım derken 11 Eylül’le birlikte imparatorluğuna veda etme maratonuyla karşı karşıya kaldı. Mısırlıların dediği gibi: Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak da var. Yahut ‘Yanlış hesap Bağdat’tan döner.’ Bugün de öyle oldu.

Hile ve kaba kuvvetin karışımı bu gerçek şer imparatorluğu artık nefes almakta zorlanıyor. Ve de gerçek güçlere değil, hayalî güçlere yeniliyor. Irak’ta direnişçilerin bir karargâhı ve adresi yok, ama haftada düzinelerce Amerikan askeri ölüyor. Afganistan’da Taliban silindi, karargâhı yok, ama NATO da sonunda bu ülkede ABD’yi yüzüstü Taliban’la karşı karşıya bıraktı. ABD’nin hattı müdafaasına karşı sathı müdafaa var.

Sadece yenilen ABD değil, aynı zamanda müttefikleri de. 11 Eylül gerçekte bir milattı. ABD’nin çöküşünün miladı. Dünya tarihinde bu 5 yıl belki de yüzlerce yıla bedel bir dönem. 5 yılda ABD şanlı bir mazisini kaybetti. 2003 yılında direniş başladığında Vietnam-Irak mukayesesi yapılıyordu ve neoconlar ısrarla bunun doğru olmadığını söylüyordu. Vietnam Irak’a benzemiyordu. Ormanlık değil, çöldü. Arkasında Çin gibi lojistik destek verebilecek ülkeler yoktu. Ama Hz. Davud’un sapanla Calut’a galip geldiği gibi çakar almaz silâhlar veya canlı bombalar koskocaman devasa bir silâh tersanesine galip geldi. ABD, Irak ve Afganistan’da darbe üstüne darbe alırken İsrail de Lübnan’da yenildi. Serçe kartala, kuzu kurda galip geldi. 11 Eylül’ün beşinci yılında Kaide ile Irak arasında bağlantı olmadığını Kongre raporları teyid etti. Baştan beri belliydi. Asıl araştırılması gereken Kaide ile ABD bağlantısı olmalıydı. 11 Eylül’ün bir yüzünde hile, diğer yüzünde ise kibir vardı. İkisi de yere serildi. İsrail halkı Olmert’e göre ‘düşman’ Nasrallah’ı daha güvenilir bulurken Amerikan halkının üçte birisi de 11 Eylül’ü bir Amerikan komplosu olarak görüyor. Nereden nereye? Herşey 1991 yılında başlamıştı. Saddam Kuveyt’ten sürülmüş ve SSCB ve demirperde pes etmişti.

***

Wolfowitz gibiler Bağdat kapılarının ardına kadar açık olduğunu ve baba Bush’un bu yoldan gitmesini salık veriyorlardı. Baba Bush ‘Bundan fazlasını yapamam’ dedi ve bu plan rafa kaldırıldı. 11 Eylül’den sonra aynı ekip tarafından indirildi. Aradaki 10 yıl ABD imparatorluğunun yükselişi veya düşüşü arasındaki ara devre idi. Bu durgunluk devrini 11 Eylül ve işgaller izledi. Soğuk Savaşın galipleri artık İslâma karşı nihaî bir zafer için komuta kademesinin başına geçmişlerdi.

John Galvin gibiler Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte 1300 yıllık aslı meseleye yeniden dönüldüğünü söylüyorlardı. Thomas Friedman İslâmî hareketlere karşı Üçüncü Dünya Savaşını başlatmıştı bile. Woolsey’e göre Soğuk Savaşın galibiyetinden sonra bu, onun mükâfatı olarak dördüncü bir dünya savaşı idi. MOSSAD eski Başkanı Efraim Halevy de bu koroya katılarak Üçüncü Dünya Savaşının başladığına dair gong çaldı. Habermas’a göre 11 Eylül Birinci Dünya Savaşının başlangıcına nazire bir olaydı.

Belki kalplerindeki daha da büyüktü. Fakat beklemedikleri bir dönüm noktası oldu. 11 Eylül itila ve ikbal devri olacakken aksine ABD’nin yıkılma devrinin başlangıcını teşkil etti. ABD 11 Eylül’le birlikte dördüncü ve son yani çöküş merhalesine de girmiş oldu. 5 yıl sonra artık Bush ‘Görevimiz bitti’ yerine Irak’ta çekilmenin mahzurlarından bahseder haldedir. ABD her şeyini kaybetti. Bush önce kendi kamuoyunu yitirdi. Ortağı Blair yolun sonuna geldi. Bir saray darbesiyle yıkılacağı günü bekliyor. Ardından, ABD ‘kalpleri ve akılları kazanma savaşı’nda İslâm dünyasıyla birlikte dünyanın genelini kaybetti. Daily Telegraph’a yazan Ahmed Rashid’e göre bazı Amerikalı diplomatlar, Müslüman dünyasında, Amerika’nın imajını tersine çevirmenin bir ya da iki nesil alacağını tahmin ediyor.

Tahribat bu kadar büyük. Bununla kalmadı el Kaide gibi hayalî tarafı ağır basan, şer mimarı neocon ekip de darmadağın oldu. Rumsfeld hâlâ 1 Mart tezkeresinin şaşkınlığını üzerinden atamamış. Hâlâ orada takılı vaziyette.

***

1980’lı yıllara Mücahidler damgasını vurdu ve SSCB’yi Polonya ayağıyla birlikte yere serdiler. 2000’li yıllara damgasını vuran ise Taliban. Galiba ABD’nin payına da Taliban düştü. Irak paraleliyle birlikte Latin Amerika başkaldırısını unutmamak lâzım. FT’da “Kaygı çıkaran nafile 5 yıl” ifadelerini kullanan Edward Alden, bu beş yılı niçin nafile bulduğunu bazı karşılaştırmalar yaparak açıklıyor. Alden, “Pearl Harbour’a yönelik Japon saldırısından 5 yıl sonra Amerika, Asya ve Avrupa’da düşmanlarını hem yenilgiye uğratmış, hem de işgal etmişti. Winston Churchill’in Soğuk Savaş’ın yaklaştığı uyarısında bulunmasından 5 yıl sonra da Amerika NATO ittifakını oluşturmuş ve Sovyetler Birliğini sınırlayıp mağlûp etmeye yönelik bir strateji geliştirmişti. Ancak İslâmcılara yönelik savaşın başlamasından 5 yıl sonra Amerika, Afganistan ve Irak’ta batağa saplandı. Ayrıca Amerika her açıdan, büyüyor görünen bir düşmanla umutsuz bir savaşa girişti” yorumunu yaptı. Kalkış noktası olarak 11 Eylül 5 yılda çöküş noktasına dönüştü. Son imparatorluğun ayağı 11 Eylül’de tökezledi. Talih döndü.

13.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004