Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

M. Latif SALİHOĞLU

Dine müdahale çabaları



Yaratılış kànunu gereği, bir millet dinsiz, mâneviyatsız yaşayamaz.

Yakın tarihimizin son seksen yıllık inişli çıkışlı sürecinde yaşanan vak'alar dizisi, bu bâriz gerçeği bize adeta ezberletircesine takdim ediyor.

Dilerseniz, bu yakın tarih vadisinde şöyle kısacık bir gezintiye çıkalım.

Beşer yıllık periyotlar

Şapka Kànunu yürürlüğe konulduktan sadece iki gün sonra, yani 30 Kasım 1925'te sarık ve sair dinî kıyafetlerin giyilmesi, çıkarılan bir başka kànun maddesiyle yasaklandı.

Yine aynı gün Meclis'te kabul edilen bir diğer kànun maddesi gereği, tekke, zaviye ve türbeler kapatıldığı gibi, şeyh, mürit, türbedar ve benzeri unvanların kullanılmasına da kökten yasak getirildi.

Özet olarak, bu tarihte çıkarılan ve derhal tatbike konulan kànunlarla, tarîkat–tasavvuf mesleği yurt genelinde yasaklanmış oldu.

Evveliyatı yüz yıllara dayanan bu dinî müessesenin ortadan kaldırılması için ise, alabildiğine sert, kırıcı, yıkıcı yollara tevessül edildi.

Üstelik, 5'er yıl arayla en akla gelmedik metodlara başvurularaktan...

1) Meselâ, 1925'te patlak veren Şeyh Said Hadisesi bahane edilerek, Anadolu'nun özellikle Doğu kesimindeki tasavvuf/tarîkat faaliyetlerine son verilmeye çalışıldı; tanınmış şeyhlerin hemen tamamı ya idam edildi, ya da başka yerlere sürgüne yollandı.

Fakat, bu milletin dinî hakikatlere duyduğu ihtiyaç aynen devam ediyordu.

2) 1930'da yaşanan "Menemen Hadisesi" bahanesiyle, Anadolu'nun bilhassa Batısında mevcudiyeti tesbit edilen tarîkat ehli şeyh ve müritler, idama varan en zecrî tedbirlerle sindirilmeye çalışıldı.

Ancak, bu milletin din ihtiyacı artarak devam ediyordu.

3) 1935'te 120 talebesiyle Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesine sevkedilen Üstad Bediüzzaman'a isnat edilen en büyük suçlardan biri şuydu: "Sen şeyhlik taslıyor ve yasaklanmış olan tarikat dersleri veriyorsun."

Bir dinî müessese olarak tarikatların asırlar boyu yaptığı kudsî hizmeti nazara veren Üstad Bediüzzaman ise, muhataplarını şaşkına döndürecek şu cevabı veriyordu: "Efendiler! Ben şeyh değilim; ben hocayım. Şu dokuz–on senelik sürgün hayatımda, haydi biri çıksın desin ki bana tarikat dersi verdi. Belki yanıma gelen herkese demişim ki: İman lâzım, İslâmiyet lâzım. Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır." (Bkz: Eskişehir Müdafaası.)

İşte, bu tarihten sonradır ki, kànunen yasak olan tarîkatçılık, fiiliyatta büyük ölçüde serbest bırakıldı ve bütün kuvvetiyle Risâle–i Nur hareketinin üzerine gidildi.

Bu yeni stratejinin mânâsı çok derindir; ancak, deşilmesi şimdilik muvafık düşmüyor.

Burada, ortaya çıkan apaçık mânâ şudur: Ne yapılırsa yapılsın, bu milletin dine, diyanete, maneviyata olan ihtiyacı bitmez, sönmez ve dahi söndürülemez.

Değişen taktikler

Son seksen yıllık süreç içinde, dine ve dindarlara yönelik uygulanan baskı ve yıldırma taktikleri değişti; ancak, dine duyulan ihtiyaç hiç değişmedi.

1935'ten 1985'e kadar, yaklaşık 50 yıl müddetle 1500 kadar mahkemeden geçen Risâle–i Nur dâvâsının asıl hedefi, aslında bu milletin iki dünya saadetini temine çalışmaktır.

Mahkeme yoluyla bu dâvânın üstesinden gelemeyenler, son yıllarda taktik değiştirerek bu kez içerden bölmeye, parçalamaya çalıştılar. Fakat, Allah'ın inayetiyle yine gayelerinde muvaffak olamadılar. Çünkü, bu dâvânın mensupları, sırf lillâh için, bir "şahs–ı mânevî" etrafında toplanmışlar ve bu sûretle hizmetlerine devam ediyorlar.

Siyaset, ticaret, şahsiyet gibi çürütülebilir, dağıtılabilir unsurlara öncelliği vermeyen bu "şahs–ı mânevî" metoduna dayalı hareket sayesindedir ki, şiddetli bid'a rüzgârlarına karşı mukavemet edilebiliyor.

Hâsılı, dine düşman olan cereyanlar, karakterleri gereği vazifelerini yapmaya devam edecekler. Buna kızıp sinirlenmenin pratikte bir faydası yok. Önemli olan, din ve iman ehlinin ne yaptığı, yahut ne yapması gerektiğidir.

Dalâlet ehlinin tuzağına düşmeden ve çelmelerine takılmadan kudsî hizmetini sürdürebilenlere ne mutlu.

Denge

Yumurta tavuktan çıkar

"Tavuk gribi" sebebiyle aylar önce tekrarlanan itlâf operasyonları, sonunda yumurta fiyatlarını da patlattı.

Senelik izne çıkarken tanesini 100–150 kuruşa aldığımız yumurtaları, bugün 200–250'den aşağı alamıyoruz.

Yani, bir–iki ay içinde ikiye katlanan fiyatlar, böylelikle tavanı bile delmiş oluyor.

Bu fâhiş durumun birden çok sebebi vardır mutlaka; ama, en önemli sebebin yurt genelinde sağlıksız, kontrolsüz, uygunsuz, acemice ve gayet hoyratça sürdürülen itlâf operasyonları olduğunu tahmin ediyoruz.

Günün Tarihi

Fransız hayranı bir şöhret: ŞİNASİ

13 Eylül 1871: Tanınmış şair, edip, gazeteci Şinasi'nin ölümü.

Kısa biyografi: Asıl ismi İbrahim Şinasi'dir. 5 Ağustos 1826'da İstanbul'da doğdu.

Mahalle Sıbyan Mektebi ile Feyziye Okulundaki tahsilini tamamladıktan sonra, Tophane Müşiriyeti Mektubî Kalemine kâtip adayı olarak girdi. Burada lisan dersleri aldı. Sırasıyla Arapça, Farsça ve Fransızca'yı öğrendi.

Lisan ve edebiyata olan kabiliyeti sebebiyle, memuriyet makamlarında hızla yükseldi. Bilgisini geliştirmek üzere bir müddet Paris'e gönderildi. Burada ünlü bazı şahsiyetlerle tanıştı. Bu sayede büyük şöhret kazandı.

1854'te İstanbul'a dönüşünde bir süre Tophane Kalemi'nde çalıştı. Ardından Meclis-i Maarif Üyeliğine seçildi. Encümen-i Dâniş'te (İlimler Akademisi) vazife gördü.

Şinasi, Tanzimatçı Mustafa Reşit Paşaya hep yakın durdu. Onunla birlikte iş ve makam durumlarında da değişiklikler oldu.

1860'da Agah Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahvâl Gazetesi'ni çıkardı. Devlet yönetimini tenkit etmesi ve Sultan Abdülaziz'e şiddetli muhalefette bulunması sebebiyle, resmî makamlardan uzaklaştırıldı. Sıklıkla Paris'e gidip geldi.

1869'da İstanbul'a döndükten sonra bir matbaa kurdu ve eserlerini neşretmeye başladı. İki yıl kadar sonra da 13 Eylül 1871'de beyin tümöründen öldü.

Şinasi, Batı dünyası, bilhassa Fransız kültürü etkisinde eserler verdi. Fransız kültür ve medeniyetine hayranlık derecesinde bağlandı.

Hürriyeti, meşrûtiyeti istemesi güzeldi. Ancak, gümrüksüz, filtresiz bir Batı taklitçiliğine soyunması, onu milletinden kopuk bir mecraya soktu.

Eserlerinden bazıları: Tercüme-i Manzume, Şair Evlenmesi, Durub-u Emsâl-i Osmaniye (atasözleri), Müntehabat-ı Tasvir-i Efkar (gazetede çıkan seçme yazılar

13.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (12.09.2006) - Yassıada belgeleri

  (11.09.2006) - Elemli, ölümlü dünya

  (21.08.2006) - Yakın tarih kaynakları

  (19.08.2006) - "İslâmcı" damgası

  (18.08.2006) - Gezegen sayısı 9 mu, 12 mi?

  (17.08.2006) - Lâf salatasına değil, faaliyet zincirine bakmalı

  (16.08.2006) - Liselerde zaman kaybı

  (15.08.2006) - Kuraklık ve harp belâsı

  (14.08.2006) - Ara notları

  (29.07.2006) - Ve, "Tayyar Lâhikası"

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004