Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Murat ÇETİN

Gelecek de bir gün geçecek



Siz geleceğe dair, teknolojinin, tıbbın, şehirleşmenin ve bir bütün olarak insanlığın varacağı noktayı merak edebilirsiniz. Doğrusu, bunlar meraka değmeyen şeyler de değil. Her gün yeni bir gelişmeyle, büyüyen ve daha da karmaşıklaşan şehirlerimizle, gittikçe çetrefilleşen insan psikolojisiyle karşılaştıkça zihnimiz bu tür soruları sormaya devam edecek.

Ancak benim aklımı kurcalayan başka bir soru daha var: Bizim, yani 1900’lü ve 2000’li yıllarda yaşamış insanların, geleceğe bırakacağı ne var?

İçinde gezen insanı yaşadığımız asra taşıyacak ne gibi bir mimarî esere imza attık?

Okunduğunda, insanı, içinde bulunduğumuz yüzyıla ait bir atmosfere sokacak hangi edebî metnimiz var?

Baktıkça, aynı çağı paylaştığımız insanların ruh dünyalarına dair izler bulunacak hangi el san'atı ürünler bırakacağız?

Bir internet sitesi arşivi, bir modası geçmiş cep telefonu, bir artık kullanılmayan bilgisayar parçası, dijital makineler yaygınlaşmadan önce çekilmiş bir fotoğraf, televizyon kanallarının ellerindeki bir kaset… Bizden yarına bunlar mı kalacak? Bizi gelecek nesillere bunlar mı anlatacak? “Demek 2006’da yaşayan bir insan böyle yer, böyle içer, böyle hisseder, hayata böyle bakar” dedirtebilecek miyiz?

Elbette insan sırf yarına bırakmak için eser meydana getirmez. O bir eseri inşa ederken, biraz kendinden bir şeyler, biraz kültüründen izler, biraz yaşadığı asra ait kırıntılar, biraz içinde yetiştiği topluma ait koku bırakır. Bir eser böyle meydana gelir. Üzerindeki şifreler böyle oluşur. Yarına giden mesajdaki kodlarda bunlar vardır.

Oysa sırf bugün için, sırf kullan-at anlayışıyla, sırf daha çok satıyor diye, daha popüler diye, piyasada bunlar gidiyor diye ortaya konulan binalar, kitaplar, eşyalar bizi anlatmaz.

Anlatsa anlatsa, ne kadar yanar döner olduğumuzu, her şeyden ne kadar çabuk sıkıldığımızı, aradığımızı bir türlü bulamadığımızı ama buna rağmen arayış içinde bulunan bir insan gibi davranmadığımızı anlatır. Hüzünlerimizi, sevinçlerimizi, aramızdaki sıcaklık ya da soğukluğu, içimizdeki coşkuyu ya da yaprak kımıldamazlığı, aşka, hayata, dünyaya, hayata ve ölüme nasıl baktığımızı anlatmaz.

Öyle değil mi, 2106’daki insan?

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kudüs, Atina ve Roma hattı



Papa’nın kültürel kodlarını okumak insanı, ilginç bulgu, bileşim veya halitaya götürüyor. Kudüs, Atina ve Roma hattı bu bileşkelerden birisi. Aslında, yeni bir milenyumun başında yapılması gereken, Kudüs hattını Mekke hattına isal etmek ve muvasala köprüsü kurmaktır. Mesih ile Muhammed’i (a.s.m.) gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de buluşturmaktır. İkinci olarak Kudüs, Atina hattını ayıklamak. Üçüncü olarak da Kudüs, Roma hattını ince elekten geçirmektir. Bunlar yapıldığında İsevilik veya Hıristiyanlık aslî suretine avdet etmiş olacaktır.

Papa ise referanslarıyla bu eski süreci pekiştirmeye çalışmaktadır. Kudüs, Atina, Roma hattı aslında günümüz açısından anakronik (anachronism) yani tarihdışılıktır. Bu itibarla, sonuna gelmiş çıkmaz sokağa zorlamak, neticesinde duvara toslamaktır. Papa 16’ıncı Benedict’in açmış olduğu bu ebter çığırın sonucu duvara toslamaktır. Öncelikli olarak Mekke-Kudüs yolunu yeniden inşa etmek gerektiği gibi, Atina-Kudüs yolundaki felsefî tortuları tasfiye etmek ve aşmak gerekiyor.

Üçüncü kademede yapılması gereken ise Kudüs-Roma hattındaki siyaseti ve güç kullanmayı da aşmak icap ediyor. Kudüs-Atina çizgisinin gözden geçirilmesiyle felsefî, teolojik zemin, Roma hattının da gözden geçirilerek askerî ve siyasî zemin ve tortuları elenmiş olacaktır. Hıristiyanlık bu şekilde kendisine gelecek ve durulacaktır.

Mevcut Hıristiyanlığın kökenleri, Kudüs’te Pavlus ve Mesih’in karışımına dayanıyor. Makas değişikliği yaparak bu karışımın yerine Mesih-Muhammed beraberliğini ikame etmek lâzım. Mevcut Hıristiyanlık, kültürel ve felsefî temellerini Atina’dan, siyasî ve askerî temellerini ise Roma’dan alıyor. Mevcut Hıristiyanlık bunların bir bileşkesi ve sentezi.

Hıristiyan selefiliği mi, skolastiği mi? Kimilerine göre Papa Hıristiyan selefiliğine dönmektedir. Bu dönüşle de ne akla, ne de dine hizmet etmektedir. Aslında ‘Kilise’nin dışında kurtuluş yoktur’ diyerekten Papa nereye döndüğünü göstermiş oldu. İlk aslına değil, II. Vatikan Konsili kararlarına tekaddüm eden ve onu pas geçen skolaştiğe dönmektedir. Bu selefilik ise ne alâ! Aslında, bu skolastik zihniyete dönmekle ve çoğulculuğa sırt çevirmekle kendisi radikal bir fideizme dönüş yapmasına rağmen akıldan soyutladığı Müslümanları bu konuma oturtuyor. Müslümanlar üzerinden çoğulculuğu reddediyor. Pupa yelken tekelciliğe ve tekilciliğe yelken açıyor.

Ratzinger’e göre, Kilise tek, ama Allah üç. Aynı zamanda çoğulculuğun araçlarından birisi olarak diyaloğu elinin tersiyle iterek monoloğa dönmüş oluyor. Yani ezber bozmak yerine, ezber tekrar ediyor. Bunun sonuçlarından birisi de benmerkezciliktir. Skolastik zihniyete avdet ederek yeniden kıta merkezli dinî merkezciliğe dönüş sinyalini vermiş oluyor. Papa’nın vurgularından birisi de yine Avrupa merkezli akıl ve felsefedir. Bu benmerkezci skolastik ilâhiyat ile benmerkezci Avrupa aklı veya felsefesi sürekli ötekini üretiyor. SSCB’nin dağılmasından sonra yine öteki/barbar, semihuman/yarı insan bağlamında yeniden Müslümanı keşfetti. Bush bunu siyasî zeminde yaparken Papa dinî zeminde yapıyor.

Cabiri, ötekisini önce üreten, sonra dışlayan yani önce yok farz eden sonra da yok etmeye yönelen bu Avrupa aklının Horkheimer, Deleuze, Foucault gibi düşünürler tarafından içeriden eleştirildiğini, ancak bunun yeterli olmadığını hatırlatıyor. Cabiri’ye göre Müslümanlar da üzerlerine düşeni yapmalı ve bu benmerkezci Batı aklını dışarıdan eleştirmeli.

Müsademe-i efkardan barika-ı hakikat doğar. Bir Batı deyiminde olduğu gibi, Avrupa’nın kurtuluşu Kudüs’ü yeniden kurmaktan geçiyor. Bunun için Mekke ile barışması lâzım. Bundan önce de galiba Papa’nın tetiklediği surette Batı’nın bir sadmeye ve şok tedaviye ihtiyacı var.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hükümet neden tavsıyor/savıyor?



Hükümet, yorgun düşmüşçesine, farklı gündemlerin merkezine çekildikçe ürkekliğini ihsas eden davranışlara sürükleniyor. Kendince uzlaşma zeminine yöneldikçe, kayan tabanından ve verdiği sözlerden bihaber yaşadığının galiba farkında değil.

Farkında olsaydı, ne yapardı? Gayet basit. İktidarının ilk yılında gündemde tuttuğu hafızasına geri döner ve onu tekrar okurdu. Bugün hangi konu ve başlıkları acaba ıskalıyor?

Kimlerle nasıl bir serüvene sürükleniyor? AB neden hız kesti? Demokratikleşme paketleri, neden gecikiyor? Son TCK ile birlikte 301’in tekrar düşünce hürriyeti üzerinde caydırıcı bir hal almasına neden müsaade etti? Sivil toplum kuruluşlarının tepkilerine, neden kulaklarını tıkıyor?

Askerî etkinin topluma kadar inen siyasî mesajları ve refleksleri karşısında, daha etkili siyasî iradeyi ve yasal çerçeveyi hızlandıracak yeni açılımları neden geciktirmektedir?

YÖK’ün keyfî, oligarşik ve kendinden başka kimseye sorumluluğu olmayan kurum karakterini çözme şansı, neden doğru kullanılamadı?

Hükümete karşı tepkimizde ve dozajımızda insaf ölçüleri içinde kalarak, atılan müsbet adımları küçümsememekle birlikte, yeterince siyasî iradenin yansıtılamadığını ve aciz kalındığını da belirtmek isterim.

AB’nin en çok üstünde durduğu düşünce hürriyeti üzerindeki baskı ve yargılamalara yol açan yasa ve uygulama anlayışını bertaraf edecek ve tevile mahal bırakmayacak düzenlemeler, bir türlü yapılamadı.

Belki uç vermeye başlayan süreç tam mânâsıyla idrak edilemiyor. Belki fark ediliyor da ömrünü uzatma korkusuyla, ertelemeleri oynuyor. Bu noktada hangisine yaslandığını tam bilemiyoruz.

Bilinen o ki, Meclis’teki sayı çoğunluğu ve eldeki konjonktür her vakit ele geçmez. Bu emanetin, öncelikle AB sürecine demokrasi şuurunun her düzeyde kampanyalarla desteklendiği bir yaklaşım ve anlayış zenginliği ile topluma mal edilmesi şarttır.

Hükümet, psikolojik harekâtların merkezlerini ve kontrollü gerilimlerin atölyelerini yeterince okuyamamaktadır. Eğer bunu başarabilseydi, strateji üstünlüğünü sağlardı. En azından tıkanma noktalarını kavrardı.

Medyanın, toplumun yükselen dinî değerlerini, hükümetle ilişkili göstermesi, siyaset dışı çevrelerin irtica suçlaması ile toplumu tahkir ederken hükümete gönderme yapmaları karşısında, daha planlı ve karşı atak bir pozisyonda iletişim stratejileri geliştiremez mi?

Toplumu kucaklaştıracak aydınlanma projeleri çoğaltamaz mı? Zihinler üzerinde baskıya dönüşen magazin haberlerindeki dini dışlayıcı etkileri ve suçlayıcı kampanyaları, topyekûn kültürel programlarla etkisizleştiremez mi?

Meselâ TRT’nin bir kanalı sadece eğitime tahsis edilemez mi? Diğer bir kanalı Diyanet İşleri Başkanlığına verilemez mi? Beş kanalı elinde tutmak, TRT için fazla değil mi? Başlangıçta eğitim ve dinî programlar için şimdilik bir kanal, tamamen tahsis edilemez mi?

Darbelerin tarihi ve zararları üzerine projeler geliştirilemez mi? AB yolculuğu; eğitici ve anlaşılır bir yayın kampanyasıyla halka daha çok yansıtılamaz mı?

Genel çözümlerin ve çok yasa çıkarmanın rehaveti altında, siyasî iletişim ve toplumun demokrasi şuuru yeterince geliştirilememektedir.

Pozitif telkinlerle demokratik olmayan vesayet arzuları kırılabilir. Siyaset ve cesaret, ikizdirler. Tefriki, vehmin korkularına mağlup düşer. O zaman; siyaset gündemin peşinde sürüklenir, cesaretse, ortak aklın pusulasını kaybeder.

Ve heybeden yer, bitirir... Olan yine millete olur.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Huzur dersleri



Bilindiği gibi her Ramazan ayında Osmanlı Devletinin eğlence özellikleri ön plana çıkarılır. Bu artık bir gelenek haline gelmiştir. Normal zamanda “Ben cumhuriyet çocuğuyum, Osmanlı’yı reddediyorum” diyenler bile, Ramazan gelince birden Osmanlı torunu olurlar. Kavuklu, pişakâr oyunlarını, Karagöz-Hacivat tiplemelerini, sultan kavuklarını cüppelerini sahiplenirler. Neden, çünkü onlar “eğlenceliktir.” Ramazan ayı, hiç kendini yaşamayanı bile, manevî bir baskı altına alır. İster istemez kendini bir yere ait olmak zorunda hisseden insanlar da, eğlencelikleri sahiplenirler. Peki kötü mü bu?

Hayır, helâl dairede olduğu sürece elbette ki değil, yalnız, sadece bu yok ki bizim tarihimizde. Bu biraz da şuna benziyor; biz Ramazan Bayramını sadece şeker yenen bayram olarak algılamıyoruz ki, “şeker bayramı” diyerek, bayramın yüceliğini indirgeyelim.

Gelin, bu defa da eğlencelik olmayan bir yanını örnek alalım ecdadımızın. Huzur dersleri, Ramazan ayının ilk gününden başlamak üzere ve toplam sekiz derste sona ermek üzere sarayda padişahın huzurunda “mukarrir” adı verilen zamanın tanınmış âlimleri tarafından verilen derslerin adıdır. Bunlara “Huzur-ı Hümayun Dersleri” de denirdi. Tümüyle tefsirden oluşan bu derslerin kökeninin Osman Gazi’ye kadar uzandığı ve Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar sürdürüldüğü görülmektedir. Dersler saray salonlarından birinde öğle ile ikindi arasında gerçekleştirilirdi. Huzur dersleri son dönemlerde sekiz dersten oluşuyordu ve Ramazan’ın ilk on gününde tamamlanıyordu.

Her ders bir mukarrir ve on beş muhataptan oluşurdu. Dersler genellikle iki saat kadar sürerdi. Mukarrirlerin cüppeleri siyah, muhatapların mavi renkte olurdu. Mukarrir dersini bitirdikten sonra muhataplardan rütbesi en yüksek olandan başlamak üzere kendisine sorular sorulurdu. Bu sorular, konuşulan konuya ilişkin olur ve mukarriri zor duruma düşürecek cinsten konu dışı sorular olmazdı. Daha sonra mukarririn duâsıyla derslere son verilirdi. Dersler bittikten sonra mukarrirlere bir miktar atiyye (hediye, bahşiş) ile birer bohça verilirdi. Bohçalar mukarrirlerin rütbelerine göre olmayıp, herkese aynı ölçüde verilirdi. Muhataplara ise yalnızca bir miktar atiyye verilirdi. (Kaynak: M. Z. Pakalın, Osmanlı Tarih ve Terimleri Sözlüğü, C. I, s. 708-709).

Efendim, o zamandan bu zamana neler değişti neler, yalnız birşey hâlâ sapasağlam yerinde duruyor. O da “Ramazan ahlâkı ve edebi.” Yıl içinde her ne yaptıysak aldırmadan, Ramazan gelince tövbesini yapan bir milletiz biz. Mukabeleler ve dinî sohbetler, vazgeçilmez sofrası oruç zamanlarımızın. Manevî beslenme ihtiyacının ayyuka çıktığı bu dönemde, insanlar adeta ibadet yarışına giriyorlar.

-Sen iki mukabeleye mi gidiyorsun, ben üç tane takip ediyorum, bir de kendim okuyorum dört oluyor. Bir arkadaşımız da tefsir dersi yapıyor. Huzur derslerinin lezzeti bambaşka, mutlaka sen de gelmelisin.

Huzur dersleri padişah huzurunda yapılması sebebiyle “huzur” adını almıştır. Fakat aynı zamanda ikinci anlamı da huzur vermesidir.

Uzaklarda yaşayanlar da memleketlerinde gördükleri Ramazan âdetlerini, sohbetlerini devam ettirmekteler. Tabiî ki imkânlar ölçüsünde. Yayan yürümek, mahalle arası komşuya geçip, apartmanca toplanıp hatim indirmek gibi şeyler burası için mümkün olmasa da (arabasız yaşamak adeta felç) arada bir toplanıp huzur derslerinden paylarını alıyorlar.

Tarihimizin kıyıda köşede kalmış ya da çok az insan tarafından bilinen yanlarını görebilmek ve Osmanlı’da Ramazan’ı sadece “eğlencelik” algılamamak dileğiyle…

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Hayalimizin mescidinde itikâf



Şehirlileşme, modernleşme, sanayi devrimi ve teknolojideki atılımlar gibi pek çok kavram günümüz hayatının merkezine oturmuş ve ferdî hayatımız, sosyal hayatın çizdiği bu sınırlar içine hapsolmuş. Sosyalleşme süreci, dünyevileşme süreci ile beraber gittiği için ferdin enfüsî âlemine yönelik boyutu ve özü ile olan bağlantısı her geçen gün daha da kopuk hale geliyor gibi. Bir günün mesailerinin tanziminde geçirilen zamanın tamamına yakını dünyevî konuma ve ferdin sosyal hayata dair faaliyetlerine ayrılıyor. Kulluk büyük oranda bu yoğunluk içinde şeklen yerine getirilen, yoğun mesai içinde aradan çıkarılan veya kerhen eda edilen bir hal alıyor. Oysa ferdin asıl anlamı ve iç zenginliği kulluk ve içe yöneliklik ile açığa çıkıyor olmalı. Hayatın ve benliğin anlamı özdeki anlam zenginliği ile ancak keşfedilebilir ve kalbin duygu zenginliklerinde ancak hissedilebilir. Modern hayatın dalgalanmaları içinde insanlar öyle bir hale geldi ki, samîmîdünyevî aşklar bile özlenir oldu.

Son zamanlarda herkes hayatta bir şeylerin eksildiğinin farkında ve bunu farklı şekillerde dile getiriyor. Özellikle incelik, nezaket, letafet gibi kavramlar ve tavırlar hayatımızı terk etti gibi. Sadece ortamın gereği olan kurallara uymak şeklindeki yapmacık tavırlar ruhlara incelik şeklinde yansımıyor ve ruhları inceltmiyor. İnsanın dünya hayatındaki temel problemi; bütün yönleri ile tanımlanmış, başlangıcı ve sonu ile, sonsuz uzay boşluğu içindeki bütün irtibat alanları ile varlığı ve hayatı anlamlandırabilmek olmalıdır. Bu, günlük yaşantının her işleyişi ve karşılaşılan her problem için geçerli bir yaklaşım şeklinde ifade edilebilmelidir. Oysa, genellikle varlık ve olaylarla ilgili açıklamalar ya da algılar, sadece olayın cereyan ettiği dar alana yakın çevredeki bağlantılara sınırlı bir şekilde ele alınmaktadır.

Yaşantısını mülk âleminin kuralları ile şekillendirmek durumunda olan insanın uygulamaları, hayata bilim ve teknoloji şeklinde yansıyan fıtrî şeriata yani eşyanın işleyişi ile bizlere gösterdiği “Neden? Niçin? Nasıl?” sorularının cevaplarına uygun olmak durumundadır. Bu belki de Hazret-i Âdem’e öğretilen eşyanın ve talimin bir parçası idi ve asırlardır gelişerek, her geçen gün farklı işleyişlerin ve kuralların keşfi ve hayata aktarılması ile zenginleşerek sürüp gidiyor. Eşyanın işleyiş kurallarına ve bunları sistematik bir şekilde size ulaştırmanın şekli ya da dili olan bilimlere aykırı hareket ettiğinizde tokadı hemen geliyor. Başarısızlık, yıkım ve mağlubiyet gibi haller bu kurallara uymak şeklinde ortaya koyacağınız fiilî duâyı hakkı ile yapmamaktan kaynaklanıyor. Bunun adını teslimiyet olarak koyabilmek mümkün değil. Çünki, gerçek iman sahibinin inancına göre mülk âlemindeki kuralları koyan ve bilimlerin diliyle ifade edilen varlık kanunlarını ikame eden Allah’dır. O’nun koyduğu kurallara uymamak bir teslimiyet değil, bilâkis irade ve kasıt ile olmayan ancak tembellik, umursamazlık gibi nedenlerle ortaya çıkan bir isyan halidir. O’na teslim olan O’nun koyduğu kanunlara daha çok uyar ve bunu bir duâ mahiyetinde, hayatında her işleyişi, her kuralı O’ndan medet uman bir talep ruhu ile yerine getirir.

Varlık âleminin sırlarını daha iyi çözebilmek, hayatı daha anlamlı hale getirebilmek ve yaşadığımız olayların hiçbir zaman sadece maddî boyutun katı kurallarına bağlı cereyan etmediğini görebilmek için zaman zaman işleyişin dışına çıkarak bakmamız gerekiyor. Dar alanlarda anlayabilmemiz mümkün olmayan sırları çözebilmek için ruhen dünyanın hatta kâinatın dışına çıkarak bakıp o noktadan olayların nasıl gözüktüğünü tasavvur etmemiz gerekiyor. Yoksa olayları yalnızca mülke, hatta mülk âleminin yalnızca olayla ilgili olduğunu düşündüğümüz yakın çevresine sınırlı algılamanın sığlığında yaşamaktan kurtulamayız. Varlığın ve her işleyişin, iyi ve kötü her olayın gerisinde gizlenmiş hikmetleri görme imkânı bulamayız. En kötüsü de yaratılışımızın asıl gayesi olan Esma-i İlahiyye’yi gerçek anlamıyla anlayıp anlamlandıramayız ve hayatımızın bütün anlamı kaybolur.

Yıl içinde Ramazan ayı, Ramazan içinde son günler ve muhtemelen bu zaman diliminde yer alan Kadir Gecesi manevî anlamda zirve olan ve kalplerin daha açık, daha lâtif olduğu ve bazı duyguların daha net hissedilebileceği zamanlar. Bu dönemlerde olabildiğince bedenin katılığından ruhun inceliğine, maddenin kesifliğinden mânânın letafetine, kesretten vahdete dönme yolunda içe yönelmek yani mabede dönmek gerekiyor. Peygamberimizin (a.s.m.) sünneti olan itikâf bu mânâyı en net şekilde yaşamanın vesilesi olmalı. Ruhun öze dönüşü ve bedenin bu hale uygun olarak dünyadan çekilmesi ve aslını bulma arayışı ya da duâsı. Ne var ki zaman ve şartlar her fert için bu uygulamayı yapmaya izin vermiyor. Modern dünyanın artmış kesafeti ve yoğunlaşmış kesreti özden uzaklaştırdığı gibi, öze dönüş imkânlarını da çok sınırlıyor. Ancak, kişi ruh âlemini ve bilinç dışı alanını kontrol kabiliyetlerini geliştirerek günümüz hayatının kesif ve yoğun, maneviyatı gölgeleyen tablosundan sıyrılabilir. Algıladıklarını harfîleştirerek, lâtifleştirip özüne dönüştürebilir. Otobüste, büroda, yoğun kalabalıkların olduğu sokaklarda esmaya muhatap olmanın farklılığını yaşayabilir. İşte bu da yeryüzü mescidinde bir itikâf duâsı olabilir. Aynı şekilde bedeni mülk âleminin işleyişlerine harfiyen riayet ederken, ruhunda melekûtî mânâları hissederek özünün mescidinde itikâf hali yaşayabilir. Sadece mânâya dönük olmak ve harfileştirme endişesi taşımakla. Yeni hayat düzeninin pek çok manevî değeri tahrip edişine karşılık bu türden tavırlar geliştirmeli, mânânın zirvede olduğu şu günlerde en azından itikâf mânâsını bir nebze yaşamak için kafa yormalı ve endişesini taşımalıyız.

Kalp ya da bilinçaltı, duyguların merkezi, en son noktada hep duygular var. Her işleyiş duyguya dönüştüğünde gerçekliğine en yakın hale geliyor. Hissedişler için, içinde bulunulan mekân çok önemli. Ancak bilinçaltının hayal ve gerçeği ayırt etmediği güçlü bir şekilde hayal edilen herhangi bir halin aynen yaşanmış gibi duygu oluşturabileceği söyleniyor. Bu bilgi aslında kurtuluşumuzun ve gerçek hissedişimizin reçetesi olabilir. Madem hissedişimize uygun mekânlar ve haller içinde olamıyoruz, o halde hissetmek istediklerimize uygun hayalleri güçlendirelim. Çünkü algılarımızı sınırlayıp, bedenimizi beton binalar ve elektronik cihazlar içine sıkıştıran modern hayat ve varlığın kesreti hayallerimizi sınırlayamıyor. Madem ki aslolan hissetmektir, hissedişimize en uygun mekânlar ve haller içinde olmaya çalışmalıyız. Meselâ son on günü mescidde geçirmenin yollarını aramalı ya da her mescide girişimizde itikâfa ve kesretin yoğunluğundan sıyrılmaya niyet etmeliyiz. Ancak bunu sağlayabilmek imkânı olmadığında kalbin en güçlü araçlarından biri olan hayalimizi devreye sokmalı ve Ramazanın son on gününde hayalimizin mescidinde güne gözümüzü açmayı hedeflemeliyiz. En azından bu endişe ve arayış içinde olmak sonsuz rahmet sahibi Rabbimiz tarafından elbette görülecek ve hissetme duâmız karşılıksız kalmayacaktır. Hayalimizin mescidinde günlük hayatın gereği olan halleri yaşarken mescid içinde yer alan oyuncaklarla oyalandığımız duygusu içinde Medine’nin bir minber ve Mekke’nin bir mihrap olduğu algısı çok güçlü şekilde var olacak bir yandan günlük işleri yürütürken diğer yandan Medine minberinden Ezeli Hutbe’yi dile getiren Hazret-i Muhammed’i (a.s.m.) itikafta bulunduğu mescidde dinlemenin tarifi imkânsız hazzını yaşayacağız.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yüzleri nur, içleri nur



Allah Resûlü (asm) kalbinde zerre kadar iman bulunan en aşağı tabakadaki bir mü’mini bile tanır. Sünnetini baştacı edinen, her hareketinde Allah’ın rızasını gözeten, yüzleri nur, içleri nur olan, getirdiği dine canla başla hizmeti gaye edinen insanları tanımaması ise hiç mümkün değil.

“Kardeşlerim” diye özel iltifat ettiği, özlediğini belirttiği, havuzunun başında iştiyakla beklediği bu ümmetini ise elbet herkesten çok tanıyacaktır.

Şüphesiz onlar tanınacak bir kısım özeliklere sahiptir. Henüz onların gelmediğini öğrenen sahabe sormadan edememiş, “Peki, ya Resûlallah, ümmetinden henüz dünyaya gelip yaşamamış bu insanları nasıl tanıyacaksınız?” Onların alâmetlerini bir soru ile cevaplandırır Resûl-i Ekrem (asm): “Bir kimsenin, alnı ve ayakları ak nişanlı bir atı bulunsa onu siyah ve boz atlar içerisinde tanıyamaz mı?”

“Tanır ya Resûlallah.”

Şüphesiz Allah Resûlünü (asm) görmeden iman eden; sevimli, ünsiyet edilebilen, cana yakın; değeri yüksek, makamı büyük insanlar sıradan Müslümanlar değillerdir. Onlar seçkin, imrendirici, tebrik ve takdire şâyan özelliklere, hasletlere sahiptirler. Ümmetini ismen ve cismen bilen Allah Resûlünün (asm) böylesine üstün özelliklerin sahibi insanları tanımaması düşünülemez.

Aynı zamanda onların, hizmetlerini Asr-ı Saadet’te olduğu gibi zor şartlarda gerçekleştirdikleri anlaşılır. “Hayru’l-umûri ahmazühâ=Amellerin en hayırlısı en zor olanıdır” sırrınca onlar hizmetlerini zor şartlarda başarırlar. Helâket ve felâket asrında yaşayıp, “elde kor taşır gibi” dini yaşama titizliği içerisinde olabilen salâbetli insanlardır onlar.

Onlar sayısız güzellikleri, Tuba ağacının meyvesi gibi manevî leziz meyveleri veren imanı kalplerine nakşetmiş, bütün organ ve duygularında meyve verir hâle getirmiş kimselerdir. Dolayısıyla içerlerindeki güzellikler dışlarına, hareket ve davranışlarına yansımıştır. Onların içleri nur, dışları nurdur.

Hayatlarını İslâmın potasında eritmiş bu insanlar ihlâs, samimiyet, sadakat, fedâkârlık, gayret ve faaliyetleriyle öne çıkarlar. Onları Allah da sever, Peygamber de, mü’minler de. Böyle insanlar nasıl dünyadayken çevrelerinde taşıdıkları vasıflar sebebiyle hemen dikkatleri çekiyorlarsa ahirette de hemen dikkatleri çekerler.

Resûl-i Ekrem’in (asm), “Kardeşlerim” dediği bu insanların yüzlerinden nur parlar.1 Onları hemen tanır. Fetih Sûresi’nde de namaz ve secde izlerinden dolayı sahabenin alınlarında nur parladığı2 belirtilmiyor mu? Sonra onların namaza abdest aldıkları için yine hadis-i şerifte belirtildiğine göre abdest azaları da nurludur, nur parlar.3

Kısacası Allah Resûlü (asm) elbetteki kardeşlerini tanıyacaktır.

Dipnotlar:

1- Ebû Davud, Büyu’: 40. 2- Fetih Sûresi: 29. 3- Buharî, Vudû: 3; Müslim, Tahare: 34; Tirmizî, Cuma: 74; İbni Mace, Tahare: 6.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah rızık vericidir



İzmir’den okuyucumuz: “Allah’ın rızık verici olması ne demektir? Bir âyette ehl-i cennetin cennette rızıktan yedikçe, bu daha önce yediğimiz gibidir’ diyecekler. Bu ne demektir?”

Allah kullarına maddî-manevî rızık vericidir. En gizli ve umulmadık yerlerde, yerin karanlıklarında ve deniz diplerinde hiçbir canlıyı rızıksız, aç, çaresiz ve dermansız bırakmaz. Her canlının her ihtiyacını vakti vaktine veren bizzat Cenab-ı Allah’tır.

Cenâb-ı Hakkın rızık verici olduğunu bildiren bazı âyetler şöyledir: “Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.”1 “Allah kullarına lütfedendir. Dilediğini rızıklandırır. O eşsiz kuvvet ve izzet sahibidir.”2 “Nice canlılar vardır ki rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizi de onları da rızıklandıran Allah’tır. O Semi’ ve Basîr’dir.”3 “Yeryüzünde bulunan bütün canlıların rızıkları ancak Allah’a aittir.”4

Yeryüzünde bütün hayat sahiplerinin bütün ihtiyaçlarına kâfi ve yetecek ölçüde bir umumî rızık sofrası kurulduğunu5 beyan eden Bediüzzaman, minnettarlık ve teşekkürü davet eden, muhabbet ve sena hissini tahrik eden hayat, rızık, şifa ve yağmur gibi şükre vesile olan nimetlerin doğrudan ve perdesiz olarak Cenâb-ı Hakk’a ait olduğunu6 kaydeder. Bütün canlıların istedikleri maddî ve manevî rızıklar Cenâb-ı Hak tarafından ummadıkları yerlerden çok düzenli biçimde, gayet uygun vakitlerde ellerine verilmektedir.7 Her bir bahçe bir kazandır. Her bir meyveli ağaç bir kaptır. Cenâb-ı Hak her mevsimde incecik sicim gibi iplerle leziz yiyecekler indirmekte; bütün bağ ve bahçelerdeki ağaçların elleriyle bizlere ikram etmektedir.8

“İman edenler ve salih amel işleyenlere altlarından ırmaklar akan Cennetler olduğunu müjdele. Onlar orada bir üründen rızık olarak verildiğinde, ‘bu daha önce bize verilen rızık gibidir’ derler. Onların benzerleri olarak sunulmuştur”9 âyetinin tefsirinde, bu âyette geçen “daha önce verilen rızık” cümlesinde kapalı bırakılan “rızık” kelimesinin dört mânâya ihtimali olduğunu beyan eden Saîd Nursî, bu mânâları şöyle açıklar:

1- Rızıktan maksat “amel-i sâlih”tir. Dünyadaki salih ameller, yani Allah için yapılan güzel davranışlar, Cennette ebedî rızıklar tarzında sahiplerine ikram edilecektir. Cennet ehli bu ikramdan sonra, “şimdi yediğimiz rızıklar, dünyada yaptığımız amel-i salihin neticesidir” diyecekler. Yani dünyadaki salih ameller, Cennette cisimleşmiş birer sevap kesilmiştir. İşte amel-i salihle Cennet yemişleri arasında bu derece yakın bir bağ bulunmaktadır.

2- Rızıktan maksat dünyanın yiyecekleridir. Dünyada bize verilen yemek ve rızıklar bunlar gibidir, fakat zevkleri ve tatları arasında dağlar kadar fark var. Cennet ehlinin hayretleri bundandır.

3-Bu ürünler biraz önce yediklerimiz gibidir; ama mânâları ve tatları farklıdır. Demek suretlerinin aynı olmasıyla ülfet ve alışkanlık lezzeti veriyor; tatları ve zevklerinin farklı olmasıyla da yenilenme lezzeti veriyor. Cennet ehlinin sevinçleri bundandır.

4- Şimdi yediğimiz meyveler bu dallardaki meyvelerdir. Demek bir meyve koparıldığı zaman, yeri boş kalmıyor. Derhal yerine bir meyve peyda oluyor. Cennetin meyvelerinde noksanlığın olmayışı bundandır.10

Rızkın hayat kadar kudret nazarında ehemmiyetli olduğunu beyan eden Bedîüzzaman, “kudret”in çıkardığını, “kader”in giydirdiğini, “inayet”in ise beslediğini kaydeder. Saîd Nursî’ye göre, rızk periyodik bir süreç içinde gelmektedir. Hayatta açlıktan ölmek yoktur. Zira iç yağı ve sair unsurlar suretinde hücrelerde depo edilen gıda bitmeden evvel ölüm gelmektedir; demek ölüme sebep olan, terk-i âdetten kaynaklanan bir hastalıktır, rızksızlık değildir.11

Dipnotlar:

1-Bakara Sûresi, 2/212; Âl-i imrân Sûresi, 3/37; Nûr Sûresi, 24/38, 2-Şûrâ Sûresi, 42/19, 3-Ankebût Sûresi,, 29/60, 4-Hûd Sûresi, 11/6, 5-Sözler, s. 272, 6-Lem’alar, s. 326, 7-Sözler, s. 273, 8-Nûr’un İlk Kapısı, s. 46, 9-Bakara Sûresi, 2/25, 10-İşârât’ül-İ’câz, s. 203, 204, 11 Sünûhât, s. 83.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Kadının değerini kimler düşürüyor?



Ne yazık ki yaşadığımız asırda Cennetten çok Cehennem insanın aklına gelmektedir. Çünkü insanlar olabildiğince fitnelere maruz kalmışlardır. Çünkü helâl diye bildiğimiz işlerden çok haram fiiller revaçtadır. Ve her insan az çok harama bulaşmakta, kendini meşrû olmayan şeylerden korumakta zorluk çekmektedir.

Bütün bir insanlık olarak yirmi birinci asrın imansızlık ve sefahet yangınlarıyla karşı karşıyayız. En önemli meselemiz, bu fitne asrının yangınlarından kendimizi korumak ve huzur-u kalble son nefesimizi verebilmektir. Ama ne yazık ki, bu zamanda ekser insanlar kendilerini zamanın fitnelerinden koruyamıyor ve ebedî hayatı kazanma imtihanında sınıfta kalacak bir duruma geliyor.

İman ve küfür mücadelesinin en çok kızıştığı zamanımızda, bilhassa kadın taifesinin küfür canibince oldukça fazla ve etkili bir şekilde kullanılması yüreğimizi dağlamakta, bizleri derin hüzünlere gark etmektedir. Çünkü bizler erkek de olsak, annemiz, bacımız, eşimiz, kızlarımız kadın taifesinin birer üyesidirler. Dolayısıyla kendimizi kadınlardan ayrı tutamayız ve ‘Onlardan bize ne’ şeklinde bir yaklaşım içine giremeyiz.

İçinde yaşadığımız fitne asrının kadını cehennemlik bir hale getiren yaşantı tarzları, birer erkek de olsak bizleri derinden yaralamaktadır. Çünkü kadın odaklı fitnelerden erkekler de kendini koruyamıyor, onlar da bu yangının ateşiyle kavrulmaktan kendilerini kurtaramıyorlar. Bu sebeple, bu mesele zamanımızın tedavisi zor bir insanlık yarası haline gelmiştir.

Bir bütün olarak insanlık camiasının tamamen kendi mahiyetinden uzaklaşması için kadın üzerinde insî şeytanların oldukça fazla planları bulunmaktadır. Ve ne yazık ki, bugün bu planların büyük bir kısmı uygulama safhasındadır. Üzülerek ifade edelim ki, fitnelere kapılan kadınlar sadece kendilerini değil, toplumun diğer fertlerini de peşlerinden sürüklemektedirler. İşte günümüzün en büyük imtihanı budur.

Peygamber Efendimizin (asm) tâ, yaklaşık bin beş yüz yıl önce ahirzaman fitnesinin şiddetinden bahsetmesi, o zamanın imanlı insanlarını bile titretmiştir. Ve biz bahtsız insanlar o insanlığın medar-ı iftiharı olan Zatın işaret ettiği asırda yaşamaktayız. Bugün fitnelerin odak noktası haline getirilen kadınlarla aklın alamayacağı tuzaklar insanlığa kurulmaktadır. Bu sebeple işimizin zor olduğunu düşünmemiz ve tedbiri bu minval üzere ciddî bir şekilde almamız gerekmektedir.

Erkeklere de büyük görev düşmekle birlikte, mütedeyyin kadınlara bu zamanda daha fazla görevler düştüğünü ve onların zamanımızın fitneleriyle daha iyi mücadele edebilme imkânına sahip olduğunu söyleyebiliriz. Zira bugün fitne odaklarının büyük çabaları, dindar görünümünde olan kadınların da bu fitneye bulaşmasını sağlamak üzerine yoğunlaşmaktadır. Tesettürü sulandırmak ve dindar hanımları da giyimleriyle moda tuzaklarına düşürmek çabası büyük ölçüde devam etmektedir.

Dinden bîhaber olup nefislerinin tuzağına düşen kadınları yeterince insanlık meziyetlerinden uzaklaştıran mihraklar, inancı gereği giyinen, günahlardan olabildiğince kaçınan kadınların tefessühü için ellerinden geleni yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Ne yazık ki, yaşantılarını ehl-i dünyanın yaşantı tarzlarına benzeten kadınların var olması ve gittikçe artması, bu mihrakların büyük ölçüde başarılı olduğunu göstermektedir. İfade edilmesi gereken diğer bir gerçek vardır ki, o da, sosyal hayatın cenderesi içinde sıkışan kadınların bu tehlikeyle daha fazla karşı karşıya olmasıdır.

Ayırımcılık yapmak için değil, sadece tehlikenin daha fazla yakınında bulunan hanımları uyarmak için söylememiz gereken çok şey vardır. Yaratılış kanununun önemli bir parçası olan hemşirelerimizi olabildiğince bu fitne odaklarının tuzaklarından kurtarmaya çalışmak, bir bütün olarak bir insanî görev haline gelmiştir..

Bu çerçevede kadınlara ikazı ihtiva eden çok hadis-i şerifler bulunmaktadır. Kadınların fesat odaklarının tuzaklarına düşmemesi için yapılan ikâzlar, çoğunlukla kadının teşhircilikle meşhur olmasını isteyen çevrelerce, kadının aşağılanması olarak gösterilmektedir. Oysa maksat kadının bir anne olarak ismet ve iffetinin muhafaza edilmesi ve yükseltilmesidir.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nurs köyüne sahip çıkmak



Çeşitli vesilelerle hatırlattığımız gibi, Nurs köyündeki "Bediüzzaman Külliyesi"ni inşa hizmeti bütün hızıyla devam ediyor.

İmkânlar hayli zorlanarak da olsa, külliyenin kaba inşaatı bitme noktasına yaklaşmış durumda.

Ne var ki, en az kaba inşaat kadar da, binanın ince işleriyle uğraşmak gerekir.

Nurs'lu abilerimiz, kardeşlerimiz, mecburiyet tahtında bu işe giriştiler. Ancak, maddî imkânlarının yetersizliği sebebiyle bir hayli zorlanmış durumdalar.

Mecburiyetin en mühim sebebi şudur: Eskiden Nurs köyünde ziyaretçi/misafir olarak, senede ancak 50–100 kişi gelirdi. Bunlar da, hiçbir zorluk çekilmeden ağırlanır ve uğurlanırdı.

Şimdi ise, eskisinden çok farklı bir durum söz konusu. Bilhassa son 8–10 yıldır ziyaretçi trafiği alabildiğine ziyadeleşmiş bulunuyor. Eskiden yılda 50–100 kişiye mukabil, şimdi köye günde 100–200 ziyaretçi gelebiliyor.

Türkiye'nin, hatta dünyanın her yerinden gelen bu aziz misafirlerin, bir şekilde ağırlanması, rahat ettirilmesi, istirahat ettirilmesi gerekiyor. Bilhassa uzaktan gelenlerin buna şiddetle ihtiyacı var. Geldiği gün içinde dönemiyorlar. Bunların en az bir–iki gün misafir edilmesi, dinlendirilmesi icap ediyor. (Düşünün, tâ Kanada'dan ilim adamları geliyor, tâ Mekke–i Mükerreme'den "seyyidler cemaati" geliyor Nurs'a.)

Bir kısım misafirler de aile efradıyla birlikte gelip Nurs'u ziyaret ediyor ve birkaç gün köyde kalmayı arzu ediyor.

İşte, gereken tüm bu hizmetlerin yapılmasına ve lüzumlu ihtiyaçların karşılanmasına, Nursluların kendi evleri ve imkânları kâfi gelmiyor.

Kaldı ki, bir kısım misafirler, zaten hayvan beslenen, altı ahır olduğu için haliyle tezek kokan evlerde rahat edemiyor.

Nurslu ağabeylerimiz ise, giderek artan misafirhane ihtiyacını karşılamak için kolları sıvadılar ve bilmecburiye külliye inşasına giriştiler. Tâ ki, misafirlerini rahat ettirebilsinler.

Nurslular, hakikaten çok misafirperverdir. Hepsi de misafirlerine evlerinin kapısını ardına kadar açıyorlar. Ancak, uzaktan oraya giden misafirlerin çoğu, evlerden ziyade, dayalı döşeli, su, abdest ve sair ihtiyaçlarını rahatça karşılayabilecekleri misafirhanelerde kalmayı tercih ediyorlar.

İşte, bilhassa bu sebepledir ki, Nurs köyünde ikinci bir misafirhaneye ihtiyaç hasıl olmuştur.

Şimdi inşa halindeki külliyenin önemli bir bölümü misafirhane olarak tanzim ediliyor. Diğer üniteleri ise, cami, dershane, sohbet odası, Kur'ân kursu, abdesthane, gasilhane, vs...

Bu meseleyi tekrar gündeme getirmede ve dikkat nazarlarına sunmadaki maksadımız şudur: Mübarek Nurs köyü, artık sadece Nursluların değil, hepimizindir. Oraya her bakımdan sahip çıkmak durumundayız. Zaten onlar da bunu söylüyor ve bu şekilde Nur kardeşleri tarafından sahiplenilmesini istiyorlar.

Düşündük ki, şu mübarek Ramazan–ı Şerif ayı, hayır–hasenat mevsimidir. Yardımların büyük sevapla mukabele gördüğü semeredar günlerdir.

Dolayısıyla, imkânı olanları yeniden Nurs'taki "Bediüzzaman Külliyesi"ne yardım etmeye çağırıyoruz. Bu yardım miktarı ne kadar artar ve hızlanırsa, inşaatın bitmesi de o nisbette kolay ve çabuk olur.

Gelin, iki yıldır fedakârane koşturan Nurslu ağabeylerimizi daha fazla sıkıntıda bırakmayalım, onlara maddî manevî destek olalım.

Cenâb–ı Hak, yapacağınız yardımları kabul ve makbul eylesin.

NOTLAR

1) Mustafa Sungur Ağabey, bir önceki yazımızı okuduktan sonra, bizlere ve yardımda bulunanlara çok duâlar etti.

2) Söz konusu cami ve külliye için kurulan yardım derneği adına açılan banka hesabı aşağıdaki gibidir.

Ziraat Bankası Hizan Şubesi

Hesap no: 4450 6210–5001

Daha teferruatlı malûmat için, ayrıca şu telefon numarasını da arayabilirsiniz:

Hikmet Okur: 0535 768 27 72

Günün Tarihi

Rusya'nın silâh ve para yardımı

9 Ekim 1920: İlk partisi 8 Eylül’de Erzurum’da teslim alınan Rus savaş yardımının ikinci bölümü olan bir milyon adet altın ruble, Trabzon’dan Erzurum’a nakledildi.

Birinci Dünya Savaşında Türkiye’nin karşısındaki cephede yer alan ve Osmanlı’ya en ağır zayiatı verdiren Rusya, İngiltere’ye olan muhalefetinden dolayı, İstiklâl Harbi süresince Türkiye’ye yardım etti.

Diplomatik yoldan sağlanan bu yardımlar için en büyük emek sarf edenlerin başında ise—garip bir rastlantı eseri—22 yıl sonra bugün vefât eden Sinop mebusu Dr. Rıza Nur gelir.

Rıza Nur, o tarihte Moskova'ya gitmiş ve devlet başkanı J. Stalin'le bizzat görüşmüştü.

Hatıralarında Enver Paşa ile de görüştüğünü belirten Rıza Nur, Stalin'in İngiltere'nin Anadolu'yu işgal eylemlerinden çok rahatsız ve çok da tedirgin olduğunu ifade ediyor.

* * *

Birinci Dünya Savaşının baş aktörlerinden biri İngiltere ise, diğeri ise hiç şüphesiz Rusya idi.

Ancak Rusya, 1917 Ekim'inde kendi içinde patlak veren Bolşevik Devrimi sebebiyle, elini savaştan çekmek durumunda kaldı. Özellikle savaşın son bir–iki yılında Osmanlı ile çatışmama ve hatta ateşkes kararı alma cihetini tercih etti.

İngiltere ise, Rusya'nın Osmanlı ile savaşmayı bırakmasını bir türlü hazmedemiyordu. Sonunda bu iki düşman blok karşı karşıya geldi.

İngilizler, diğer Avrupa topluluklarını saflarına çekerek, İstanbul başta olmak üzere bütün Anadolu'yu işgale yöneldi. Sevr Antlaşmasıyla Osmanlı topraklarını parsellemeye başladı. Ancak, Anadolu'da gelişen Millî Kuvvetler bu istilâya razı olmayarak, şiddetle karşı koydu.

İşte, tam da bu safhada Rusya devreye girdi ve Türkiye'ye her türlü yardımda bulunacağı sinyallerini verdi.

Yardımlar, gerek para ve gerekse silâh olarak kademeli bir şekilde Moskova'dan Anadolu'ya sevk edildi.

Bu yardımlar, Yunan istilâsı ve İngiliz işgali karşısında, Millî Kuvvetler için büyük bir dayanma gücü sağladı.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

AKP kulisinden...



İktidar kulisinde birkaç muhabir, AKP milletvekilleriyle sohbet ediyoruz. Bu sırada kulisin bir ucundan diğer ucuna doğru, bir bayan bir milletvekili ile hızla geçiyorlar.

Boylu, poslu olan bayanın kıyafeti ve makyajı da dikkat çekici olunca, herkes birbirine “Kim bu?” diye soruyor.

Bir gazeteci, “Tanırım, danışman” diyor. Herkesin ne için sorduğunun farkında. ANAP döneminden bir milletvekilinin ismini vererek, “onun danışmanıydı, düzgün bir arkadaştır” diye izahat verme gereği duyuyor. “Biz de yeni bir Sabri olayı mı var dedik” diyen de oluyor, “Bu işler tehlikeli” diye konuşan da...

Dışarıya ne kadar yansıyor, orasını pek bilmiyorum, ama ikinci eş, sekreterle evlilik, çaydan geçirme türü işler AKP’yi sarsıyor.

Partide konuşulan iki konu var. Biri bu tür aşk-meşk işleri, diğeri ise başbakanın “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” sözü...

İkinci sekreteri alandan da söz ediliyor, Ayrancı’da, Çankaya’da ikinci ev açandan da...

Sabri Varan’ın evlendiği sekreterle birlikte çalışan milletvekiline, “Sabri’den başlık parası aldın mı?” diye takılan da var, “Bu iş bizi bitirir” diyen de...

Ancak kesin olan bir şey var ki, AKP finale hiç de iyi girmedi.

Önce başbakanın talihsiz sözü geldi. Henüz onun şoku atlatılmadan bu kez gönül ilişkileri ortaya döküldü.

Şimdi merak edilen sırada hangi tür ilişkilerin olduğu. “Kadın mı, para mı?” diyenden geçilmiyor.

Henüz yaz başında yapılan anketlerde iktidarda 4 yılını doldurmasına rağmen AKP’de bir yıpranma belirtisi tesbit edilemiyordu. Daha da önemlisi, her 4 yılda bir sandık başına giden seçmende kararsızların oranında bir artış yoktu.

Nisan-Mayıs ayında yapılan kamuoyu araştırmalarında kararsızların oranı yüzde 15 civarında gözleniyordu. Yaz geçti, ne olduysa oldu, kararsızların oranı ikiye katladı. Son yapılan kamuoyu araştırmalarında kararsızların oranı yüzde 33 olarak gösteriliyor.

Bu çok önemli bir nokta. Çünkü kitleler, iktidar partisinden önce uzaklaşıp, kararsızları oluşturuyor. Kararsızların oranı belli bir noktaya gelince, bu kez arayış başlıyor.

Başbakan Erdoğan da kabul etti, oy oranlarında ciddi bir düşme var. Şimdilik AKP’den kopma süreci yaşanıyor. Bu da bağımsızların oranını arttırıyor. Daha sonra bu su mecrasını bulacak, bir partiye akacak.

AKP’nin bu kitleleri yeniden kazanma şansı şok mu? Herkesin şansı var. Hatta istikrarı tercih eden seçmen açısından AKP daha şanslı olabilir. Ancak bu şekilde değil.

Siyasî istikrar sayesinde rahat bir nefes alan kitlelerin ekonomi politikalarına, sağlıkta yapılan çalışmalara, duble yola, okullardaki ücretsiz ders kitaplarına bir itirazı yok. Bunlardan memnun olduğu gibi; çektiği ekonomik sıkıntılara rağmen ekonomik istikrarla kendini avutabiliyor.

AKP’nin sorunu icraatları değil, söylemi.

Çanakkale şehitleri gecelerinde şiirler okuyacak kadar mill bir heyecana sahip olan başbakan, şehit cenazelerinin yürekleri yaktığı bir sırada, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir” diyebilir mi? dedi işte. Şimdi görüyoruz ki, askerler yan gelip yatmadı, ama AKP oyları yan gelip yatmaya başladı. Bir sözün seçim kaybettirdiği, bir sözün iktidar tayin ettiği sayısız örnekler göz önündeyken, Erdoğan’ın bu sözü siyasî olarak intihar saldırısından başka bir şey değildi. SONAR Araştırma Şirketi bu sözün iktidara 10 puana mal olduğunu tesbit etmiş.

Yoksul sofralarından, iftar çadırlarından gelen bir siyasî kadronun para ve kadınla anılması da yıpratıcı bir sebep.

Siyasete ak kalma iddiasıyla giren bir kadronun kirlenme görüntüsü...

Siyaset çok kritik bir döneme girdi. 2007’nin ilk çeyreğine kadar kararsızlarda artış, ondan sonra ise arayış dönemine hazır olmalıyız.

İlginç bir tenakuz yaşanıyor.

Başbakan Erdoğan son zamanlardaki söylemleri, iktidarın başını döndürdüğü belediyelerden ve Meclis grubundan bazıları ise para-pul ilişkisi aşk-meşk takıntıları ile iktidarı yıpratıp, oy oranını düşürüyorlar.

AKP’nin adını duymaya bile tahammülü olmayan Cumhurbaşkanı Sezer ile askerlerin çıkışları ise AKP’ye yarıyor.

AKP kimsenin vermediği zararı kendi kendine verirken, Sezer ve askerler de bıraksalar yıpranacak olan AKP’yi tekrar toparlayacak başarıyı sergiliyorlar.

Tuhaf bir ülke burası...

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Emirdağ Lâhikası da çıktı



Yeni bir tanzimle hazırlanan renkli, büyük boy Emirdağ Lâhikası da satışa sunuldu.

Risâle-i Nur Külliyatından olan Emirdağ Lâhikası, Bediüzzaman Hazretlerinin Afyon’un Emirdağ ilçesinde ve Isparta’da son kez bulunduğu yıllarda kendisinin ve talebelerinin yazdığı mektupları içine alır.

Emirdağ Lâhikası, iki bölümden oluşur. Birinci bölüm, Bediüzzaman’ın 15 Haziran 1944 tarihinde Denizli hapsinden tahliye edildikten sonra Ankara hükümetinin emriyle ikamete mecbur edildiği Emirdağ’da, 1947 senesinin sonlarında girdiği Afyon hapsine kadar talebeleriyle yazıştığı mektupları ihtiva eder.

İkinci bölüm ise, Afyon hapsinde 20 ay zulmen tutuklu kaldıktan sonra 1949 yılı sonbaharında tekrar döndüğü Emirdağ’da, 1951 yılında iki ay kaldığı Eskişehir’de, oradan da Gençlik Rehberi mahkemesi münasebetiyle iki defa gelip üçer ay kaldığı İstanbul’da (1952-1953 tarihlerinde) ve tekrar Emirdağ’a döndüğünde talebeleriyle yazıştığı mektuplardan oluşur. Ayrıca 1953’ten sonra ikamet ettiği Isparta’da taleberiyle yazıştığı mektupları da içine alır.

Bediüzzaman Hazretleri tarafından kaleme alınan, gerek Risâle-i Nur’un neşir hizmetleriyle ilgili konuların, gerekse talebelerinin bazı sorularına karşı verdiği cevapları havi mektupların yanında, özellikle ikinci bölümde sosyal ve siyasî hayata ait bazı temel Kur’ânî ölçülerle ilgili mektuplar da büyük önem taşır.

Eserde yer alan mektupların ihtiva ettiği konulardan bazıları şunlardır:

1. Adalet-i mahza anlayışı gereğince, tek bir masumun bile yüz cani için feda edilemeyeceği.

2. Adnan Menderes’e hitaben, Risâle-i Nur’un serbestçe neşri, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılması ve bu şekilde İslâm âleminin teveccühünü kazanmak konularıyla ilgili yazdığı mektuplar.

3. “Bu vatanda şimdilik dört parti var” diyerek, siyasî hayata dair verdiği bazı ölçüler.

4. Vatikan’a gönderilen Risâle-i Nur eserlerine mukabil, Vatikan’dan gelen teşekkür mesajı.

5. Asayişi muhafazada müsbet hareket tavsiyesi.

Külliyatın, yeni tanzimle yayınlanan 11. eseri olan Emirdağ Lahikasını merkez, büro ve temsilciliklerimizde bulabilirsiniz.

***

Ramazan Fırsatı- 3

Ramazan ayı müddetince özel indirimlerle okuyucuya ulaşmayı hedefleyen Satış ve Pazarlama servisimiz Ramazan Fırsatı- 3 setini de satışa sundu. Kime, ne için, nasıl kulluk edileceğini anlatan İbadet Hayatımız ile her güne bir duânın yer aldığı Yakarışlar adlı iki eserden oluşan bu setin ayrıca bir de hediyesi var: Peygamberimizden Dualar. Hediyesiyle birlikte 18 YTL tutan bu sete 10 YTL karşılığı sahip olabilirsiniz.

***

Hastalar Risâlesi seslendirildi

Risâle-i Nurların tamamını seslendirmeyi hedefleyen Yeni Asya Prodüksiyon son olarak Hastalar Risâlesini dinleyicilerin hizmetine sundu. Sade ve anlaşılır bir üslûpla seslendirilen Hastalar Risalesi de Mehmet Ali Özkan tarafından okundu. Sözkonusu çalışma cd ve ses kaseti formatlarında hazırlandı.

Bediüzzaman Said Nursî tarafından telif edilen ve 25. Lem’a olan Hastalar Risâlesi, hastalık ve musibetlerin çok yönlü hikmetlerinden bahsedip, hastalara Kur’ân eczanesinden manevî ilaç ve reçeteler sunuyor. Onları manen teselli ediyor.

Daha önce İhlâs Risâlesi ile Ramazan, İktisat, Şükür Risalelerini seslendiren Yeni Asya Prodüksiyon önümüzdeki günlerde de Küçük Sözler, Cevşen, Hanımlar Rehberi gibi eserleri hizmete sunmak için hazırlıklarını sürdürüyor.

***

Fuarlara dâvet

Yeni Asya Neşriyatın Ramazan’la birlikte açılan kitap fuarlarına katıldığını daha önce duyurmuştuk. İstanbul Eyüp Sultan’da 22 Eylül’de başlayan ve 20 Ekim’de bitecek olan fuarda standımız ziyaretçilerini bekliyor. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ankara’da Kocatepe Camii, İstanbul’da ise Sultanahmet Camii avlusunda, geçtiğimiz hafta sonu açılan 25. Kitap ve Kültür Fuarı 20 Ekim’e kadar açık kalacak. Her iki fuarda da stand açıp eserlerini sergileyecek olan Yeni Asya Neşriyat, yeni tanzimle basılan Risâleleri bir set halinde özel indirimlerle okuyucuların istifadesine sunacak. Katılacağımız fuarlardan bir diğeri de 28 Ekim’de İstanbul-Beylikdüzü’nde açılacak TÜYAP Kitap fuarı olacak.

Hepinize hayırlı haftalar.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

“Gizli afet”



18 Eylül tarihli Milliyet gazetesinin manşeti bu şekilde idi. Haberi gördüğümde yıllar önce Tema Vakfı’nın düzenlemiş olduğu bir çevre seminerinde izlediğim “Aral Gölü” belgeselini hatırladım. Çünkü heber, kuruyan Akşehir Gölünün resimlerini gösteriyordu.

Toprak üzerinde kalan kayıklar ve otlayan inekler. Tıptı Aral Gölü gibi. Dünyanın dördüncü kapalı gölü olan bu göl de yanlış kullanımdan dolayı kurutulmuştu. En önemli kolları olan Amuderya ve Siriderya daha fazla pamuk elde etmek için kesilerek çöle akıtılmış ve sonunda kurtulmuştu. Bu yönüyle aynı sonuçları paylaşmışlardı.

Üzerinde 40 tekneyle balıkçılık yapılan bu göl, bugün çöle dönmüşse ciddî düşünmemiş gerekmektedir. “Kirli el”in nasıl tahrip yaptığının bir göstergesidir bu manzara. Bir taraftan tarım arazileri açılması için bataklıklar kurutuldu, diğer taraftan da tarım arazilerinin üzerine konutlar ve fabrikalar yapıldı. Diğer taraftan da kaçak kuyularla yeraltından aşırı su çekilmesiyle bu sonuçlar ortaya çıktı.

Bazı kimselerin kendi menfaatlerini milletin zararında görmeleri de bu sonuçların ortaya çıkmasının sebeplerindendir. 50 yılda Türkiye’nin sulak alanlarının yarısı kaybolmuş. 50 yıl önce 2.5 milyon hektar sulak alana sahip Türkiye, 1 milyon 300 bin hektarlık sulak alanını kaybetmiştir. Sazlıklar bataklıklar ve göllerin tarım arazisi için kurutulması fıtrata bir müdahaledir. Nasıl ki insan vücudundaki her hangi bir dengenin bozulması insanı hasta ederse, dünyada da İlâhî dengeye yapılan her müdahale dünyanın bir tarafını hasta etmektedir.

Ya iklimler değişiyor veyahut bazı hayvan türleri kayboluyor. İnsanoğlu bu ve buna benzer taşkınlıklarının sonucunda kendi yaşama alanının sınırlarını daraltmaktadır. Bunun sonucu olarak da kendi elleriyle işlediklerinin yüzünden karada ve denizde çıkan fesadın cezasını yine kendisi tatmaktadır.

09.10.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004