Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Kalp hastalıkları ve günahlar



Ömür boyu vücudun fiziksel hayatiyetini devam ettirmesinin vesilesi olan ve günde ortalama yüz bin defa bedene kan pompalayan kalp, çeşitli faktörlerin de araya girmesiyle bir çok kimsede hastalığa yakalanır. Kalp hastalıkları zamanında teşhis ve tedavi yapılmazsa ölümle sonuçlanabilir.

Kalp yetmezlikleri bu hastalıkların başında gelmektedir. Normal şartlarda kalp mevcut gücünün onda biriyle çalışır. Onda dokuzu fevkalâde hallerde kullanılır. Koşma, ateşli hastalıklar ve havasız kalma gibi olağan dışı haller kalbin daha hızlı çalışmasına sebep olur. Akciğer ve böbreklerde meydana gelen uzun süreli ârızalar özellikle kalbi yorar ve zamanla kalp kaslarının gücünü kaybetmesini netice verir. Bu durumda, kalp kanı yeterince pompalayamaz veya gönderdiği kanı geri ememez. Kalp kaslarının gevşemesinden kaynaklanan bu hastalığa kalp yetmezliği denir. Bu duruma, kalp kapaklarında meydana gelen ârızalar, kalp kası iltihapları, ağır grip vak’aları, tansiyon hastalıkları ve kalp damarlarında oluşan daralma ve kısmî tıkanmalar da sebep olur.

Vücutta dolaşan kanın giriş kapıları olan sağ ve sol kapaklarda oluşan ârızaların en önemli sebebi, kalp kapaklarının iç derisine mikropların yerleşmesidir. Bu mikroplar kapakları büzer ve normal açılıp kapanmasını engeller. Akut eklem romatizması da kalp kapaklarını bozan faktörler arasındadır. Zamanında fark edilen kalp kapağı hastalıkları ilâçla tedavi edilebilir. Geciktiği takdirde kapalı veya sun’î bir âlet koymakla tedavisi yapılabilir.

Kalbin en önemli hastalıklarından biri de, kalbi besleyen koroner damarların tıkanmasıdır. Vücuda temiz kanın gönderildiği aort atar damarı kapağının üçlü perdesinin dibinden çıkan ve ağaç dalları gibi kalbin her tarafına yayılarak kalbi besleyen bu damarlar tıkandığı zaman, kalp fonksiyonunu yerine getirmede zorlanır. Damarların kalın bölgelerindeki tıkanmalar daha tehlikelidir. Küçük dallarındaki büzülme ve tıkanmalar hafiftir. Kollateral damar denilen bu ince dallardaki tıkanmayı kalp başka taraftan yapılan beslenmeyle telâfi eder.

Kalp damarlarının büzülmesine kalp spazmı, tıkanmasına da infarktüs adı verilir. Kalp kası hücreleri ile birlikte, minik bir kompüter gibi çalışan sinir hücrelerinin iç içe olduğu kalbimizde, maddî sebeplerin yanında aşırı üzüntü ve stres halleri de damarların büzülmesine ve tıkanmasına sebep olduğu bilinmektedir. İnançtan kaynaklanan Allah’a tevekkül ise, stres ve üzücü olaylar karşısında metanetle direnmenin ilâcıdır. Aşırı hırs, kin ve nefret duyguları taşımak yerine, sevgi ve merhamet hislerinin bulunması da ayrı bir ferahlık kaynağıdır. Kalp damarlarının büzülme ve tıkanmasına sebep olanların başında ise, kandaki yağlanma gelmektedir. Aşırı ve yanlış beslenme ve hareketsiz bir hayat kandaki yağın yakılmasını engeller. Kandaki yağ miktarı artar. Buna “lipid ve kolestrolün yüksekliği” denilir. Yağlanmanın artması zamanla kalbi besleyen koroner damarların büzülmesine veya tıkanmasına sebep olur. Daralan veya tamamen tıkanan damarlar, ya balon sistemiyle açılarak stend denilen bilezikler takılmak suretiyle, ya da by pass ameliyatıyla bacaktan veya koldan alınan damarlarla tıkanan damar değiştirilerek kalbin normal çalışması temin edilir.

Kan basıncıyla ilgili tansiyon denilen kalp hastalıkları da vardır. Tansiyon düşüklüğü veya yüksekliği anlamındaki kan basıncı düzensizlikleri hem kalbi, hem damarları ve böbrekleri, hem de vücudun bütün noktalarını olumsuz yönde etkiler. Normal bir insanda büyük tansiyon 120 mm, küçük tansiyon 80 mm’dir. Çeşitli sebeplerle büyük tansiyonun yükselmesi tehlikeli olduğu gibi, küçük tansiyonun 100 mm’yi geçmesi daha tehlikelidir. Kalben vücud dokularına yayılan kan basıncına büyük, dokulardan kalbe dönen kirlenmiş basıncına da küçük tansiyon adı verilir. Çok çeşitli sebeplere bağlı olarak, hassas bir denge ve düzende yaratılan bu sistem bozulduğu zaman, kalp yorulur, böbrekler bozulur, damarlar sertleşir, vücudun her bölgesinde ârızalar görülmeye başlar. Böyle olumsuz sonuçlarla karşılaşmamak için, sağlam bir iman, tam bir tevekkül ve yaratılışın anlamına uygun ibâdetle geçen bir hayat yaşanmalıdır. Her şeye rağmen tansiyon hastalığına yakalanmışsa, doktor kontrolünde uygun ilâçlar alınmalı ve bu hastalık katiyen hafife alınmamalıdır. Çünkü, her zaman âni ölümlere sebep olabilir.

Mânevî kalbin hastalanmasına sebep olanlar ise; günahlar, isyanlar ve inkârdır. En tehlikeli hastalık da budur. Çünkü, maddî kalbin hastalıkları nihayet bu dünyevî hayata zarar veya son verir. Mânevi kalbin hastalanması ise, milyonlar senelik ebedî bir hayatın mahvına sebep olur. Bu mânâlara açıklık getiren Bediüzzaman: “Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevi yılan olarak kalbi ısırıyor”1 der. Cenâb-ı hak Kur’ân-ı Kerim’inde “Doğrusu, onların kazandıkları günahlar, birike birike kalplerini kaplayıp karartmıştır”2 diyerek dehşetli bir sonucu haber vermektedir.

Evet, çok hassas bir denge ve düzen içinde yaratılan maddî ve mânevî kalbimizin sahibinin emir ve yasaklarına göre yaşamak, dünya ve âhiret saâdetinin temel taşıdır.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 21

2- Mutaffifin Sûresi: 14

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Şu çılgın AKP’liler



Ecevit’in cenaze töreninin gölgesinde yapılan AKP kongresinden geriye kalan izlenimleri birkaç başlıkta toplayabiliriz.

Birincisi: Kongrede verilen işaretler, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkma niyetiyle birlikte, başbakanlığı ve parti başkanlığını Gül’e devretme hesabını iyiden iyiye alenileştirdi.

İkincisi: Parti tüzüğünde yapılan değişiklikler, parti içi demokrasiyi kısıtlayan düzenlemeler olarak algılandı. Büyük kongre delegelerini belirlerken, “aykırı” gördüklerini eleyen genel merkez, genel başkan adaylığını delegelerin asgarî yüzde 20’sinin imzası şartına bağlayan ve grup kararlarına uymayanların geçici ihraçla tecziyesini öngören değişiklikleri de kongreye onaylattı.

Partinin karar organlarında görev alacak veya bu organlardan çıkarılacak isimlerin listeleri de, genel başkanla halefi tarafından, Arınç’ın da görüşü alınarak tayin edildi.

Kongrede, partinin dört yıllık iktidarında izlediği politikalara dair tartışmaların yapıldığına ise şahit olmadık. Ersönmez Yarbay’ın nev-i şahsına münhasır bireysel çıkışı dışında, kongre derin bir sessizlikle yapıldı; tek aday Erdoğan’ı, konuşmasını dinleyip yine başkan seçerek dağıldı.

Bütün bunlara bakılarak yapılan değerlendirmeden çıkan sonuç ise, AKP’nin, başından beri eleştirdiği ve bitirmekle övündüğü “eski tarz siyaset”e bir adım daha yaklaştığı yönündeki yorumlarla dile getirildi.

Üçüncüsü: Kendi içinde böyle bir yöneliş sergileyen AKP’nin, bu kongrede, dışa bakan imajıyla ilgili olarak vermeye çalıştığı değişiklik sinyalleri de hayli dikkat çekiciydi.

Bu sinyallerden birini, MKYK’ya seçilen kadın üyelerle ilgili olarak atılan “AKP’nin yeni yüzü: Başı açık 8, türbanlı 4” başlığında görmek mümkündü. (Sabah, 13.11.06)

2002 seçimleri öncesinde Arınç’ın ağzından “Başörtüsü meselesini çözmek namus borcumuzdur” sözü veren AKP’nin dört sene sonra kendi içinde geldiği nokta işte bu...

Bir diğer düşündürücü sinyal, Erdoğan’ın kongre konuşmasında yer alan şu cümle:

“Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet değerlerimizi her türlü gündelik siyasî tartışmanın üzerinde tutarak, ayrıştırıcı değil, birleştirici, milletimizin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini haline getirmeliyiz...”

Devrimbazlar her ne kadar aksi yönde bir görüntü oluşturmaya çalışsalar da, bu sözler, aslında AKP iktidarını “Kemalizmin en büyük başarısı” olarak niteleyen Şerif Mardin’i ve “Erdoğanizm, Kemalizmin güncellenmiş versiyonudur” iddiasında bulunan Yahudi diplomat Alon Liel’i teyid ediyor.

Ve, Erdoğan’ın Çankaya’ya çıktığı takdirde takip edeceği çizginin hangi istikamete yöneleceğini de şimdiden haber veriyor.

Hedef, 70 yıldır yapılamayanı başarıp Atatürk ilkelerini milletin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini haline getirmek.

Kongre Divan Başkanı Toptan’ın AB sürecinde yapılanları anlatırken “Dam üstünde saksağan” deyişini hatırlatırcasına “Dosta düşmana yine ‘Şu çılgın Türkler’ dedirttik” demesi de Erdoğan’ın sözleriyle örtüşüyor.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Dansöz anneler(!)



İlkel vahşi kabileler, “tanrı”larını memnun etmek için kurban verir.

Modern toplumlar da “put”larını memnun etmek için “kurban” verir.

Arada hiçbir fark yoktur.

Tüketimin çılgınlığın motoru sayılan reklâm sektörünün iki hedefi var:

Biri kadın,

Diğeri çocuklar.

Reklâm dünyası tüketimi körüklemek için toplumun yücelttiği bu iki değerli varlığı hedef alır.

Bunun için de “televizyon”u araç olarak kullanır.

Tüketim fırtınasına kapılan bu güzide varlıklar, ne yazık ki, televizyonun sihirli dünyasına kapılır. Çünkü televizyon bir araç değil, amaçtır onlar için.

Televizyon kendi “star”larını oluştururken, bir yandan da toplumun “aile değerleri”ne dinamit patlatmaktan geri kalmaz.

Mukaddes değerler... gelenek-görenek... aile bağları... kimin umurunda?

Televizyon için en kutsal değer(!): rating!

Şimdi gelelim sözkonusu habere:

Bir gazete manşetten vermiş.

“Umutsuz ev kadınları” diye. Bu başlık, CNBC-e’de yayınlanan bir dizinin ismi. Amerika’da küçük bir kasabada problemli bir grup kadının başından geçenleri anlatıyordu.

Gazete “geçim sıkıntısı yaşayan” kadınların “dramını(!)” yansıtmak için olacak bu ifadeyi kullanmış.

Efendim, konumuz televizyondaki ödüllü dansöz yarışması...

Eşinden ayrılmış, geçim sıkıntısı çeken çocuklu anneler, çareyi “dansözlük” yarışmasına katılarak buluyormuş.

Dört anne, 50 bin YTL’lik ödülü kapıp çocuklarına bakabilmek için milyonların karşısında yarışıyormuş.

Bunu bir de “dramatize” etmiyorlar mı?

Meselâ, çiçekçilik yapan İzmirli bir kadın, daha önce de dansöz yarışmasına katılmış, 9 yaşındaki oğlu istemediği için yarı finalist seçilmişken yarışmadan çekilmiş... Oğlundan izin alıp bir kez daha Oryantal Star’a katılan anne, sunucu dansöz Tanyeli’nin “Hayatında bir değişiklik var mı?” sorusunu cevaplandırırken, çocuğunun babası tarafından devlet yurduna verileceğini söylüyor (atv).

Ünlü dansöz Tanyeli sesini yükselterek “Çocuğunuzu yuvaya verecekseniz o zaman doğurmayın” diyerek “toplumsal mesaj” vermeyi de ihmal etmiyor. Sonuç: İlk 11’e giremiyor.

Bir başka hikâye:

Kadın, eşinden ayrılmış ve çocuğunu besleyip büyütme derdine düşmüş... O da umudu bu yarışmada arayanlardan...mış.

Mantığa bak:

“Belki ‘yıldızım’ parlar da kazandığım parayla çocuğuma güzel bir gelecek kurarım.”

Ailesini ikna etmek zor olmuş ama sonunda ekrandaki görüntülerle onların da gönlünü almış...mış.

Bir başka kadın, “Çocuğumu geri alabilmek için eski eşimle yeniden birleşemem, beni aldattığı için midem kaldırmıyor. Ama yarışmayı kazanırsam, maddî gücüm olursa çocuğumu işte o zaman alabileceğim” diyor.

Bir başka kadın daha:

“2 çocuğum için buradayım. Eğer yarışmayı kazanırsam bu benim kurtuluşum olacak, çocuklarımı yanıma alacağım.” (Vatan, Tülay Şubatlı)

Kazanamadan kaybedenler bunlar.

Röportajlarda hep “umut” vaad ediyorlar. Sanki yarışmayı kazandıklarında bütün sıkıntıları bir anda bitecekmiş gibi aptalca bir maceraya giriyorlar.

Geleceğini kurmak için milyonlarca insanın huzurunda en “sakil” vaziyeti takınanlar nasıl “anne” olabilir? Böyle birşey var mı?

Bu kadınların “bilerek” yarışmaya sokulduğunu düşünüyorum. Hem yarışmayı dramatize etmek için, hem de toplumumuzda “anne” denen mukaddes varlığı mümkün olduğu kadar “dejenere” etmek için.

Bunun başka izahı olamaz.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Tokat'ta bir gün



Hafta sonu Cumartesinin ilk ışıklarıyla birlikte Tokat yoluna düştük. Ankara’dan, cenaze ve kongreden kaynaklanan yoğun trafiğin emareleri henüz belirmeden ayrıldık. Okuyucularımızın kanıksadığı bir ifadem olsa da, Anadolu’ya çıkmak, Ankara’nın kasavetinden kopmak, her zaman bana keyif verir. Bu vesileyle oldukça öğretici yol hikâyeleriyle kendimize geliriz.

Dosta/dostlara götüren yollar, her zaman kısadır. Sizi erken kavuşturur. Bu yolculuğumuz da öyle oldu. Kenan ve Mehmet Ali Beylerle sohbet ede ede gittik. Meteoroloji yorumlarına karşı dikkatliydik soğuklar henüz kendisini göstermediği için yollar rahattı.

Turhal’a yaklaştıkça, şeker pancarı yüklenmiş traktörlerin sıralandığını gördük. Anlayacağınız alım kuyruğu vardı. Tarlasında çalışan Anadolu insanının emek yüklü terinin en sadesine yine şahitlik ederek geçtik. Geçim gündemiyle mutlu ve gayretli bir hal vardı insanların üzerinde.

Turhal’dan bize eşlik eden Mehmet Ali Hocamızla birlikte, farklılıkları barındıran Turhal üzerine konuşarak Tokat’a yöneldik. Çerkez Ethem’i yad ettik. Cem Karaca’nın Turhal türküsü yolculuğumuzda bize eşlik etti. “Namus belâsına düştük” dediği hapishaneden, mahkeme reisine seslendiği “Kır kalemi, ver cezamı” çıkışını hatırlayarak geçtik. Bu parça, duruşun bedeline razı olup, iradeli tepkinin riskine katlanan halk kültürünü yansıtan bir kesitti.

Tokat’a girişte Gazi Osman Paşa Üniversitesi kampusu görünüyor. Bölgenin yüksek öğretim ihtiyacını karşılayan ve 14 yıllık bir geçmişi olan üniversite, şehrin ekonomisine katkı yapan önemli bir kurum.

Belediyecilik açısından yeni bir gelişme göze çarpmıyor. Bunu Tokatlılara sorduğumuzda, eski çalışmaların devam ettiğinin dışında kayda değer bir cevap alamıyoruz. Küçük yerleşim olmasına rağmen, trafik düzeni çok rahat değil biraz sıkışık.

Esnaf ve sanatkârlar odasının konferans salonunda, “Kendini Tanıma Yolculuğu”na çıkıyoruz. Üç saatlik bir sohbet ve paylaşım ortamında çok değerli ve yılların birikimine sahip eğitimci büyüklerimiz var. Mütevazı bir şekilde ev sahipliğinin nezaketi ile dinliyorlar. Dinleyiciler arasında sivil toplum temsilcileri, öğrenciler ve yöneticiler de mevcut.

Beklediğimden fazla bir ilgi vardı. Salonda olgun ve medenî diyalog üzerine oturmuş bir iklimi müşahede ettim. Yol dönüşü, seminerimizin geribildirimlerini okuduğumda, bizi mutlu eden insanların mutluluk ifadelerini de öğrendik.

Tokat, sanayisi gelişmemiş, istihdam alanları sınırlı ve girişimci potansiyeli kıt görünen bir şehrimiz. Sevindirici olan, büyümeye aday bir arayışı var. En büyük istihdamı sağlayan Tokat Sigara Fabrikası’nın 1400 personeli bulunuyor. Fabrika özelleştirme kapsamında bir KİT. En büyük sigara üretimi de burada yapılıyor.

Niksar memba suyu, her ortamda masada içilmeye hazır bekliyor. Tokat’ın kendi yerli kaynak suyuna öncelik vermesi olumlu bir davranış. Ayrıca DİMES, en köklü meyve suyu üreticisi. Dünya pazarına girmeyi başarmış bir Tokat firması. Dileriz bunların sayısı artar.

Tokat Ticaret ve Sanayi Odası’nın AB projesi olarak “Endüstriyel Otomasyon Teknolojileri Eğitimi” yürüttüğünü öğreniyoruz. Yeni kurulan Amasya Üniversitesine bağlı meslek yüksek okulu ile işbirliği yapıyorlar.

Tokat, camilerinden kalesine ve Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’ya kadar uzanan tarihi bir şehrin dokusunu taşıyor. Gençliğimizin marşı, “Tuna Nehri akmam diyor, Etrafımı yıkmam diyor, Şânı büyük Osman Paşa, Plevne’den çıkmam diyor” dizelerini tekrar yaşadık.

Ayaküstü ziyaret ettiğimiz bir işyeri sahibiyle konuşurken, vitrindeki kuru sıkı tabancalar dikkatimizi çekiyor. Son bir ayda, üniversite kız öğrencilerine 35 tane sattığını söylüyor. Doğrusu savunma merkezli bir endişenin gençlere yansıyan boyutunu bu düzeyde beklemiyordum.

Okuyucularımızla buluştuğumuz akşam programında, AB süreci, Bediüzzaman’ın yirmi birinci yüzyıla bakışı, sistemleşme, kendi yeteneklerimize uygun iş bölümü içinde okuyucularımızla birlikte üstleneceğimiz organizasyonlar ve yayınlarımızın gerekliliği üzerinde konuştuk.

Okuyucularımızın isteklerini not aldık. Okuyucularımız özetle pazarlamaya ağırlık vermemizi istiyorlar. Mevcut tiraja razı değiller. Aktif bir organizasyondan yanalar. Muhtevadan memnunlar. Güncellik ve haber hızı açısından açılım bekliyorlar.

Katkılarından dolayı değerli eğitimcilerimiz Azam, Sabri ve Ahmet Beylerin şahsında bütün okuyucularımıza teşekkür ederiz.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Kalbimizin ipleri



Ayrı diyarların insanıydık. Birbirimize hiç benzemiyorduk ve benzemeye de çalışmıyorduk. O büyük şehirlerin egzoz dumanları arasında yaşarken, ben başı dumanlı karlı dağların arasında büyüyordum. Hayat bana hep zor ve hüzünlü yüzünü göstermişti. Ona ise bir gelin gibi çapkın çapkın duvak arasından bakmıştı.

Ben hep ertelenmiş hayaller içinde yaşıyordum. Ne istemişsem hep hayalimde sahiptim. Geceleri hayallerimi süsleyen, isteklerimi düşünmeden uyuyamazdım. Sanki düşlerim olmasa yine aynı güne uyanacak ve hayallerime yaklaşmak için bir gün eksilmemiş olacaktı. Bu yüzden düşlerken dalıp giderdim ve işte o zaman lezzetlenirdi uykum. Hafiflerdi tüm yorgunluğum.

O hayal etmeyi öğrenememişti. İstemeyi hiç bilmemişti. İsteyeceği her şey zaten hayatındaydı. Yokluğu bilmeyi sevmişti. Ve hayatında sadece keşkeleri özlemişti. Bu keşkeler ise sahip olamadıkları değildi. Keşke diyordu, birkaç şeyim olmasaydı da bende isteyebilseydim bunları. Ya da geceleri onların hayaliyle uyuyabilseydim.

Sevgi hayatında yok gibiydi. Ona göre paranın çokluğu aşkın, sevginin çokluğunu gösterirdi. Ve hiç kimse ona bunu ispatlamaya kalkmamıştı. Çevresindeki herkes böyle düşünüyor ve yaşıyordu. Babasını işleri yüzünden pek göremiyor, annesinin de önemli bağış toplantıları sayesinde telefonla sesini duyabiliyordu. Hayatında şefkat de yoktu, onun ne demek olduğunu bile bilmiyordu.

Ben ise sevdası için kuru ekmek yiyen, birbirinin mutluluğunu her şeyin üstünde gören bir aileden gelmiştim. Ve bir tas çorbayı içerken diğerleri aç kalmasın diye sofradan tam doymadan kalkan bir yuvanın çocuğuydum. Babası akşam gelince yarım yamalak bilgisiyle çocuklarının derslerine yardım eden, edemediğine de sevgiyle oyunlar oynayan, onlara oyuncaklar alamasa da tahtadan oyuncaklar yapıp sevindiren biriydi. Eşi üzülmesin diye dışarıya elişi yapıp, eve geçim için katkı sağlayan fedakâr bir annenin oğluydum. Sevgiyi ve şefkati iliklerime kadar yaşamış ve tatmıştım.

Son sınıf öğrencisiydim. Dört yıl o bir tarafta, ben bir tarafta bakıp durmuştum. Onun bu durumumdan hiç haberi yoktu. O bilmedikçe içinden bir şeyler acıyıp gidiyordu. Dört yıl biterken ona hiç açılamamış olmak yiyip bitiriyordu beni. KPSS sınavı yaklaşıyordu. Hazırlanmalı ve kazanmalıydım. Babamın bir emekli maaşı yetmiyordu ve kız kardeşime söz vermiştim. Okuyup öğretmen olunca onu dershaneye gönderecektim. Babama destek çıkacaktım…

Ama bu durumum hiç hesapta yoktu. Aşk benim hayatımı nasıl hiçbir şey yapmadan bu kadar etkileyebilirdi. Her türlü acıyı görmüştüm. Aç kalmış, bir saatlik yolu cebimde bilet parası olmadığı için yürüdüğüm zamanlar olmuştu. Yazın çalışıp kışın okumuştum. Kazandığım her para, beni yordukça mutlu etmişti. Kimsenin dayanamayacağı ağır şartlar yaşamıştım ama bunun kadar üzülüp, ince ince dağılmamıştım.

Günler günleri kovalıyordu. Her gün biraz daha eriyordum. Ama elimden bir şey gelmiyordu. Sonunda bir arkadaşıma açılmaya karar verdim. Düşüncelerine güvendiğim, mantıklı düşünüp, empati kurabilen bir arkadaşımdı. Durumumu anlatınca güldü.

“Bir gün sen de benim gibi bu haline güleceksin. Siz ayrı dünyaların insanısınız. Aşkın kolay olmadığı için ve en önemlisi ulaşamadığın için bu kadar çok yıpratıyor seni. Eğer onunla konuşmuş olsaydın bu his bu kadar yıpratmaz, zamanla biterdi. Senin değerlerin var ve o bu değerlerine çok uzak. Belki aşkınla bir yıl—ki ihtimal vermiyorum ya yine de öyle diyelim—bir yıl idare eder sabır gösterirsin ya sonra.

Bu sözler canımı çok acıtmıştı. Haklıydı. Henüz hiçbir şey değilken nasıl olur da böyle bir olaya girerdim. Günlerce düşünüp karar verdim. Ben KPSS’yi kazanamazsam benimle beraber bir çok kişi üzülecek ve en sevdiklerimin hayalleri yıkılacaktı. Bu hisler beynimi yerken karar verdim.

“Allah hiçbirimizin sırtına çekemeyeceği bir yük yüklemezdi. Ve bu, şeytanın beni amacımdan ve inançlarımdan uzaklaştırma hilelerinden biriydi. Biliyordum ki: Rabbim eğer kalp vermişse mutlaka ona göre yeri ve zamanı gelince uygun olan kişiyi karşılaştıracaktı. Acele edip, hırs göstermekte fayda yoktu. Ve öğrenmiştim ki en büyük imtihan kalple olan imtihandı. Kişi kalbinin iplerini elinde tutabilirse muvaffak olurdu.”

Ve yine anlamıştım ki. Ben kazanamazsam yanımda hiç kimse olmayacak ve benim dışımda herkes hayatına yürüyüp gidecekti.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Bir PKK'lının eve dönüşü



Bugün ülkenin ilk sıralarda, belki de birinci sırada yer alan problemi PKK problemidir. Nice anaları ağlatan; canlara, mallara mâlolan bu belâ herkesi, özellikle ilgilileri derin derin düşündürüyor.

Bu sene Kutlu Doğum Haftası vesilesiyle gittiğimiz Elazığ’da ilk defa bir PKK’lının dönüş hikâyesini Diyarbakırlı Askerî Ağabeyden dinlemiştim. Askere, polise, masum insanlara göz kırpmadan silâh çekebilecek derecede gözü dönmüş, dağlara çıkmış bu terörist, Nimet isimli genç gün gelmiş, iç dünyasında geçirdiği bir inkılâb sonucunda karıncayı dahi incitmekten çekinir hâle gelmiş, dağdaki arkadaşlarına da el atıp birlikte eve dönmüşlerdi.

Nimet’le dün bir dostlar meclisinde görüştüm. Silâhı nasıl bıraktığını, dönüş hikâyesini bizzat kendisinden dinlemek istedim. Nimet düşüncelerini şiirleştirmiş: “Fakir Nimet çok ezildin / Dağdan dağa çok gezerdin / Nice halkları ezerdin…”

“Nasıl oldu bu dönüş?” dedim. “Birgün köye indim bir cenazeye katılmak üzere. Hazine bulmuşcasına sevinen bir kısım arkadaşlarım beni Ata Hocanın ilim meclisine götürdüler. Dostluk, barış, kardeşlikle ilgili bir konu okunmaktaydı. Çok etkilenmiş; ne kadar yanlış, zararlı, tehlikeli bir yolda bulunduğumu anlamıştım. Sonradan öğrendiğim kadarıyla okunan kısım Bediüzzaman Said Nursî’nin Uhuvvet, yani Kardeşlik Risâlesi’ymiş. Bu gerçeklerle yüzyüze geldikten sonra nasıl silâhı alıp masum insanlara doğrultabilirdim? İçinde azıcık imanı olan insan nasıl cana kıyabilirdi? Dedim kendi kendime: ‘Halt ediyorsun, kendine yazık ediyorsun Nimet! Nasıl Allah’tan korkmaz, Allah’ın verdiği cana kıyabilirsin?’ dedim. Derken devamında gelen birkaç sohbet benim dağdan inmeme, silâhı bırakmama yetmişti. Kimse bana ne bir kaba kuvvet, ne bir baskı yapmıştı. Sadece gerçeklerle yüzyüze gelmiş, ikna olmuştum. Allah razı olsun o Bediüzzaman’dan ki birçokları gibi benim de elimden tutmuştu.” Nimet, şiirinin bir kıtasında diyor ki: “Bastım kırkıncı yaşıma / Çıktım dağların başına / Olmasaydın Bediüzzaman / Neler gelirdi başıma!”

Nimet ve köylüleri İstanbul’un dağbaşı denebilecek bir semtinde yolun kenarında bir ilim meclisi kurmuşlar. Sohbete ilk defa katılan yol kenarında bilardo salonu sahibi Muzaffer Efendi, “Böyle bir ilim meclisi için dükkânım fedâ olsun” demiş. Herkes bulabildiği halı ve kilimleri getirmiş, düzenlemişler, okunanları pürdikkat ve iştiyakla dinlemekteydiler.

Sevgi, şefkat, ilim ve ikna ile yaklaşıldığında ne kadar kötü ve zararlı yolda olursa olsun insanı kazanmanın örneklerinden birini daha Nimet’te gördüm.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Din/iman ilmi ve laik ilim!



Araştıran, anlayan, sentezleyen, arayan, anlatan bir yapıya sahip olduğumuzdan beynimizde binbir soru cirit atar. Şayet bunlara aklî/mantıkî, ilmî, kalbî, vicdanî cevaplar bulamazsak, rahat edemez, huzur bulamaz, peşinde koşuşturduğumuz mutluluğu yakalayamayız.

Sorular hakkında da sorumuz var: Acaba, akıl, sezgi ve bilimle beynimizde zonklayan soruların cevaplarını bulamaz mıyız? İnsan aklı şu hükme vardı: Sınırlı olan, sınırsızı ihata edemez. Dolayısıyla insan beyni, sınırsız soruları anlama kabiliyetinden yoksundur. Diğer bir ifâdeyle, sınırlı olan bir şey, sınırsızı kuşatamaz, göremez. Hattâ cevâbı olmayacak bir şeyin sorusu da anlamsız.1

Aslında ilmin görevi, E. Scrödinger’in ifâdesiyle, “İnsanlığa en büyük bağışı, ‘Bizler kimiz? Nereden geliyoruz ve nereye gideceğiz?’ gibi dehşetli soruların cevaplarını bulmak, ya da en azından akılları bu konuda rahatlatmaktır.”

Ne var ki, bilim, İlâhî kudretin bediî sanat eseri olan kâinat, varlıklar ve hâdiselerin fizikî cephesinden bahsederek, “Nasıl?” sorusuna cevap arar. Halbuki, insanoğlu, hem kendisinin, hem kâinatın metafizik yönünü de merak edip öğrenmek zorunda olduğunun şuurunda. Hepimiz “Kim?” ve “Niçin?” sorularının cevaplarının peşindeyiz.

Oysa ilim, “nasıl” sorusu ile “eşyanın gerçek mahiyetine” de tam olarak cevap veremez. Meselâ niye bu kâinat var, niye bu yıldızlar var; niye cins cins yaratıklar var? Bunlar gönül (kalb) meselesi. Bilim, temel “niye?”lere cevap veremez. Bilim, “Bu var” der; ondan sonra olgunun “Nasılı?”nı inceler. Daha derin mâneviyatını da tatmin edecek soruları sormak isteyenler bilimde bu karşılığı bulamazlar.2

Dolayısıyla ilim, eşyanın zâhirini görür, dışardan bakar, yüzeyden inceler; derûnuna nüfûz edemez. İlimle sebeplerin bittiği yerde devreye, “sezgi-kalb, hads, vicdân” gibi mânevî, rûhî “ölçekler” girer. Zaten yaratılış hikmetine ve mezkûr sorulara, bugüne kadar dinler dışında tatminkâr cevaplar veren başka bir bilgi kaynağı çıkmamıştır. Ferdî bir tercih olarak din, hayatı anlamlı ve yaşanabilir kılan temel değer kaynağıdır.3

Düz mantığımız bile kuru bir bilginin bütün problemleri çözmeye kifâyet etmeyeceğine işâret eder. Dolayısıyla, bilmenin bittiği yerde düşünme başlar. Düşünme bilmenin verilerinden başlayarak onu sonsuz mümkünler anlamına yaymak demektir... Fakat, süje (algılayan, idrak eden) ve obje (algılanan idrak edilen) ikiliğini âlem vasıtası ile aşamayız... Aşkın varlığa inanmadan (inanç) başka hiçbir yolla nüfûz edilemez.4

Laik mânâda ilim, müşahede ve tecrübeye dayanır. “İnsan nereden geliyor, nereye gidiyor, dünyada niçin varız, ölümün mânâsı nedir?” gibi insanın her an iç içe olduğu ve devamlı aklını kurcalayan suallerin cevabını aramak, mevcut bilim dallarının hiçbirinin sahasına girmez. Çünkü bunlar tecrübe ile anlaşılabilecek konular değildir. Bu suâllerin cevaplarını ancak İslâmiyet verir.

Dipnotlar:

1- Prof. Dr. Sabri Özbaydar, İnsan Davranışının Sınırları ve Spor Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay., 1983, s. 20-22.; 2- Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu, Yeni Asya, 15.12.2001.; 3- Prof. Dr. Hayri Bolay-Doç. Dr. Mümtaz’er Türköne, Din Eğitimi Raporu, AMİHLÖMV Yay, Ankara, 1995, s. 3.; 4- Hilmi Ziya Ülken, Felsefeye Giriş, Ank Ün. Basımevi, 1963, s. 50-51.

15.11.2006

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Seher vakitlerinde gözyaşı dökmek



İstanbul’dan okuyucumuz: “Seher vakti tam olarak ne zamandır? Müddeti ne kadardır? Tam vaktini hesaplamak için belli bir matematiksel yöntem var mıdır?”

Seher vakti; “ikinci fecrin doğumu öncesi” vakittir. Yani takvimlerde “imsak” diye bildirilen saat gelmeden önceki vakit. Bu vakitte uyananlar, namaz ve duâ ile Allah’a sığınanlar ve tevbe ve istiğfar ederek gözyaşı dökenler Kur’ân’da takdir edilmiştir.

Bir âyette, “(Allah’ın rızası ve cennet nimetleri) sabredenlerin, doğruluktan şaşmayanların, huzurda boyun bükenlerin, hayra harcayanların ve seher vakitlerinde istiğfar edip yalvaranlarındır”1 buyuran Cenab-ı Hak bir diğer âyette; “Şüphesiz ki takva sahipleri Rablerinin kendilerine verdiği sevabı almış olarak Cennet bahçelerinde ve pınar başlarında bulunacaklardır. Çünkü onlar bundan önce iyilik yapıyorlardı. Onlar geceleyin pek az uyurlardı. Onlar seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dilerlerdi”2 buyurur.

Peygamber Efendimiz (asm), seher vaktinde bizi çok yakından ilgilendiren bir yüksek takdiri şöyle bildirmiştir: “Allah Tebâreke ve Teâlâ, her gece, gecenin son üçte biri kalınca dünya semasına iner ve şöyle buyurur: ‘Mülkün sahibi benim! Kim ki bana duâ ederse, ona icabet ederim. Kim ki benden isterse ona veririm. Kim ki bana istiğfar ederse onu bağışlarım.’ Tan yeri ağarıncaya kadar bu böylece devam eder.”3

Mümkün mertebe bu çağrıya uymaya doyum olur mu?

Yatsı namazı açısından vaktin sonuna yaklaşılmış olan bu vakitte uyanmak ve bu vakitte teheccüt namazı kılmak, ardından da gecenin son namazı olarak vitir namazı kılmak sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) gecenin üçte ikisi geçtiğinde kalkar, teheccüt namazı kılar ve ardından son olarak vitir namazı kılardı.

Fakat bu vakitte namaz kılmak için uyanmamız sebebiyle sabah namazı riske girecekse, alışıncaya kadar vitir namazını yatsı namazının ardından yatsı vaktinde—yatmadan önce—kılmak da sünnete uygundur.

Sabah namazını hiçbir şekilde riske etmemeliyiz. İşi gereği gece uyanmayan, fakat sabah namazını ihmal de etmeyenler, sabah namazını kılmak sûretiyle seher vakti feyzini inşallah almış olurlar.

***

İstanbul’dan okuyucumuz: “Kazaya kalmış namazlarım çoktur. Bir an önce bitirebilmek için çabalıyorum. İlk günler gayet iyi bir başlangıç yaptım. Fakat şu anda dizlerim, belli bir süre namaz kılınca daha fazlasını kılmaya vaktim olmasına rağmen dayanamıyor. Ertesi günde bir önceki günün diz ağrısı devam ettiği için istediğim miktar kaza namazı kılamıyorum. Nafile namazlar ve özre binaên vakit namazlarının da oturarak ve özür çeşidine bağlı olarak uygun bir vaziyette kılınabileceğini biliyorum. Kaza namazlarını bir an önce bitirmek ve bu yükten kurtulmak için bu durumda kaza namazlarımı da oturarak kılabilir miyim?”

Kaza namazlarını kılma ve kaza yükünden kurtulma niyetiniz ve bu niyetiniz çerçevesinde yaptığınız ibadetler inşallah sizin yüz akınız, kurtuluş beratınız ve rızaya eriş biletiniz olacaktır. Zor olsa da; bu kararınızda devam etmeniz halinde, yüksek rahmet müjdelerinin inşallah sizi kuşatacağından şüphe etmeyiniz. Hatta zorluğa katlandığınız ve namazda sebat ettiğiniz derecede, Cenâb-ı Hakkın rahmetinin sizinle olacağından emin olmalısınız. Cenâb-ı Hakkın kolaylık ihsan edeceğinden umutlu olun. Allah niyetinizi ve ibadetlerinizi kabul buyursun. Âmin.

Oturarak namaz kılmakta “kıyam=ayakta durma” farzı terk edilmiş oluyor. Fakat zaruret olunca buna izin vardır. Güç yetiremediğiniz zamanlarda hangi namaz olursa olsun; oturarak kılınabilir. Güç ve kudret durumunuza göre namazların bir kısmını ayakta, bir kısmını oturarak kılabileceğiniz gibi; aynı namazın içinde de, namaza kıyamla başladıktan sonra ayakta kalmaya mecaliniz kalmadığında oturarak devam edebilirsiniz. Mümkünse namaza kıyamda başlayın. İhtiyaç olduğunda oturarak devam edin. Böylece kıyam farzını mümkün mertebe yerine getirmiş olursunuz. Fakat ayakta durmaya hiç imkân bulamazsanız, tamamen oturarak da kılabilirsiniz.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/17

2- Zâriyât Sûresi, 51/15-18

3- Tirmizî, Namaz, 326

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Değişim sinyalleri



Türkiye'de olduğu gibi, dünya genelinde de ümit verici değişim sinyalleri gözlemleniyor.

İnsanlık camiası, yeni bir oluşun eşiğine gelmiş görünüyor.

Kıyâmet senaryolarından bahsedildiği bir devirde, beşer kàfilesi tercihini barıştan, huzurdan, asayişten yana koyma temayülünde.

Zaten, aksi yönde bir durumun ortaya çıkması halinde, dünyanın da sonu yaklaşmış demektir. Zira insanlık, bugün için dünyayı en az üç kere patlatacak şiddette çeşit çeşit silâhları keşfetmiş ve bunları depolamış durumda.

İşte, bu dehşet tablosu karşısında, alternatif olarak bir tek çıkar yol var: Savaşın yerini barış, terörün yerini asayiş, kirliliğin yerini temizlik almalı.

* * *

Çok uzun yıllardan beridir, özellikle Yeni Asya camiasının seslendirdiği önemli bir hakikat var. O da şudur: Karşımızda nasıl ki "iki Avrupa" varsa, aynen öyle de "iki Amerika" ve dahi "iki Türkiye" gerçeği var.

a) Bunların birincisi sağlam ve güvenilirdir. Üstelik, zaman ilerledikçe, daha da güvenilir hale gelecekler. Çünkü, şeffaf çalışmaktan yanadırlar.

b) "Derin" çağrışımıyla hatırlanan ikincileri ise, güvensiz ve tehlikelidir; çünkü başıbozuktur. Ne zaman ne tür fenalıklar yapacağını kestiremezsiniz. Çünkü, daha çok kapalı devre çalışırlar.

* * *

Amerika'daki (ABD) son seçimler, barıştan yana olan Demokratların canlandığını, hatta şahlanışa geçtiğni gösteriyor. Zira valilik, senato ve temsilciler meclisinde peşpeşe zafer kazandılar. Bu, başta Müslümanlar olmak üzere bütün dünyayı sevindiren bir gelişmedir.

Aynı gerçeğe paralel olarak, savaşsız bir dünyayı düşünemeyen Cumhuriyetçiler için ise, giderek halkın desteğinden mahrum kaldıklarını söylemek mümkün.

Bu da dünya barışı, bilhassa İslâm ülkelerinin huzuru açısından müjde niteliğinde sevindirici bir gelişme.

* * *

AB üyesi ülkeler arasında, Türkiye'ye şiddetli muhalif olanlar var, şüphesiz. Ancak, alınan son bilgilere göre, bu müzmin muhalifler bile Türkiye'nin AB üyeliğinin "askıya alınması"ndan söz etmekten çekiniyor.

AB, Türkiye ile ipleri koparmadığı ve kapıyı tümüyle kapatmadığı müddetçe—ki, kolay kolay kapatamaz—bu vatanda jakobenizmin yeniden hayat bulması mümkün görünmüyor.

Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki, birinci Türkiye, birinci Avrupa ve birinci Amerika'da etkisini giderek arttıran bir canlanma var.

Evet, insanlık ciddî bir yol ayrımında: Ya kanlı savaş dalgası, ya da huzurlu barış havası. Genel gösterge, şimdilik ikincisinden yana görünüyor.

Günün Tarihi

Şeyh Sünûsî Ankara'da

15 Kasım 1920: Konya'da ikamet etmekte olan Libya'lı Şeyh Ahmed Sünûsi (1873–1933), Ankara'ya gelerek Millet Meclisi'ni ziyaret etti. Hükûmet erkânı tarafından büyük bir ihtiramla karşılanan Sünûsî'nin şerefine, Ankara'da özel toplantılar düzenlendi.

Aynı zamanda Kuzey Afrika'daki "Senûsîye tarikatı"nın lideri de olan Şeyh Sünûsi Hazretlerinin bu yıllarda Anadolu'da bulunmasının asıl sebebi, işgale karşı vatan savunması yapan Müslüman Türk kardeşlerine maddî–mânevî yardımlarda bulunmaktı.

Yanında bulunan talebeleri millî kuvvetlerimizle birlikte Anadolu'yu bilfiil müdafaaya çalışırken, Sünûsî'nin kendisi de hiç boş durmayıp Müslüman halka moral veriyor ve onları cihada teşvik ediyordu.

Libya çöllerinde

Trablusgarp (Libya), 1911 yılına kadar da Osmanlı'ya bağlıydı. İtalya ise, karşı kıyıda gördüğü bu topraklara uzun yıllardan beri gözünü dikmiş bekliyordu.

Nihayet, beklediği gün geldi ve askerini buradan tahliye etmesi için Osmanlı Devletine ültimatom verdi.

Karşılıklı nota ve ültimatomlardan sonra, bu topraklar kısa sürede savaş alanına döndü. İtalya, karaya asker çıkardı. Burada çok kan döktü, sivil halktan da pekçok insanı esir aldı.

Ancak, kara savaşlarında yine de önemli bir varlık elde edemedi. Çünkü, yerli halk, bilhassa Şeyh Sünûsî'nin bağlıları, Osmanlı kuvvetlerinin yanında yer aldı.

Şeyh Sünûsî, Osmanlı askerlerini vargücüyle himayeye çalıştı.

Üstün ateş gücüne rağmen, kara muharebelerinde hedefine ulaşamayan İtalya, bu kez Ege Denizindeki "12 ada"yı ablukaya aldı.

Osmanlı donanmasının zayıf düşmesi sonucu, 12 ada İtalyanların kontrolüne geçti. (İtalyanlar ise, buraları kademeli bir şekilde Yunanistan'a devretti.)

Libya'dan Anadolu'ya

Müslüman Türkleri yakından tanıdıkça onlara karşı muhabbeti artan Şeyh Sünûsî, İstiklâl Harbinin başladığı yıllarda Anadolu'nun yolunu tuttu.

Yanında getirdiği talebe ve müritleriyle birlikte harbe iştirak etti. "Umumî vaiz" sıfatıyla pekçok belde dolaşarak halkı uyandırmaya ve şuurlandırmaya çalıştı.

İstilâcı ecnebi kuvvetleri Anadolu'yu terk edinceye kadar da Türkiye'de kaldı. 1922 yılında ülkesine döndü. 1933'te Hakk'ın rahmetine kavuştu.

Şeyh Sünûsî'nin Türkiye'den ayrılması üzerine, onun deruhte ettiği mânevî hizmet, bizzat M. Kemal tarafından Üstad Bediüzzaman'a teklif edildi.

Ancak, işgale karşı Kuva–yı Milliye saflarında canla başla çalışan Üstad Bediüzzaman, fikren uyuşmadığı M. Kemal ile çalışmayı tercih etmeyerek, 1923 baharında Van'a gitti.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Siyaset, gücünün farkına varmalı



İktidar olmakla ‘muktedir’ olmak arasında ciddî farklar olduğunu son yıllarda tekrar gördük. Öyle ki, ‘tek başına, iş başına’ gelen ve milletvekili sayısı bakımından ‘Anayasayı bile değiştirebilecek güce’ sahip olan bir hükümetin, yapması muhtemel işlerin çeyreğini bile yapamadı.

Siyasetçinin; yetkisini ve gücünü kullanamamasının, elbette siyaset dışı tesirleri vardır. Ancak, bu konuda siyasetçilerin de kabahati olduğunu kabul etmek lâzım. Pek çok iş gibi siyaset de, bir şekilde ‘bedel ödeme’ yeridir. ‘Bedel ödeme’ bazen maddî anlamda olur, bazen de sıhhat şeklinde olabilir. Bedel ödemeye hazır olmayanlar, siyasetten de uzak durmalıdırlar.

Türkiye gibi sistemin oturmadığı ülkelerde siyaset yapmak, elbette çok zordur. Ancak siyasetçi, ya bu zora talip olacak ve siyaset meydanına çıkacak; ya da ‘bedel ödemeye hazır olanlara’ yer açacak. Hem bedel ödemeyip, hem de uzun süre ve millet menfaatine siyaset yapmak mümkün görünmüyor.

Son yıllarda tartışılan konulardan biri de ‘sayısal ağırlık’ ile ‘siyasal ağırlık’ konusudur. ‘Tek başına, iş başına’ gelen hükümetin, milletin taleplerine müsbet cevap verememesi ve ‘Elimiz kolumuz bağlı, bize iş yaptırmıyorlar’ anlamındaki serzenişleri bu tartışmayı alevlendirdi. Tabiî bunda da siyasetçilerin sahip oldukları gücün farkına varamamış olmalarının payı vardır. Millete dayanmayan ‘güç odakları’nın, millete rağmen baskı grubu oluşturup hükümete yanlış adımlar attırması bu yüzden...

DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar, İstanbul’da partisince Kaya Ramada Otel’de düzenlenen ‘‘İstanbul-Trakya ve Marmara 7. Bölge Toplantısı’’nda yaptığı konuşmada, bu konuya da işaret etti. Ağar, sayısal anlamda güçlü olan iktidarın siyasal anlamda güçlü olmadığını hatırlatıp, DYP’nin sayısal olmasa da, siyasal olarak güçlü olduğunu söyledi. Ağar’ın Güneydoğu gezisi esnasında yaptığı son çıkış ve devamında gelen tepkiler üzerine geri adım atmaması, bu tesbiti doğruluyor. Bu konuşmanın üzerinden neredeyse bir ay geçti ve kamuoyu hâlâ bu konuyu tartışıyor.

Hangi görüşe sahip olursa olsun; siyasetçi, milletten aldığı gücün farkına varıp ifade ettiği doğru görüşlerde sebat eder ve geri adım atmazsa, bundan en çok siyaset kârlı çıkacak. Ağar’ın “Kodu mu oturtan paşa cephede lâzım” (Sabah, 22 Ekim 2006) şeklindeki sözleri belki de diğer sözlerinden daha çok ‘raiting’ aldı, beğenildi. Çünkü bu güne kadar siyasetçiler, iddialı çıkışları sonrası, gelen tepkiler üzerine genellikle ‘yanlış anlaşıldık’ demişti. Siyasetçinin, doğru sözlerinin ardında durmaması da yine en çok siyasetçiyi ve siyasî hayatı yaralıyor...

Siyasete giriş yaşının düşürülmesinden önce, ‘cesur siyasetçiler’in siyasette yol bulmasının çaresini aramak lâzım.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

İki lider, iki mesaj



İkisinin ne diyeceği de önemliydi. Çünkü biri kongreden, diğeri önemli bir cenaze töreninden çıkıp gelmişti.

Biri Başbakan Erdoğan’dı, diğeri ise CHP lideri Deniz Baykal. Gündemleri de hedefleri de farklıydı, ancak ikisi de partilerinin grup toplantılarında konuşacaklardı. Önce Başbakan Erdoğan konuştu AKP grubunda. Ancak başbakandan önce danışmanlarının önemli mesajları vardı.

AKP kongresinde ısrarla partisinin bir “uç değil, merkez parti” olduğunu savunan, MKYK’da başörtülü kadın üye sayısını azaltıp, başı açıkların sayısını arttıran Erdoğan’ın bu tavrı yorumlanmaya muhtaçtı. Erdoğan’ın siyasî danışmanı Ömer Çelik, “Merkez sağ demiyoruz. Merkez partisiyiz” diye konumlarını tarif etti.

Bir dönemler Özal, “oynak merkez” teorisini ortaya atmıştı. Muhafazakârlık yükselirse oraya, milliyetçilik yükselirse o tarafa, liberal ya da sosyal demokrat değerler cazip hale gelirse oraya yönelecek bir “oynak merkez” ama tutmadı. Hatta ANAP zamanla dört eğilimini de muhafaza edemedi. Güneşin cazibesi devam ettiği müddetçe etrafında gezegenler onun etrafında dönüyor, aynı şekilde siyasî kurumlar da gücü muhafaza ettiği sürece çekim alanı oluşturabiliyorlar. Yoksa, bırakın merkez olmayı Karşıyaka Mezarlığının tenhalığına terk ediliyorlar.

Ancak kendini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlayan bir partinin, merkeze yönelmesinde yadırganacak bir şey yok. Ama merkezi başörtülü sayısını azaltıp, başı açıkları arttırmakta aramamak lâzım.

Erdoğan kongrede ne mesaj verirse versin, tüm değerlendirmeler onun cumhurbaşkanlığı için güçlü bir sinyal verdiği yönündeydi. Danışmanı Ömer Çelik de bunu reddetmedi. “Sayın başbakanın Çankaya’ya çıkıp çıkmamasından öte cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Türkiye’nin normalleşmesinin temel taşlarından biri olması gerekir” şeklinde bir yaklaşım getirdi. Burada Erdoğan’ın en yakınındaki isim adaylığını reddetmiyor. Ancak onun kadar önemli bir tesbiti vardı Ömer Çelik’in; cumhurbaşkanlığı seçimleri Türkiye’nin normalleşmesinin temel taşlarından biri olmalı. Evet olmalı. Darbelere, rejim sorunlarına, devlet içi tasfiyelere kadar varan bir geçmişi var cumhurbaşkanlığı seçimlerinin. Türkiye seçimlere 1 yıl kala, gerilimler yaşamaya başlıyor. Artık bunu aşacak olgunluğa ulaşması gerekiyor 83 yıllık cumhuriyetin...

Başbakanın kongre konuşması çok parlak değildi. Grup konuşmasında da AKP iktidarının başarı tablosunu anlattı. AKP yönetiminde bir süredir, “Başarılı icraatlarımızı anlatamıyoruz” gibi bir sıkıntı var. Belki Erdoğan da bundan dolayı iktidarları döneminde başarılanları anlatıp, önlerine daha yüksek hedefler koyduklarını söyledi. Ecevit’in cenazesinde karşılaştığı, “Türkiye laiktir, laik kalacak” şeklindeki sloganlara, kongre konuşmasında, “Futbol maçı gibi her yerde tekrarlanıyor” diye tepki göstermişti. Dün de ürkek bir şekilde, “Diyoruz ki gelin, enerjimizi içerde boşaltmayalım. Bu kavramlarla ülkemizi germeyelim, bu kavramlarla ülkede kamplaşmalara fırsat vermeyelim. Bu kavramlarla millî meselelerimizde ortak olmamız gerekirken, buralardan birilerine çıkar, menfaat sağlamanın yollarını açmayalım” diye bir çağrı yaptı.

Erdoğan’dan sonra rotayı CHP grubuna çevirdik. Baykal’ın diyeceklerini takip etmeden önce Rahşan Ecevit’in bir açıklaması geldi. Ecevit’in cenazesinde aile yakını olarak gösterilip, taziyeleri kabul eden protokolde kendisine yer verilen Can Dündar’a yaptığı açıklamada Rahşan Hanım, “Eşimin hayali bir ittifak arayışıydı. Orada da o oluştu” dedi. Orada dediği cenazedeydi elbette ki. Ecevit’in rahatsızlanıp hastahaneye yattığı sırada tura çıkıp, cephe çabalarına giren Rahşan Hanım bundan eleştiri almıştı. Ecevit ise hastalanmadan önce ittifak için Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in ismini ortaya atmış, ancak bu çok fazla rağbet görmemişti. Rahşan Hanım dünkü açıklamasında, ittifak konusunu partilerin de ayrı ayrı düşünebileceğini söyledi, ama bir irade ya da eylem takvimi şimdilik kaydıyla ortaya koymadı.

Peki Baykal’ın cephesinde ne vardı?

Cenazedeki tabloyu, “Ecevit’in son hizmeti” olarak tanımladı CHP lideri. Sonra asıl konuya geldi. 2 yıl önce yaptığı, “Cumhuriyete sahip çık” çağrısını hatırlatıp, cumhuriyetin demokrasi ile bütünleşmesi, demokrasinin ise cumhuriyete sahip çıkmasının gerekli olduğu bir dönemi yaşadığımızı belirtti ve “El ele vermek zorundayız. Laikliği seven, Atatürk’ü seven, cumhuriyeti seven herkes el ele vermeli” dedi. Yetinmedi konuyu biraz daha açtı. Sözlerinin adresi adeta DSP lideri Zeki Sezer ve Rahşan Ecevit’ti.

“Alışılmış siyasî parti işbirliği, ittifak olayı değil” dedi. Sonra bu konudaki özenini ortaya koyan, “Olayı oraya çekmek yanlış olur. İhanet olur” sözlerini kullandı.

Baykal’ın bu çağrısını gündeme getirirken bir noktanın altını çizmek gerekiyor.

AKP’nin kadrolaştığı ve laikliği hedef aldığı şeklindeki sözlerinden sonra, “Biz karşısına silâhla değil, oyla çıkacağız. Sözle, siyasetle” dedi.

Demokrasi bu işte.

Baykal’ı, hizipçiliği sebebiyle CHP’yi terk etmek zorunda bıraktığı Ecevit’in ölümünden solda birlik adına pay kapmakla suçlayabiliriz. Doğru ya da yanlış. Ama, AKP’ye karşı mücadelesinin ve solda ittifak arayışının temelini silâha, askere mesaja değil, siyasete, demokrasiye dayandırdığını da teslim etmek zorundayız.

Ecevit’in cenazesinden solda birlik umutları yeşerir mi, bu mümkün değil. Ama bunun demokratik bir çağrı olduğunu da bir yerlere not etmek gerek.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mesafe pek derin



ABD’de ara seçimlerin arkasından detente (yumuşama) ve ümit havası doğdu, ama çok geçmeden umut havaları yeniden dağılmaya başladı ve mesafenin pek derin ve kapanmaz olduğu anlaşıldı. Zira iki taraf arasında derin güvensizlik berzahı bir tarafa, taleplerin çıtası da çok yüksek. ABD ve İngiltere—alttan almaları gerekirken—müzakerelerin önüne taciz edici şartlar ikame ediyorlar.

Blair’in beklenen konuşması hayal kırıklığı meydana getirmiştir. Adeta dağ fare doğurmuştur. Suriye ve İran’a yönelik mesajın kısaca meali şu: Irak’ta bizi girdiğimiz bataklıktan ve vartadan kurtarın. Gerisini düşünürüz... “Yani beyefendiler burunlarından kıl aldırmıyorlar. Bununla birlikte, karşı tarafın mukabelesi nispeten olumlu olmuştur. Amerikan Dışişleri Bakanlığı yetkilisi James Jeffrey İran ve ‘zor birisi’ olarak nitelendirdiği Beşşar’la diyalog ve müzakerelerin vakit kaybı ve havanda su dövme olacağını öngörüyor. Bununla birlikte, yine de Amerikan politikasında gerçekçi sınırlara bir dönüş var. Sözgelimi, Hatemi’nin son döneminden itibaren İran’da rejim değişikliğinin altında bir seçeneğe razı gelmiyorlardı. Şimdi ise İran politikasını da Suriye politikalarının istikametinde tadil etmiş bulunuyorlar. Hatırlanacağı gibi, Bush yönetiminin Suriye politikası: rejimin değil, politikaların değişimi şeklindeydi. İran açısından da bu aşamaya gelmişler. Daha gerçekçiler. Jeffrey: “İran’da rejim değil, davranış (politika) değişikliği arayışındayız” diyor.

Temel politika farklarının yanında bir de güvensizlik zemini var. Irak konusunda İran ile masaya oturmak için defalarca görüşme çabasında bulunduklarını kaydeden Jeffrey, bunun ‘’İran’ın durumu algılama şeklinden dolayı’’ gerçekleşemediğini itiraf ediyor. Kimbilir bu, İrangate skandalından sonra karşılıklı olarak kaçıncı yoklama. Nükleer konularda da İran’a, uranyum zenginleştirmeyi durdurmaları şartıyla masaya oturmayı teklif ettiklerini, ancak İran’ın cevap bile vermediğini aktaran Jeffrey, “Asıl soru şu: Eğer ABD, İran ile konuşmayı öncelik haline getirmeye karar verirse İranlılar buna cevap verecek mi, orası belli değil” diye güven eksikliğine işaret ediyor.

“Bazı rejimlerle görüşmenin imkânsız” olduğunu iddia eden Jeffrey, buna örnek olarak İkinci Dünya Savaşı sırasındaki Hitler rejimini gösteriyor ve “iki ayrı dünyada yaşıyorsunuz” tespitinde bulunuyor. “Bir ileri, bir geri” giden bazı rejimler olduğunu söyleyen Jeffrey, Orta Doğu’daki bu tip rejimlerin de “konuşmaya istekli olduğunuzu söylediğiniz zaman, bunun zayıflıktan olduğu yanılgısına kapılıp taleplerini arttırdıklarını” da dile getiriyor. Son Mohikan gibi son Neocon olan Avustralya Başbakanı Howard da aynı şekilde İran veya Suriye ile görüşmelerin faydasız olacağını öngörenler arasında bulunuyor.

***

Bununla birlikte İran’ın karşı talepleri de gerçekçi değil. Ara seçimlerin ardından Amerikan politikalarının 180 derece değişmesi gerektiğini ileri sürüyorlar. Bu durumda ortak bir nokta yakalamak imkânsız. Galiba öyle de oluyor. Blair’in teklifini değerlendiren İran Dışişleri Bakanı Menuçehr Muttaki teklifleri değerlendirdiklerini, ama bunun teklifleri kabul edecekleri anlamına gelmediğini söylemiştir. İran yönetimi Suriye yönetiminin ehven yaklaşımına nispeten daha katı bir tutum sergiliyor.

Blair veya Baker gibi aracıların dışında aslında Bush cenahında da kayda değer bir gelişme ve değişme yok. Bush da aracıların önerilerine açık olduğunu söylemekle birlikte gerçek tavrından bir adım geri atmıyor. Demokratların talebi olan ‘Irak’tan erken çekilmeye’ karşı. Bush İran’la görüşmek için nükleer hırsından vazgeçmesi gerektiğini de yinelemiştir. Bu durumda taraflar arasında orta bir yol bulma umudu tükenmiştir. Uçurum pek derin.

***

İsrail de işin tuzu biberi. Bush-Olmert tabir caizse yeniden nikâh tazeledi. “Savaş peşinde değiliz” dedikten sonra İran tehdidine dikkat çekti ve Bush da ona aynen katıldı. Yine uluslararası Ortadoğu Konferansı noktasında “istemezük” tavrını seslendirdi. Bu durumda gök kubbe altında değişen bir şey yok. Independent, Suriye lideri Beşşar Esad ve İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad’ın birer fotoğrafını yayımladığı kapağında, “İşte Orta Doğu’daki yeni dostlarımız: 2002’nin şer ekseni mensupları 2006’da barış simsarı oldu” diye yazsa da umutsuzluk üzerine siyaset devam ediyor.

Independent, “savunmacı ve umutsuzluk kokan bir konuşma” diye nitelediği Blair’in sözlerini Ortadoğu’da gücün nerede odaklandığının geç de olsa kabul edilişi biçiminde yorumladı. Blair’in açıklamalarını “mantığa meydan okuyan, çaresizlik ürünü formüller” diyerek eleştiren Daily Telegraph ise, zaten Başkan Bush’un Blair’in açıklamalarından farklı bir söylemde olduğuna vurgu yapıyor.

Az gittik uz gittik, ama yine arpa boyu yol katedemedik. Bununla birlikte er geç ABD bölgeden çekilecektir, ama bu müzakereler sonucunda değil objektif gelişmeler sonucunda olacaktır. Suriye ve İran’ın yapamadığını, kabul etmeli ki Sünni direniş yapmaktadır.

15.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004