Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

RTÜK'e tepkiler



Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nu (RTÜK) Sayıştay denetimine alan; radyo ve televizyon programının yapımcısı ile sunucusunun, ceza alınan süre içinde hiçbir ad altında başka bir program yapamamasını öngören yasa tasarısı, TBMM Anayasa Komisyonunda benimsendi.

Tabi insanın aklına ister istemez M. Ali Erbil’in pantolon indirme sahnesi geldi. Çünkü benzeri konularda birçok sabıkası bulunan sunucunun normalde “iş”siz kalması gerekiyorken, “burası Türkiye” dedirten işler oluyor... Açgözlü yapımcılar veya rakip kanallar rating makinası Erbil’i el üstünde tutmaya devam ediyor...

AKP Sakarya Milletvekili Ayhan Sefer Üstün, tasarı üzerinde görüşlerini dile getirirken televizyon yayınlarını eleştirmeden geçemedi.

Diyor ki, “2-3 ay önce bir programcı, programına katılan bir kişinin pantolonunu indirerek müstehcen görüntü oluşturmasına rağmen, başka bir programda çıkmaya başladı. Bu durum, yasanın ilgili maddesiyle engellenebilirdi” dedi.

RTÜK’ün, eleştirdiği başka yönleri bulunduğunu vurgulayan Üstün, sabah programlarının seviyesiz olduğunu, şiddet içeren programların yayınlarının sürdüğünü, eğlence programlarında sunucuların “Türkçeyi katlettiğini”, ancak bunlara duyarsız kalındığını söylüyor...

En önemli eleştirisi de Müzik kanalları üzerine... Kliplerin denetimsiz bir alan olduğunu vurguluyor Üstün... Diyor ki, “Tüm cinsel fanteziler ve olmayacak yatak sahneleri insanlara seyrettiriliyor. Kimse buna dur diyemiyor.”

Ya RTÜK?

Üstün devam ediyor:

“RTÜK görevini yapmıyor. Bu alanı otokontrolle, medya şirketlerinin patronlarına bıraktı. Ama onlar sonuçta ticari kuruluş. Onların kendi kendilerini denetlemesini bekleyip kanun hükümlerini uygulamayacaksak sıkıntıya düşeriz” diyor.

Ya şiddet dizileri?

AKP Karaman Milletvekili Mevlüt Akgün ise, televizyonlarda “Biri bizi gözetliyor, gelin-kaynana, seviyesi düşük sabah programları, pantolon indirilen şov programları, çete-mafya dizileri gibi Türk kültürünü yansıtmayan programlar” yayınlandığını ifade ederek tepkisini ifade ediyor.

Akgün, “Şiddet içeren diziler insanları etkiliyor. İnsanlar, devlet adına cinayet işliyor. RTÜK, tedbirler konusunda daha ciddî çalışmalı” diyor.

RTÜK Başkanı Zahid Akman, milletvekillerinin sorusu üzerine, programlarla ilgili ceza süresi ve kimin sorumlu olduğunun RTÜK tarafından belirlendiğini belirterek, ihlâllerde etkin rol oynadığı belirlenen kişilerin ceza süresi içinde o programda veya başka bir programda görev alamayacağını söylemiş.

Konuşmaların ardından tasarı kabul edildi. Tasarıyla, daha önce Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun denetiminde olan RTÜK, Sayıştay denetimine tabi tutuluyor. Ayrıca, cezaya yol açan fiilde sorumlulukları belirlendiği takdirde programın yapımcısı ve varsa sunucusu da ceza süresi içinde hiçbir ad altında başka bir program yapamayacak ve sunamayacak.

Bitti. İlgililere duyurulur!

GİTTİ GİDİYOR

Suikastçi Ogün Samast’ın görüntüleri her gün TV ekranlarında. Ana haber bültenlerinde. Donuk bir yüz ifadesi. Anlamsız ve soğuk.

Ekranlarda bangır bangır teorisyenlerin yorumları...

Bu haberleri her gün izleyen Nobel ödüllü Orhan Pamuk ne düşünür?

Sıranın kendisine geldiğini mi?

Nitekim gidişinin ardından “uzun süre geri gelmemek üzere” Türkiye’ye gelmeyeceği haberleri dolaşıyor şimdilerde.

Bu iddiayı ortaya atan, bir gazetenin genel yayın müdürü:

“Pamuk’un 11.20 uçağında yer ayırttığı ve Türkiye’yi terk edeceği kesindi. Tamamı teyitli bu bilgileri haber yapıp yapmamayı yardımcım Doğan Satmış’la tartıştık. Ve haber yapmama kararı aldık. Habercilik reflekslerimizle, insani duruşumuz arasında gidip geldik.

“Böyle bir haber Pamuk’un havalimanında protesto edilmesine, engellenmesine ve daha tatsız bazı olaylara neden olabilirdi.

“Pamuk’un kişilik haklarına saygı göstermenin daha öncelikli olduğuna karar verdik.

“Ve Orhan Pamuk dün gitti. Bu gidişin Türkiye imajına vereceği zararı varın siz hesaplayın.” (Fatih Altaylı, Sabah)

İmaj veya her neyse. Ama ana haber bültenlerini izleyen her insanın aklına bu kuşku ister istemez düşer.

İŞTE SOSYAL DEVLET!

Türkiye'nin nüfusu 73 milyon.

Ancak 73 milyonluk Türkiye'de tam 83 milyon kişi sosyal güvenlikten yararlanıyor.

Bu bir mucize mi, keramet mi? Nedir?

Bir de feryat ederiz:

"Nerde bu devlet!" diye.

Alın size sosyal devlet!

*

Peki bu nasıl oluyor?

Türkiye’de 45 milyon 732 kişi SSK’lı çalışan.

Aktif çalışan ise: Toplam 8 milyon 598 bin...

SSK’dan 4 milyon 493 bin kişi emekli maaşı alıyor.

Bağımlı kişi sayısı da 32 milyon 639 bin, sosyal güvenlik kurumlarına kayıtlı olanların yüzde 63.7’si SSK’lı.

Bağımlı kişilerle birlikte BağKur’un kapsadığı nüfus 16 milyon 365 bin kişi ve bu kapsamdakilerin oranı yüzde 22.7.

Ya Emekli Sandığı?

Emekli sandığına; 2 milyon 413 bin memur kayıtlı. 1 milyon 600 bin emekli. 5 milyon 363 bin de bağımlı kişi bulunuyor. Bu kuruluşun kapsamındaki nüfus da 9 milyon 382 bin kişi. Emekli Sandığı sosyal güvenlik kurumlarına kayıtlı olanların yüzde 13.07’sini barındırıyor.

Yeşil kartlı sayısı: 11.5 milyon.

Düşünebiliyor musunuz:

Kim iktidara gelirse gelsin, Sosyal güvenlik açıklarını finanse edebilmek için bütçeden 80 milyar dolarlık kaynak aktarmak zorunda...

Yani yönetim, kocaman bir "kara delik" yüzünden yatırımlardan vazgeçmek zorunda...

Neticede sosyal bir devlet, uyanık vatandaşlar yüzünden kendini toplayamıyor.

Sosyal güvenlik şemsiyesi altına girmek için “şeytanın aklına gelmez” denen türden cinlikler üreten vatandaşların başvurduğu yöntemlere şöyle bir bakalım mı?

*Baba ya da annesinin emekli maaşını alabilmek için eşinden anlaşmalı boşananlar.

*Kayınpederinin emekli maaşını alabilmek için, fiilen oğluyla ancak resmi olarak kayınpederiyle evli olan gelinler.

*Bakıma muhtaç derecede hasta, dul ve emekliye, yaşadığı sürece bakmak şartıyla anlaşmalı evlenip, karşılığında emekli maaşı alanlar.

*Emekli maaşını alabilmek için cinsiyet değiştirip pembe renkli nüfus kağıdı alanlar.

*Ölen annesinin öldüğünü haber vermeyip, elbiselerini giyip bankadan maaşını almayı sürdürenler.

*Emekli sandığından emekli birinci kocasının dul maaşını aldıktan sonra, Bağ-Kur ya da SSK’dan emekli ikinci kocasından dul maaşı bağlatarak iki kez maaş alanlar.

*Çeyiz parası alabilmek için anlaşmalı evlenip, parayı aldıktan sonra boşananlar.

*İmam nikahıyla evlenerek annesinden ve babasından maaş almayı sürdüren kadınlar

*Babası veya annesi öldüğü halde, daha önce düzenlenen vekâletname ile maaş almaya devam edenler..

*Çocuğunu dedesinin üzerine vererek, emekli maaşının çocuğuna kalmasını sağlayanlar. (ATO'nun raporu)

Beyler!

İktidar yolsuzluk yapınca, siyasî ayıp. Peki canım ülkemin vatandaşı böyle yaparsa, bu soygun değil de nedir?

KIŞLIK ZARAR

Kışlık kıyafetleri satamayan esnaf, yazlık kıyafet alımı yapamıyor.

E, kar yağmayınca "Kâr" etmiyor.

KARAGÜMRÜK

Karagümrük Yanıyor dizisi 15. bölümle apar topar bitirilmiş.

Baktılar;

Karagümrük'ün yanacağı yok.

TEMBELLİK

Ödev siteleri tembelliğe itiyormuş.

Olabilir.

Çünkü, herkesin evinde bilgisayar yok.

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

‘Mühim bir Âlim’i anarken



“Genç adam!..

Sen saracaksın, kanayan her yarayı,

Boğacaksın seni iğfal edecek yaygarayı.

Yedi kat göklere yükselmeli şimşekli sesin,

Kıpkızıl yangını söndürmeli kudsî nefesin.

Mâneviyatına, irfanına, imanına denk

Arkadaş bulmalısın çünkü temiz bir örnek.

Hem de rehber olacaksın doğacak nesle yarın,

Hakkı ilân edeceksin daha gür sesle yarın.

Sana ilk şiirimi yazdım bu mübarek gecede.”

Yazanı da okuyanı da harekete geçirmiş bu mısralar. Ali Ulvi yazarken hareketlenmiş, Atıf Ural okuyunca. Onların müşterek hareketlerinden öyle bir ‘Önsöz’ hasıl olmuş ki, millet mabeyninde yazarın eserlerinden daha çok makes bulmuş.

Zaten yazar biraz da onunla meşhur olmuş.

***

Ali Ulvi Kurucu, 1922 yılında Konya’da doğmuş.

Konya’nın, pek çok âlim, ârif ve fazıl insan yetiştiren ailelerinden birine mensup olan Ali Ulvi, dedesi Hacı Veyis Efendinin ‘Bilgi evi’ tabir ettiği hânede büyüdüğünden iyi bir eğitim görmüş.

Babası İbrahim Efendinin gayretleriyle küçük yaşta Kur’ân’ı okumayı öğrenmiş, birkaç hatim indirmiş. Ardından hafızlığa başlamış ve okulla birlikte hafızlığa da devam etmiş.

Camide babasından, amcasından ve diğer hocalardan ders alırken sık sık polis baskınlarına maruz kalmış; babası, hocaları ve bazı arkadaşları ile birlikte karakola götürülüp nezarete atılmışsa da o yılmamış. Hem ilk ve orta okulu bitirmiş, hem de hıfzını tamamlayıp hafız olmuş.

Çocuklarının okumaya meraklı, din ilimlerini öğrenmeye istidatlı olduklarını gören İbrahim Efendi, dindar insanlara reva görülen baskı ve zulüm yüzünden Türkiye’de onları istediği gibi yetiştiremeyeceğini anlayınca Arabistan’a gitmeye karar vermiş.

İbrahim Efendi 1939 yılında göç edince, Ali Ulvi de ailesi ile birlikte Mekke’ye gitmiş. Orada hac farizasını eda ettikten sonra ailesi yerleşmek maksadıyla Medine’ye giderken o Mısır’a gitmiş ve Câmiü’l-Ezher’e girerek okumaya başlamış.

Kahire’de İslâm Âleminin meşhur âlimlerinin yanı sıra Mustafa Sabri Efendi, oğlu İbrahim Sabri Efendi, Hafız İhsan Efendi gibi Osmanlı yadigârı âlimler ve hocalarla da tanışmış.

Onların tesiriyle şiire ilgi duymuş, Mehmed Akif’in yakın arkadaşı ve sırdaşı olan İhsan Efendi sayesinde Akif’i tanımış, şiirine âşina olmuş ve onun tarzında şiir denemeleri yapmış.

1953 senesinde babasının vefat etmesi üzerine Ezher’den ayrılarak ailesinin bulunduğu Medine’ye gitmiş ve Mahmudiye Kütüphânesinde müdür olarak çalışmaya başlamış.

“Bir bahçeye girdim ki baharında hazan yok,

Aşkında, zehirler gibi hicran, helecan yok...

Mesut akan ırmakların âhengine daldım,

İlhamıma gül bahçelerinden feyz aldım.”

Bu mısralarla da ifade ettiği gibi Medine’de Ravza-i Mutahharanın harekete geçirdiği Peygamberimizin (asm) sevgisi ile bambaşka bir hâlet-i ruhiye içine girmiş, hislerini şiirlerle terennüm etmeye çalışmış.

Tahassüslerine, perişan bir vaziyette bırakıp geldiği memleketi ve geleceğinden endişe ettiği Türk gençliği yön vermiş olmalı ki bitirdiği ilk şiiri ‘Türk Gençliğine’ olmuş.

Mezkûr mısralar gibi muharrik ifadelerden müteşekkil şiir Türkiye’deki bazı dergilerde yayınlandığında ilk okuyan gençlerden biri de Hukuk Fakültesi talebesi Atıf Ural’mış.

O günlerde, bazı arkadaşları ile birlikte ‘Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’nı neşretmeye çalışan Atıf Ural, kitaba önsöz yazdıracak müessir bir isim arayışı içindeyken o şiiri okuyunca aradığını bulmanın heyecanıyla harekete geçmiş.

Ona yazdığı mektupta “Sizin ilk yazdığınız şiirlerden müteessir olmuştum. Sizin istediğiniz çap ve evsafta bir genç olmak istiyordum. Şimdi Allah beni Risâle-i Nur yazan, okuyan gençlerin içine attı. Bu günlerde Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ı hazırlanıyor. Hazırlayanlardan, bunun önsözünü sizin yazmanızı rica ettim, kabul ettiler” diyerek meramını anlatmış.

Mektubu okuyunca heyecanlanan Ali Ulvi de kendisini hiç görmemesine rağmen mücadelesine hayran olduğu Said Nursî’nin hayatını anlatan kitaba önsöz yazmayı mânevî bir mazhariyet sayarak hemen hareketlenmiş.

Onu görmemenin eksikliğini, eserlerini dikkatle okuyarak telâfi edebileceğini düşünmüş ve Atıf Ural’a bir telgraf çekerek Risâle-i Nur Külliyatını göndermesini istemiş.

Onun uçakla gönderdiği kitapları alır almaz iştiyakla okumaya koyulmuş. Fakat Risâle-i Nurları, nurun kaynağında okumanın hazzına doyamadığı için bir türlü önsözü yazmaya başlayamamış.

Bir süre sonra Atıf Ural’ın, kitabın matbaada beklediğini hatırlatarak mukaddimeyi hemen göndermesini isteyen telgrafını alınca işin aciliyetini anlamış.

Bunun üzerine kütüphâneden izin alarak evine çekilmiş, Peygamber-i Zîşanın (asm) ruhaniyetine sığınmış ve “Bismillahirrahmanirrahim, vebihî nesteîn” diyerek yazmaya başlamış.

‘Büyük İkbal’e yazdığı Önsöz’e atıfta bulunarak yaptığı girişten sonra, “Her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan muazzam kitabın muhteviyatını birkaç sayfalık mukaddimeye sığdırmanın kabil olmadığını” ifade etmiş.

Daha sonra yüz otuz parçadan ibaret olan Risâle-i Nur külliyatının mükemmelliğine ve Nur Talebelerinin onu okuyup neşretmek için gösterdikleri gayretlere, fedakârlıklara temas etmiş.

Zamanı saran karanlıklara dikkat çekip insanların, ‘Peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin’ irşatlarına şiddetle ihtiyaç duyduklarını anlattıktan sonra Said Nursî’nin veraset cihetini nazmen terennüm etmiş:

“Kalbinde yanardağ gibi iman ne mukaddes,

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu, şafaklar sökecek, durma ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle,

Yıldızlara bas çık, yüce âlemlere yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el.”

Sık sık buna benzer beyitlerle süsleyip âyet, hadis mealleri ile derinleştirdiği yazıyı Risâle-i Nurlardan bazı kısa iktibaslar yaparak Bediüzzaman’ın hayatıyla mezc ettikten sonra onun bazı hususiyetlerini nazara verme ihtiyacı hissetmiş.

Bu maksatla Said Nursî’nin fedakârlığını, şefkat ve merhametini, istiğnasını, iktisatçılığını, tevazu ve mahviyetkârlığını, ilmî cephesini, fikrî cephesini, tasavvufî cephesini ve edebî cephesini kısaca izah etmiş.

Daha sonra “Risâle-i Nur külliyatı, Kur’ân-ı Kerim’in cihanşümûl bahçesinden derlenen bir gül demetidir. Binâenaleyh, onda o mübarek ve İlâhî bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır” diyerek veciz bir beyitle mukaddimeyi bitirmiş.

Kendisini uzun süre çalışmaya hazırladığı hâlde yirmi dört saat gibi kısa bir zamanda yazdığı mukaddimeyi hemen postalamış. Atıf da yazıyı alır almaz Bediüzzaman’a yollamış.

Kâmil’in okuduğu yazıyı dikkatle dinleyen Bediüzzaman, “Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi benden çok Risâle-i Nur’u övmüş. Eğer beni fazla övseydi bu mukaddimeyi kabul etmezdim. Madem Risâle-i Nur’u övmüş, onun hatırı için kabul ettim” demiş. Ardından da “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin mukaddimesidir” diye yazdırmış ve önsözün Tarihçe-i Hayat’ta o şekilde takdim edilmesini istemiş.

O günlerde ‘Risâlelerde anlatılan kerâmetlere’ benzettiği bir rüyada, Bediüzzaman’ı gören Ali Ulvi, onun sözlerini ve hareketlerini yazısının makbuliyetinin beşareti saymış.

Fakat onu en çok sevindiren şey, Said Nursî’nin kendisini ‘Mühim bir âlim’ diye tavsif etmesi olmuş. Bu sıfatı korumanın yolunun, Risâle-i Nur’u okuyup tanıtmaktan geçtiğini düşünerek her gün Risâle okumayı ihtiyat edinmiş.

Kütüphânede ve evinde yaptığı şahsî okumalarının yanı sıra, haftanın muayyen bir gününde ve müsait vakitlerde evinde umuma açık Nur dersleri de yapmaya başlamış.

İlk zamanlar, sadece Medine-i Münevvere’de mukim Türklerin ve orada okuyan talebelerin iştirak ettiği bu derslere, arada bir Araplar da gelip gitmişler ama o gelenlerin milliyetlerine, sayılarına, sıfatlarına bakmadan derslere devam etmiş.

Bilhassa Tarihçe-i Hayat neşredildikten sonra, Türkiye’den gelen hacılar fırsat buldukça kendisini ziyaret edip derslere katılmaya başladıklarından kendisini Medine-i Münevvere’de Nur hizmetini temsil etmekle muvazzaf addetmiş.

Bu vazifeyi hakkıyla ifa etmek için ziyaretine gelenleri en güzel şekilde ağırlamış, kendisine müracaat eden kafilelere mihmandarlık etmiş, işi olanların işlerini görmüş, dara düşenlerin imdadına koşmuş.

Ali Ulvi, bu sahabe hasletini ve ensar hassasiyetini yalnız yanına gelen Nur Talebelerine değil bütün Müslümanlara da gösterdiği için zamanla Türkiye’yi temsil eder hâle gelmiş.

Bilhassa Türkiye’den ve Avrupa’dan gelen hacılarla tesis edilen uhuvvet bağları sadece oraya münhasır kalmamış. Yazları tatil için gittiğinde o da onları ziyaret etmiş ve bu vesile ile Nur cemaatinin yanı sıra diğer İslâmî camialarla kaynaşmış.

Bu uhrevî kaynaşma zamanla öyle nuranî bir hâl almış ki Ali Ulvi’yi tanıyan, mütebessim simasını görüp munis sesini duyan her mü’min, behemehal iki şeyi hatırlar olmuş.

Medine-i Münevvere’yi ve Risâle-i Nur’u.

***

Bu nuranî ahvâl, tam yarım asır devam etmiş.

3 Şubat 2002 tarihinde, seksen yaşında iken Medine-i Münevvere’de, hâne-i saadetinden Cennet-i Bakiye’ye nakl-i mekân ettiğinde, geride Arapça’dan yaptığı bazı tercümelerin dışında iki de te’lif eser bırakmış.

‘Gümüş Tül ve Alevler’ adlı kitapta toplanan şiirlerinin de, haftalık yazılarından derlenen ve ‘Gecelerin Gündüzü’ adı verilen kitabının da istifadeye medar olduğu muhakkak.

Fakat o, en çok ‘Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’na yazdığı önsözle ve ‘Gönüller Fatihi Büyük Üstada’ adlı manzumesiyle iştihar etmiş, hâlâ da onlarla müştehir.

Onlar okunup ezberlendikçe, o da duâlarla anılıyor.

Tıpkı onun Üstadını kudsî heyecanlarla yad ettiği gibi:

Nuriyle bütün gönülleri fetheyleyen Üstad!

Gönlüm seni kudsî heyecanlarla eder yâd...

Milyonların imanını kurtardı cihadın,

Par par yanar imanlı gönüllerde yâdın.

Ey başlara cennetlerin ufkundan inen taç

Âlem senin irfanına, irşadına muhtaç.

Bu ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nûr,

Nûrun olacaktır, bütün insanlığa düstur.

...........

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Lâle Oraloğlu



Hayata 83 yaşında veda eden Lâle Oraloğlu’nu 1978’de tanıdım… Ardında başka olayların olduğu tutuklanma ve Sağmalcılar günlerinden sonra dimdik ayakta durarak yerleşik bir tiyatro grubu oluşturmuştu Oraloğlu… Bizler de tiyatroyla biraz daha sıkı ilgileniyorduk o günlerde… Birkaç yıl önce “Edep Sahnesi” adıyla kurduğumuz grupla 1974’de bir oyun sahnelemiştik… Bizlere yol göstermesi, yardımcı olması için de Nejat Uygur Ustayı zaman zaman ziyaret etmiştik bir grup arkadaşla… Nejat Ustanın bir süre bizlere yol göstermesini, özellikle bana okumam gereken eserler noktasında verdiği öğütleri unutmam mümkün değil…

Sonra bizim grup dağıldı… 1977’de daha farklı bir yapılanmayla yeni bir grubumuz oluştu. Provalar yapıyorduk ama daha farklı kitlelere ulaşmak için sabit bir salonda sahnelemeyi düşünerek salon arayışına girmiştik ki kulağımıza bir bilgi geldi. Lâle Oraloğlu salonunu ortak kullanabileceği birilerini arıyordu. Gruptan 3-4 arkadaş bilet alıp “Beşik Kertmesi” isimli oyunda Lâle Oraloğlu’nu izledikten sonra kuliste kendilerini ziyaret etmek istediğimizi söyledik.

Lâle Hanım bizi kulisinde kabul etti bir süre tiyatroda ne yapmak istediğimizden, kendi oyununu nasıl bulduğumuza kadar çeşitli sorular yöneltti bana. Anlattım dilimin döndüğünce… Sonra Lâle Hanım, izlediğimiz oyundaki baş rollerden birini oynayacak arkadaşın askere gideceğini, o rolün altından kalkıp kalkamayacağımı sordu… Az önce izlediğimiz oyundaki 3 başrolden birini teklif ediyordu Lâle Oraloğlu gibi bir usta… Gururlanmıştım elbette… Ama “olmaz!” dedim.

Sonra arkadaşlarımızdan İhsan’ı teklif ettik… İhsan bir süre o oyunda oynadı da… Ama Lâle Hanımın beni bırakmaya niyeti yoktu. Bir gün İhsan aracılığıyla gündüz çay içmeye dâvet etti beni… Tiyatroya gittim ve idare odasında geniş bir sohbette daha bulunduk. Lâle Hanım; “ Bu oyunda oynamayı kabul etmedin ama hazırlamakta olduğum oyunda oynamaya itiraz edecek gerekçen olmayacak. Yeni oyunumda seninle birlikte olacağız.” deyiverdi… Oyunun adını sorduğumda; “Vatan Yahut Silistre” müjdesini aldım. Hemen “Abdullah Çavuş” rolünü kimin oynayacağını sordum ve ekledim; “Biz 3 yıl kadar önce Nejat Uygur Ustayla da görüşmüştük… Kendisi bize ‘Vatan Yahut Silistre’yi oynamamızı teklif etmişti. Hatta ‘Abdullah Çavuş’ rolünü bizimle birlikte oynamaya da söz verdi. ‘Vatan yahut Silistre’yi oynamadan ölürsem gözüm açık gider’ de dedi.” deyiverdim. Lâle Hanım bunun üzerine, Nejat Uygur gibi bir ustayla birlikte oynamanın onurundan gururundan bahsetti ve ekonomik olarak bunun mümkün olamayacağını anlattı.

“Vatan Yahut Silistre”de bana “Rüstem Bey” rolünü uygun görmüştü Lâle Hanım. Kendisi de “Zekiye”yi canlandıracaktı. “Rüstem Bey” olarak provalara başladım. Tiyatro konusunda ne kadar cahil olduğumu her provada bir kere daha anlıyordum. Ancak “Miralay Sıtkı Bey” rolü için adı geçen ünlü bir oyuncu vardı ve bir türlü provalara gelmiyordu. Bir gün prova sonrası odasında ikimiz çaylarımızı içerken Lâle Hanım; “Bak Abdurrahman kardeşim… ‘Miralay Sıtkı Bey’i senin oynamanı istiyorum. Kendine güveniyor musun?” diye sordu. Ben de; “Siz bana güveniyorsanız mesele yok… Sizi mahcup etmemeye gayret ederim!” dedim. Ertesi günkü provalardan itibaren “Miralay Sıtkı Bey” bendim artık.

Lâle Oraloğlu gibi bir ustanın bu güveni ve öylesine sevdiğim bir oyundaki en önemli rollerden birini canlandıracak olmak beni ziyadesiyle sevindiriyordu elbette… Provalar 2.5 ay kadar sürmüştü ki o oyunu çekeceğini söyleyen TRT’den alınan olumsuz bir cevapla oyunun sahnelenmesi ertelendi. Ben de ayrılmak zorunda kaldım. Bir süre sonra oyun yenilenen kadroyla TRT’ye çekildi ama benim Lâle Oraloğlu Ustayla olan sahne eğitimim o kadarla kaldı.

Türk tiyatrosunun hemen her dalına adını başarıyla yazdırmış olan Lâle Oraloğlu gibi bir ustayla 2.5 ay gibi bir süre içinde de olsa aynı sahneyi solumanın zenginliği benim için başlı başına bir ayrıcalık olarak kaldı elbette bugüne kadar.

“Rüstem Bey” olduğum günlerdeki provalar esnasında yaşadığımız bir sahneyi ise hâlâ unutamam… Kuşatılmış kaleden askerlere komuta ediyordum ve; “haydin aslanlarım, haydin şahbazlarım!” diye becerebildiğimce gürlüyordum. Lâle Hanımın gösterdiği biçimde de arada bir el bombaları atıyordum… Ardımdan da askerlerin aynını yapması gerekiyordu elbette… Ben kendimi kaptırmış giderken Lâle Hanım; “Olmuyooor… Olmuyooooor!” diye bağırdı. Hepimiz durduk. Beni sahnenin bir kenarına yolladı ve askerleri canlandıran gençlerin karşısına dikilip ; “ Gözünüzün önüne düşman getirsenize. Yarın ihtiyaç olsa sizler düşmana böyle mi bomba atacaksınız? Biraz ruhunuzu koyun… O günleri düşünün…” gibi sözlerle çıkışmıştı.

Prova sonrasında da bir ara genç nesilde millî ruhun kaybolmakta oluşundan dert yandıydı.

Aradan yıllar yıllar geçti… Bir fırsat oluşturup da Lâle hanımla görüşemedim yıllarca… Ta ki 3 sene önce bir toplantıda karşılaşana kadar… Yanına gittim… Elini öpüp kendimi hatırlattığımda şöyle bir yüzüme baktı ve; “Hayırsız seni… Bunca senedir nerelerdesin?” diye sitem etti haklı olarak… Yanımda bulunan arkadaşlarım hayret ettiler, aradan geçen 26 yıl sonrasında beni nasıl tanıdığına…

O görüşme meğer son görüşmemizmiş!

Teşvikiye’deki cenaze namazına gittiğimde Nejat Uygur usta da iki oğluyla beraber oradaydı. Yanına gittim… 1974’ü hatırlattım… Sözü “Vatan Yahut Silistre”ye getirdim… Durdu… Lâle hanımın yaşını sordu… “83” denildiğinde, “ben de 81 oldum!” dedi… Oğlu Süheyl atıldı ve; “baba, sen daha 79’sun!” dedi… Sonunda “80”de karar kılındı… Nejat Uygur ustanın yüzüne bir hüzün çökmüştü ki el birliğiyle konu değiştirdik… Az sonra da ezanlar okundu… Tabutu başında saflar tutuldu... Cenaze namazı kılındı… Hoca efendi sordu; “Lâle Hanımefendiyi nasıl bilirsiniz?” diye “İyi birisi” olduğuna şahadet ettik… Ardından haklarımızı da helâl ettik elbette!

Belki birçoğumuz için sadece “Candan Öte” dizisindeki yaşlı bir oyuncuydu Lâle Oraloğlu.

Ruhu şâd olsun.

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Daha iyiye, daha güzele



Bektaşiye sormuşlar: “Niçin namaz kılmıyorsun?” diye. “İstek yok” demiş.

Doğru. Her şey istekle, arzuyla oluyor. Adamın içinden gelmiyorsa en leziz yemeği bile yemez.

Sabah namazına kalkmakta zorlanan çocuğun birisi babasına, “Babacığım, bir horoz alsan da beni sabah namazına uyarsa” demiş. Babasının verdiği cevap çok ibretli: “Yavrucuğum, horoz senin içinde olmalı. İçinde olmadıktan sonra dışardan öten horozun ne önemi var!”

İnsan kendini sabah namazına kaldırmaya kurmuyorsa, saatin çalmasının da faydası olmaz. Saat çaldığında kapatır, yine uyumaya devam eder. Ama insan kendini namaza kurmuşsa gece yarısı teheccüde de kalkar, sabah namazına da kalkar. Beş-on kuruş para kazanma uğruna gün doğmadan işe koşan insanların sabah namazına ilgisiz kalmalarının asıl sebebi de bu değil midir? İnsan önem ve değer verdiği işin peşine düşer.

Namazda kişinin kendini Allah’a vermesindeki sırda da aynı gerçek gizlidir. Namaza konsantre olan insan namazdayken dünyayla ilgili bütün bağlarını koparır. Allah’ın huzurunda olduğunu hissettiği anda Besmele çekince şeytanın kaçtığı gibi bütün vesvese ve vehim sisleri birdenbire dağılıverir.

Adamın biri İmam-ı Azam’a gelip, “Ey imam!” demiş. “Namazda hep develerim aklıma geliyor. Bir türlü ibadetin zevkine varamıyorum. Siz daha fazlasına sahip olduğunuz halde bunu nasıl başarıyorsunuz?” diye sormuş. Demiş ki o büyük imam: “Ben namazdayken develerimi ahıra bağlarım, kalbime değil.”

Allah’ın huzuruna çıktığımız halde hâlâ o huzurda dünya kalbimize bağlı ise bunun Allah’a karşı büyük bir saygısızlık olduğu açık değil mi? Herşey kudret elinde olan Allah’ın huzurunda Ondan başka şeyleri düşünmek elbet büyük bir saygısızlıktır.

İnsan daima gelişme, ilerleme, olgunlaşma gayreti içindeyse bunun yollarını bulacak, sebeplerine sarılacak ve sonuçta hedefine ulaşacaktır.

Ama insan kendini yeterli görüyorsa nasıl gelişecek?

O halde her şeyin tekâmül ettiği bir kâinatta insan tekâmül basamaklarında ilerlemeyi; hergün bir açığını, bir eksiğini gidermeyi, bir mükemmeli yakalamayı kendine gaye edinmelidir.

Hedefte insan-ı kâmil olma olunca insanın ulaşamayacağı hangi hedef olabilir?

Büyükler bulundukları makamlara gayretleriyle ulaştılar.

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Manevî bağları güçlendirmeli



Hâlen oturmakta olduğum evime, yaklaşık on beş-on altı yıl önce yeni taşınmıştım. Yaklaşan kışa hazırlık için, yakacak odun kömür almak üzere yakınımdaki bir kömür ardiyesine uğradım.

Ardiye sahibi, köylü kıyafetli, fakat ağzı iyi laf yapan, biraz da özentiyle aslında saf bir köylü olduğu halde şehirli olabilme görüntüsü vermeye çalışan bir adamdı.

Tanışma esnasında, adam hakkındaki düşüncelerimin tam da doğru olduğunu anladım. Önce ben kendimi tanıttıktan sonra, özellikle doğduğum ilçenin adını söyler söylemez, adam hemen söze girdi. Aynı ilçenin ....... köyünden olduğunu, dolayısıyla hemşehri olduğumuzu söyledikten sonra, kendisini oldukça soylu “ağa” diye tabir etti. Zengin ve köyün meşhur bir ailesinin mensubu olduğunu ve o çevrede çok tanınmış anlı-şanlı bir adam olduğunu söyledi. Onun bu söylediklerini pek inandırıcı bulmasam da, o an inanıyor gibi görünerek onu nezaketen de olsa dinledim ve fiyatlardaki bir anlaşmazlıktan dolayı yakacağı alamadan oradan ayrıldım.

Meğer bu hemşehrimle olan dostluğum buraya kadar imiş... Bana olan yakın ilgi ve alâkası, döktüğü o kadar medih ve övgü dolu diller, alış verişe yönelik beni celbetme çabalarıymış...

Ondan sonraki karşılaşmalarımızda adam beni görünce görmezlikten geliyor, yön değiştiriyordu. Selâmı, konuşmayı kestiği gibi, konuşmalarıma cevap bile vermiyor, verdiğim selâmları dahi artık almıyordu. Hatta yine bir defa verdiğim selâmı almayınca; yanına usulca yaklaşarak, şaka ile karışık olarak, “Komşu, aramızdan kara kediler mi geçti? Köyde ağa olduğunu, sözü dinlenir bir adam olduğunu söyledin. Böyle olan insanlar, hoşgörülü olurlar, insanların kusurları varsa affederler. Verdiğim selâmı dahi almıyorsun. Ne oldu böyle sana?” deyince adam oldukça seri bir şekilde “Öyle icab ediyor... Ben öyle her selâmı almam” diyerek kesip attı. İstemeyerek de olsa hem hemşehrim, hem komşum, daha da önemlisi dindaşım olan bu adamla, samimiyetin ötesinde en azından normal insanlık münasebetlerimizi sürdürmek için bazı girişimlerde bulundum, selâm verdim. Ama nafile... Ve hiç de haklı bir sebebi olmayan bahanelerle adam on beş yıldır benimle konuşmuyor.

Hayatın acı ve üzüntü verici gerçekleri... Ehl-i din adına üzülmemek mümkün değil böylesi durumlara... Adamın görünürde aklı başında görünüyor. Namazında niyazında bir ehl-i din. Hiçbir kırıcı, rencide edici söz veya davranış olmadan, beklediği bir alış veriş olmadı diye on beş yıl, belki de ölünceye kadar dargın durmayı tercih etmek... Sağlam ve sağlıklı bir halet-i ruhiyesi olmasa gerek bu gibi insanların... İnsanlardaki enaniyet, gurur hastalıklarına bir de gabavet ve cehalet eklenince, bu gibi hiçbir haklı izahı olmayan hâl ve davranışlar vuku buluyor maalesef.

Bu gibi durumların istisna olduğunu, belki birer uç durum olduğunu biliyor ve bundan tesellî buluyorum. Lâkin bizzat içinde bulunduğum bu olay kadar olmasa da insanların çok sudan bahanelerle karşılıklı dargınlıklara, kırgınlıklara, küskünlüklere girdikleri de acı bir gerçektir maalesef.

Dini bir, kitabı bir, kıblesi bir, inancı bir olan mü’minlerin, sebebi ne olursa olsun, önemli manevî bağları zaafa uğratacak kırgınlıklardan, dargınlıklardan uzak durmaları gerekir. Bizi birbirimize çok kuvvetli bir şekilde bağlayan bu manevî bağların daha da kuvvetlenerek devam etmesi için, sıcak ve samîmî hâl ve davranış içinde bulunmamız gerekir.

Bu meyanda Bediüzzaman da mü’minler arasında kırgınlıklara, küskünlüklere kapı aralayan sebepleri “çakıl taşları”na benzetiyor; mü’minleri birbirine bağlayan manevî bağların da hakikat-i halde kocaman küreleri, gezegenleri dahi birbirine bağlayacak güçte, kopmaz zincirler hükmünde olduğunu beyan ediyor.

Bütün ehl-i dinin bu sese kulak vermesi aklın yolu olsa gerek.

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İhlâs ve uhuvvet üzerine



Mahmut Bey: “İhlâsı ve uhuvveti sürekli kılmak için neler yapmalıyız? İhlâs ile uhuvvet arasındaki farkı açıklayabilir misiniz?”

İhlâs uhuvveti, uhuvvet de ihlâsı perçinler. Özdeki samimiyet, uhuvvete yansır. Müslümanın yek diğerine Allah rızası için bağlılığı, sevgisi ve güveni de, ihlâsında îzahını bulur.

Dinde ihlâs, Kur’ân’a dayalı bir mefhumdur. Kur’ân’ın; “Muhakkak Biz sana kitabı hak ile indirdik. Dîni Allah’a tahsis ederek, ihlâs ile sadece Allah’a ibâdet et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır!”1 veya “De ki: ‘Dîni yalnız Allah’a tahsis ederek, sadece O’na ihlâsla ibâdet etmekle emr olundum. Ve Müslüman’ların ilki olmakla emr olundum”2 ya da, “De ki: Dînimin yalnız Allah’a ait olduğunu bilerek, yalnız O’na ihlâsla ibâdet ederim”3 yahut “Oysa onlar, doğruya yönelerek, dîni yalnız Allah’a has kılarak, ihlâs içinde yalnız Allah’a ibâdet etmekle, namaz kılmakla ve zekât vermekle emr olundular”4 âyet-i kerimelerinde “ihlâs” çok net biçimde işlenmekte ve Müslümanlardan istenmektedir.

Peygamber Efendimizin (asm), “Bilenlerin dışında insanlar helâk olur. Bildiklerini yaşayanların dışında bilenler helâk olur. Bildiklerini ihlâsla yaşayanların dışında, amel sahipleri helâk olur. İhlâslı olanlar da büyük bir tehlike üzerindedirler”5 hadis-i şerifi, dem ve damarlarımıza işlemekte, kulaklarımızı çınlatmakta, kalbimizi titretmektedir.

Görülüyor ki, yüce dînimiz “ihlâsı” bütün amellerimizin ve davranışlarımızın zirvesine yerleştirmektedir. Bu durumda, hadisteki kurtuluş sırasına göre, zirveden aşağıya doğru amellerimizi bir sıraya koymak istersek; karşımızda bir zorunlu gereklilik olarak: Önce ihlâsı, sonra ameli, sonra da bilgiyi görürüz.

Bu sıralama, hiç şüphesiz bilgiye ve amele reddiye değil; “ihlâsa” verilen önem ve önceliktir.

İhlâsı içtenlik, samimiyet ve özgünlük kavramlarıyla eşleştirdiğimizde, vahiy dîninin ihlâsı neden ön plâna aldığı daha iyi anlaşılmış olacaktır. İhlâs ve içtenlikten sonra “amel”in gelişinin mânâsı şudur: Amel hata kaldırır; ama içtenlik ve ihlâs asla! Yani ameldeki hatalar—bilhassa kişinin ıttılaı ve bilgisi dışında olursa—muafiyete tâbidir. Burada dinin “kolaylık, rahmet ve mağfiret” yönü hemen devreye girer ve ağırlığını koyar. Ancak içtenlik ve özde hatâ vâki olursa, yani ihlâsta zaafiyet bulunursa, yani—söz meclisten dışarı—amelin “niçininde” biraz riyâ, gösteriş ve Allah’tan başkasına da temâyül söz konusu olursa,—maazallah—amelin “hepsini” iptale götürecek bir fesâdın da kapısı aralanmış olur.

O halde, temel programımız: Önce sırf Allah’ın rızasını tahsil etme “kast ve niyetini” taşımak. Sonra “gücün yettiği kadar” amel yapmak. Sonra bilmediklerini “öğrenmek” olmalıdır.

Bu sıralamayı uhuvvet için de düşünmek mümkündür. Mü’minleri “kardeş” îlân eden6 Kur’ân’ın, kardeşler arası hak ve hukûka ne derece ehemmiyet verdiği açıktır. Kur’ân’a göre, kardeşler arası ilişkilerin başına yine, sırf Allah’ın rızasını tahsil gayreti, niyeti ve kastı yerleştirilmelidir. Allah için sevmek ve Allah için buğz etmek, ihlâsın uhuvvete yansımış hâlinden başka bir şey değildir.

Keza Kur’ân, takvayı beşerî ilişkilere dayalı olarak da izah eder. Yani mü’min kardeşinin olumsuz davranışlarına karşı öfkeyi yutmak ve kusurlarını affetmek Kur’ân nazarında “takva”dan ibarettir.

İhlâs ve uhuvvetin dîn için, dünya için, âhiret için ve hizmet için vazgeçilmez önemine binâen; Üstad Bedîüzzaman Hazretleri her iki mefhuma da ayrı ayrı risâleler tahsis etmiş ve önemle işlemiştir.7

İhlâs ve uhuvvete tam muvaffak olmak için birbirimize duâ etmekten başka çaremiz var mı?

Dipnotlar: 1- Zümer Sûresi, 39/2,3 2- Zümer Sûresi, 39/11,12 3- Zümer Sûresi, 39/14 4- Beyyine Sûresi, 98/5 5- Keşfü’l-Hafâ, 2/312 6- Hucurât Sûresi, 49/10 7- Lem’alar, s.152–172; Mektûbât, s. 253–261

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Karanlığı sorgulamak…



Televizyonun yaygınlaşmadığı 1970’li yıllarda çocukluğumuzun kahramanlarındandı Sezercik… Uyuşturucu, polisle silahlı çatışma derken, geçtiğimiz günlerde “Sezercik bu hale nasıl geldi?” başlıklı haberler sıkça yer aldı basında…

Aynı günlerde, bu tabloyu sorgulayan gözü yaşlı, kalbi yaralı biri daha vardı.. Katledilen Ermeni gazeteci Hrant Dink’in, inançlı bir insan olduğu her halinden anlaşılan eşi Rachel Dink… Eşine veda konuşmasında “Bir bebekten bir katil ortaya çıkartan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” diyordu titreyen sesiyle.

Suçluların anneleriyse şaşkındı. Çakır gözlerinden sarışın çilli yüzüne dökülen gözyaşlarını oyalı yazmasıyla silen Karadenizli anne, tüm safiyetiyle ağlayarak konuşuyordu mikrofonlara: “Oğlum öyle şeyler yapacak biri deyil. Onlari tanimazuk, etmezuk…”

“Çocuklar bu hale nasıl geldi?” sorusunun cevabı Rachel Dink’in konuşmasında saklı.

Biraz da sözlü tarih konuşsun…

Ailelerde nesilden nesile aktarılan sözlü tarihin, resmî tarihten çok daha gerçekçi ve samîmî olduğunu düşünürüm nedense… Dedelerin ve ninelerin hayat hikâyelerini dinlemek en cazip filmden bile daha çekicidir her zaman… Bilmem bu fikre katılır mısınız?

Dinlediğiniz her bir hikâye, sorduğunuz her bir soru aile ağacınızın köklerine, belki ülke tarihine ait bir keşfe götürür sizi. Yaşınız ilerledikçe bakarsınız ki, tatlı sohbetlerini dinlediğiniz kişiler teker teker gidiyor sonsuzluk âlemine. Ve siz anlatıyorsunuz onlardan duyduklarınızı küçüklerinize…

Rahmetli babamın aktardığı aile öykülerinden bir tanesi de memleketimiz olan Eğin’deki Ermenilerle ilgiliydi. Daha çok sanat ve ticaretle uğraşan Ermenilerle komşuluk ilişkileri Birinci Cihan Harbi yıllarında bozulmuştu. Savaş kargaşası, bozgun, tehcir olayları yaşanırken hem Müslümanların, hem Ermenilerin birbirlerine zarar verdikleri dönemler oluyordu. Ne İsa’yı, ne Musa’yı tanıyan ve ortamı fırsat bilen çeteler de ayrı bir problemdi…

İşte o kara günlerde, İstanbul medreselerinden mezun hocalar, Müslüman halkı devamlı ikazlarıyla yönlendiriyorlardı: “Ermenilerin kadınlarına, çocuklarına, acizlerine dokunmayacaksınız. Kat’iyyen caiz değildir…”

Ah, o Fırat Nehri, dili olsa da konuşsa! Anlatsa bir bir yaşananları…

6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da özellikle Ermeni ve Rumlara karşı yapılan yağma olaylarında dedemin, babaannemin hassasiyetinde Birinci Cihan Harbinde Eğin’de yaşananların büyük payı vardı… Dedem 6-7 Eylül’de kendilerine sığınan Rum-Ermeni komşularını “Beni çiğnerseniz alabilirsiniz…” diyerek yağmacılara teslim etmemişti… Yaşananlar inancına tersti çünkü.

İnsanın inandıklarını hayatına aksettirme çabası, aynı zamanda kendine duyduğu saygının bir göstergesi değil mi?

İmtihan dünyası işte…

Eksilerimiz, artılarımız…

Lavaboda ellerimizi yıkarken, arkadaşım takıntılarından bahsediyor …

Yemekten önce, yemekten sonra, otobüsten inip eve geldiğinde ellerini devamlı yıkadığını ve bu alışkanlığı anne babasına borçlu olduğunu söylüyor. “Ellerimin derileri artık isyanlarda” diyor gülerek. “Düzenlilik takıntım da var üstelik. Çalışıp bitirdiğim tüm dosyalarımı masamın üstünden kaldırırım. Başkalarının da düzenli olmasını beklerim. Bu halimden zaman zaman kendim de rahatsız oluyorum, iletişimimi engelliyor” diyor… Gülümseyerek dinliyorum. Aşırıya kaçmadığı müddetçe elleri sıkça yıkamanın sıhhî bir alışkanlık olduğunu, hele ortak kullanım alanlarından istifade ediyorsak bilhassa dikkat etmemiz gerektiğini belirtiyorum… “Ben de dağınıklığın içinde kendine göre bir düzeni olanlardanım” diyorum gülerek… “Sende Rabbimizin Münazzım ve Kuddüs isimleri azamî derecede tecellî etmiş demek ki, ne güzel! Allah bana da nasip etsin” diye de ekliyorum…

“Yok canım ben o kadar değerli, kutsal değilim ki. Hiç böyle düşünmemiştim” diyor telâşla çıkarken...

Arkasından bakarken, söylediklerini düşünüyorum. Tüm kâinatın merkezinde yer alan insan, kendisinin ne kadar değerli olduğunun farkında mı?

Şeyh Galip’in asırlar öncesinden kulaklarıma fısıldadığı dizeleri hatırlıyorum:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen Merdüm-i dide-i ekvan olan âdemsin sen…”

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Hizmetlerde resmiyet ve gönüllülük



Bediüzzaman, 1935 yılında “Eskişehir Mahkemesi müdafaatından bir kısmı” metninin devamında “iki tetimme” daha kaleme alır.

Müdafaatın ikinci tetimmesinde, “Eğer denilse” diye başlayan bir iddia ve ithama verdiği cevap vardır.

İddia şu: “Sen vazifesizsin, milletin hürmetini kabul edip vazifedarlar gibi dini ders veremezsin. Hem, dini ders verecek resmî bir daire var; onun müsaadesi lâzımdır.”

Verilen cevabın ilk cümleleri ise şöyle:

“Elcevap: Evvelâ, benim matbaam ve kâtiplerim yoktur ki vazife-i neşri yapsınlar. Bizimki hususidir. Hususî işlere, hususan imanî ve vicdanî olsa, hürriyet-i vicdan düsturu, onun serbestiyetini temin eder” diyerek iddiaya karşı hukukî ve insanî perspektifte bir yaklaşım getirir.

İddiadan cevaplara doğru isterseniz bir silsile halinde devam edelim:

“Sen vazifesizsin” ithamı ile hakikati araştırma, anlama ve anlatma hakkını görevlilere, muhtemelen “kamu görevlileri” ile tecrit etmek ve dinî konuları resmîleştirmek mantığının bir tezahürü karşımıza çıkmaktadır.

Devamında “Milletin hürmetini kabul edip vazifedarlar gibi dinî ders veremezsin” yaklaşımı, zihnî çarpıklığı fazlasıyla gözler önüne sermektedir.

İsterseniz, burayı biraz açalım: Hürmet edilen biri var. Demek ki, millet hürmete lâyık görmüş. Üstelik hiçbir ücret ve zorlama olmadan hürmet etme, tercihe bağlıdır. Bireyin iç isteğiyle oluşan tamamen hasbî ve gayr-i resmî bir haldir.

Ancak gel gör ki, hürmet edilmemesini sağlamaya çalışan bu anlayışa göre, hürmetin kabul edilmesi, isteğinizin dışında bile teveccüh olsa kabul edilmemeli.

Neden mi? Çünkü “vazifedarlar gibi” oluyorsun.

Öyle ya! Dinin doğrularını anlatmak sadece “vazifedarlara” mahsus kalacak. Başkası “vazifesiz” kabul edilecek. Buna rağmen millet hata (!) yapıp, “vazifesiz”lere hürmet ederse, “vazifesiz” görülen, yani maaş almayan gönüllüler bunu zinhar reddedecek. Aksi halde “vazifedarlar gibi” oluyorlar.

Ay tutulmasından beter bir zihin tutulması.

İthamın sonraki cümlesi, bu hizmetlerin adresini veriyor. “Dinî ders verecek resmî bir daire var; onun müsaadesi lâzımdır.”

Bu mantığa göre, resmî saatler dışında insanlar dinini öğrenemeyecek. Ayrıca resmî görevli değilseniz, dini anlatamazsınız.

İyi niyetle yorumlarsak; acaba dini daha organizeli ve düzenli anlatmak için kamu desteğini verecek şekilde âlimlerin tebliğini kolaylaştırarak aslına sadık kalıp dinin takdimine önem veren bir hassasiyet mi?

Yoksa, dini “resmî daire” sınırlarına hapsedip, “vazifedarlar” üzerinden tanzim etmek ve cârî zihniyetin kontrolü altında tutmak mı amaçlanıyor?

Yakın tarihi tahlile tabi tuttuğumuzda, ikinci şıkkın tatbikatını görmekteyiz.

Bediüzzaman’ın “Evvelâ” diye başlayan birinci bölümün cevabı da enteresan;

Görevliler gibi imkânının olmadığını “Matbaam ve kâtiplerim yoktur ki...” ifadesiyle vurguluyor. Yani kurum şeklinde ve resmiyete tekabül edecek bir tarz ve çalışmanın içinde olmadığını belirtmeye çalışıyor. Anladığım kadarıyla, dinî hayatını ve hizmetini bir rekabet ortamı şeklinde karşı hareket olarak görmediğini ve böylesine bir imkâna da sahip olmadığını ortaya koyuyor.

Buradan anlaşılıyor ki, dinî hayatı teşvik edici hizmetlerin resmî tutulmasını ve kontrollü kalmasını isteyen bir irade var. Buna mukabil gönüllü ve tamamen toplum destekli sivil faaliyetleri ise kendine bir engel ve rakip görmektedir.

Aradan geçen 72 yıl sonra benzer hevesler olsa, köprünün altında çok sular aktığı ve gönüllü teşekküllerin hizmet kalitesinin daha da arttığı bir vakıadır. Zamanla birbirini kabullenen müzakere zeminleri de olacaktır inşallah.

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Sokak dili ahlâklanmalı



Bundan yaklaşık iki hafta önceydi. Star gazetesinde dil ve kültür hayatımızla ilgili faydalı bir projenin haberini okumuştum (19.01.07). Buna göre, Erzurum’da AB desteğinde “Sokakta Çalışan İlköğretim Öğrencilerinin Rehabilitasyonu” projesi çerçevesinde 180 çocuk diksiyon dersi alıyormuş. Haftada dört saatten ibaret olan ve Türkçe öğretmenleri tarafından verilen kursta böylece “lan-lun” yerine “Bakar mısın”; “Hıyar” yerine, “Arkadaşım” diye hitap etmeye başladıkları gözlenmiş.

Bu haberi okuduktan sonra, sokak dilindeki kirliliğe “Sokak Edebiyatı” yazı dizisiyle daha önce değinmiş olan ben, böylesi bir projenin ortaya konup faaliyete geçirilmesinden memnun kalmıştım. Ancak geçenlerde sokak ortasında insanın tahammülünü zorlayacak ifadelerle sohbet eden gençleri görünce ve evime gidip de notlarım arasına aldığım bu habere tekrar bakınca, bir düşünce aldı beni. O zaman hiç de düşünmediğim bazı eksikliklerin var olduğunu gördüm. Ne bileyim, söz konusu haberde sapla samanın biraz karıştırıldığı izlenimi uyanmıştı bende. Meselâ bu kurs Türkçe öğretmenleri tarafından veriliyorsa, ilköğretimde haftada beş saat Türkçe dersi alan bu çocukların dili kullanma bilinci neden gelişmemiş de “lan”lı “lun”lu yahut “hıyar” gibi kelimeler veya cümleler dillerine pelesenk olmuş? Öğrencilerin dil bilincinin yeterince gelişmemesinde bir nev'î Türkçe öğretmenlerinin bir kabahati var mıdır?

Aman! Mayınlı araziye mi giriyorum? Türkçe öğretmenlerinin kızdığını, hafiften homurdandığını hisseder gibiyim. Ama şöyle düşünelim: Bir öğrenci eğer kitapların dünyasını kendine dost görmemişse, kitapları sadece ders kitabından ibaret bir şey gibi algılıyorsa, bunları değiştirecek kimlerdir? Bununla birlikte, meselâ her insanın duygu yönünden bir bam telinin olduğunu, bunun da şiire elverişliliğini ve şiir yoluyla okuma ve anlama alıştırmalarının yapılabileceğini hiç düşündük mü? Hadi kuru kuru şiirden öğrenci sıkılıyor, diyelim. Canım, şiire uygun bir fon müziği ne güne duruyor? Şiir müzikle uyumlu bir hâl aldı mı, buna kimse hayır diyemez. Bundan sonrası, şiiri daha da geliştirmesi için öğrenciyi teşvik etmek. Böylece, kitap okuyarak kelime dağarcığı zenginleşecek. Zengin dağarcıktan da sokaklarda kol gezen kelimeler çıkmaz.

Hırçın ve kabına sığmaz bir öğrencim, verdiğim şiir ödevini bana getirmiş, getirdiğim fon müziği eşliğinde okumak istemişti. Ben de razı oldum. Dinledikten sonra, gerçekten ciddî benzetmeler ve orijinal buluşlarını gördüm. Bir de teşvik olsun diye, haddinden fazla övdüm. Bana haftada bir şiir getiriyordu (Şimdi sadece o değil, çoğu getiriyor). Artık suyu uygun mecraya sürüklemenin zamanı gelmişti. Yani onu kitaplara yönlendirmeye… İyi şiir yazmak için iyi bir kitap okuyucusu olmak gerektiğini söylemiştim. Onun kafasına yattı ve o gün bugün çevresiyle iletişimi baya farklılaştı.

Bu anlattığım, işin bir yönü. Bir de söz konusu habere göre ortaya çıkan bazı sonuçları algılama biçimini eleştirmeden geçemeyeceğim. Meselâ bir diksiyon dersinden sonra öğrencilerin “Hıyar” yerine “Arkadaşım” demeye başlamalarından hiçbir şey anlamadığım gibi, bunu pek de inandırıcı bulmuyorum. Çünkü “Hıyar” kelimesi terbiyesizlik ve küfür kokan bir kelime değil ki! Bizim argo lügatimizde bulunan ve yeri geldiğinde Türkçe derslerinde “Argo Anlam” adı altında işlenen bir konuya dahil olabilecek bir kelime. Üstelik, yeri gelir bir insan başkasına pekâlâ “hıyar” da diyebilir. Zira “hıyar”ın verdiği mecaz anlamı, eş anlamlısı olan “salatalık” vermez. Demek ki, hıyar ve benzeri ifadeler çoğu zaman edep sınırını aşmamak için kullanılır. Bunda sakınca yok. Kaldı ki, keşke sokak dilinin güzelleşmesini engelleyen kötü ibareler hıyar ve benzeri kelimelerle sınırlı kalsa.

Hâsılı, projenin koordinatörü olan Yrd. Doç. Dr. Başaran Gençdoğan’ın da dediği gibi, “amaç çocukları sokaktan koparmak yerine sokağa çıktıklarında daha bilinçli olmalarını sağlamak” ise eğer, bu bilinç bence ilk önce diksiyonla sağlanmaz. Ahlâk ve doğal olarak da dil ahlâkıyla sağlanır. Diksiyon, ancak bundan sonra faydalı olur. Çünkü sadece mevcut dil dağarcığı çerçevesinde güzel, doğru ve düzgün konuşmayı sağlar diksiyon. Ancak nice düzgün, doğru ve güzel konuşanların, edebi aşan sözleri uluorta sarf etmekten çekinmediğini unutmayalım. Evet, her şeyde olduğu gibi, özelde sokak dilimiz ve genelde hayatımızın her ânında kullandığımız dilimiz de kadim ahlâkımızdan nasibini almalı…

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Küresel ısınmaya karşı tasarruf



‘Küresel ısınma’ Türkiye’nin değilse de dünyanın gündeminde. Ülkemizde hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da ‘Bize bir şey olmaz’ anlayışı hâkim ise de, bu ‘yılan’ın bir gün gelip bize de zarar vereceğini bilmek gerekiyor.

Birleşmir Milletler, ‘küresel ısınma’nın sorumlusunu tesbit etmiş: İnsanoğlu. Doğru bir tesbit. Önceki gün yayınlanan BM raporu, çevreyi korumak noktasında çok geç kaldığımızı da ortaya koymuş. Buna göre, çevreyi kirletmekten bugün vazgeçsek bile ‘küresel ısınma’ yüzyıllarca sürecek. Sıcaklık 100 yıl içinde en az 1.8 derece, deniz seviyesi ise 18 santimetre yükselecek. “Dünyadaki ısının bir iki derece yükselmesinin ne zararı olur?” dememek lâzım. Çünkü hem dünyanın, hem de kâinatın ‘denge’si ‘küçük’ gördüğümüz böyle rakamlarla/hesaplarda gizli. Yıldızların hareketlerinden, atomların hareketlerine kadar hepsi ‘küçük hesap işi’ değil mi? Dünyanın bir iki derece fazla ısınması, kutuplardaki buzulların erimesi, kuraklık ve çölleşmeye yol açar ki, konuyu ‘bilen’ ilim adamlarının feryadları mânâsız değil.

Zamanında tedbir almayan dünya, felâkete doğru sürüklendiğini itiraf etmiş oldu. Peki, ‘suçlu’ görülen insanoğlu dünyayı bu noktaya nasıl sürükledi? Bu sorunun tek bir cevabı var: İktisat yerine israfı tercih etti!

‘İktisat’ denilince akla sadece ‘para’ tasarrufunun gelmesi yanlış bir anlayış. Oysa asıl israf, ‘para’ harcamadan sahip olduğumuz ‘ücretsiz’ nimetlerde yapılıyor. Ücretsiz ve bol miktarda sahip olduğumuz ‘hava’ nimetini israf edip, kirletiyor ve kendimize ‘zehir’ ediyoruz. Bu arada, havayı en çok kirleten 13’üncü dünya ülkesi/millet olduğumuzu da unutmayalım.

Problem ortada. ‘Küresel ısınma’ olarak adlandırılan bu vak’aya karşı hangi yolla tedbir alacağız? Uzmanların tavsiyeleri şöyle:

* Evlerimizde kullandığımız ‘ampül’lerimizi, ‘tasarruflu ampül’lerle değiştireceğiz.

* Çamaşırları, ‘kurutma makinası’nda değil, açık havada/ipe asarak kurutacağız.

* Lüks ‘cip’lere binenler, cipten inip otomobile binecek.

* Evlerimizdeki elektronik cihazlar ‘stand by/bekleme’ durumunda bırakılmayacak, işimiz bitince ‘kökten’ kapatılacak.

* Alış verişlere giderken yanımızda ‘bez torba’ bulunduralım. Böylece daha az ‘atık plastik’ ortaya çıkar.

* Evlerimizin daha fazla ‘yalıtım’lı olmasına çalışacağız. Kaloriferleri sonuna kadar açıp, sonra da ‘Ev çok sıcak oldu, pencereyi açalım’ demeyeceğiz vs.

Uzmanların dile getirdiği bütün bu tavsiyeleri ‘Her konuda tasarruf yapacağız/ israftan uzak duracağız’ şeklinde özetlemek mümkün değil mi?

Şimdi anladık mı ‘israf’ın niçin ‘haram’ kılındığını? Bütün bu tavsiyeler, İslâmın insanlığa sunduğu ‘hayat tarzı’nın özeti değil mi?

Bazıları rahatsız olsa da tekrarlamak durumundayız: “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası! İhya-i din ile olur şu milletin ihyası!” (Bediüzzaman, Sözler, s. 658)

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Karsız kış



Şubat ayına da girdik, ama İstanbul’da hâlâ doğru dürüst kış ve kar görmedik. Allah nasip ederse yakında 30. yılını dolduracak olan İstanbul serencamımızda, 1987 Mart’ı ve 2002 Ocak’ı dışında çok şiddetli bir kış yaşadığımızı da hatırlamıyoruz. Ama bu yılki gibi karsız bir kışa ise hiç rastlamadık.

Yağışsız, hele karsız bir kışın hiç “tadı” olmamasından öte, ciddî sakıncaları da var.

Bunlardan biri, karın mikrop kırıcı özelliğinden mahrum kaldığımız için, evlerimizde özellikle küçük çocuklarımızı etkileyen hastalıklardan bir türlü başımızı alamayışımız.

Bir diğeri, su kaynakları yeterli beslenemediği için susuzluk ve kuraklık tehlikesinin başgöstermesi.

Bir başkası, meyve ağaçlarıyla sebze tarımının olumsuz etkilenmesi.

Gerçi Anadolu’nun diğer tarım alanlarındaki son yağışlarla, “tarımsal kuraklık” riskinin önemli ölçüde kalktığı veya azaldığı ifade ediliyor.

Bu itibarla son riskin, zaten büyük ölçüde Anadolu’dan beslenen İstanbul için çok ciddî boyutta söz konusu olmayabileceği belirtiliyor.

Ama diğer riskler önem ve ciddiyetini muhafaza ediyor.

Öte yandan karsız kışın sadece İstanbul’da değil, dünyanın başka merkezlerinde, meselâ Moskova’da da yaşandığını ve düşündürücü yorumlara konu olduğunu görüyoruz.

Bu yorumlardan biri, “Yılbaşı kutlamalarını karsız kutlamak Moskova’nın kültüründe hiç olmadı. Bu Allah’ın cezasından başka birşey değildir” diyen Moskova Patrikhanesinden geldi. İnsanların yağmur ve güzel hava için olduğu gibi uzun ve karlı bir kış için de duâ edebileceklerini söyleyen Patrikhane Sözcüsü, kar için dua eden yeni bir birim kurduklarını açıkladı (Yeni Asya, 24.1.07).

Moskova’nın Ortodoks dindarları kar duasına çıkarken, bizde de çeşitli yerlerde yağmur duaları organize ediliyor. Bu duaların bazılarında daha eller açılır açılmaz semadan yağmur boşalırken, bazılarında kar yağıyor, bazılarında ise—“daha duanın vakti tamam olmadığı” için—beklenen yağış gelmiyor.

Bu arada, yağışsızlıktan en çok etkilenen yerlerin başında gelen İstanbul ve çevresinde yağmur duasına çıkılmaması garipseniyor.

Oysa yağışsızlık da tıpkı fırtına, sel, deprem ve yangın gibi bir âfet ve musibet. Herşey gibi hava, su, toprak ve ateş unsurlarının dizgini de elinde olan Rabbimiz, bu afetlerle bize çok önemli uyarı mesajları gönderiyor.

Bu mesajların özünü ise, gaflete dalıp Yaratıcımızı, Onun emir ve yasaklarını unuttuğumuz; yaygınlaşan zulüm ve haksızlıklara tepkisiz ve sessiz kaldığımız, kâinattaki İlâhî dengeyi bozduğumuz zamanlarda bizi sarsarak verilen “Kendinize gelin” ikazı oluşturuyor.

Belâ ve musibetin kalkması için yaptığımız dua ve yakarışlar, kendimizi Allah’a affettirip Ona yakınlaşma irademizin ifadesi oluyor.

Ama bu duaların kabul şartları var ve bunların başında, hatalarımızdan samimiyetle pişman olup tevbe etme ve derhal düzelterek bir daha tekrarlamama kararlılığı geliyor.

Bir başka şart da, “duaların kabulüne set çeken bid’alar”a (Lem’alar, s. 107) geçit vermemek ve onları müdafaa hatasına düşmemek...

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Halk diyor ki...



Demokrasilerde halkın sesi asıl olan sestir. Halk sesini değişik vesilelerle duyurur. Ya oy sandığında, ya eylemlerde, ya da anketlerde…

Son günlerde anketlere yansıyan “halkın isteklerini” şöyle bir sıralarsak bakın ne çıkıyor?

“Meslek liseleri önündeki katsayı engeli kaldırılsın. Başörtüsü yasağı kalsın. YÖK kanununda değişikliğe gidilsin. Televizyonlardaki ahlâksız diziler ile, kültürel yozlaşmayı getiren, çocukları olumsuz etkileyen yayınlara son verilsin. Manevî değerlerdeki zayıflama ve kısa yoldan ahlâka ve hukuka aykırı “köşe dönücülük” felsefesini ön plâna alan yaklaşımlara son verilsin. Okullarda yaşanan şiddet olaylarına tedbir alınsın. Okulların önündeki seyyar satıcılar kaldırılsın…”

Yani, halk iş, aş, barış, adalet, güvenlik, özgürlük, velhasıl demokrasi istiyor. Halk maddî ve manevî huzur istiyor.

***

Halkın istediği bir konu da, düşüncenin önünde engel olduğu söylenen TCK’nın 301. maddesinin kaldırılması veya değiştirilmesi… Yapılan anketlere göre halkın “ezici” bir çoğunluğu daha fazla özgürlük, daha fazla insan hakları, daha fazla demokrasi istiyor. Fikir ve düşüncenin önündeki engellerin kaldırılmasını bekliyor.

Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) geçen sene düşünce özgürlüğünden en çok hüküm giyen Avrupa ülkesi... Geçen yıl 35 dâvâda ifade özgürlüğü ihlâli sebebiyle Türkiye mahkûm oldu.

301. maddeyle ilgili çalışmalar son günlerde hız kazandı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) Başkanı Yavuz Önen, ifade özgürlüğü tartışmalarının yalnızca 301. maddeye indirgenmesinin yanlış olduğunu, yasada birbirinin yerine kullanılarak ifade özgürlüğünü engelleyecek en az 14 madde olduğunu hatırlattı.

Ancak, söz konusu maddenin tümden kaldırılması ya da değiştirilmesi yönündeki kafa karışıklığı hem hükümette, hem de anamuhalefet partisinde devam ediyor. Bu kafa karışıklığı STK’lara da yansıdı. Başbakan Erdoğan STK’ların bu konuda ortak bir metin oluşturamadığından yakınıyor ve bu konuda çalışma yaptıklarını, STK’lardan metin gelmezse “gerekli adım”ı kendilerinin atacağını söylüyor ve ekliyor “301 kaldırılamaz, ama değiştirebilir...”

Diğer yandan da sivil toplum kuruluşları geçtiğimiz Cuma günü 301’le ilgili toplantı yaptılar. Aralarında mutabakata varamazlarken, onlar da topu hükümete attılar. Bu toplantıda bir şey dikkatimizi çekti. Toplantıya işçi ve memur sendikaları, işveren kuruluşları, hatta noterler, eczacılar, diş hekimleri, tabipleri, veteriner hekimleri birlikleri yetkilileri katılırken, insan hakları kuruluşlarının hiçbirisi dâvet edilmedi.

***

Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in maddeyle ilgili değerlendirmeleri ise, yine dikkat çekici oldu. “Bu Türkiye’nin ayıbı ise, bu ayıbı taşıyan pek çok ülke var. Özellikle de Avrupa Birliği üyesi ülke var” diyerek adeta maddeyi savunur duruma düştü. Bakanlık bir taraftan da kendisini haklı çıkarmak için, 301’inci maddenin benzerlerinin Avrupa ülkelerinde nasıl uygulandığını araştırdı. Bakanlığın raporuna göre Almanya’da 72, Avusturya’da 1, İtalya’da 107, Hollanda’da 419 mahkûmiyet kararı çıktığını açıkladı.

Eğer 301. madde “ayıpsa” bu herkes için ayıptır. Bunu AB de yapsa, ABD de yapsa, herhangi bir Afrika ülkesi de yapsa, Türkiye de yapsa ayıptır.

301 konusunda dönülmez bir yola girildiği gözleniyor. Maddeyi kaldırmaya yanaşmayan hükümet, daha fazla sıkıntı olmadan bunu “özgürlükçü” bir yapıya kavuşturmaları gerekiyor. Tümden kaldırılamıyorsa, hiç değilse, “muğlâk ifadeler” kaldırılıp, netlik kazandırılmalı. Çünkü aynı madde hâkimlere göre farklı uygulanıyor.

***

Ülkeyi yönetenlere, yönetmeye aday olanlara halkın bu isteklerini hatırlatmak isteriz. Eğer halkın sesine kulak verirseniz başarılı olursunuz. Yoksa bundan önce halka kulak vermeyenler, halkın isteklerini yerine getirmeyenler, onun sıkıntılarını gidermeyenlerin uğradığı hüsrana uğrarsınız.

Bütün meselelerde olduğu gibi, günübirlik politikalarla, “ben yaptım oldu” veya “ben ne dersem olur” mantığı ile politika yapanlar, konjonktüre sığınarak, “Ne yapalım elimiz kolumuz bağlı iş yapamıyoruz. Hele bir daha seçin, bakın bu sefer yapacağız” sözleri ile gününü geçirenlere halkın cevabı sert olur.

İşte bunun için halk ne istiyorsa o yapılmalıdır. Çünkü doğru olan da budur…

04.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Harekete geçme zamanı’



Gazze’deki çatışmalar Ürdün Kralı Abdullah II’nin 2007 ile ilgili kehanetlerini doğruluyor. Galiba bu meyanda ‘Irak’ta iç savaş çıkmaz’, ‘Filistin’de iç savaş çıkmaz’ temenniden ibaretti ve populist yaklaşımları temsil ediyordu. Harici faktör ve aktörlerin beceremediğini galiba sanki elbirliği ile Fetih ve HAMAS beceriyor.

Burada populist olmaya gerek yok, bırakın sarih ve yapıcı olalım. İsrail ve ABD’nin tahrikleri böyle bir iç mücadeleye sadece katkı sağlar. Meselenin özüyle alakalı değildir. Meselenin özüyle alakalı olsaydı Fetih ile HAMAS çoktan savaşa tutuşmuş olmalıydılar. Keza Lübnan’da bir iç savaş çıkarsa bunun nedeni de iktidar mücadelesi olacaktır. Bunda sadece ABD veya İsrail’in veya benzeri ülkelerin kışkırtması değil öfkesine ve ihtirasına yenilmiş kıt akıllıların da büyük payı olacaktır. Dışarıdan ve içeriden kışkırtıcılarla birlikte iktidarı adabınca paylaşamayan siyasal feodalitenin de büyük payı vardır. Kabul edelim ki bu çatışmaların arkasında hükmetme dürtüsü vardır ve biz bu dürtülerimize hakim olamıyoruz.

Yine kabul edelim ki, oy çoğunluğuyla iktidara gelen ve mevkiini muhafaza etmek isteyen HAMAS haklıdır. Yine kabul edelim ki istikva ile yani başkalarının haram yardımlarıyla mevkiini güçlendirmek ve HAMAS’ı da iktidardan uzaklaştırmak istemekle Fetih haksızdır. Ama böyle bir ortama düşeceğini taktir edemeyen HAMAS da basiretsizdir. İktidara gelmesi halinde böyle bir kuşatma ile karşılaşacağı kat’i olmasına rağmen bunu görememiş ve görmüşse bile tedbir almakta yetersiz kalmıştır. Kabul edelim ki HAMAS’ın mevzii haklılığı, ona külli haklılık payesi vermez ve iç savaşın gerekçesini oluşturmaz. İç savaş kendi davasını da inkârdır. Ve sonuçta iktidar için aklı değil silahları hakem kılmışlardır. Silahı hakem kılmak ise hamakatin zirvesidir. Zira paylaştıkları iktidar Gazze gibi İsrail’in açık hapishanesinden başka bir şey değildir. İsrail’in açık hapishanesinde silah zoruyla köşe kapmaca oynuyorlar. Dolayısıyla burada yürütülen mücadele ne Sünni-Sünni mücadelesi ne başka bir mücadeledir. Olsa olsa laikliğin ve İslâmın alet edildiği feodal zeminde bir üstünlük kapışmasıdır. Bu mücadelenin kazananı da olmayacaktır. Aracı silah, yakıtı da Filistin ve Filistin davasıdır.

***

Dolayısıyla evvelimerde kabahat bizimdir. Ve populist yaklaşımlarla ve kabahati sadece harici faktörlere yüklemekle işin içinden sıyrılamaz ve buhrandan kurtulamayız. Ancak bize düşen sorumlulukları üstlenirsek işin üstesinden gelebiliriz. Sözgelimi ‘İran’a müdahale bölgeyi ateşe verir’ diye bir genelleme var. Mısırlı liderler ve hepimiz bunu tekrar ediyoruz. Ama Irak’a müdahale ve Irak’ta İran’ın politikasının bu müdahaleye kapı araladığını da ya gözardı ediyoruz ya da söylemiyoruz. Öyleyse görev her kademede icra edilmelidir. Kademeler arasında görev ihmal edildiğinde yangın öbür kademeye de sıçrayacaktır. Burada kollektif bilincin, ortak aklın ve onun ötesinde ortak aklın ürünü olan ortak eylemin harekete

Geçmesi lazım. Ama bunun önüne yine kendi hastalıklarımız geçiyor. Gazze gibi krizlerin temel nedeni harici ve dahili kışkırtıcılık ve onu tamamlayan ahmaklık ve ihmal ve nemelazımcılıktır. Gazze’nin kışkırtıcıları hariçte ABD İsrail dahilde ise Dahlan gibilerdir. HAMAS ve FETİH ise basiretsizlikte bu sürece pasif katkı sağlıyorlar. Bu zincirler kırılmadan da İslâm aleminin düzlüğe çıkması mümkün değil.

***

Filistin davasını İsrail yıkmaz, bilakis besler. Filistin davasını yıkacak kendi çocuklarının yanlışlığıdır. Son sıralarda bazı koordinesiz ama samimi çıkışlar var. Irak hükümetinin teklif ettiği bölgesel toplantı bunlardan birisidir. İkinci kademede, Pakistan Cumhurbaşkanı Müşerref Filistin ve Irak meselesinin çözümüne dair kendi çapında bazı temaslarda bulunuyor. Endonezya Cumhurbaşkanı Yudhoyono ile birlikte bir basın toplantısı düzenleyen Müşerref krizlerin çözülmesi için bölgesel bir insiyatifin geliştirilmesini istemiş ve ‘şimdi harekete geçme zamanıdır’ demiştir. Yangın karısında çırpınan gayur hocalardan

Yusuf Kardavi gibi liderler de yangını söndürecek odaklar arıyor. Bu bağlamda Endonezya Cumhurbaşkanı Yudhoyono ile görüşen Kardavi İslâm dünyasının en kalabalık ülkesinin lideri ve krizin tarafları nezdinde eşit ilişkilerin de sahibi olarak ondan taraflar nezdinde harekete geçmesini istemiştir. Suud Kralı Abdullah da Fetih ve HAMAS’ı Mekke’de buluşmaya ve uzlaşmaya (esselam el beyni), ıslahı zati’l beyne davet etmiştir. Filistin ve Kudüs Müslümanların birliği için sembol bir dava iken bu sembolü temsil eden taraflar da ayrılıkçılığın sembolü haline geliyorlar.

Bu cinayet sadece Filistin halkı için bir cinayet değil aynı zamanda İslâm alemi çapında bir cinayettir. Taraflar ihtiraslarını gemlesinler ve kendilerini de Müslümanları da birkez daha mahçup etmesinler. Kabul edelim ki gelinen tablo da İslâm aleminin de ihmalinin ve ilgisizliğinin de payı var.

04.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004