Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

‘Mühim bir Âlim’i anarken



“Genç adam!..

Sen saracaksın, kanayan her yarayı,

Boğacaksın seni iğfal edecek yaygarayı.

Yedi kat göklere yükselmeli şimşekli sesin,

Kıpkızıl yangını söndürmeli kudsî nefesin.

Mâneviyatına, irfanına, imanına denk

Arkadaş bulmalısın çünkü temiz bir örnek.

Hem de rehber olacaksın doğacak nesle yarın,

Hakkı ilân edeceksin daha gür sesle yarın.

Sana ilk şiirimi yazdım bu mübarek gecede.”

Yazanı da okuyanı da harekete geçirmiş bu mısralar. Ali Ulvi yazarken hareketlenmiş, Atıf Ural okuyunca. Onların müşterek hareketlerinden öyle bir ‘Önsöz’ hasıl olmuş ki, millet mabeyninde yazarın eserlerinden daha çok makes bulmuş.

Zaten yazar biraz da onunla meşhur olmuş.

***

Ali Ulvi Kurucu, 1922 yılında Konya’da doğmuş.

Konya’nın, pek çok âlim, ârif ve fazıl insan yetiştiren ailelerinden birine mensup olan Ali Ulvi, dedesi Hacı Veyis Efendinin ‘Bilgi evi’ tabir ettiği hânede büyüdüğünden iyi bir eğitim görmüş.

Babası İbrahim Efendinin gayretleriyle küçük yaşta Kur’ân’ı okumayı öğrenmiş, birkaç hatim indirmiş. Ardından hafızlığa başlamış ve okulla birlikte hafızlığa da devam etmiş.

Camide babasından, amcasından ve diğer hocalardan ders alırken sık sık polis baskınlarına maruz kalmış; babası, hocaları ve bazı arkadaşları ile birlikte karakola götürülüp nezarete atılmışsa da o yılmamış. Hem ilk ve orta okulu bitirmiş, hem de hıfzını tamamlayıp hafız olmuş.

Çocuklarının okumaya meraklı, din ilimlerini öğrenmeye istidatlı olduklarını gören İbrahim Efendi, dindar insanlara reva görülen baskı ve zulüm yüzünden Türkiye’de onları istediği gibi yetiştiremeyeceğini anlayınca Arabistan’a gitmeye karar vermiş.

İbrahim Efendi 1939 yılında göç edince, Ali Ulvi de ailesi ile birlikte Mekke’ye gitmiş. Orada hac farizasını eda ettikten sonra ailesi yerleşmek maksadıyla Medine’ye giderken o Mısır’a gitmiş ve Câmiü’l-Ezher’e girerek okumaya başlamış.

Kahire’de İslâm Âleminin meşhur âlimlerinin yanı sıra Mustafa Sabri Efendi, oğlu İbrahim Sabri Efendi, Hafız İhsan Efendi gibi Osmanlı yadigârı âlimler ve hocalarla da tanışmış.

Onların tesiriyle şiire ilgi duymuş, Mehmed Akif’in yakın arkadaşı ve sırdaşı olan İhsan Efendi sayesinde Akif’i tanımış, şiirine âşina olmuş ve onun tarzında şiir denemeleri yapmış.

1953 senesinde babasının vefat etmesi üzerine Ezher’den ayrılarak ailesinin bulunduğu Medine’ye gitmiş ve Mahmudiye Kütüphânesinde müdür olarak çalışmaya başlamış.

“Bir bahçeye girdim ki baharında hazan yok,

Aşkında, zehirler gibi hicran, helecan yok...

Mesut akan ırmakların âhengine daldım,

İlhamıma gül bahçelerinden feyz aldım.”

Bu mısralarla da ifade ettiği gibi Medine’de Ravza-i Mutahharanın harekete geçirdiği Peygamberimizin (asm) sevgisi ile bambaşka bir hâlet-i ruhiye içine girmiş, hislerini şiirlerle terennüm etmeye çalışmış.

Tahassüslerine, perişan bir vaziyette bırakıp geldiği memleketi ve geleceğinden endişe ettiği Türk gençliği yön vermiş olmalı ki bitirdiği ilk şiiri ‘Türk Gençliğine’ olmuş.

Mezkûr mısralar gibi muharrik ifadelerden müteşekkil şiir Türkiye’deki bazı dergilerde yayınlandığında ilk okuyan gençlerden biri de Hukuk Fakültesi talebesi Atıf Ural’mış.

O günlerde, bazı arkadaşları ile birlikte ‘Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’nı neşretmeye çalışan Atıf Ural, kitaba önsöz yazdıracak müessir bir isim arayışı içindeyken o şiiri okuyunca aradığını bulmanın heyecanıyla harekete geçmiş.

Ona yazdığı mektupta “Sizin ilk yazdığınız şiirlerden müteessir olmuştum. Sizin istediğiniz çap ve evsafta bir genç olmak istiyordum. Şimdi Allah beni Risâle-i Nur yazan, okuyan gençlerin içine attı. Bu günlerde Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ı hazırlanıyor. Hazırlayanlardan, bunun önsözünü sizin yazmanızı rica ettim, kabul ettiler” diyerek meramını anlatmış.

Mektubu okuyunca heyecanlanan Ali Ulvi de kendisini hiç görmemesine rağmen mücadelesine hayran olduğu Said Nursî’nin hayatını anlatan kitaba önsöz yazmayı mânevî bir mazhariyet sayarak hemen hareketlenmiş.

Onu görmemenin eksikliğini, eserlerini dikkatle okuyarak telâfi edebileceğini düşünmüş ve Atıf Ural’a bir telgraf çekerek Risâle-i Nur Külliyatını göndermesini istemiş.

Onun uçakla gönderdiği kitapları alır almaz iştiyakla okumaya koyulmuş. Fakat Risâle-i Nurları, nurun kaynağında okumanın hazzına doyamadığı için bir türlü önsözü yazmaya başlayamamış.

Bir süre sonra Atıf Ural’ın, kitabın matbaada beklediğini hatırlatarak mukaddimeyi hemen göndermesini isteyen telgrafını alınca işin aciliyetini anlamış.

Bunun üzerine kütüphâneden izin alarak evine çekilmiş, Peygamber-i Zîşanın (asm) ruhaniyetine sığınmış ve “Bismillahirrahmanirrahim, vebihî nesteîn” diyerek yazmaya başlamış.

‘Büyük İkbal’e yazdığı Önsöz’e atıfta bulunarak yaptığı girişten sonra, “Her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan muazzam kitabın muhteviyatını birkaç sayfalık mukaddimeye sığdırmanın kabil olmadığını” ifade etmiş.

Daha sonra yüz otuz parçadan ibaret olan Risâle-i Nur külliyatının mükemmelliğine ve Nur Talebelerinin onu okuyup neşretmek için gösterdikleri gayretlere, fedakârlıklara temas etmiş.

Zamanı saran karanlıklara dikkat çekip insanların, ‘Peygamberlerin vârisleri olan âlimlerin’ irşatlarına şiddetle ihtiyaç duyduklarını anlattıktan sonra Said Nursî’nin veraset cihetini nazmen terennüm etmiş:

“Kalbinde yanardağ gibi iman ne mukaddes,

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu, şafaklar sökecek, durma ilerle,

Zulmetlere kan ağlatacak meş’alelerle,

Yıldızlara bas çık, yüce âlemlere yüksel,

İnsanlığı kurtarmaya Cennetten inen el.”

Sık sık buna benzer beyitlerle süsleyip âyet, hadis mealleri ile derinleştirdiği yazıyı Risâle-i Nurlardan bazı kısa iktibaslar yaparak Bediüzzaman’ın hayatıyla mezc ettikten sonra onun bazı hususiyetlerini nazara verme ihtiyacı hissetmiş.

Bu maksatla Said Nursî’nin fedakârlığını, şefkat ve merhametini, istiğnasını, iktisatçılığını, tevazu ve mahviyetkârlığını, ilmî cephesini, fikrî cephesini, tasavvufî cephesini ve edebî cephesini kısaca izah etmiş.

Daha sonra “Risâle-i Nur külliyatı, Kur’ân-ı Kerim’in cihanşümûl bahçesinden derlenen bir gül demetidir. Binâenaleyh, onda o mübarek ve İlâhî bahçenin nûru, havası, ziyası ve kokusu vardır” diyerek veciz bir beyitle mukaddimeyi bitirmiş.

Kendisini uzun süre çalışmaya hazırladığı hâlde yirmi dört saat gibi kısa bir zamanda yazdığı mukaddimeyi hemen postalamış. Atıf da yazıyı alır almaz Bediüzzaman’a yollamış.

Kâmil’in okuduğu yazıyı dikkatle dinleyen Bediüzzaman, “Kardeşim, Hacı Ulvi Efendi benden çok Risâle-i Nur’u övmüş. Eğer beni fazla övseydi bu mukaddimeyi kabul etmezdim. Madem Risâle-i Nur’u övmüş, onun hatırı için kabul ettim” demiş. Ardından da “Medine-i Münevvere’de bulunan mühim bir âlimin mukaddimesidir” diye yazdırmış ve önsözün Tarihçe-i Hayat’ta o şekilde takdim edilmesini istemiş.

O günlerde ‘Risâlelerde anlatılan kerâmetlere’ benzettiği bir rüyada, Bediüzzaman’ı gören Ali Ulvi, onun sözlerini ve hareketlerini yazısının makbuliyetinin beşareti saymış.

Fakat onu en çok sevindiren şey, Said Nursî’nin kendisini ‘Mühim bir âlim’ diye tavsif etmesi olmuş. Bu sıfatı korumanın yolunun, Risâle-i Nur’u okuyup tanıtmaktan geçtiğini düşünerek her gün Risâle okumayı ihtiyat edinmiş.

Kütüphânede ve evinde yaptığı şahsî okumalarının yanı sıra, haftanın muayyen bir gününde ve müsait vakitlerde evinde umuma açık Nur dersleri de yapmaya başlamış.

İlk zamanlar, sadece Medine-i Münevvere’de mukim Türklerin ve orada okuyan talebelerin iştirak ettiği bu derslere, arada bir Araplar da gelip gitmişler ama o gelenlerin milliyetlerine, sayılarına, sıfatlarına bakmadan derslere devam etmiş.

Bilhassa Tarihçe-i Hayat neşredildikten sonra, Türkiye’den gelen hacılar fırsat buldukça kendisini ziyaret edip derslere katılmaya başladıklarından kendisini Medine-i Münevvere’de Nur hizmetini temsil etmekle muvazzaf addetmiş.

Bu vazifeyi hakkıyla ifa etmek için ziyaretine gelenleri en güzel şekilde ağırlamış, kendisine müracaat eden kafilelere mihmandarlık etmiş, işi olanların işlerini görmüş, dara düşenlerin imdadına koşmuş.

Ali Ulvi, bu sahabe hasletini ve ensar hassasiyetini yalnız yanına gelen Nur Talebelerine değil bütün Müslümanlara da gösterdiği için zamanla Türkiye’yi temsil eder hâle gelmiş.

Bilhassa Türkiye’den ve Avrupa’dan gelen hacılarla tesis edilen uhuvvet bağları sadece oraya münhasır kalmamış. Yazları tatil için gittiğinde o da onları ziyaret etmiş ve bu vesile ile Nur cemaatinin yanı sıra diğer İslâmî camialarla kaynaşmış.

Bu uhrevî kaynaşma zamanla öyle nuranî bir hâl almış ki Ali Ulvi’yi tanıyan, mütebessim simasını görüp munis sesini duyan her mü’min, behemehal iki şeyi hatırlar olmuş.

Medine-i Münevvere’yi ve Risâle-i Nur’u.

***

Bu nuranî ahvâl, tam yarım asır devam etmiş.

3 Şubat 2002 tarihinde, seksen yaşında iken Medine-i Münevvere’de, hâne-i saadetinden Cennet-i Bakiye’ye nakl-i mekân ettiğinde, geride Arapça’dan yaptığı bazı tercümelerin dışında iki de te’lif eser bırakmış.

‘Gümüş Tül ve Alevler’ adlı kitapta toplanan şiirlerinin de, haftalık yazılarından derlenen ve ‘Gecelerin Gündüzü’ adı verilen kitabının da istifadeye medar olduğu muhakkak.

Fakat o, en çok ‘Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı’na yazdığı önsözle ve ‘Gönüller Fatihi Büyük Üstada’ adlı manzumesiyle iştihar etmiş, hâlâ da onlarla müştehir.

Onlar okunup ezberlendikçe, o da duâlarla anılıyor.

Tıpkı onun Üstadını kudsî heyecanlarla yad ettiği gibi:

Nuriyle bütün gönülleri fetheyleyen Üstad!

Gönlüm seni kudsî heyecanlarla eder yâd...

Milyonların imanını kurtardı cihadın,

Par par yanar imanlı gönüllerde yâdın.

Ey başlara cennetlerin ufkundan inen taç

Âlem senin irfanına, irşadına muhtaç.

Bu ülkeyi baştan başa fetheyledin ey Nûr,

Nûrun olacaktır, bütün insanlığa düstur.

...........

04.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (28.01.2007) - ‘Olmak, ya da olmamak’

  (21.01.2007) - Bu zamanın gençleri

  (14.01.2007) - Bu zamanda çocuk olmak

  (07.01.2007) - Âcziyetin zaferi

  (31.12.2006) - Bayramiye kasideleri

  (24.12.2006) - “Ankara’nın sisli yamaçları”

  (17.12.2006) - Ay yükseldiği yerde parlar

  (10.12.2006) - İmam-ı Rabbânî’nin hatırasına

  (03.12.2006) - Bir sürgün yeri

  (26.11.2006) - Öğretmenler Günü komedisi

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004