Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

İstiklâl Marşı ve CHP



Yer Adana’nın Yüreğir ilçesi... Havutlu belde binasının açılışı...

Meydan CHP bayraklarıyla donatılmış.

İstiklal marşıyla başlaması gerekiyor tören.

Kürsüye CHP’li yöneticiler gelmiş. Halkı selâmladıktan sonra başlıyorlar İstiklâl Marşını okumaya...

Ama o ne?

İkinci kıtanın sözleri başka çıkıyor... Alâkasız sözlerle marşı okumaya çalışan adam, sonunda duruyor.

Koroyu yöneten kişi yanlış yaptığını farkediyor.

Peki ya diğerleri?

Hadi o kimse “geçici bir hafıza kaybı” yaşadı... Ama orada hazır bulunan kişilerin düzeltip devam etmesi gerekmiyor mu? (Ana haber bültenleri)

Koroyu yöneten adam, ikinci kez okuması gerektiğini düşünüyor. Okuyor da nitekim. Ama hayır, düzeltmek bir yana aynı hatayı ikinci kez işliyor.

Bu kadarına pes!

Pes ki, pes!

İstiklal Marşını okuyamayan kişi hem CHP’nin ilçe yöneticisi, hem de emekli bir öğretmen: Nezir Akpınar!

Akpınar bu büyük gaf karşısında:

“Hepimiz insanız, olur böyle hatalar” demesin mi?

Evet efendim. Hepimiz “insanız.”

Ancak hepimiz CHP’li değiliz!

Herkes bu “hata”yı işlemez.

Demek bu kafa ve bu mantık iktidara gelse, zaten mukaddes değerleri unutturdukları gibi, İstiklal Marşını dahi unutturacak.

Bu yüzden iktidar yüzü göremiyorlar. Bu yüzden iktidar yüzü hiç göremeyecekler!

Haberin devamı var mı bilmiyorum.

Çünkü İstiklâl Marşı düzeltilerek okundu denmiyor.

Hülâsa:

Emekli öğretmen Nezir Akpınar, İstiklâl Marşı okuyamayarak mesleğine hakaret etti...

Yetmiyor gibi, Havutlu beldesine, Yüreğir ilçesine ve Adana’ya hakaret etmiş bulunmaktadır.

CEM TV

İlyas Salman bulmuş bir televizyon kanalı, konuş babam konuş...

Şarkılı türkülü programda “ideolojik” konuşuyor. Nasıl olsa mikrofonu eline geçirmiş. Programcılar da hiç kesmiyor nedense.

“Konuştuklarımı yayınlayacak mısınız?” demesi üzerine genç programcılar “Biz Atatürkçü ve özgür düşünceden yanayız” diyerek pas veriyor.

Osmanlı devletinden “gerici/yobaz” diye söz ediyor. “Halkların kardeşliği”nden dem vuruyor. Kürtlerin Amerikan emperyalizmine boyun eğdiğinden filan bahsediyor (Cem TV). Ölçüsü, endazesi yok.

İlyas Salman belli ki kendine yeni bir “rol” biçmiş. Onu oynamaya çalışıyor. Ama dünyayı kurtarmak istiyorsa, önce kendini “alkol” sorunundan kurtarmalı...

SON-AT

Yeşilçam’ın karakter oyuncusu Orçun Sonat, hayatını kaybetti! 66 yaşındaydı ve 86 sinema filminde rol almıştı.

Hatta bir çok dizide de onu gördük.

Son olarak atv’de yayınlanan “Kurşun Yarası” dizisiyle ekrana geldiğini biliyoruz.

Filmografisine baktığımızda; “Memleket Hikâyeleri - 2006”, “Kurşun Yarası - 2003”, “Çiçekler Açmak İster - 1990”, “Belene - 1987”, “Sefiller - 1987”, “Uyanış - 1978” gibi filmler olduğunu görüyoruz.

Ama ben daha çok gözlerim yaşararak izlediğim, “Hz. Ömer” filmiyle hatırlıyorum onu. Çocuk aklıma değişik filmlerdeki değişik karakterle canlandırdığı içkili sahneleri ona yakıştıramazdım.

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İrâde ve ibadet ilişkisi



Mahlûkâtın en şereflisi olarak yaratılan insana, hayvan, cin ve meleklere bile verilmemiş cihâzât ve duygular verilmiştir. O cihaz ve duyguların her birisinin, kendisine ait çok ehemmiyetli vazifeleri vardır.

Meselâ, zihin ve akıl denilen en kıymettar cihazın vazifesi marifetullah ve Allah’ı tanımak olduğu gibi, irâdenin vazifesi de Allah’a ibâdet etmektir.

İbâdet, Allah’ın hem emirlerine, hem de yasaklarına itaat etmekten ibâret olan geniş bir kavramdır. Sadece, emredileni yapmak değildir. Aklî ve vicdanî olan iman ve îtikatla alâkalı hükümler, ibadetle terbiye ve takviye edilmezse, o imanın tesiri pek zayıf kalır. Toplum hayatında görülen İslâmî yaşantıdaki zaaflar bunun en açık bir delilidir.

Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğmeyi ve itaat etmeyi temin eden, Allah’ın akıl ve kalplerde yerleşmiş olan azameti, büyüklüğü ve yüceliğidir. Gerçek anlamda Allah’ı bilemeyen ve azametini idrak edemeyen bir Müslüman, hakkıyla ona kulluk yapamaz. İşte, başta namaz olarak, tekrarlanmak sûretiyle yenilenen ibâdetler sayesinde, duygular terbiye edilerek gelişir ve Allah’ın büyüklüğü akıl ve kalplerde kök salar ve yerleşir.

İbadet, fikirleri Cenâb-ı Hakka yöneltmek içindir. Çünkü, insan kesrete ve çokluğa müptelâdır. Gaflet ise, onun her an düşebileceği en tehlikeli çukurdur. Gafletin en büyüğü de Allah’ı unutmak ve başıboş olduğunu sanmaktır. İbadet, zihinleri kesretten vahdete döndürür. Her an onu ve bütün kâinatı birden gören ve bir olan Allah’a yöneltir. Zihni gafletten kurtarıp huzur makamında olduğunun şuuruna erdirir.

Cenâb-ı Hak, kâinatı fıtrat kanunlarıyla mükemmel bir intizam ve nizam altına almıştır. İnsan, bir cihette o kanunların merkezidir. İnsanın emir ve yasaklara uymaktan ibaret olan ibadetle Allah’a mukabele etmesi, kâinatın devamına sebeptir. Yâni, Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, nasıl Hazret-i Muhammed’in (asm) yaratılması bu kâinatın vücuda gelmesine sebepse, ona gelen Kur’ân’daki İlâhî emirlere itaat edilmesi de kâinatın devam etmesine sebeptir. Ne zaman yeryüzünde Allah Allah diyen kalmaz ve iman ile ibâdet eden insan bulunmazsa, kâinatın da devamına gerek kalmaz. O zaman, Kâinatın Sahibi kıyametle âlemi yıkarak harap eder ve cin ve insanların amellerinin hesabını görmek üzere âhiret şeklinde yeniden inşâ eder.

İnsan, irâde-i cüz’iyesini iman ve ibadet cihetinde kullandığı zaman, bütün Müslümanlara karşı kuvvetli bir münasebet ve bağlılık hisseder. Bu duygular, sarsılmaz bir kardeşlik ve sevgi hissinin doğmasına ve gelişmesine vesiledir. Toplum hayatının maddî ve mânevî alanda ilerlemesinin en önemli vesileleri de bu kardeşlik ve sevgi duygularıdır. Birbirini iman ve İslâm temelli duygularla sevmeyen, aksine birbirine nefret ve düşmanlık hisleri besleyen toplumlar, içi kurtlanmış bir ağaç gibi zamanla çökmeye ve tarih sahnesinden çekilmeye mahkûm olmaktan kendilerini kurtaramazlar.

İnsan, kâinat içinde görünmeyecek kadar küçük olan bir dünyada, görünmeyecek kadar küçük toz zerresi gibi bir varlık iken, sayılamayacak kadar kabiliyetler, hisler ve meyiller sahibidir. Ve yüksek bir ruh cevherine maliktir. Sınırsız fikirler ve emelleri taşıyor. Yine, sınırsız şeheviye ve gadabiye gibi kuvveleri vardır. Öyle bir yaratılışı vardır ki, on sekiz bin âleme fihrist ve bütün nev’îlerin özeti gibidir. İşte, ibadet bütün bu kabiliyetleri, fikirleri, meyilleri ve emelleri inkişaf ettirir. Yaratılıştan bir sınır konulmamış olan şeheviye ve gadabiye duygularını sınırlandırıp vasat çizgiye getirir. Şahsî kemâlâtın nihayetsiz mertebelerinde mesafe kat ettirir. Allah ile kul arasında yüksek bir bağın kurulmasına vesile olur.

İnsana verilen cüz’î iradenin veriliş gayesi, insanın Allah’a yaratılış borcu olan ibadeti icra etmesidir. İbadet, yalnız Allah için yapılır. Üstadın tesbitiyle: “İbâdetin ruhu ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler; illet olamazlar.” (İ.İ’câz, s. 95) Bu hakikatler esas alındığı zaman, irâde ve ibadet dengesi kurulmuş olur.

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

28 Şubat bitti mi?



28 Şubat mağdurları listesinin ön sıralarında yer alan Hasan Celal Güzel, “28 Şubat evvelâ 1999 seçimlerinde tasfiye oldu. İllegal bir cunta örgütü olan BÇG ortadan kalktı. 2002 seçimlerinden sonra 28 Şubat ekibi tamamen tasfiye edildi. Fakat BÇG’nin zihniyet olarak kalıntıları devam etti” diyor (Star, 26.2.07).

MGK eski Genel Sekreteri E. Org. Tuncer Kılınç da 28 Şubat’ın hedefine ulaşamadığını ifade ile, “Aynı ideolojiden doğan bir parti bugün işbaşında” görüşünü seslendirirken, işin diğer bir boyutuna işaret ediyor (Star, 24.2.07).

MGK Genel Sekreterliğinde yıllarca hukuk müşaviri olarak görev yapan Mustafa Ağaoğlu ise, Kılınç’ı tamamlayan sözler söylüyor. Şu anki durumun 28 Şubat öncesinden daha tehlikeli olduğunu, zira irtica ile suçlananların hükümetten sonra Çankaya’yı da alma aşamasına geldiklerini belirtiyor (Aktüel, 22-28.2.07).

Her üç değerlendirmenin de ortak yanı, 28 Şubat’ın sona erdiği tesbitinde birleşmeleri. Ama gerekçeleri farklı. Güzel, konuyu askerî cenah açısından, Kılınç ve Ağaoğlu siyasî boyutuyla yorumluyor, ama aynı noktada buluşuyorlar.

Ağaoğlu’nun buna eklediği birşey daha var. Ona göre, 2003’te MGK’da yapılan değişiklikler sebebiyle, askerin artık bu kurul yoluyla yeni bir 28 Şubat yapması imkânsız hale geldi.

Bu yüzden, ona göre, 2007 seçiminde halkın iktidarı AKP’nin elinden almasından başka bir çare yok. Bu olursa, “Çankaya’daki adamlarıyla mücadele edilebilir.” Peki, hem Çankaya, hem hükümet AKP’de olursa? Bu ihtimali üç nokta ile boş bırakarak yorum yapmaktan kaçıyor “mason” danışman. Bu suskunluğun bir çaresizlik belirtisi mi, yoksa “başka planlar”ın işareti mi olduğu sualini muallakta bırakarak.

Bu sualin cevabı büyük ihtimalle birinci şık olmalı. Çünkü “başka planlar” derken ilk akla gelen şey, olsa olsa askerin bir defa daha doğrudan darbe yapıp yönetime el koyması olabilir. Ama Türkiye’nin de, dünyanın da geldiği yer, böyle bir ihtimalin varlığına, hattâ telâffuzuna dahi müsaade edecek gibi görünmüyor.

Bu demek değil ki, AKP için meydan tamamen boşalacak. Tam tersine, özellikle kendi hataları ve iç çelişkileri, önümüzdeki süreçte bu partiyi daha fazla zorlar hale gelecek. Dört senedir sabırla ertelenen talep ve beklentilerin karşılanması tazyikleri arttıkça ve AKP’nin işi yine zamana yaymaya yönelik politikaları devam ettikçe, yıpranma katsayısı da büyüyecek.

Ve sonuçta AKP, 28 Şubat’ın güdümlü ve kumandalı “silâhsız kuvvetler harekâtı” türünden bir zorlamayla değil, sivil toplumun gerçek iradesini yansıtan bir tepkiyle cezalandırılacak.

Umalım ki, AKP bugüne kadarki tavrını bundan sonra da sürdürmesi halinde karşılaşacağı bu âkıbeti şimdiden görüp kendisine çekidüzen versin; hiç değilse bu noktadan sonra cesur ve samimî adımlar atarak toplumu rahatlatsın.

Elbette ki, bu adımlar öyle göz boyamadan öte gitmeyen, palyatif ve makyaj niteliğindeki şeyler olmamalı. Tam tersine, sorunlara temelden neşter vuran ve köklü çözümler getiren yapısal reformlar olmalı. Ve anayasadan başlatılmalı.

Yargı başta olmak üzere birçok yerde hâlâ süren 28 Şubat izlerini silmenin başka yolu yok...

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Adaletin bu mu dünya?



1992-95 yılları arasında Avrupa’nın göbeğinde devam eden savaşta Sırplar, Müslüman Boşnaklara karşı soykırım olarak adlandırılabilecek bir katliâm/kıyım gerçekleştirdiler. Hür dünya o günlerde de bu katliâma engel olmak için çok gayret sarf etti, ancak Sırpların katliâmına engel olunamadı.

Aradan yıllar geçti ve konu ‘hukuk’ zeminine taşındı. Nihayet Uluslararası Adalet Divanı, 1995’deki Bosna Hersek (Srebrenitza) katliâmını ‘soykırım’ olarak tanımladı. Ancak aynı mahkeme, bu konuda Sırbistan’ı ‘suçlu ve sorumlu’ bulmadı.

Müslüman Boşnaklar, dönemin Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç liderliğindeki Belgrad yönetiminin, Bosna Savaşı (1992-1995) sırasında Bosnalı Sırpları “Büyük Sırbistan” kurma niyetiyle soykırım olan etnik temizlik kampanyası yürütmesi için cesaretlendirdiğini, silâhlandırdığını ve finanse ettiğini söyleyerek konuyu ‘hukukî zemin’e taşımışlardı.

Sırbistan ise Bosna’da sebep olduğu katliâmları üzerine almayarak; çatışmaların ‘Paralı Sırp askerlerinin şahsî suçu’ gibi görüyor.

İkinci Dünya Savaşındaki Nazi soykırımından sonra BM’nin 1948’deki sözleşmesi uyarınca yasa dışı kabul edilen soykırımdan ilk kez bir devlet, Sırbistan yargılanmış oldu. Yargılandı, ama adalet yerini buldu mu?

Dün, neredeyse bütün gazeteler aynı soruyu sormuştu. Uluslararası Adalet Divanına göre, ortada bir katliâm/ cinayet/ soykırım var, ancak bunun sorumlusu yok! Şimdiye kadar ‘Fail-i meçhul/ bilinmeyen cinayet’lerin varlığına şahit olmuştuk. Bu karardan sonra ‘Fail-i meçhul soykırım’ların da olduğu kabul edilmiş oluyor.

Bu kararla bir defa daha görmüş olduk ki, iş işten geçtikten sonra suçluları bulmak, ilân etmek çare olmuyor. Mahkeme kararıyla Sırbistan suçlu bulunmuş olsaydı, soykırıma uğrayanlara bir faydası olur muydu? Öyle ise hür dünyanın yapması gereken şey, böyle katliâm ve soykırımlara meydan vermeyecek tedbirleri erkenden almak olmalı.

Sırp milislerini Müslüman Boşnakları katlederken seyredenlerden; bugün ‘makul karar’ beklemek de yanıltıcı olurdu. Boşnakların soykırıma tabi tutulmasında suçlu olanlar sadece Sırp yöneticiler değil, katliâma engel olmayan dünya ülkeleri de sorumludur. Belki de Sırpların suçlu bulunmaması, işin ucunun diğer ülke yöneticilerine de dokunabileceği korkusudur.

Dünya ülkeleri, Sırpların uyguladığı soykırıma engel olamadı. Peki, soykırıma yakın katliâmlara engel olabiliyor mu? Gerek Irak ve Filistin, gerekse dünyanın başka bölgelerinde yaşananlar da kısmen soykırım sayılmaz mı? Ya da, bir katliâma engel olmak için illa da soykırım kadar büyük mü olması gerekir? Hür dünya, her türlü savaş ve katliamı önleyecek tedbirleri gecikmeden almak durumunda değil midir?

Fail-i meçhul katliâm ve soykırımlara engel olmak, insanlığın önündeki en büyük vazifedir. Bu konuda İslâm dünyasına da büyük vazife düştüğünü hatırlatmaya gerek var mı?

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şefkatle yaklaşınca



Resûlullahın (asm) bütün hedefi insanların küfür ve dalâletin boğucu kıskacından kurtulması; her şeyin dizgini elinde ve hazineleri yanında bulunan Allah’ı tanıtmakla teneffüs ettirmekti. Bu uğurda yapmadığı fedâkârlık kalmamıştı. Serveti, şefkati, merhameti, cömertliği, fedâkârlığı, kısacası bütün güzel hasletlerini ortaya koymuştu. Onun insanların kurtuluşu için didinip çırpınmasının bir emsâli yoktur. Kur’ân-ı Kerim, “Onlar îmân etmiyor diye, neredeyse kendini helâk edeceksin”1 buyururken bu gerçeğe dikkat çeker.

Efendimizin (asm), damadı, Hz. Hatice’nin isteği üzerine evlendirdiği kız kardeşi Hale’nin oğlu Ebu’l-As bin Rebi’ye gösterdiği tavırlarda da bunu görüyoruz.

O yıllarda henüz Müslüman bir kadının müşrik bir erkekle evlilik yasağı gelmemişti. Ebu’l-As Bedir Savaşına Mekkeliler safında katılıp esir düştü. Hz. Zeynep kocasının kurtuluş akçesi olarak annesi Hz. Hatice’nin düğün hediyesi olarak verdiği gerdanlığını gönderdi. Rikkate gelen Allah Resûlü (asm) Hz. Hatice’nin onca iyiliklerini hatırlayıp, “Şayet kızımın esirini serbest bırakmayı uygun görürseniz onu bırakın. Malını da kendisine iade edin” buyurdular.

Sahabîler bu temenniyi emir telâkki edip hemen uyguladılar.

Resûlullahın bu hareketinde hiç şüphesiz bir kadirşinaslık örneği var. Eşi Hz. Hatice—hele müşriklerin uyguladığı üç yıllık sıkıntı ve kıtlık döneminde—az mı fedâkârlık sergilemişti. Bütün malını seferber etmiş; nice aç, yoksul Müslümanı sıkıntılardan kurtarmıştı.

Resûl-i Ekrem’in (asm) Hz. Hatice’nin onca fedâkârlıklarını hatırlamaması mümkün müydü? Dahası Resûl-i Ekrem (asm) bu hareketiyle damadının bilgisizce uydum kalabalığa cinsinden sergilediği inadını kırıyor, yumuşatıyor, daha önceden serbest bırakmadığı kızını serbest bırakacağı sözünü alıyor, ona İslâmın güzellikleri karşısında yeniden düşünme fırsatı sağlıyor, İslâma ısınmasını hedefliyordu.

Sözüne sadık, dürüst bir insan Ebu’l-As gerçekten hanımı Hz. Zeynep’i Medine’ye göndermekle verdiği sözü yerine getirmiş, Resûl-i Ekrem’in (asm) bağışlama âlicenaplığı karşısında mahcup olmuş, onun bu tavrını aslâ unutamamıştı.

Ebu’l-As serbest olduğu ve memleketinde bulunduğu halde küfrün dehşetli sıkıntılarından kurtulamamış, bir türlü huzur bulamamış, sonunda Müslüman olmaya karar vermiş ve bütün borçlarını ödeyip Mekkelilere niyet ve kararlılığını şöyle seslendirmişti: “Şu andan itibaren ben Müslüman oluyorum. Şehadet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed Allah’ın kulu ve Resûlüdür.”

Ebu’l-As sarsılan müşriklerin şaşkınlığı içerisinde Mekke’den ayrılıp Resûl-i Ekreme (asm) kavuştu. Buna Efendimiz (asm) çok sevinmişti. O ana kadar kimseyle evlenmeyen Hz. Zeynep’le onu tekrar evlendirdi.

İşte şefkat ve insanlara değer vermenin güzel bir meyvesi!

Dipnotlar:

1- Şuarâ Sûresi: 3.

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yaratıcının en büyük delillerinden biri: Kur’ân- 2



Kur’ân’ın 15 asır önce, bugün ilmî ve teknolojik gelişmelerle ancak anlaşılabilen keşif ve icadlardan; sosyal hâdiselerden bahsetmesi de mu’cizedir ve bu yönüyle de tevhide delildir. Astronomi, biyoloji, jeoloji, tıp ve sâir ilimlerle ilgili yüzlerce âyette, yüzlerce keşif ve icadlardan, ilmî hakikatlerden haber verir Kur’ân.

Oysa insan, ne kadar akıllı, zekî olursa olsun, değil bin beş yüz sene sonra; bir sene, iki sene sonra (umûmî konular hariç) vuku bulacak husûsî olayları, ilmî gelişmeleri, sosyal hâdiseleri bilemez. Bunların yüzlercesinden birisi, hepimizin bildiği meşhur Râhman Sûresi’nin 19 ve 20. âyetleridir: “O iki denizi salıverdi ki, o denizler birbiriyle kavuşurlar. Aralarında bir engel vardır, birbirine karışmazlar.”

Şimdi, “kavuşup-karışmamanın” mu’cizelik cephesine kısa bir nazar gezdirelim: Deniz suları, boğazlar yoluyla birbirine kavuşuyor, fakat suları birbirine karışmıyor! Çelişkili gibi görünen bu mesele; denizaltı araştırmalarıyla meşhur Fransız ilim adamı Kaptan Custeaun’un, 20-25 sene önceki tesbitiyle anlaşılmıştır. Şöyle ki:

Önce Akdeniz ve Atlantik okyanusunun kimyevî ve biyolojik yapısının farklılığını tesbit eder. Cebel-i Tarık Boğazında çeşitli araştırmalar neticesinde, “Cebel-i Tarık Boğazından güney yakasına (Fas) ve kuzey yakasından (İspanya), denizin dibinden akıl almaz şekilde tatlı sular fışkırdığını; her iki kıyının dibinden birbirine doğru 45 derecelik açılar halinde bu dev su kanalların, tarağın dişleri gibi karşılıklı bir baraj yaptığını; bu sebeple Akdeniz’in Atlas Okyanusuna, okyanusun Akdeniz’e karışmadığını”1 keşfeder. Yâni, sular birbirine kavuşuyor, ama karışmıyor!

Diğer yandan inci ve mercanların, denizin kimyevî yapısına göre var veya yok olma meselesi, “O iki denizden inciler, mercanlar çıkar. Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz?”2 âyetleriyle ifâde edilmektedir. Bilindiği gibi, denizler, milyarlarca küçük canlıları, bitki örtüsü, hayvanları, inci ve mercanları barındıran, Allah’ın hikmetlerini sergileyen âlemlerdir. Farklı canlı, farklı bitki örtüleri birbirine karışmamakta ve düzenlerini bozmamaktadır.

Araştırmamız derinleştikçe, hayranlık ve heyecanımız artar, gözlerimiz daha fazla kamaşır.3 Bugün; teknolojinin harika teknik cihazlarıyla ancak keşfedilebilen ilmî-fennî pek çok mevzûun özünün; Kur’ân’da dile getirilmesi; aynı zamanda imân esaslarının hak olduğunu ispat edip ilân eder. Meselâ, “Onun varlığının delillerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır; sonra bir beşer olarak hemen yeryüzüne yayılırsınız”4 şeklindeki hârika tesbiti ele alalım:

Modern ilim ispat etmiştir ki, insan vücûdu, arzda bulunan bütün elementleri ihtivâ etmektedir. Vücût; karbon, oksijen, hidrojen, fosfor, kükürt, azot, kalsiyum, mağnezyum, demir, manganez, bakır, iyot, klor, kobalt, zink, silisyum, aleminyum gibi elementlerden teşekkül eder.

Diğer taraftan, “kara delikler”den bahseden Vâkıa Sûresi’nin 75-76. âyetleri; her şeyin “çift” yaratıldığını; topraktaki dirilik ve hayatın sırlarını açan Yâsîn: 36, 33.; petrolden söz açan Alâk Sûresi’nin 4-5.; yağmurun meteorolojik inceliklerini dikkate sunan Zuhruf: 11.; atom çekirdeğinin içindeki hareketleri nazara veren Tekvîr: 15-16.; kâinatın genişlediğini ifade eden Zariyat: 47; arz ve semanın bitişik iken koparıldığı Enbiyâ: 30; dünyanın dönüşünü gösteren Neml: 88. âyetleriyle; su, oksijen, hava sahifesi, bitki, hayvan ve canlılar; gökyüzü ve sırlarından bahseden modern ilmî buluşlarla örtüşen hattâ, on beş asır evvel onlara işaret eden yüzlercesi; Kur’ân’ın, Allah kelâmı olduğunu ispat eder.

Bir âyet bile yalnız başına Kur’ân’ın Kelâmullah olduğunu gösterir. Çünkü, o karanlık ve cehâlet çağında, herhangi bir ilmî meselenin hayal bile edilemeyeceği bir zemin ve zamanda teknolojik derinlik ve ilmî inceliklerden haber verilmesi; ancak, her şeyi bilen ve tasarrufunda bulunduran Âlim ve Kadîr-i Küll-i Şey’in sözü olmalıdır.

İşte Kur’ân buna benzer binlerce teknik meseleyi de bildiğine göre; o insan sözü değildir. Öyle ise, Allah’ın kelâmıdır. Öyle ise, onun bildirdiği gibi, Allah birdir, şeriki, naziri, benzeri, ortağı yoktur; sonsuz sıfat sahibidir.

Dipnotlar: 1- Kur’ân-ı Kerîm’den Âyetler ve İlmî Gerçekler 1: 80.; 2- Râhmân Sûresi: 22-23.; 3- Prof. Dr. Abdüsselâm, İdealler ve Gerçekler, (Çev. Senâi Demirci, Mesut Toplayıcı) Yeni Asya Yayınları, İst. 1987, s. 12.; 4- Rûm Sûresi: 20.

28.02.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (8)



Yasaklar zinciri

Evet, bilhassa 1924 yılı başlarından itibaren yakıcı ateş halkalarından oluşan bir "yasaklar zinciri" teşkil edildi.

Bu meyanda, önce dinî tedrisatı yapan ve ahlâkî terbiyeyi telkin eden medreseler kapatıldı.

Hemen ardından, dinî alâmet ve semboller birer birer yasaklanmaya başlandı.

Özetle: Ecdadımızın bin yıl kullandığı İslâm sarığının başa sarılması; Kur'ân okunması ve hatta Kur'ân harfleriyle yazılmış kitaplar, mecmualar; Muhammedî ezanın okunması, hatta gizlice ezan ve kàmet okunması, Kur'ân hattıyla taşa, mermere yazılmış tuğra ve kitabelerin açıkta bırakılması, cenaze namazının dahi tekbir getirerek (yani 'Allahuekber' diyerek) kılınması yasaklandı.

Bunlar gibi daha birçok yasaklarla, mânen adeta ateş çemberine alınmış olan nesillerin durumu hakikaten çok feciydi.

Bu vaziyet üzere 1940'lara gelindiğinde, ehl–i keşfin kanaat ve müşahadeleriyle, imanla kabre girenlerin sayısı, hamiyet ve basiret sahiplerinin içini kan ağlattıracak derecede azalmıştı.

O zaman geldi ki, düğünlerde dinî nikâh kıyacak hocalar veya ölüleri zamanında yıkayıp başlarında telkin okuyacak imamlar kalmamış, yahut bulunamaz olmuştu.

Hal böyle iken, yeni yetişen nesillere dinî telkinatı kim yapacak, ahlâkî terbiyeyi kim verecekti?

Aynı zaman zarfında, sırf lillah için hizmete koşan, nesillerin imanını kurtarmaya çalışan Kur'ân şâkirtleri de, ya hapse atılıyor, yahut da ağır baskılar altında tutularak sindirilmek isteniyordu.

Tek sesli medya, din ve dindarlar aleyhinde ağız birliği içinde neşriyat yapıyor, devletin kuvvetiyle mütedeyyin insanlar ezdiriliyor, sıradan vatandaşlar bile birbirinin ispiyoncusu, muhbiri haline getirilmeye çalışılıyordu.

Adı Cumhuriyet olan devletin mekanizması, komünizmden, bolşevizmden beter bir acımasızlıkla işletiliyordu. Mekanizmanın dişlileri, rejime fikren olsun muhalefet edenleri eziyor, onlara hayat hakkı tanımıyordu.

1950'lere doğru gelindiğinde, mânevî teneffüsten mahrum bırakılan memleket, adeta patlama noktasına gelip dayanmıştı.

Bu tarihe kadar olan teneffüs mekânları, yine hapishaneler olmuştu. Evet, haksızlığı hak telâkki eden, keyfî küfrî hayata medeniyet nâmını veren ve mutlak istibdada Cumhuriyet adını veren bir rejim anlayışının en rahat yeri hapishane olsa gerektir.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, tek parti rejiminin hükümfermâ olduğu bu şeflik devrinde, vicdanları büsbütün ölmemiş, aklı sönmemiş birkaç idareciye mektup yazarak, bütün kuvvetiyle gelecek nesillerin imanını kurtarmaya çalıştıklarını, dolayısıyla kendisiyle uğraşmamaları gerektiğini en yüksek perdeden ilân ve ihtar ediyordu. (Bkz: Emirdağ Lâhikası–I'de yer alan ve Adalet Bakanı, bazı hakimler ile Halk Partisi Genel Sekreteri Hilmi Uran'a hitaben yazılmış olan mektuplar.)

50 sene sonraki nesil

İşte, yukarıda bahsini ettiğimiz mektuplardan birinde, gelecek istikbâl neslini bekleyen dehşetli tehlikeler hakkında Üstad Bediüzzaman'ın yapmış olduğu ürpertici bir uyarı.

Zamanın adalet bakanı ve Risâle–i Nur'la uğraşan hakimlere hitap eden Said Nursî, hem onlara, hem de dolaylı şekilde bütün akıl–vicdan sahiplerine şu hatırlatmada bulunuyor: "Efendiler! Siz, niçin sebepsiz bizimle ve Risâle-i Nur la uğraşıyorsunuz? Kat'iyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risâle-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü, Risâle-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i atiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar." (Age, s. 20.)

Aynı mektubun ilerleyen kısmında ise, yine aynı acı gerçeğe vurgu yapılarak, vicdanî sorumluluk duygusunu konuşturuyor: "Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh-u canıyla Kur’ân'ın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar, belki mahvedecek bir kısım nesl-i atinin eline elbette Risâle-i Nur gibi bir hakikati verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden, bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz."

(Devam edecek)

GÜNÜN TARİHİ 28 Şubat 1956

Zor zamanda Islahat Fermanı

Tanzimat'tan 16 sene sonra Islahat Fermanı ilân edildi.

Tanzimat'ın hazırlayıcısı, Osmanlı diplomatı ve devlet adamı Mustafa Reşid Paşaydı.

Islahat'ın hazırlayıcısı ise, Reşit Paşanın izinden giden bir diğer diplomat Âlî Paşa oldu.

Bu iki ferman arasında usûl ve teknik yönünden bazı farklılıklar bulunmakla birlikte, temelde aynı mantığa ve mantaliteye dayanıyor.

Gülhâne Hatt–ı Hümâyûnu diye de isimlendirilen Tanzimat, Batılıların doğrudan bir müdahalesi olmaksızın, onlara bir hesap vermeksizin ve onların tasdikine sunulmaksızın hazırlandı.

Islahat'ta ise, İngiliz ve özellikle Fransız elçilerin de iştiraki sağlandıktan sonra maddelere nihaî şekil verilmiş oldu.

* * *

Tanzimat olsun, Islahat olsun, bunları bugünkü mantık ölçüleriyle değerlendirmek hatalı olur. Zira, o dönemin kendine has dengeleri, imkânları, şartları ve zaruretleri vardır.

Her şeyden önemlisi, Osmanlı devlet kurumları, devlet mekanizmasıyla birlikte büyük ölçüde eskimiş, hatta zaafa uğramıştır. Yani, eski kuvvet ve satvet kalmamıştır. Hemen hiçbir şey yolunda gitmemektedir.

Dolayısıyla, bir reorganizasyona gitmek kaçınılmaz hale gelmiştir.

Tanzimat veya Islahat olmaması halinde, inkıraz hızlanacak, devlet muhtemelen kendi içinde çatırdamaya başlayacaktır.

Bu sebeple, yeni hallere, yeni yöntemlere müracaat, zaruri bir ihtiyaç halini almıştır.

Böyle zor zamanlarda yaşanan sıkıntıları aşmak için müracaat edilen usûller ile kolay ve rahat zamanda yapılan icraatları (meselâ, fes ve şapka inkılâbı gibi) birbirinden ayırd etmek gerekir.

Dayatma başka, ihtiyaç başkadır.

Dinde "tecdit vazifesi" meşrû olduğu gibi, devlette de "reform hareketi" meşrû, hatta bâzan elzemdir.

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif konular



İsmet Bey: “İşârâtü’l-İ’câz’ın 43. sayfasındaki suâle verilen cevapta ‘Üç şey içtimâ ederse beş olur’ deniyor. Bu nasıl oluyor? Açıklar mısınız?”

Maddî olsun, manevî olsun, her şeyde ve her hususta yardımlaşmanın ve el birliği yapmanın büyük bir güç meydana getirdiğini ve büyük bir kuvvet yoğunlaşması sağladığını kaydeden Bedîüzzaman Hazretleri, bunu aksetme ve yansıma sırrıyla izah eder. Saîd Nursî Hazretleri beyan eder ki, az şey bile bir araya gelse, yansıma sırrıyla çok hükmünde olur. Üç güzellik yan yana gelse beş güzellik gibi tesir meydana getirir. Beş şey bir araya gelirse, on hükmüne girer. On şey birleşirse, kırk katı kadar bir güç meydana getirir. İki aynayı birbirine mukabil tuttuğunuzda, birbiri içinde sayısız aynalar görünür. Keza iki-üç güzel şey birleşirse, çok güzellikler onlardan doğar. Bundandır ki, insanın içinde yardımlaşmaya, birleşmeye ve kaynaşmaya fıtrî bir meyil vardır.1 Nitekim Cenâb-ı Hak insanlara iyilikte yardımlaşmayı ve el birliği yapmayı emreder.2

Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Mekke’nin fethi için sefere çıktığında Kubeyd mevkiinde konakladı ve burada ordusunu savaş düzenine koydu. Sancaklar ve bayraklar bağlayarak onları bölüklere ayırdı. Gece olunca da her bir askere ateş yakmasını emretti. Bir anda on bin asker tarafından on bin ateş yakıldı. Ateşler göz kamaştırıcı bir manzara oluşturmuş, Mekke’ye muhteşem bir ateş donanması olarak gözükmüştü. Yüz binlik bir ordu ihtişamı vermişti. Hiçbir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler dehşete ve telâşa girdiler, Mekke’nin çepeçevre sarıldığı korkusuna kapıldılar. Bu muhteşem orduyla savaşmak yerine teslim olmaya razı oldular. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm da Mekke’ye kan akıtmadan girdi ve herkese af ilân etti. Affedilenler bir bir gelip İslâm dîni ile şereflendiler.3

***

İstanbul’dan okuyucumuz: “Pazarlamacıyım. Sürekli değişik illere çıkıyorum. Sürekli seferî miyim? Namazları seferî mi kılmalıyım?”

Esas olan ibadet yapmaktır. Esas olan namazı vaktinde kılmaktır. Seferîlikle ilgili esaslar, seferî halde iken zor durumda kalanlara mahsus kolaylaştırıcı birer hükümden ibarettir. Bir yolcu seferîlik hükümlerini, ihtiyaç duyarsa uygular. İhtiyaç duymayıp uygulamadığı zaman ise, namazını ifsat etmiş olmaz. Yeter ki namazını kılsın; namazı dört mezhebe göre sahihtir.

Siz, ikamet durumunuza göre doksan kilometreden uzak illere on beş günden az süreli kalmak üzere çıktığınız zaman seferî sayılırsınız. Böyle yolculuklarınızda zaman darlığı çektiğiniz ve ihtiyaç duyduğunuz yerlerde namazı kısaltarak kılabilirsiniz. İhtiyaç duymadığınız zamanlarda ise, namazı kısaltmadan kılmanızda bir sakınca yoktur. Her ikisine de mezheplerden müsaade vardır. Yalnız, namazı bırakmayınız; kâfidir.

***

Eyüp Bey: “Dili peltek birisi namazda kıraati nasıl yapar? Eksik okuma ile namazı sahih olur mu? Olmadı diye vesvese konusu yapılır mı?”

Dilin peltekliği bir özürdür. Özür sahipleri ise, özürleri derecesinde mazurdurlar, masumdurlar. Bilindiği gibi Peygamberlerden Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın dili de ağdalı idi ve Cenâb-ı Hakka şu duâyı yapmıştı: “Rabbi’şrahlî sadrî ve yessir lî emri, va’hlul ukdeten min lisanî, yefkahû kavlî.” (Rabbim, gönlüme genişlik ver. İşimi bana kolaylaştır. Dilimin bağını çöz. Ki sözümü anlasınlar.”4 Cenâb-ı Hak da Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın duâsına karşılık: “Ey Musa! İstediğin sana verildi” buyurmuştu.5

Kur’ân-ı Kerim birçok âyetinde, teklif-i mâlâyutak olmadığını ilân eder.6 Yani İslâm bize gücümüzü aşan bir şeyi yapmamızı teklif etmez; bu konuda bize kolaylık tanır. Yani özür sahibiysek eğer, yapabildiğimiz kadarından sorumluyuz. Yapabildiğimizi yapmaya çalışalım; yeter. Cenâb-ı Hakkın, eksiklerimizle kabul edeceğinden umudumuzu kesmeyelim. Allah’ın, bizim amelimizden ziyade, kalbimize baktığını unutmayalım.

Dilimiz peltek ise eğer; bir yandan duâlarımızı eksik etmeyelim ve Cenâb-ı Mevlâ’mızdan dilimizin düzelmesini isteyelim, bunun için gerekirse ve bir çare varsa doktora gitmeye devam edelim; diğer yandan yapabildiğimiz kadar ibadetlerimize devam edelim. Endişeye ve vesveseye asla yer vermeksizin, yapabildiğimizle amel edelim. Olmadı diye vesvese konusu yapmamıza asla mahal yoktur. Özürden dolayı eksik okuma ile namaz bozulmaz; namaz inşallah sahihtir.

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 43. 2- Mâide Sûresi, 5/2. 3- Suruç, Salih, Peygamberimizin Hayatı, 2/488. 4- Tâhâ Sûresi, 20/25–28. 5- Tâhâ Sûresi, 20/36. 6- Bakara Sûresi, 2/233, 286; En’am Sûresi, 6/152; A’râf Sûresi, 7/42; Mü’minûn Sûresi, 23/62; Talâk Sûresi, 65/7

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Yıl dönümleri



28 Şubat’ı yazmam gerekiyor.

Ama içim sıkılıyor.

27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü 28 Şubat’ı var bu ülkenin.

9 Mart’ı, 21 Şubat’ı, 21 Mayıs’ı ve daha nice başarılı olamamış darbe girişimi var.

Ama 1946’da çok partili sisteme geçme kararından başka demokrasi bayramı yok.

Ne yazacaksın?

21. yüzyılda darbe anayasasıyla yönetiliyor bu ülke. AB’ye de bu anayasa ile girmeye çalışıyoruz.

Uyum yasalarıyla sağını solunu demokrasiye uydurduk ya…

Birileri almış eline Nihal Atsız’ın pergelini kafalarını ölçüyor milletin.

Sarı olmayanı Türk saymayanı mı ararsın, Kürt federasyonundan söz edeni mi?

Sanki bölünme, parçalanma kime ne yarar sağladıysa.

Amerika birleşik devletler olarak güçlenip, Avrupa birlik olup, NAFTA kurulup gelişirken, biz bölünmeyi, parçalanmayı, işgali konuşuyoruz.

İşte Yugoslavya, işte komşumuz Irak.

Irak parçalandı, işgal edildi kime yaradıysa.

Şiî’ye mi, Arap’a mı, Sünnî’ye mi, Kürt’e mi?

Kürt’e yaradı demeyin. Henüz onu anlamak için vakit erken.

İttihatçı Yakup Cemil vurmuş gazeteci Hüseyin Cahit’i. Onu Hüseyin Üzülmez takip etmiş. Sonra Ağca olmuş, şimdi ise başka biri...

Katilleri kuşaktan kuşağa devroluyor memleketimin.

Sadece katilleri değil, darbeci geleneği de.

Geçmişte cuntacılarla iş tutmuş bir gazetemiz, 16 Mayıs 2007’de saatler yüz yıl geri alınacak diye kampanya başlatmış.

Ne olacakmış 16 Mayıs’ta.

Cumhurbaşkanı seçilecek.

Peki Cumhurbaşkanını kim seçecek?

Türkiye Büyük Millet Meclisi.

Yani Kurtuluş Savaşını yöneten, içinden hükümetler çıkarıp Türkiye Cumhuriyetini yaşatan meclis.

Peki bu meclis cumhurbaşkanını seçerken yetkiyi kimden alıyor? Milletten.

Milletin seçmesi demek 100 yıl geriye gitmek demek.

Peki İlhan Selçuk’un seçmesi demek 100 yıl ileriye gitmek demek mi? 9 Mart’ta YÖN cuntası baskına uğramasa İlhan Selçuk, bir grup eli silâhlı askerle, aydını yanına alıp ihtilâl yapacaktı. BAAS türü bir rejimi getirmek için.

BAAS türü rejimler Ortadoğu’yu ne hale getirdi? İşte Saddam öyle bir rejimi getirmişti? Ülkesinin ve şahsının sonu ne oldu?

Millet iradesinin tecelli etmesi 100 yıl gericilik, cunta zihniyetinin hakim olması 100 yıl ilericilik...

28 Şubat’da da pek kıymetliydi İlhan Selçuk ve zihniyeti.

Genelkurmay’da verilen brifinglerde başköşede ağırlanıyordu.

Aslında sadece İlhan Selçuk zihniyetinin sicili değil, bütün bir memleket sınıfta kalmadık mı? Mehmet Kutlular gibi, Hasan Celal Güzel gibi birkaç yürekli adam dışında nice hüsranlar yaşadık, demokrasinin kalesi denilen mevkilerden.

Demokrasinin simgesi diye köşke çıkardığımız Demirel, 28 Şubat’ın Genelkurmay’da aldığı brifingle başladığını söylüyor.

Seçimlere sokulmayan vetolu bir partiyken milletin iktidara taşıdığı DYP, kendi birlik ve bütünlüğünü sağlayabildi mi? Tansu Çiller’in A takımı diye Meclise soktuklarının tümü, partisine; misyonuna ihanet edip, bir bir partilerini terk etmediler mi?

Millî iradenin tecelligâhı olan Meclisin Başkanı Mustafa Kalemli ara dönemde Başbakanlık koltuğu kaparım diye Genelkurmay’ın kuryesi gibi hareket edip, darbe ateşinin altına odun taşımadı mı?

Bir kaçı istisna, ama yargısıyla, basınıyla, sivil toplum örgütleriyle demokrasinin güvencesi olması gereken kurumlar, hazır ol vaziyetini geçip, ihtilâl sancağını kapmak için birbirleriyle yarış etmedi mi?

Millî iradeyi ayakta tutması gereken Erbakan ezik ve zavallı bir halde önce YAŞ kararlarına, ardından 28 Şubat’a iki elini kaldırarak iştirak etmedi mi?

Mesut Yılmaz ile Bülent Ecevit bir kez daha iktidar olma uğruna, rol kapmaya koşup, askeri göreve çağıran konuşmalar yapmadılar mı?

Askerlik yapacaklarına Batı Çalışma Grupları oluşturup cuntacılık oynayan askerler, ülkeyi Latin Amerika’daki sabah erken kalkanın darbe yaptığı bir seviyeye sürükleyip, şimdi de emekli generaller olarak silâh şirketlerinin iş takipleriyle uğraşmıyorlar mı?

Velhasıl dostum. Bugün 28 Şubat’ın 10. yıldönümü.

Demokrasinin yaş günlerini kutlayamadık bir türlü. Ama ihtilâllerin yıldönümü çok bizim ülkemizde.

27 Mayıs’ın 47. yıldönümü, 12 Mart’ın 37’nci, 12 Eylül’ün ise 27’nci yıldönümü.

El birliğiyle berbat ettik rejimi, yaşatamadık demokrasiyi.

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

28 Şubat yargılanmalı!



Bugün 28 Şubat. Telâffuzunda bir dönemin kasaveti saklı. Kimilerine göre açık darbe, kimilerine göre modern darbe, kimilerine göre ise post modern darbe.

Kesin olan bir şey var ki, örtülü ve tezgâh kokan kurumlar ve kurallar dışı bir örgütlemenin yasa dışı dayatma ve bezdirmelerle bir çok insanı canından bezdirdiği! Batı Çalışma Grubu’nca yürütülen fişleme, istihbarat toplama ve ispiyonlama planları, bilinen malum bir kaç general üzerinden yürütülmüştür.

İnsanlar “yaşam biçimleri”, inançları ve düşünce yapılarından dolayı ciddi bir tarassut ve mağduriyete düçar edilmişlerdir. Bu dönemde sembol değeri olan bir kaç kanun dışı tatbikatı hatırlayalım: Bağımsız kabul edilen yargı mensupları, hakim ve savcılar Genelkurmay’a çağrılıp brife edildiler. Ayakta alkışlamaları sağlandı.

Üniversite rektörleri, daha istekli bir heyecanla “irtica” toplantılarında yine Genelkurmay Başkanlığı’nda boy gösterdiler. Başörtüsü yasakları başladı. Binlerce başörtülü kamu görevlisi soruşturma geçirdi, aylarca takibe uğradı ve nihayetinde görevlerinden ihraç edildiler. Başörtüsü gerekçesiyle yanlı laiklik yorumu, kamusal alanda başörtüsü takılamayacağı yönündeki idarî uygulamaları yargı da destekledi.

Benzer şekilde üniversite öğrencileri için başörtüsü avı başlatıldı. Kampüs girişleri güvenlik çemberine alındı. Birçok öğrencinin psikolojisi bozuldu. Aile, okul ve inançları arasında büyük sarsıntı geçirdiler. Bir kısmı direndi, okulu bıraktı ve okuyamadı. Bir kısmı kerhen başını açtı, bu defa da iç huzursuzluk yaşadı. Bir kısmı ise sınavlara bile girmeden üniversite rüyasını zihninden sildi.

Yaşanan tam bir trajedi, inanılmaz bir zulüm idi. Maalesef, başörtüsü dramı hâlâ devam ediyor. Toplumun sindiremediği, ailelerin mahzun ve mükedder olduğu, siyasî iktidarın yetersiz kaldığı ve millî iradenin kendini hâkim kılamadığı bir açmaz hâlâ devam ediyor. Ne hazindir ki, bu sonuç 28 Şubat’ın mahsulüdür. Askerî vesayetin antidemokratik keyfîliği ve sözüm ona sivil siyasetin kamburudur.

28 Şubat deyince andıç garabeti de başlı başına bir skandal ve iç darbedir. Gazetecilerin tehdit edilmesi, patronlar üzerinden yazı yazmalarının engellenmesi, düşünceye tahammülsüzlük, yayın yönetmenlerine dayatılan gündemler ve irtica paranoyasına âlet edilen bir kısım medyanın gayretkeşliği de tablonun bir başka yönü.

Yargının siyasallaşması, hukukun bir döneme ait şartlı ve önyargılı tutumu ile hak aramanın bir lüks haline geldiği, görevden alınmanın istihbarî bilgilere dayalı subjektif dayanaklarla gerçekleştiği üzücü ve yıpratıcı birçok hadise herkesin dünyasında hissedildi.

Meşrû hükümeti görevden uzaklaştırma adına düzenlenen toplantılar, basının yüklenmesi, iktidardaki koalisyonun direnmekte zorlanması, Çankaya’nın hükümeti istifaya zorlayan taktikleri ve partiler arası hızlanan transferler ve yeni hükümet oluşumları alt alta toplandığında, hukukun ruhuna okuyan bir anlayışın kara mizahı bütün çıplaklığıyla göz önüne gelmektedir.

Ayrıca, sermayenin renklere göre adlandırılması ile yeşil sermaye düşmanlığına karşılık ticarî konumunu bu dönemde olağanüstü büyüten 28 Şubat destekçilerinin hak bilmez mâlî baskı ve serbest piyasayı felç eden sindirme gayretleri de madalyonun ayrı bir veçhesini teşkil etmiştir.

Dahası, bu dönemin mizahî ve tezgâh kokan figüranları ve Müslümanları rencide eden iletişim kampanyaları da eşlik etmiştir. Ali Kalkancı’dan Fadime’ye uzanan bir seri görüntü ve etkileme stratejileri de izlenmiştir.

28 Şubat’ta kamuoyu köşeye sıkıştırılmıştır, yanıltılmıştır, kasıtlı yönlendirilmiştir. Kanun dışı işbirlikleri ve örgütlenmelere gidilmiş, insanlar rencide edilmiş, kişi ve kurumlar yasadan gücünü almayan tasnif metotları ile kategorize edilmiş ve bir kesim tamamen dışlanmıştır.

İnsanların özlük hakları ile oynanmıştır. Siyaset parçalı hale getirilmiştir. Hükümet teşkil süreçleri ve önlerine konan irtica ile mücadele planları, siyasî iktidarsızlıkların utanç tablosu olarak maalesef uygulanmıştır.

Binlerce Kur’ân kursu, ilköğretim orta kısmı kapatılmış, özellikle imam hatip okulları hedef seçilerek ilkokul sonrası yönlendirmeye müsaade edilmemiş zorunlu eğitim 8 yıla çıkarılırken, kesintisiz tutulmuştur.

ÖSS’de meslek liselerine yönelik adaletsiz katsayı uygulaması, üniversitelerde siyasî iktidarlara karşı geliştirilen tepkiler ve öğretim elemanlarına düşünce açıklaması karşısında getirilen sınırlamaların çoğu, 28 Şubat döneminin despot anlayışının eseridir.

Maalesef, 28 Şubat bizzat devlet eliyle hâlâ soruşturmaya tâbi tutulmamıştır. O dönemin aktörleri yargı önünde yaptıkları eylemlerden dolayı hesap vermemişlerdir ve onlardan hesap sorulmamıştır. Bazı yansımaları ile 28 Şubat hâlâ devam etmektedir. Bu da sivil siyaset adına utanç vericidir.

Meclis, mutlaka bir araştırma komisyonu ile 28 Şubat’ı enine boyuna araştırmalıdır.

Basın kuruluşları, bu döneme ait duruşlarının ahlâkî yeterliliğini bir nefis muhasebesine tâbi tutmalıdır. Aydınlarımız, demokrasiye yapılan bu müdahaleyi tartışmaları ve eleştirmeleri gerekir. Toplum, oluşturulan olağanüstü haller ve sonucunda kurtarıcılar üzerinde milli iradeyi gasp eden zihniyete karşı bilinçlendirilmelidir.

28 Şubat’ın üzerinden tam 10 yıl geçmiş, hâlâ karanlık noktalar çok. Her zaman bu karanlık dönem konuşulmalı, dersler çıkarılmalı, millî hâkimiyet söylemleri geliştirilmeli, askeri ve demokrasiyi tahrip eden sayısız örnek, yakın tarihin şehadetinde demokrasimizin son 60 yılına bağlı gelişimi ile tekrar hatırlanmalıdır.

İnşaallah bu sayfalar kapanır ve bir dönem kanun dışı güç oluşturulan maşerî vicdanlarda yargılandıkları gibi milletin huzurunda da yargılanırlar ve ibret-i müessire olarak, sağduyu ve millî irade kalıcı bir şekilde galip gelerek kurumsallaşır.

28.02.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Hakikat menşeinden müstakildir



Hakikat kategorik veya maniheist değildir. Aksi takdirde hakikat yerinde sayardı. Halbuki hakikat devingendir yani perdelidir, hareketlidir. Onu sabit zannedenler yanılırlar ve hakikat üzerindeyken hakikatın altlarından çekilmesiyle birlikte açıkta kalırlar ve hakikattan kopuk hale gelirler. Zamanla Yahudilerin ve Hıristiyanların yaşadığı gibi.

Hans Küng’ün konuşma yaptığı oturumda görüşlerini arz eden Devlet Bakanı Mehmet Aydın gerçekten de entelektüel bir sunum yaptı. Elbette her dediğine veya her yaptığına katılacak halimiz yok. Ama komplekse girmeden artılarını ve katkılarını da görebilmeliyiz. Bu anlamda, Hans Küng’e katkıda bulunan hatta onu aşan bir konuşma yaptı. Benim için calibi dikkat olan bir sözü ve tesbiti vardı: Hakikat menşeinden mustakildir. Bu zaman zaman gözardı ettiğimiz ve yanıldığımız bir nokta. Bazıları bu noktayı kör nokta olarak da tanımlıyorlar.

Bazen hakikî dost düşman suretinde görünür. Biz de o görüntüye aldanırız ve gerçek dosttan istifade etmeyi beceremeyiz. Aksine mahrum oluruz. Bu hususta Mehmet Aydın ilginç bir tarihî anekdot anlattı. Adı ‘mason Şeyhülislâm’a çıkan Musa Kâzım Efendi meşrutiyet günlerinin şeyhülislâmıdır. Özellikle halkın bir kısmı ve ulemadan da bazı zevat meşrûtiyete ‘Din elden gidiyor’ diye karşı çıkıyorlarmış. ‘Meşrûtiyet diye bir bidat çıktı ortaya’ diye öfkeyle söylenip duruyorlarmış. Bu kalabalık bir gün Musa Kâzım Efendinin kapısını çalmış. Konuyu danışma ihtiyacı hissederler ve meramlarını şöyle dile getirirler: “Meşrûtiyet diye bir bidat çıktı. Güya halk da söz sahibi olacakmış. Bu kavram ve yöntem aynı zamanda Batı’dan ithal. Buna ne dersin?”

***

Musa Kâzım Efendi meşrûtiyet kavramına Batı’dan ithal diye karşı çıkanlara şu cevabı veriyor: “Hakikat menşeinden müstakildir...” Mehmet Aydın bu cevabı naklettikten sonra devam ediyor: “Kindi de öyle söyler. Komplekse kapılmaya gerek yok...” Komplekse kapılan kendisi zarar eder. Halis Çelebi ‘Fitnetü Hizbullah’ yazısında (El Mecelle dergisi) bu meseleye temas eder.

Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi veya Kindi gibi İbni Haldun’dan sonra şarkın yetiştirdiği ender tarihçi ve sosyologlardan olan Malik Binnebi de fikir ile fikrin sahibini veya şahsı birbirine karıştırmamak gerektiğini söyler. Elbette fikrin taşıyıcı modelleri olması lâzım. Bazen Haricilerin Hazreti Ali’ye karşı yaptıkları gibi doğru bir hüküm veya düşünce yanlış bir zeminde kullanılabilir veya doğrular manipüle edilebilir. Bunlar ayrı şeyler. Doğrunun kullanılması veya suistimali başka doğrunun yanlış bir adamdan suduru daha başkadır. Daima doğruların yanlış sahipleri veya yanlış adamları olagelmiştir. Bundan dolayı yanlış adamın doğrularına bigâne kalmak saflık suretinde hamakatı temsil eder.

Buna dair Malik Binnebi ilginç bir değerlendirmede bulunur ve şunları söyler: “Silmiye’de Halid Hasun, şahısla fikir arasındaki bağımsızlığı ispat etmek için gençler arasında bir deney yapar. Deney yaptığı gençler Seyyid Kutup hayranıdırlar ve bundan dolayı realist gördükleri Malik Binnebi’den de nefret etmektedir. Hasun, Seyyid Kutup ile Malik Binnebi’nin fikirlerini harmanlar. Malik Binnebi’nin fikrini Seyyid Kutup’a mal ederek gençlerden fikir hakkındaki görüşlerini sorar. Gençler harika bir fikir olduğunu söylerler. Bu sözün Seyyid Kutup’a değil de Malik Binnebi’ye ait olduğunu söylediğinde gençlerin yüzü buruşmuştur. Fikirlerin sevkinde ve pazarlanmasında şahısların böyle korkunç bir rolü vardır...”

Buna nefret veya sevgi de diyebiliriz. Sevgiden dolayı nice yanlış fikirleri kabul ederken, nefretten dolayı da makbullerini reddederiz. Öyleyse sevgi ve nefretimizi daima kontrol altında tutmamız gerekir. Gençler sosyolojik gerçekler üzerinden zıplamak istediklerinden ve şartlarla yüzleşmek ağır geldiğinden kolayını ve hızlısını seçerler. Bu yüzden de Seyyid Kutup bu hislerini işba ettiğinden dolayı sevimli, Malik Binnebi de sevimsiz gelmiştir.

***

Ama asıl yanlış, kitlelerin bu duygularına aldanmaktır. 10 yıl önce sokaklarda Hasan el Benna’ya tezahürat yapanlar ve sokakları inletenler on yıl sonra modellerini Nasır’la değiştirmişlerdir. Bu sefer de sokaklarda onun adına nümayiş yaparlar. Bundan dolayı hissin dostu, çok ama hakikatın dostu azdır. Bazen hakikat düşmanın ağzından da sadır olabilir. Bunu reddetmek düşmanı reddetmek değildir. Burada daima hatırda tutulması gereken şey gerçek dostun hakikat olduğudur. Aristo Eflatun için böyle söyler: “Her ikisi de dostumdur, ama hakikatın dostluğu daha evlâdır...” Sadakat üstada değil dostluğa olacak. Zira şakirdin de üstadın da ortak dostu hakikattır.

28.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004