Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Üstadla görüşmek



Tarikatlarda feyz alma açısından şeyhle görüşmenin, sohbetinde bulunmanın büyük önemi vardır. Şeyhiyle görüşen mürid bütün kalbini, hissiyâtını ona açar, şeyhinden alabildiğine istifadeye bakar.

Mesleğinin tarikat değil hakikat olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleriyle de talebeleri görüşebilmek, ondan ruhen, kalben istifade edebilmek için can atmışlardır. Bir kısmı görüşmüş, ondan feyz, aşk ve şevk almış, gittiği yerde hizmete canla başla sarılmıştır.

Ama her zaman Üstadla görüşmek mümkün olmamıştır. Ziyaretçilerin kontrol altında tutulması, baskı yapılması, ziyaretlerine müsaade edilmemesi veya bizzat Üstadın müsait olmaması, rahatsızlığı gibi çeşitli sebeplerle bu ziyaretler gerçekleştirilememiştir.

Durumun ve şartların nezaketini çok iyi bilen Üstad kendisiyle görüşmek için can atan talebelerine şu teselliyi veriyordu: “Ehl-i hakikatin sohbetine zaman, mekân mani olmaz; manevî radyo hükmünde, biri şarkta, biri garpta, biri dünyada, biri berzahta olsa da rabıta-i Kur’âniye ve imaniye onları birbiriyle konuşturur.”1

Sonra Üstad talebelerini şahsına değil, Risâlelere yöneltiyor, kendisini Risâlelerde görüp sohbet edebileceklerini hatırlatıyordu.2

Öyle ki Risâle-i Nurların kendisine bile ihtiyaç bırakmayacağını söylüyordu. Görüşmedikleri halde Risâleleri okuyan kişi Üstadla sohbet etmiş gibi olur, hatta kendisiyle görüşmekten daha fazla istifade edebilirdi.

Haydi Üstad hayattayken her şey göze alınıp Üstadla görüşülebilirdi.

Peki, ya Üstad vefat ettikten sonra talebeleri ondan nasıl istifade edeceklerdi?

Üstad istifade kapısını daima açık tutmuş. Hatta Risâleleri okuyan bir kimse kendisiyle görüşmekten bir fayda sağlıyorsa eserleri okumakla on kat daha fazla istifade edebilirdi. Önemli olan eserleri okurken Üstadla sohbet ediyormuş, onu dinliyormuşcasına dikkat kesilmek, anlamaya çalışmaktı. Şöyle diyordu Üstad: “Risâle-i Nur’un herbir kitabı bir Said’dir. Siz hangi kitaba baksanız benimle karşı karşıya görüşmekten on defa ziyade hem faydalanır, hem hakikî bir sûrette benimle görüşmüş olursunuz. Risâle-i Nur bana hiçbir ihtiyaç bırakmıyor.”3

Ne müthiş bir hizmet metodu! Eserin müellifi vefat etmiş olacak, ama yazdığı eserlerden kendisiyle görüşmekten on kat fazla istifade edebilecek insan. Üstad öylesine şeffaflaşıyor, kendini bile aradan çıkarıyor, doğrudan doğruya okuyucularını hakikatlerle buluşturuyor, böylece vefatından sonra da onları ruhen, kalben, fikren ve hissen eğitiyor, olgunlaştırıyor.

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 7.

2- A.g.e. 3- Emirdağ Lâhikası, s. 409.

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhabbeti imanla beslemeli



Aydın’dan Ahmet Feyzi Can: “Mesnevî-i Nuriye’de (s. 88) geçen, ‘Bazen bir şeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkârına sebep olur’ cümlesini açıklar mısınız?”

Muhabbet ve sevgi inkârın değil, tevhidin konusudur ve tevhidin malıdır. İnsan olduğu cihetle şüphesiz münkirde de sevgi var, ama münkirin sevgi duygusu imandan beslenmediği için münkirin inkârını artırıyor. Normalde muhabbet inkârı doğurmaz. Fakat akılda bilgisizlik ve kavrayışsızlık, kalpte imansızlık nedeniyle kâbus gibi çöken ümitsizlik varsa, bu kavrayışsızlık ve ümitsizlik, kalpteki muhabbeti düşmanlığa ve inkâra çevirebilir. Bilhassa şiddetli muhabbetin doğru bilgiden ve gerçek haberden beslenmesi şarttır. Aksi takdirde şiddetli muhabbet tam zıddına döner ve inkârı doğurur. İnsan şiddetli sevdiği şeye kavuşamayacağına inanırsa, ona düşman olur. Yani sonuçta kavuşma getirmeyen şiddetli sevgi zıddına döner, sevgisizliğe dönüşür; sevgisizlik de inkâra götürür.

Bu meseleyi Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde işlenen cömertlik ve güzellik sıfatlarıyla birleştirerek ele almamızda yarar var. Şöyle ki: Sonsuz cömertlik, tükenmez servet, bitmez hazineler, eşsiz-benzersiz ve sonsuz güzellik ve kusursuz mükemmellik; sonsuz bir saadet yurdunda ve emsalsiz bir ziyafet bölgesinde sürekli bulunacak muhtaç, şükredici, âşık ve hayran izleyicileri istiyor.

Dünya yüzünü bu kadar süslü eserlerle donatmak, ay ile güneşi lamba yapmak, yeryüzünü her mevsimde harika bir nimet sofrası yaparak yiyecek türlerinin en güzel çeşitleriyle doldurmak, meyveli ağaçları birer kap yapmak, her mevsimde hiç durmadan bu nimetleri yenilemek ve tazelendirmek, eşsiz bir cömertlik sıfatının hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan her şeyi kuşattığını gösteriyor. Böyle sonsuz cömertlik, tükenmez hazineler ve sınırsız rahmet, daimî ve her istenen şeyin içinde bulunduğu sonsuz bir ziyafet ve saadet yurdu istiyorlar. Hem bu yüce sıfatlar, o ziyafetten lezzet alanların o saadet yurdunda sürekli yaşamalarını, ebedî kalmalarını, yokluk ve ayrılık acısı çekmemelerini de istiyorlar.

Demek Allah’ın sonsuz cömertliği, içinde ebedî muhtaçlar bulunan ebedî bir Cenneti istiyor. Bu Cennet sonsuz olmalı, içinde yokluk, zeval ve ayrılık olmamalıdır. Çünkü eşsiz bir Cennete yokluk yakışmıyor. Yokluğu düşünmek bile acı veriyor. Eğer Cennet hayatı ebedî olmasaydı, orada yokluk söz konusu olsaydı, içindeki muhtaçlar Cennetten lezzet alamayacaklardı. Çünkü yokluğa giden bir seyirci, yokluk düşüncesiyle böyle sonsuz cömertliği takdir edemeyecekti. İnkâr edecekti.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretleri burada bir haşiyede iki örnek ile bu meseleyi daha da açıyor: Bir zaman bir dünya güzeli, kendi âşığını huzurundan kovar. Huzurdan kovulan âşık da, “Tuh! Ne kadar çirkindir!” diyerek âşık olduğu güzelin güzelliğini inkâr ediverir. Yine bir ayı gayet tatlı bir üzüm asmasının altına girer. Üzümleri yemek ister. Fakat koparmaya eli yetişmez. Asmaya da çıkamaz. Kendi kendine teselli vermek için, kendi diliyle, “Ekşidir!” der, gümler gider.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin Dokuzuncu Hakikatte nazara verdiği ikinci sıfat “Sonsuz Güzellik” sıfatıdır.

Kâinatta yüksek, benzersiz ve gizli bir güzellik her tarafı sarmıştır. Her şeyde olağan üstü bir güzellik parlıyor. Her varlık gayet güzel biçimde varlık sahasına çıkıyor, vazifesini yapıyor, bitiriyor ve gözden kayboluyor. Ardından gelen varlık yine aynı şekilde güzel biçimde geliyor.

Kâinat yüzüne serilmiş olan bu gayet güzel, sanatlı, parlak ve süslü varlıklar, ışık güneşi gösterdiği gibi eşsiz ve benzersiz bir güzelliği gösteriyor ve bildiriyor. Varlıklar bir biri ardınca yok oldukça, ardından gelenlerin de aynı derecede güzel olmaları, güzelliğin onların malı olmadığını, onların birer aynadan ibaret olduğunu ve o eşsiz güzelliklerin bir Mukaddes Güzel olan Allah’ın işaretçileri bulunduğunu ilan ediyor.

İşte bu derecede yüksek, eşsiz, benzersiz ve gizli güzel olan Allah, Kendi güzelliklerini aynalarda hem kendisi görmek, hem de güzelliğe hayran olanların gözüyle kendi güzelliğine bakmak istemektedir.

Demek güzellik görmek ve görünmek istiyor. Görmek ve görünmek ise, âşık ve hayran seyirci istiyor. Güzellik, kendisi ebedî olduğundan, hayran seyircilerin de ebedî olmalarını istiyor. Çünkü daimî bir güzellik, yok olucu âşıklara razı olmuyor.

Diğer yandan dönmemek üzere yokluğa mahkûm bir seyirci, daha baştan, yokluğu düşünmekten çok büyük rahatsızlık duyacak ve Allah’ın eşsiz güzelliğini göremeyecektir! Güzelliği inkâr edecektir! Muhabbeti adavete, sevgisi düşmanlığa, hayranlığı alaya ve hürmeti hakarete dönecektir.

Çünkü insan yaratılışı gereği bilmediği şeye düşmandır. Yetişmediği şeye karşı çelişkili ve zıt duygular besler. Böyle olunca da Allah’ın sonsuz güzelliğini göremez. Allah’a karşı düşmanlık, kin ve inkâr duygularıyla sarsılır. Kâfirin Allah düşmanı olması bundandır. Allah’ın, kendisine sonsuz bir mutlu hayat vereceğini bilmemesi ve ummamasındandır.1

Böylece aslında yaratılışı gereği cömertlik ve güzellik sıfatlarını çok iyi bilen, seven, hayran olan, âşık olan ve bu sıfatlara şiddetli ilgi duyan ve muhabbet besleyen insan, Allah’ı bilmediğinden ve bu sıfatların Allah’a ait olduğunu kavramadığından, yokluk ve zeval düşünceleri ile kendi kendini inkâra atıyor, küfre atıyor. Şiddetli muhabbetini, inkâra malzeme yapıyor. Kendi kendine yazık ediyor.

Dipnot:

1- Bedîüzzaman, Sözler, s. 68, 69

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Müflis tüccar olmamak için...



Şüphesiz “ticaret” denince aklımıza ilk gelen, dünya mallarıyla ile ilgili alış verişlerdir. İnsanların rızıklarını kazanmak, geçimlerini sağlayıp başkalarına muhtaç olmadan hayatını sürdürmek için yaptıkları ticaret, sosyal hayatımız için önem arz etmektedir. Bu sebepledir ki Peygamber Efendimizin (asm) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” mânâsına gelen hadis-i şerifini duymayanımız yoktur.

Yine insanların sosyal hayatı için gerekli olan ticaretin kuralları, dinimiz İslâm tarafından vaz’ edilmiştir. Bir Müslüman, ticaret yapacaksa İslamın ticarî kurallarını iyi bilmesi gerekir. İslâm ticarette her zaman dürüstlüğü tavsiye ve emretmektedir. Hatta ticaret için tartı ve ölçüde hileye başvuran ve Peygamber Şuayb’ın (as) ikazlarını önemsemeyip bildikleri şekilde hareket eden Medyen halkına Allah’ın azabı bu dünyada isabet etmiş ve yok olmuşlardır.

Hz. Şuayb (as), tartı ve ölçüde hileyi kendilerine meslek edinen ve Allah’a iman etmeye yanaşmayan Medyen halkına şöyle demişti: “Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Halkın malından hiçbir şeyi eksiltmeyin. Fesat çıkararak yeryüzünü karıştırmayın.” (Hud Sûresi, 85) Ancak Allah’ın bu peygamberine kulak asmayan Medyen halkı korkunç bir sayha ile helâk oldular.

Hz. Şuayb (as) kıssasından da anlaşılacağı gibi, dünyevî ticaretin uhrevî ticareti ilgilendiren önemli yönleri bulunmaktadır. Dürüst bir şekilde yapılan maddî ticaret insanın ahiretinin de şenlenmesine sebep olacaktır. Aksine insanların kandırılması ve hile üzerine yapılan bir ticaret, hem dünyada kayıplara yol açmakta hem de ahirette büyük azapların görülmesine sebep olmaktadır.

Mesleği ticaret olan, yani ticaret vasıtasıyla geçimini temin eden Müslümanların önünde Cennet hayatını kazanmak için büyük bir fırsat bulunmaktadır. Dürüstlük ve doğruluk çerçevesi içinde kazanılan parayla insanın hem kendi geçimini sağlaması, hem de onunla Allah rızası için tasaddukta bulunması büyük bir hazine nev'îndendir. Bu durum hem Allah’ın rızasına sebep olur, hem de ihtiyacı olan insanların teveccühü ve duâsına yol açar. Böyle bir durumda insanın hem dünyası mamur olmakta, hem de ahireti nur deryasına bürünmektedir.

Ancak ticarette hile ve hurdayı seçen insanların vebâli de büyük olacaktır. Bunlar hem dünya hayatında keşmekeşlerin müsebbibi olmakta, hem de âhiret hayatlarını karartmaktadırlar. Böylece bu durum, hem maddî, hem de manevî ticarette insanı müflis bir duruma sokmaktadır.

Dünyada ticaret yerine ziraat veya memuriyet ile geçimlerini temin eden insanların ticarî faaliyetleri bir cihetle olabilmektedir. O da manevî ticarettir. Bütün insanlar için, bilhassa biz Müslümanlar için manevî ticaretin hayatımızda büyük yeri olmalıdır.

Büyük mutasavvıf Niyazî-i Mısrî’nin “Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba” mısrâına masadak olmamak için ve ömür dakikalarımızın heba olmaması için manevî ticaretimizin yeterli olup olmadığı üzerinde kafa yormamız gerekmektedir.

Ömür sel gibi akıp geçmektedir. Her geçen zaman bizim için bir kayıptır. Geride bıraktığımız yıllarımızda iyi bir ticaret yapmadığımız gerçeğini inkâr edemeyeceğimize göre, o zaman gelecek günleri nasıl bir şekilde değerlendirmemiz gerektiği konusuna eğilmemiz gerekmektedir.

Allah’ın rızasını kazanmak için mutlaka bir şeyler yapmamız gerektiğine kendimizi ciddi bir şekilde inandırmamız gerekmektedir. Ölüm meleğinin ne zaman kapımızı çalacağını bilmemekteyiz. Bu misafir her an bizi ziyaret edip, emaneti alabilir.

Bir de bakmışız ki, dünyamıza da pek yaramayan dünyevî zenginliklerimiz gerimizde kalmıştır. Sadece bir bez parçasıyla gerçekler âlemine adım atacağımız herkesin malûmu. Bizleri terk etmekle kalmayan dünya malı, altından kalkamayacağımız günah yüklerini sırtımıza yükleyecektir. Bütün bu gerçeklere rağmen bizler halen ebedî hayatı bize kazandıracak manevî ticarete gereken ehemmiyeti vermemişiz. Gaflet ki ne gaflet...

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Hem kızdırmış, hem sevindirmişiz



Geçtiğimiz aylarda iki hassas konuda peşpeşe yazılar yazdık.

Bunlardan biri "sigara", diğeri ise "uzun burunlu ayakkabılar"a dair idi.

Yazarken de gayet iyi biliyorduk ki, bu her iki konunun da hassas, alıngan, hatta kırılgan muhatapları var.

Ancak, bu ve benzeri konulara bir şekilde değinmek gerektiğine de inanıyoruz.

Neticede yazdık ve beklediğimiz müsbet–menfi tepkileri almaya başladık. Tepkileri halen de alıyoruz.

Ne var ki, tepkilerin gitgide daha çok müsbet mecraya doğru aktığını ve bu yönde ağırlık kazandığını görmekteyiz.

Meselâ, sigara için "Mekruha haram katıyorlar" diye yazdığımız günlerde, sigara tiryakisi olan bazı okuyucularımızın sert muhalefetiyle karşılaşmıştık.

Ancak, daha sonra düşünceye ve muhavereye başlayan bu hakperestlerin bir kısmı, yazdıklarımıza hak verdiler ve sigarayı temelli olarak bıraktılar. Neticeyi de bize bir nev'î "müjde" kabilinde ilettiler ki, buna cidden sevindik.

Bazıları ise, maalesef hâlâ "Canım, bu sigara dediğin tütündür; tütün de mekruhtur, o kadar" havasındalar.

Halbuki, bugün özellikle dünya piyasalarına hitap eden ve birbiriyle kıyasıya rekabete tutuşan sigara firmaları, aynı tütünün içine "haram esanslar" katıyorlar. Ta ki, "tiryaki" olan kişiyi zamanla "bağımlı" hale getirsinler ve daha çok satış yapabilsinler.

İşte, "haram"a bulaşmış bir maddeyi kullanmak istemeyenlerin, kuvvetli bir irade sergileyerek sigara illetinden kurtulmaya çalışması ve bundan da müsbet bir netice elde etmesi, bizleri elbette ki sevindiriyor, memnun ediyor.

Sigara misaline benzer bir gelişmenin, uzun burunlu ayakkabılarla (aşırı) düşük bel pantolon kullanan gençler cenahında yaşandığı haberini alıyoruz.

İlk başlarda bize çok kızan kimi genç kardeşimiz, yazdıklarımızın tesiriyle zamanla daha mutedil bir çizgiye geldiklerini ifade ettiler. Bu da sevindirici ikinci bir gelişme.

Zaten bizim de maksadımız, onları ille de kızdırmak değil, yanlışlarını tesirli bir lisan ile onlara ihsas ettirmektir.

GÜNÜN TARİHİ 19 Mart 1877

İlk Osmanlı Meclisinin açılışı

İlk Osmanlı Meclis-i Meb’ûsânı (Millet Meclisi) çalışmalarına fiilen başladı.

Meclis'in açılışı dolayısıyla, geniş katılımlı bir merasim yapıldı.

Dolmabahçe sarayında düzenlenen merasimde yabancı temsilciler de hazır bulundu.

Yeni teşkil edilen Meclis'in ilk başkanlığını Ahmed Vefik Paşa yaptı.

Ön hazırlık safhası

Anayasanın (Kànun–i Esasî) kabulü ve Meşrûtiyetin ilânı bu tarihten yaklaşık üç ay kadar evvel (23 Aralık 1876) gerçekleştirilmişti.

Bu süre zarfında parlamentonun teşkili için gerekli hazırlıklar yapıldı.

Yeni rejimin adı "meşrûtî monarşi" idi.

Yapılacak düzenlemeler de buna göre olacaktı.

Ön hazırlık olarak, iki ayrı Meclis binası ihdas edildi.

Yani, yeni sistem iki meclis tarzında işleyecekti: Biri Meclis-i Meb’ûsân, diğeri ise Meclis–i Ayan.

Bu ikisine birden Meclis–i Umumî denildi.

Nihayet, iş seçimlerin yapılmasına geldi.

Parlamento

19 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk Meclis-i Mebusanın üyeleri, geçici bir talimatla vilayet, sancak ve kazaların idâre meclisi üyeleri arasından seçildi. İstanbul için ise, ayrı bir seçim tarzı uygulandı.

Mebusan Meclisi'ne 115 üye seçildi. Bunların 70'ten fazlası Müslüman, geri kalanı ise gayr–ı müslim temsilcilerdi.

Bu meclis, 28 Haziran 1877’de çalışmalarını tamamlayarak dağıldı.

Aynı seçim usûlüyle teşkil edilen ikinci Meclis-i Mebusan ise, 13 Aralık 1877’de toplandı. "93 Harbi"nin (1877 Osmanlı–Rus Savaşı) getirdiği sıkıntılar sebep gösterilerek 14 Şubat 1878’de tâtil edildi. Bu tatil, ne yazık ki çok uzun sürdü. Meclis'in yeniden teşkili tam otuz sene sonra mümkün olabildi.

Senato

Anayasa gereği, Mebusan Meclisi ile birlikte Ayan Meclisinin de teşkil edilmesi gerekiyordu.

Bu meclisin üye sayısı daha azdı. 25–30 kişilik Ayan Meclisi de, yine aynı seçim sistemiyle teşkil edildi.

Bu meclisin üyeleri, daha çok elit tabakadan, yani seçkinler heyetinden müteşekkil idi. Bir nev'î senatörlük vazifesi görmekteydiler.

Osmanlıdaki bu ilk demokrasi denemesi, ne yazık ki iç ve dış gelişmelerin tazyiki altında can çekişme noktasına geldi. Padişah Sultan II. Abdülhamid, ülkenin mâruz kaldığı çetin şartları gerekçe göstererek Meşrûtiyeti askıya aldı.

Meşrûtiyetin yeniden ilanı, ancak 1908'in Temmuz'unda mümkün olabildi.

Nutuk "Söylev" olunca....

Akşam gazetesi yazarı Engin Ardıç, 17.03.2007 tarihli yazısında M. Kemal'in Nutuk isimli eseriyle ilgili çarpıcı bir değerlendirme yaptı.

Böylesi bir değerlerdirmeyi herkes yapamaz. Ayrıca bir yoruma hacet bırakmayan bu yazının bazı bölümlerini sizlerin de dikkatine sunuyoruz.

* * *

Nutuk’un çeşitli yayınevlerinden çeşitli baskıları var (bendenizde eski Türk Dil Kurumunun 'resmî' baskısı mevcuttur), hatta bir ara Hıfzı Veldet Velidedeoğlu onu “Söylev” adıyla yeniden yayınlamıştı.

Atatürk’ün kullandığı dili 'Türkçeleştirmişti' yani.

Çünkü Atatürk, henüz Atatürk değil, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa olduğu 1927 yılında ünlü nutkunu Osmanlıca okumuştu!

Bu nasıl bir “Türk devrimcisinin el kitabıdır” ki Türk diline tercüme edilmesi gerekiyor?

Nutuk, Atatürk devrimlerini topluca özetleyen bir başvuru kitabı, bir doktrin eseri değildir. Bir kutsal kitap hiç değildir. Bir “savaş anıları” toplamı ve bir “savunma metnidir”.

Nutkunda, Atatürk, Samsun’a çıkışından, yani 19 Mayıs 1919 gününden önce olup biten hiçbir

şeyi anlatmamıştır. O gün gördüğü “durum ve genel görünüşü” (vaziyet ve manzara-i umumiye) anlatarak sözüne başlar...

Oysa, Mondros Mütarekesi’nden o güne kadar olup bitenler (30 Ekim 1918’den 19 Mayıs 1919’a tam altı buçuk ay) bilinmezse, değerlendirme eksik kalır.

Örneğin, Atatürk’ün İstanbul’da o altı buçuk ay içinde... Bir gazete çıkarmayı... Yeni hükümette Harbiye Nazırı olmayı... Olamayınca o hükümetin güvenoyu almaması için çaba gösterdiğini biliyor muydunuz?

Bilmiyordunuz. Ama bize küfür etmeyi biliyorsunuz, değil mi?

Tebessüm

Konuşan fotoğrafın şakalaşan kedisi

Mırnav... Mırnav... Şu büfenin çatısında bekleye bekleye bîhal oldum arkadaş.

Yâni, arasıra gelip geçen şu uzun boylu adamlar da olmasa var ya, inanın sıkıntıdan patlayacaktım.

Hah. İşte uzun boylu biri daha geçiyor. Oltamız da hazır. Hani, şöyle biraz takılalım da neşemizi bulalım diyorum.

Ama, inşaallah bayan değildir. Aksi halde bu iş "tâciz suçu"na bile girebilir.

Gerçi, rahat dursam daha iyi olacak. Ama, n'apiiim... Sıkılıyorum burada ve canım oyun oynamak istiyor.

Veee, "Haydi, rast gele" diyerek atıyoruz pençemizi:

Hişt hişt dostum. N'aber, iyi misin?..

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Hakan YALMAN

Sevgi haftası



Bediüzzaman Haftası başladı. Bu hafta içinde düzenlenecek faaliyetlerle Bediüzzaman ve onu zamanın bedii yapan Risale-i Nur’a daha fazla dikkat çekilecek ve hayatımızdaki önemine vurgu yapılacak. Bu sene ‘Bediüzzaman Haftası’nın ana teması sevgi şeklinde belirlenmiş. Çok da isabetli ve günümüz dünyasının ihtiyaçları ile uyumlu bir seçim.

Bu gün gerçekten insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şey sevgi. Ahlâklı bir sevgi. Menfaat için olmayan, kalbin derinliklerinden gelen ve hiçbir karşılık beklemeyen. Bu ancak ilâhî kaynaklı ve kâinatın bütününü kuşatmış olan nur-u Muhammedî (a.s.m.) ile irtibatının farkında bir idrak ile ancak mümkün olabilir. Bediüzzaman ve Risâle-i Nur’un hayatımıza getirdiği en önemli güzelliklerden biri bu bağlantı olmalı. Bu bağlantıya tüm dünya insanlığının ihtiyacı var. Bir gün Kur’ân’ın asra yansıyan bu sevgi dili muhakkak insanlığa mal olacak ve yeryüzüne hakim olacak.

Bütün irade ve işleyişlerin içinde dünyanın istikrarlı bir şekilde gelişen ve bütünleşen bir yapısı var. “Medeniyetler çatışması,” “Tarihin sonu,” “Medeniyetler arası diyalog” gibi tezler gündeme getirilirken, insanlık âleminin derinlerinde bir bütünleşme sürecinin yaşandığı gözleniyor. Yeni dönemde ırk, coğrafya, din, dil birliği gibi özellikleri ile tanımlanan milletlerle şekillenmiş kimlikler yerine insanların birer fert olarak değer kabul edildiği ve insanî değerlerin daha ön plana çıktığı dönemlere doğru gidiliyor. Artık dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil, topyekûn insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir.

Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hale gelmiştir. Meselâ, 11 Eylül dünyaya hakim güçlerin hesapladığı gelişmelerden çok, dünyanın genelinde insanlığı arayan, fazilet ve ahlâk gibi değerler etrafında birleşmiş ve zulme ya da emperyalizme karşı ve dünyanın her tarafına yayılmış bir topluluk bulunduğunu ortaya çıkardı. Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara, farklı kültürlere, farklı coğrafyalara mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların kalın duvarlarla birbirine kapatılmış uluslar düzeninin yerini, temel insanî değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu.

Garip bir şekilde, birbirleri ile savaşsalar bile Amerikan devlet başkanı ve eski Irak liderinin bir arada bulunduğu ve insanlık ağacında felsefe dalının uzantısı olan; benlik, hakimiyet, kuvvet, sahiplenmek ve hükmetmek gibi ırkçı ve yayılmacı zihniyetin şekillendirdiği bir beşer tabakası oluşmuştu. Diğer taraftan aynı ağacın nübüvvet tarafında yer alan bilerek ya da bilmeyerek heva yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri, ırk, coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da hem Irak’da hem Amerika’da hem de dünyanın bütün ülkelerinde bir tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiçbir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasî girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren özlerinde, ruhlarında ve belkide kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı.

Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevaya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası şeklinde yürüttüğü harplerin yerini insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüda’nın tarafında yer alanların bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir. “Benim ülkemin ve benim insanımın tavrı doğru, diğer ülkelerin tavrı yanlıştır” gibi siyasî ve tarafgir kabullerin yerini “doğruya ve hakka nereden ve kimden gelirse gelsin taraftar olmak” şeklinde bir anlayış almalıdır. Bu dönemden sonra biz dediğimizde Türkiye, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İran, Irak, Gana, Japonya, Malezya,... kısacası bütün dünyada hakkın yanında ve zulmün karşısında yer alan, insanı insan yapan değerleri hayata hakim kılmaya çalışan herkes anlaşılmalıdır. Bu anlayışın karşısında ve hevaya tabi olan herkes Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Amerikalı,... Hangi coğrafî tanımdan olursa olsun kimliği ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Musevi, isterse ateist olsun vahye dayalı dinlerin özellikle de İslâmın hakim kılmaya çalıştığı insanlıktan uzak ve ‘ötekiler’ şeklinde tanımlanması gerekmektedir. Dünyanın ve insanlığın gidişi bu yöndedir ve dünya genelinde diyalog arayışı içindeki sivil güçlerin ön planda tuttuğu ana değer insanlık olmalıdır. Bu gün dünyaya anlatılacak İslâm da “hakikî insaniyet olan İslâmiyet” tanımı etrafında şekillenmiş olarak sunulmalıdır.

Risâle-i Nur’un ön plana çıkarma gayretinde olduğu hakikî insaniyet olan İslâmiyet, dünyanın çıkış yoludur. Bu, bütün insanlığın ortak dilidir ve ruhunu sevgi oluşturmaktadır. Bu sevgi haftasındaki faaliyetlerin insanlık âleminde sevginin hakim olması ve gerçek insanlık olan İslâmiyet etrafında bütün insanların halka olması için bir duâ olmasını niyaz ediyorum.

Nurlar ve barışın dili olsun ve nur-u Muhammedî’nin (a.s.m.) sıcaklığı bütün kalpleri ısıtsın ve bütün kin, nefret, haset, hırs gibi insanlığı yiyip bitiren duyguları eritsin. Yeryüzünde muhabbet, manevî bir güneş gibi her tarafı ve bütün kalpleri ısıtsın ve aydınlatsın. İnşaallah atılan sevgi tohumları cennet gibi bir bahara dönüşüp yeryüzünde yeşersin ve en güzel meyvelerini versin.

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Monşer kafası



Ergün Göze ‘monşer kafası ve anlayışıyla’ ilgili bir kitap neşretmişti. Monşer kafası ülkesinin gerçeklerinden kopuk, köksüz bir şekilde sun'î bir Batı fanusu içinde yaşayan kesim ve ekiplerin ortak çığırı ve adıdır. Edebiyatta bu ekolü Servet-i Fünuncular temsil ederler. Dünya yansa onların bir çöpü yanmazdı.

‘Monşerler’ tabiri genellikle Tanzimat’tan itibaren hariciyeye egemen olan Mustafa Reşid Paşa ile birlikte başlayan ve Ali ve Fuad Paşa’larla temsil edilen ve cumhuriyete intikal eden ekolün ortak adıdır. Buna virüs de diyebiliriz. Bu virüs kendi değerlerine yabancı ve halkına en hafif tabirle bigane ve lâkayttır. Bazı kompleksli annelerin çocuklarını sahiplenmekten kaçındıkları gibi onlar da halkını ve dâvâsını sahiplenmekten çekinir ve kaçınırlar. Bu akım Batılı değerleri içselleştirdiği oranda halkına yabancılaşmıştır. Hariciye eksenli olarak başlayan bu akım zamanla vüsat kazanmış ve tesir dairesini genişletmiştir. Edebiyat ve basınımız da zamanla bu çizginin kontrolü altına girmiştir. Hâlâ da bu çizginin tesirlerini görüyoruz. Bunun en bariz ve somut örneklerinden birisi Doç. Dr. Haluk Gerger’in haksız yere yaşadıkları ve ihkakı hak dâvâsında kendisine yardımcı olacağı yerde yalnız bırakan hariciyenin tam aksi yöndeki tavrıdır. Bu değerler dejenerasyununun ürettiği bir kompleks halidir ve neticesi budur.

Siyaset bilimci ve yazar Doç. Dr. Haluk Gerger, dört yıl önce vizesi bulunduğu halde havaalanında kötü muamele görerek ülkeye girişine izin vermeyen ABD ile bir hukuk savaşına girişti ve bu hukuk savaşını alnının akıyla kazandı. Ve Amerikan yönetimini tazminata mahkûm ettirmeyi başardı. İnancı ne olursa olsun namuslu aydın tipi budur. Sembolik anlamda 2 YTL 23 kuruşluk tazminatı zor belâ alan Gerger, şu sıralar zaferinin sevincini yaşıyor. Bu dâvâda iki önemli unsur var. Birisi hak ve hukukun takibi ve bunun istirdadı için verilen mücadeledir. İkincisi de, monşer kafasını tescil ettiren, somutlaştıran hariciyenin yaklaşımıdır. Buna mukabil dâvânın tek hakimi olan bayan hukukçu hariciyenin aksi beyanlarına ve görüşlerine rağmen dâvâyı ABD’nin aleyhine neticelendirmiştir. Bu da “Berlin’de hakimler var” sözünü çağrıştırır. İyi ki monşer kafasına rağmen yargıda böyle müstakil ve bağımsız ve yerli kafalar var.

***

Arkadaşımız Kemal Benek’in sorularını cevaplandıran Haluk Gerger bir yerde hariciyenin tutumunu aksettiren bir kesit sunuyor: “Bir de Amerikan tarafı dâvâda Türk Dışişleri Bakanlığından mütalâa istedi. Bu da çok önemli. Türk Dışişleri Bakanlığı da Amerikan tezini savunan bir mütalâa verdi. Sığ bir mütalâaydı. Dünya gerçekleri, hayat bu kadar sığlığa sığmaz...” “Mütalâanın içeriğinde neler vardı?” sorusuna mukabil Gerger şunları söylüyor: “Özetle, ‘egemen devlet istediğini ülkesine sokar, istemediğini sokmaz’ görüşü vardı. Bu sığ bir egemenlik anlayışı. ‘Ben istediğimi yaparım, istemediğimi yapmam’ geleneğinden geliyor. Oysa egemenliğin de sınırlandırıldığı şeyler var. Bir insanı aşağılayamazsınız. Onun temel haklarına karşı çıkamazsın. Tabiî Türk Dışişleri Bakanlığı bunları dikkate almadı...” Hariciyenin zihniyeti burada hak ve hukuku çiğneyen mutlak bir egemenlik anlayışını ortaya koyuyor. Maalesef AİHM’nin başörtüsü dâvâsında istediği mütalaa konusunda da Hariciye benzer bir yaklaşım sergilemiştir.

***

Maalesef monşerlik sadece hariciye mahsus veya özgü bir kalıp değil. Bir takım ‘ulemau’s sulta veya sultan’ tabir edilen ulema’s su’ya da isabet eden bir genel virüstür. Bu anlamda geçmişte Sarkozy ile bir basın toplantısı düzenleyen Ezher Şeyhi Tantavi, Arapların ‘fadiha’ dedikleri bir surette bir skandala imza atmış ve ‘Başörtüyü yasaklamak Fransa’nın hükümranlık ve egemenlik haklarına girer. Biz bir şey diyemeyiz, karışamayız’ demişti. ‘Şeair hürriyeti’ olmazsa hayat hürriyeti olabilir mi veya kalabilir mi?

Gerger ABD tarafından tutuklansa veya kazara öldürülse idi yine durum hükümranlık haklarına mı girecekti? Yine başörtülü kızlara fizikî eziyet edilse o da Fransa’nın egemenlik hakları arasına girer mi? Girerse de girmezse de ikisi arasında ne fark var? Her kesimden monşerlere ithaf edilir!

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Çankaya süreci



Önce 18 isim belirlenmiş, sonra bu sayı 8’e indirilmişti. ANAP’ta, “8 Türk büyüğü” sayısı oradan çıkmıştı. Özal, Çankaya’ya çıkmaya hazırlanıyordu. Kendisinden sonra partinin başına geçecek isimler için temayül yoklaması yapıyordu. Erdoğan ise tam tersine, cumhurbaşkanı adaylarını soruyor teşkilâtına.

Yine de ANAP’ın 8 Türk büyüğü gibi algılandı, AKP’nin dört ismi teşkilâtına sorması. 8 Türk büyükleri gitti, şimdi 4 Türk büyüğü geldi. Ancak ANAP’ta 8 Türk büyüğünün siyasî akıbeti hiç iyi olmadı. Mesut Yılmaz dışında 7’si partiden koptu, sonra hepsi siyasetten tasfiye oldu. Ancak sadece eşlerinin başı açık olduğu için 4 ismin Cumhurbaşkanlığı adaylığı için anket toto oynatılması ne kadar acı verici bir olay. Sanki ülkeyi eşleri yönetecek.

Yıllardır eşlerinin başı kapalı olduğu için itilen, kakılan ya da tam tersi itibar gören insanların bilinç altlarında ikinci sınıf olma duygusu nasıl yerleşmiş ki, böyle bir seçim yapma gereği duyuyorlar. Politik bir manevra mazeretinin arkasına sığınılabilir.

“Eşinin başı açık olduğu için seçilen 4 aday teşkilâta soruldu ancak yeterli destek bulamadı” denilerek, ileride “Çankaya’ya eşinin başı açık biri çıkarılsa” denilmesine imkân vermeme çabası söz konusu olabilir.

Ancak AKP dahi eşinin başı kapalı olanları bazı makamlara lâyık görmüyor, ülkede bir takım kurumların başına ancak eşinin başı açık olanların gelebileceği zımnen kabul edilmiş oluyorsa, o zaman Emine Erdoğan’ın eşi olan Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya’da işi yok.

Böyle bir demokrasi ve özgürlükler mücadelesi olur mu? Anket olayı AKP’de de huzursuzluğa yol açtı. Başbakan Erdoğan’ın hasta yatağından kalkıp, başka anketler de yapacağız demesi tepkileri yatıştırmadı. Şu çok açık. AKP’de Erdoğan Cumhurbaşkanı adayı olmaz da birilerini işaret ederse, bilin ki Bülent Arınç, Abdüllatif Şener gibi isimlerin öncülüğünde Erdoğan’ın adayının karşısına aday çıkarılır.

Başbakan, Grup Başkanvekili ve Meclis Başkanvekili seçimlerinde hep aday çıkardı. Mir Dengir Fırat Erdoğan’ın adayıydı, seçilemedi. Sadık Yakut, Erdoğan’ın adayı değildi ama seçilmeyi başardı. Tam tersine Başbakan’ın adaylarının karşısına çıkan isimler seçildi.

Irak’a asker gönderilmesini de destekliyordu Erdoğan. Tüm baskılarına rağmen AKP grubundan kabul oyunu çıkaramadı. Meclis Başkanlığı seçiminde de ilk başta Erdoğan’ın, “Ağabey nasıl bir görev istersin” diye sorduğu Arınç’ın, “Meclis Başkanlığı” talebine “hay hay” deyip, türlü mülâhazalarla rotayı Vecdi Gönül’e çevirince, “inadına” aday olan Bülent Arınç kazandı.

Yani “odun koysa seçtirecek” gücü yoktur Erdoğan’ın. Ve bu aşamadan sonra aday olmadığı takdirde, hem “Korktu, geri adım attı” pozisyonuna düşecek, hem de partinin birliğini muhafaza edecek başka bir isim bulup çıkarması mümkün olmayacak. Şimdi asıl Erdoğan aday olmazsa, AKP ne olur sorusu tartışılıyor.

Anketti, ‘sivil toplum örgütleriyle görüşmelerdi’ derken Başbakan’ın zaman kazanmak ve dikkatleri başka isimlere yöneltmek gibi bir taktik izlediği seziliyor. Biraz da gaz alıyor. İkinci bir nokta ise olmayana ergi yöntemiyle, önce olmayacakları gösteriyor, kendini ateş hattının dışına atıyor. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı sürecini çok iyi yönetemiyor. Allah’tan ki, her şeyi ağzına gözüne bulaştıran bir muhalefet var.

Her iş bitti şimdi Erdoğan’ın diplomasını araştırıyorlar. Erdoğan, şimdi Marmara Üniversitesine bağlı olan İktisadî ve Ticarî İlimler Akademisi’nin 1977 mezunlarından. O zaman akademinin 3 yıllık olduğu belirtiliyor, “4 yıllık mezunu değil, Cumhurbaşkanı olamaz” diyorlar. Anayasa’nın 101. maddesi’nde 4 yıl şartı yok ki.

Anayasa’da, “Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kırk yaşını doldurmuş ve yükseköğrenim yapmış kendi üyeleri veya bu niteliklere ve milletvekili seçilme yeterliğine sahip Türk vatandaşları arasından yedi yıllık bir süre için seçilir” deniliyor.

Şimdi Erdoğan’ın Avustralya’da katıldığı bir radyo programında Öcalan için, “sayın” dediğini iddia ediyorlar. DTP Genel Başkanı Ahmet Türk başta olmak üzere birçok parti yöneticisi, “sayın” dediği için ceza almasına umut bağlamışlar. Bu ülkede bir zamanlar PKK rengi diye renk yasaklandı, Kürkçe şarkı yasaklandı, ne oldu çözüldü mü?

İster sayın, ister saymayın bu ülkede hitapları, renkleri, türküleri yasaklayarak Kürt sorunu çözülemediği gibi “sayın”ın sırtından bir Çankaya sorunu üretilemez.

Stratejilerini hep birilerini engellemek, yasaklamak üzerine kuran sayınlar, bunun yerine, Erdoğan’ın aldığı oyu biz nasıl alırız, ihtilal, ara dönem olmadan bizden nasıl cumhurbaşkanı çıkar, nasıl iktidar oluruz sorusunun cevabını arasalar, ülke de rahat edecek, onlar da…

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Uçakta namaz, niçin olmasın?



Peygamberimizin “Dinin direği” olarak vasıflandırdığı ve İslâmın 5 şartından biri olan ‘namaz’ ibadetiyle ilgili yaşanan sıkıntılar zaman zaman gündeme geliyor. ‘Farz’ olan namaz ibadetini yerine getirmek isteyenleri en çok rahatsız eden konu; ‘Namaz kılmak istiyorum, yardımcı olur musunuz?’ diyenlere, ‘ehil ve uzman’ olmayanların hemen ‘müftü’ gibi ‘fetva’ vermesi.

Bu konudaki en büyük sıkıntı, yolculuklarda yaşanıyor. Otobüs ya da uçakla uzun mesafelerde yolculuk yapıyorsanız, mutlaka bir ‘engel’ ile karşılaşabilirsiniz. Bir otobüste, şoföre rica edip, “Beş dakika mola vermeniz mümkün mü, namaz vakti geçiyor” deseniz, büyük bir ihtimalle; “Acelemiz var, namazını kazaya bırak!” şeklinde bir ‘fetva’ ile muhatap olursunuz. Benzer şekilde, ‘uçak’ yolculuğunda böyle bir talebi dile getirseniz yılların ‘host’ ya da ‘hostes’leri hemen ‘müftü’ kimlikleriyle ‘fetva’ verebilirler. Tabiî her meslekte olduğu gibi bu mesleklerde de iyi niyetle hareket edip, böyle talepleri makul karşılayan ve yardımcı olanlar da vardır.

Ne yazık ki, THY’de de benzer sıkıntılar yaşanıyor. Bir okuyucumuz, yaşadığı sıkıntıyı kaleme alıp THY’ye bildirmiş. Yeni Asya’ya da gönderilen ilgili mektupta şöyle deniliyor: “Sayın THY yetkililerine. 1980 yılından beri uçarım. THY’nin kabin hizmetlerini takdir etmemek mümkün değil. THY’nin ABD seferlerine başladıktan sonra mümkün olduğu sürece hep THY’yi tercih ettim. Kabin içi ikram ve diğer hizmetler fevkalâde.

“Ancak beni üzen, bir Müslüman olarak uçak içinde namaz kılmak istediğimizde görevlilerin çok katı tutumları. Namaz kılmamıza müsaade etmemeleri ve o çok nazik davranışlarını bir anda değiştirip sert davranarak sanki bir müftü edasıyla fetva vermeleri. Oysa KLM-DELTA-Lutfansa gibi diğer yabancı havayolları görevlileri namaz kılmak istediğimizi söyleyince bize çok yardımcı oluyorlar. Hatta sabah namazı için imsak vaktinin ne zaman gireceğini pilota kabin içi telefonla sorup bize ‘Namaz kılabilirsiniz, vakit oldu’ diye haber verebiliyorlar. Battaniyeleri serip bize 5 dk. mutfak boşluğunda namaz kılmaya müsaade edebiliyorlar. Bunlar hoşgörülü gayrimüslim insanlar. Ne olur bizim THY’deki görevlilerimiz de bu hoşgörüyü gösterseler? Benim insanım neden inançlarımıza bir gayrimüslim kadar saygı duymuyor?

“25 yıllık havayolları ile yolculuk süresince bu konu hep yüreğimde bir uhde olarak kaldı ve bunu kâğıda dökmek ihtiyacı duydum. Bir kaç sefer bu konuyu yazmama rağmen olumlu veya olumsuz hiçbir cevap alamadım. En sonunda bir de e-mail ile denemek istedim. Umarım bu sesimi THY’nin çalışkan ve başarılı genel müdürü beyefendi duyar da, beni ve benim gibi ömrü yollarda geçen insanların mağduriyetini giderirler. Üzülerek söylüyorum ki bir çok uçuşlarımı bu yüzden yabancı havayollarıyla yapmak zorunda kalıyorum. Tek istediğimiz uçuşlarımızda ibadetlerimizi rahatlıkla yapabilelim. Bir çok insan belki de bu yüzden THY yerine başka havayollarını tercih ediyor. Bu konunun dikkate alınmasını istirham ediyorum.

“Mehmet Haleblioğlu / USA”

Bazıları, böyle taleplerden memnun olmaz ama vakıa bu. Bu talep, sadece bir kişinin talebi değil, benzer şekilde yolculuk yapan yüzlerce/binlerce kişinin talebidir. Muhtemeldir ki, THY Genel Müdürü de yolculuklarında benzer sıkıntılarla karşılaşıyor. İbadet edenlere saygı göstermek, medeniyetin ilk şartı olsa gerek.

Uluslar arası havayolu şirketlerinin gösterdiği ‘anlayış’ı THY’den de beklemek yolcuların hakkı değil mi?

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Cumhurbaşkanı kim olsun?



Cumhurbaşkanlığı seçimi, gün saymaya başladı. Bir aydan az bir süre kaldı. Siyasetin bütün aktörleri ve diğer “kuvvetler,” kendi açılarından pozisyon almaya çalışıyorlar. CHP canibinde demokrasiye hazımsızlık varken, diğer partiler daha mutedil ve demokratik bir muhalefet sergiliyor. Muhalefet elbette hakkını kullanmalı, ancak demokratik teamülleri ve sonuçları kabullenmek şart.

İktidar kanadına gelince, AKP’nin anket vasıtasıyla teşkilâtlara gönderdiği isimler var. Bu isimler; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte Vecdi Gönül, Beşir Atalay, Mehmet Aydın ve Köksal Toptan. Erdoğan dışındaki adaylara bakıldığında, ortak özellikleri şunlar;

1- Atalay ve Toptan hariç millî görüş geleneği dışındaki isimler.

2- Eşlerinin başı açık.

3- Daha merkeze ve devletin genel kabul sınırlarına yatkın isimler.

4- Üzerinde uzlaşma sağlanma şansı düşünülen şahsiyetler.

5- Olgunluk düzeyleri, uyumluluk ve mutedil oluşları.

Bu noktadan bakıldığında, genç, dinamik, belirleyici, millî görüş geleneğinin köklü temsilcisi, AKP kurucusu ve teşkilâtların banisi konumunda sadece Recep Tayyip Erdoğan görülmektedir.

Bu yönüyle irdelendiğinde, teşkilâtlar kendilerine daha yakın gördükleri, temsil ve popülaritesi yüksek, ayrıca liderleri kabul ettikleri Erdoğan’ı tercih edebilirler.

Daha soğukkanlı ve genel uzlaşmaya dayalı, akl-ı selim içinde bir bakışla teşkilâtların kurumsal kültürleri olmuş olsaydı, o zaman da belki Vecdi Gönül’ü tercih ederlerdi. Yani tarafların uzlaşma zeminini en iyi temsil eden Sayın Gönül görünüyor.

AKP tabanının saygı ve duygu anlamında bir yakınlık saiki ve bilgelik vasfıyla aday belirlemesi halinde, Mehmet Aydın Hoca öne çıkıyor.

Köksal Toptan’ın DYP tabanlı merkez sağda konumlanmasından dolayı, AKP teşkilâtlarında fazla rağbet göreceğinden emin değilim. Merkez kavramına en uygun isim olduğunu ve belli mahfillerin uzlaşacağı isim olarak öne çıkarılabileceğini tahmin ediyorum. Geçmişte de DYP-SHP koalisyonunda Millî Eğitim Bakanlığının DYP’de kalmasıyla birlikte SHP’nin kabullendiği bir isimdi. Belli hassasiyetlere duyarlı davrandığı bilinmektedir.

Beşir Atalay, başarılı bir bakan. Aynı zamanda bilim adamı. Ancak Başbakan’a yakınlığı daha belirgin görünüyor. Uzlaşılan değil de, parti tabanı için öne çıkarılan bir isim olarak düşünülmüş olabilir.

Tayyip Erdoğan dışındaki isimlerin hepsi, Başbakanla, hükümetle en uyumlu ve “Söz dinleyen” isimler. Bu duruma dikkat edildiği göze çarpıyor.

AKP’nin kurucu dörtlüsü Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Abdüllatif Şener ve Abdullah Gül arasında sadece başbakan kendini göstermiş. Diğer adaylar, iddialı ve teşkilât üzerinde ağırlığı olan isimler. Parti için bir yarışmanın veya aktif destek uyandıracak bir müzakerenin yapılmasından sakınıldığı izlenimi veren bir yaklaşım söz konusu.

Yani sonuçta Erdoğan olacak, bu arada “müşavere” edilmiş olacak. İddialı cumhurbaşkanını sembolize eden aday kendisinde kalacak.

Bu şartlarda Erdoğan’ın köşke çıkması, demokrasi geleneği ve hazmettirme açısından doğru bir tercih olur. Emine Hanımın başörtüsü ile köşkte eşine refakat etmesi kadar normal bir şey olamaz. Demokrasi, siyasî tercih, kuralları işletme, bazı ön şartlı bakışları ve sınırlamaları kırmak açısından doğru bir adımdır.

Köşke çıkarken, Tayyip Erdoğan’ı bekleyen ciddî bir sınav da var:

1- Eğer köşkten partiyi yönetmeye ve elini içerde tutmaya çalışırsa, Cumhurbaşkanlığı da, kendisi de, AKP’de yıpranır. Tarihî tecrübeler, Özal ve Demirel örnekleri bunu göstermektedir.

2- Erdoğan, daha tahammüllü, yutkunmayı bilen, çatışmadan uzak ve herkesin cumhurbaşkanı olma sükûneti gösterebilecek mi? Göstermesini dileriz. Ancak mizacın bir gerçeği var ki, bunu da göz ardı etmemek gerekir.

Kuvvetler ayrılığı ve denge politikası içinde demokratik süreci işleten, görüntüsü kadar zihni de sivil bir halk temsilcisine, cumhurun reisine, yeni dönemde emniyet supabı olacak vasıfta bir cumhurbaşkanı elzemdir.

Erdoğan cumhurbaşkanı olacaksa bu iki şarta dikkat etmeli.

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Biz muhabbet fedaileriyiz



Her sene olduğu gibi bu yıl da 23 Mart için özel hazırlıklarımız var. Bunların başında, anonslarımızda duyurulduğu gibi, “Biz muhabbet fedaileriyiz” ilâvemiz geliyor.

Bu seneki anma programlarında ana temanın “sevgi” olarak belirlenmesi dolayısıyla, ilâvemizin konusunu da Risâle-i Nur’daki izahlar ışığında birlik-beraberlik-kardeşlik mesajları oluşturuyor.

Tabloid boyda, renkli, 16 sayfa olarak düzenlenen ilâvede, Üstadın her zaman geçerli olmakla beraber özellikle bu zamanda çok daha önem kazanan ve ihtiyaç duyulan güncel görüşleri aktarılıyor.

Bu ilâvede, imanın yaratılmış olana muhabbeti, muhabbetin de ittihat ve ittifakı netice vermesi gerektiği anlatılarak, inananlar arasındaki birlik ve kardeşlik bağlarının da ancak bu şekilde tesis edilebileceği anahatlarıyla özetleniyor.

“Biz muhabbet fedaileriyiz, husûmete vaktimiz yoktur” diyen Said Nursî’nin derin, kapsamlı ve kucaklayıcı bir sevgi felsefesinin çarpıcı ve vurucu bir ifadesi olan sözünden yola çıkılarak hazırlanan ilâvenin takdiminde şu ifadelere yer veriliyor:

“Rabbimizin Rahman, Rahîm, Vedûd gibi isimlerinden hareketle, muhabbeti kâinatın mayası ve varlık sebebi olarak niteleyen Bediüzzaman, bu sevginin kaynağı olan tahkikî imanın, insanı, kâinattaki bütün varlıklara ‘kardeş’ gözüyle baktıran bir bakış açısına sahip kıldığını eserlerinde geniş şekilde izah ediyor.

“Bu yorumlar, Yunus Emre’nin ‘Yaradılanı hoş gördüm, Yaradandan ötürü’ deyişindeki mânâ ve mesajı, daha geniş ve kapsamlı bir boyutta tamamlıyor.

“Böylesine derin ve sağlam temellere dayanan bir sevgi anlayışının, mü’minler ve insanlar arasındaki ilişkilere yansıması da elbette ona uygun olacaktır.

“Nitekim Said Nursî tevhid inancının sosyal hayatta mü’minler arasında kuvvetli ve sarsılmaz bir beraberliği, ittifak ve ittihadı netice vereceğini ifade ediyor.

“Son asırlarda imandan nasibini almamış, aksine imanla mücadele etmek üzere insanlığın dimağına zerk edilmek istenen materyalist ideolojilerin ektiği kin, nefret ve düşmanlık tohumlarından çıkan zehirli meyvelerin dünyayı nasıl bir cehenneme çevirdiğini, gerek geçen yüzyıldaki dünya savaşlarında, gerekse günümüzde bilhassa yakın çevremizde hâlâ yanmaya devam eden fitne ateşlerinde görüyoruz.

Bu ateşler, ancak kaynağını imandan alan bir sevgi seferberliğiyle söndürülebilir.

Bediüzzaman’ın Hakka vuslatının 47. yıldönümünde okurlarımıza takdim ettiğimiz bu çalışmanın, böyle bir seferberliğe vesile olması temennîsiyle...”

“Biz muhabbet fedaileriyiz” adlı ilâvemizin, Üstadı ve Risâle-i Nur’u daha yakından tanıma ve anlamaya önemli katkılar sağlayacağına inanıyoruz.

Ek talepte bulunmak isteyenler:

Daha başka sürprizlerimizin de yer alacağı 23 Mart tarihli gazeteden ek talepte bulunmak isteyen büro ve temsilcilerimiz yarın saat 17:00’ye kadar Abone ve Dağıtım Servisimizi arayabilirler. (0212 630 48 35)

***

Bediüzzaman Haftası

16 Mart’ta start alan Bediüzzaman Haftası büyük bir coşku ve heyecanla devam ediyor.

Bu çerçevede İstanbul Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayında düzenlenen panele yoğun bir ilgi vardı. Muhabbet ikliminin toplumu kuşatmasını hedefleyen “Toplumsal Barış İçin Sevgi” başlıklı panelde konuşmacılar sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkan şiddete, ihtilâflara, manevî bunalımlara, aile içi iletişimsizliğe Risâle-i Nur eksenli çözümler sundular.

Aynı günlerde Denizli, Kütahya, Batman, Kırşehir, Nevşehir ve Diyarbakır’da gerçekleştirilen toplantılarda da cennet-âsâ bir bahar havası yaşandı.

Hafta çerçevesinde gerçekleştirilecek faaliyetlerin önümüzdeki günlerdeki takvimi ise şöyle:

22 Mart: Giresun; 23 Mart: Bursa, Isparta, Trabzon, Antalya, İstanbul-Başakşehir; 24 Mart: İstanbul-Fatih, İstanbul-Sultanbeyli, Samsun, Malatya, Birecik, Rize; 25 Mart: Ankara, Burdur, Çorum; 27 Mart: Düzce; 28 Mart: Gaziantep, Viranşehir; 29 Mart: Şanlıurfa; 30 Mart: Adıyaman; 31 Mart: Merzifon, 1 Nisan: Konya; 7 Nisan: Tokat, 8 Nisan: Manisa; 15 Nisan: İzmir.

Bediüzzaman Haftası kapsamında; panel, konferans, seminer ve anma programı adları altında düzenlenen etkinliklere Risâle-i Nur Enstitüsü ve şubeleri ev sahipliği yapıyor.

Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz.

19.03.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Dilinden emin olmak



Türk arkadaşların varlığı gurbette aile sıcaklığını aratmayacak türden. Bu sebeple çok şanslıyız. Yalnız yine de aynı duvarı paylaşan komşular olmaktan çekiniyoruz. Evde Türkçe konuşulacağı için anlaşılmasın istiyoruz söylediklerimiz.

Türkiye’den bakılınca bu durum çok komik görünebilir. Alternatifimiz yok çünkü. Burda öyle değil. Yabancı komşuların olması, evinde, en mahrem alanında daha rahat olmanı sağlıyor. Sesin kağıt gibi ince duvarları aşsa bile, onu anlayacak bir kulağa ulaşmıyor, neden tasasını taşıyacaksın?

Bu mahremiyetin gizliliği esasının kendiliğinden korunması gerçekten güzel.

Fakat bir de asıl gıybetin bu sebeple yapılıyor olması ve farkında olunmamasına dikkati çekmek istiyorum.

Son derece basit bir örnek fakat hayatın içinden ter-u taze: Kasadaki kadın Çince ya da Japonca konuşuyor, yani çekik gözlülerden. İngilizcesi de o kadar iyi değil. Birşey söylüyorum anlamıyor, ben de eşime dönüyorum (Nasıl olsa anlamıyor diye) Türkçe yorum yapıyorum. “Ablamı getirmişler bu göreve, insan lütfeder de biraz dil öğrenir. Biz Türkler o kadar hassas davranırız iyi konuşmak için, önemli bir misyonumuz var, hatta aksanımız bile anlaşılmasın diye, onlar ‘hem kel hem fodul’ hesabı sanki ortak dili(İngilizceyi) kullanmak zorunlu değilmiş gibi, milliyetçilik yapıyorlar” diyorum.

Kadın sinirli bir şekilde bana bakıyor. Ben “Yoksa beni anladı mı?” diye telâşlanıyorum.

İşte o bir kaç saniyelik an, “Ya beni anladıysa” korkusu, öyle sarıyor ki etrafımı. “Ben kimden korkuyorum? Yanlış bir şey mi yaptım? Demek ki ortada bir sorun var, neden telaş oldum?” diye sordum kendime. Yemeğini dökmüş, anneden korkan çocuk gibi adeta.

Sonra hatamın farkına vardım. Onun anlamaması bana onun duyunca hoşlanmayacağı sözler kullanma hakkını vermez.

Bir çok insan, karşı tarafın anlamasına göre ayarlıyor kendini. Sahibin hesap sormasına göre değil. Aynadaki aksimizle ilgileniyoruz velhasıl.

Gaffur gibi “Nasılım?” diye soruyoruz. Popüler kültürün dizi çarpması aldığı ve dillere pelesenk olan kelime. Eğer onlar için sorun yoksa “Gidelim Gaffur” diyoruz, yani yola devam. Her şey tamam. Bu tiplemeden haberdar olanların çok da akıllıca bir iş yapmadıkları hemen hatırlarına gelecektir.

Gurbette uzun zaman yaşayanların uyarısı da aynı doğrultuda ve bu tezi destekler mahiyette: “Konuşurken dikkat et, etrafta Türkler olabilir, ben geçen gün yolda yürürken falancadan filan şekilde bahsediyordum yanımdan geçen de duymuş, bi de sana Türk çıkmaz mı! Aman ha dikkat et! Her an her yerde Türk olabilir? Biri Bizi Gözetliyor evinde olduğunu farz et.”

Parola gibi söylediğimizin anlaşılmamasını istiyorsak Türkçe konuşuyoruz. Yabancıların yanında kendi dilini konuşmak son derece ayıp karşılansa da aldırmıyoruz. Topluluk arasında fısıltıyla konuşmanın ayıp olmasından farksız bir durum yaşıyoruz. Sadece toplumsal normlara göre düzenliyoruz konuşma şekillerimizi. Bize emredilen doğrultusunda yaşamak çabuk unutuluveriyor. “Çok ayıp oldu adama” diyoruz. “Sahibimin yüzüne nasıl bakarım? Bu konuşulanların hesabını verebilecek miyim?” titremesi nerede?

Dilinden emin olunmak Kaf Dağ’ında mı kaldı?

19.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004