Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Şubat 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Hüsn-ü zan mümkün oldukça...



“ ”

.............., insanın da insanlığın da geleceğini karartan hatayı bulmak için yaşanan hayatı gözden geçirirken suçluyu bulmuştu ama suç hânesi hâlâ boş duruyordu.

Suçlunun insan olduğu gerçeğinden hareket edip suçu da yine en iyi onun bilmesi gerektiğini düşünerek sokağa çıkıp önüne gelen herkese hayatının hatasını sormak geçti aklından.

Kadın erkek, genç ihtiyar, fakir zengin, iyi kötü, başarılı başarısız, resmî sivil her insanın hayatında yaptığı büyük hatalar vardı elbette. Bu hatalar suçları netice veriyor, suçlar da işlendikçe ferdin huzurunu kaçırıp cemiyetin nizamını bozuyordu.

Bazılarının hataları sadece şahıslarına zarar verirken bazı insanlar, aldıkları hatalı kararlarla cemiyetlerini, milletlerini, devletlerini, hatta insanlığı bile maddî mânevî felâketlere sürükleyebiliyorlardı.

Gerçi yapılan hataları telâfi etmenin ve işlenen suçların cezasını hafifletmenin bir yolu vardı ama bunun ilk adımı, hata yapan kişinin hatasını kabullenip suçlunun suçunu itiraf etmesiydi.

Bu yapıldığı takdirde suçun mağdurları, kendilerinin de zaman zaman hata yapıp suç işlediklerini hatırlayacaklar ve muhataplarını affetme temayülü içine gireceklerdi.

Bu küçük hareket, insanın kendisini tanıyıp insanları anlaması için büyük bir hamle olacak ve bir süre sonra fert aradığı huzuru bulurken cemiyet, ihtiyacı olan sükûna kavuşacaktı.

Başlangıçta muhayyel gibi görünen bu fikirler, üzerinde düşündükçe mâkul gelmeye başlayınca, .............. ümitlendi. Hatayı kabul etmek fazilet olduğundan, fâzıl insanlar görme hevesiyle hareketlendi.

“Size, hayatınızın hatasını sorsam ne cevap verirsiniz?”

Kalabalık bir caddede karşılaştığı ilk insana sormuştu bu soruyu. Hâl ve hareketlerinden, telâşlı bir koşuşturma içinde olduğu anlaşılan muhatabı, sorunun tamamını dinlemeye bile lüzum görmeden yanından geçti gitti.

Onun kendisini kâle almamasından rencide olsa da, o anda mühim bir işi olduğu için öyle hareket etmiş olabileceğini düşünerek hareketini anlayışla karşıladı ve aynı soruyu daha sakin görünen birkaç kişiye daha sordu.

Kimisi burnundan soluyarak mukabele etti, kimisi ‘Lâ havle’ çekerek. İçlerinden kendisini dikkatle dinleyenler, acıyarak bakanlar veya gülüp geçenler de oldu ama hiç birinden beklediği cevabı alamadı.

Bunun üzerine yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış kişilerle muhatap olduğunu düşünerek kalktı, parkın tenha yerlerindeki bir bankta tek başına oturan kişinin yanına gitti. Bankın diğer ucuna ilişirken, verdiği selâmı muhatabının baş sallayarak geçiştirmesine aldırmadı.

“Hayatınızda yaptığınız en büyük hata ne?”

“Şu anda seninle karşılaşmak.”

Daha önce benzer tavırlarla karşılaştığı için muhatabının bu sözlerine pek aldırmamaya çalıştı ise de horlanmış, aşağılanmış, hakarete uğramış hissetmekten de kendini alamadı.

Buna rağmen, yalnız insanın değil, aynı zamanda insanlığın da geleceğini kararttığını düşündüğü hataları bulup telâfi etme çarelerini arama çabasından vazgeçmedi. Sadece tavrını ve tarzını değiştirdi.

O günden sonra arada bir kahvelere, oyun salonlarına, spor sahalarına, sohbet meclislerine ve insanların toplu olarak vakit geçirdiği yerlere uğrayarak birbirleri ile olan münasebetlerini takip etti.

Onlarda aradığını bulamayınca vatan, millet, memleket meseleleri üzerine verilen konferanslara, seminerlere, yapılan panellere, açık oturumlara katıldı, radyolarda, televizyonlarda yapılan tartışma programlarını dinledi.

Ne var ki, fertlerin yanı sıra topluluklarda da aradığı faziletli hâlleri ve hareketleri göremedi. Yalnız ilk defa karşılaştığı yabancılar değil, akrabaları, ahbapları, arkadaşları da sorduğu soruları, söylediği sözleri, ucunda bir menfaati olduğu zehabıyla dinlediler.

Gerçi kimse yaşanan hâlden memnun değildi. Herkes cemiyetin gidişatından şikâyet ediyor, kendince sebepler sıralıyor, suçlular tesbit edip ifratkâr ifadelerle karışık ve karanlık tablolar çiziyor, istikbale ait felâket senaryoları üretiyor, ortaya atılan komplo teorilerini şerh ediyordu. Fakat içlerinden çare gösteren kimse çıkmıyordu.

Pek çoğu muteber sıfatlar ve unvanlar taşıyan o insanları dinledikçe zihni biraz daha karıştığı için artık ümidini kaybederek bedbinleşmeye başladığı günlerde rastladığı bir okul arkadaşının dâvetine icabet ederek bir sohbete katıldı.

Daha önce katıldıklarından oldukça farklıydı bu sohbet. Oralarda genellikle herkes konuşurken burada bir kişi kitap okuyor, diğerleri dinliyordu. Okunan mevzunun insanla alâkalı olduğunu anlayınca, mekânın yanı sıra seçilen mevzu ve sohbet tarzı da ilgisini çekti.

Kitabın diline ve üslûbuna âşina olmasa, kelimelerin ve tabirlerini çoğunun mânâsını bilmese de anlatılmak istenen mânâyı anladığı için dikkatle dinlemeye başladı.

Zihni yorulup dikkati dağılmaya başladığı sırada duyduğu bir ifade idrakini tekrar canlandırınca, baş tarafını hatırlayamadığı cümlenin sonunu birkaç sefer tekrarlayarak ezberlemeye çalıştı:

“İnsafsız ve bedbin bir adama benzer ki, sû-i zan mümkün oldukça hüs-ü zan etmez, bir seyyie ile on haseneyi örter.”

Son zamanlarda sık sık muhatap olmak zorunda kaldığı hâlde bir türlü tam olarak anlayamadığı, onun için de bir türlü anlatamadığı insan tipini ve davranış şeklini ifade ediyordu cümle.

Daha önce bu mevzuda pek çok kitap okuyup sohbet dinlemesine rağmen cemiyetin huzurunu bozup geleceğini karartan, suçu da suçluyu da içine alan böyle veciz bir ifade duymamıştı.

Gerçekten de insanlar birbirlerine hüsn-ü zanla bakmaları gerekirken hep sû-i zanla bulunuyorlar ve iyi taraflarından ziyade zaaflarını nazara verip ölçüsüz tenkitler yaparak bedbinleşiyorlardı.

Üstelik sadece fertler ve aileler değil; cemaati, cemiyeti, milleti, devleti meydana getiren bütün içtimaî unsurlar da birbirlerine sû-i zanla muamele ediyorlardı.

Bu beşerî zaaf, sarî bir illet hâlinde zamanla uluslar arası ilişkilere de aksediyor ve devletler, milletler birbirleriyle ancak ortak çıkarları nisbetinde dostluk kuruyorlar, çıkarları çatıştığı takdirde savaşıyorlardı.

Hissiyâtı, ihtiyacı olan ifadeyi bulduğu, zihni de onu daha iyi anlamakla meşgul olduğu için okunan bahsin devamını dinlemediğini, ancak cümlenin mâsâsını tam olarak çözemeyip izah edilmesi gereken yerlerinin olduğunu düşününce fark etti.

Bunun üzerine böyle bir cümlenin muhakkak kendisinden önceki, sonraki paragraflarda veya bir başka yerde açıklamasının olabileceğini hissederek okunanları tekrar dikkatle dinlemeye başladı.

Nitekim, sohbeti yapan kişi biraz sonra elindeki kitabı bırakıp başka bir kitap alarak işlediği bahsi teyit eden bir yerler okumaya başlayınca aradığı izahı orada buldu:

“İnsan hüsn-ü zanna memurdur. İnsan, herkesi kendisinden üstün bilmelidir. Kendisinde bulunan sû-i ahlâkı, sû-i zan saikasıyla başkalara teşmil etmesin ve başkaların bazı harekâtını, hikmetini bilmediğinden takbih etmesin.”

“Ben de bir insanım” dedi kendi kendine bu ifadeleri dinledikten sonra. “Ama bu zamana kadar insanlık hakkında pek bir şey bilmiyormuşum” diyerek tamamladı zihninden geçen kanaatleri.

Zîra, ilk defa duyuyordu mânâsını yaşamakla mükellef olduğu kelimeyi. Herkesi kendisinden üstün bilmesi gerekirken, okullarda aldığı eğitimin de tesiriyle hep kendisini herkesten üstün görmeye çalışmıştı.

Yaptığı bazı hareketleri, yanlış olduğunu bildiği hâlde, başkaları da yaptığı için hata telâkki etmezken, başkaları kendisinin hoşuna gitmeyen bir hareket yaptığı zaman, sebebini sormadan onları suçlamayı alışkanlık hâline getirmişti.

Bunları düşününce, o zamana kadar yapması gereken pek çok şeyin tersini yaptığını, bu yüzden kendisinin ve yakınlarının yanı sıra başka insanların da zarar gördüğünü anladı ve geçmişinden nedamet etti.

Bu pişmanlığın, geçmişte yaşadıklarına bir faydası olmasa da geleceğini aynı hataların tekrarından kurtarabileceğini düşündü. O zaman geleceğin geçmişten daha güzel ve aydınlık olacağına dair bir ümit ışığı yandı içinde.

Fakat o sırada yalnız kendisinin değil insanların ekseriyetinin de aynı şekilde hareket ettiğini, üstelik pek çoğunun yaptığı hataları meziyet saydığını hatırlaması o ışığın parlamasına fırsat vermedi.

Yine sû-i zan etmeye başladığını fark edince anladı okunan bahsi dinlemeyi bırakıp derin düşüncelere daldığını. Hemen toparlandı ve artık hayata hep olumlu bir nazarla bakmaya, bardağın dolu tarafını görmeye, yani hüsn-ü zan mümkün oldukça sû-i zan etmemeye karar verdi.

“Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki şişeleri elmasa çevirir, toprağı altın yapar.”

İçinde bulunduğu insanlara ve yaşadığı hadiselere hüsn-ü zanla bakarak kararını hemen uygulamaya niyet ettiği sırada duyduğu bu cümleyi niyetinin halisiyetinin delili saydı.

O niyetle etrafındaki insanlara bakınca buradakilerin, daha önce muhatap olduğu insanlar gibi olmadığını, bunların şişeden elmasa, topraktan altına çevrilmişçesine pırıl pırıl parladıklarını fark etti.

Çünkü hepsi hâlinden memnun, geleceğinden emin görünüyordu. Yüzlerinde mazide kalan hadiselerin nedamet çizgilerinden ziyade o esnada yaşanan, istikbalde de yaşanacak olan mutlulukların nurlu hatları parlıyordu.

Daha önce pek karşılaşmadığı bu insanların hâllerine, hareketlerine ve birbirleri ile olan samimiyetlerine baktıkça hayranlığı arttı. “Cemiyette böyle insanlar da varmış demek?” demekten kendini alamadı.

O gayri ihtiyarî zihninde bu iki insan tipinin mukayesesini yapmaya hazırlandığı sırada okuma işi bitti ve dağıtılan çaylarla birlikte sıcak bir kaynaşma başladı.

Onun böyle bir yere ilk defa gelmenin tedirginliğiyle o kaynaşmanın dışında kalmaktan korkarken yanında oturanlar kendisine doğru dönüp konuşmaya başlayınca aralarında küçük bir sohbet halkası kuruluverdi.

Kendini tanıtanlar üç beş kelâmlık hal, hatır ettikten sonra birer ikişer başka halkalara katılırken çok geçmeden akranlarından müteşekkil bir grubun arasında buldu kendisini.

Emsâlleriyle tanışma faslı diğerleri gibi fazla uzun sürmedi ama kendisinin okunan kitabın ismini ve yazarını sorması üzerine başlayan tanıtma çabası ve fikrî mütalâalar, arada bir başkalarının da katılmasıyla geç vakitlere kadar devam etti.

Dağılma vakti geldiğinde, adının Risâle-i Nur dersi olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî’nin kitaplarının okunduğunu öğrendiği bu sohbetlerin her hafta aynı gün ve saatte orada devam ettiğini öğrenince çok sevindi.

Eve gidip sabaha kadar okuma kararlılığıyla, ‘İnsan’ bahsinin işlendiği Risâleyi aldığında, yarın kendisi için yepyeni bir hayatın başlayacağının farkındaydı.

“Bu gün benim yeni hayatımın milâdıdır” dedi kalın kitabı sımsıkı kavrayıp göğsüne bastırarak yürürken.

Bu hayatî hamle, onun hakikî mânâda insan olmaya doğru attığı ilk adımdı.

O anda, insanlık bir insan daha kazandı.

11.02.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (04.02.2007) - ‘Mühim bir Âlim’i anarken

  (28.01.2007) - ‘Olmak, ya da olmamak’

  (21.01.2007) - Bu zamanın gençleri

  (14.01.2007) - Bu zamanda çocuk olmak

  (07.01.2007) - Âcziyetin zaferi

  (31.12.2006) - Bayramiye kasideleri

  (24.12.2006) - “Ankara’nın sisli yamaçları”

  (17.12.2006) - Ay yükseldiği yerde parlar

  (10.12.2006) - İmam-ı Rabbânî’nin hatırasına

  (03.12.2006) - Bir sürgün yeri

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004