Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Laiklik ve terör



Cumhuriyet mitinglerinin İzmir’de yapılanla sona ereceği açıklanmıştı. Ama bilâhare Samsun ve ardından Denizli mitingleri yapıldı.

Türkan Saylan mitinglerle üç şeyi hedeflediklerini ifade ederken, bunları cumhurbaşkanlığına AKP zihniyetinde birinin gelmemesi ile solun ve sağın birleşmesi olarak açıklamıştı.

Gelinen noktada bu hedefler gerçekleşmiş görünürken, Saylan’ın “Soldaki birleşmeye SHP de katılmalı” talebi ise bu partinin CHP-DSP birleşmesine dolaylı destek anlamında seçimden çekilmesiyle karşılanmışa benziyor.

Bu durumda söz konusu mitinglerin devamı beklenmemeli. Nitekim özellikle Denizli mitingi Saylan’ın açıkladığı hedefler bağlamında hayli boşlukta kalan bir toplantı olarak gerçekleşti.

Ve bunu telâfi için mi, yoksa “Laiklik için yapılan mitinglerin çok daha geniş katılımlarla teröre karşı tertiplenmesi gerekmez mi?” eleştirilerini cevaplamak için mi bilmiyoruz, kürsüdeki konuşmalarda bu mitingin terörü lânetleme amacıyla da yapıldığının vurgulanması ilginçti.

Ama teröre lânet vurgusunun bu kadarla geçiştirilmesi, herhalde kolay kolay kabul edilemez. Miting organizasyonundaki “ustalık”larını ispatlayan mahfillerin, teröre tepki bahsini de ciddiyetle gündeme almaları hâlâ bekleniyor.

Ankara Ulus’taki Anafartalar Çarşısını vuran terör eylemi ve ardından gelen yeni şehit haberleri böyle bir organizasyon için yeterli sebep ve gerekçe olarak görülmeyecekse, acaba daha başka ne bekleniyor?

Gerçek şu ki, terör belâsının ulaştığı boyut, laiklik mitingi organizatörlerini çok ciddî bir sınavla karşı karşıya getirmiş durumda.

Ve Türkiye yıllardır terörden en çok bîzar olan, teröre en fazla kurban veren ülkelerin başında geldiği halde, İspanya ve İrlanda gibi aynı dertten muztarip Avrupa ülkelerinde bir terör saldırısı olduğunda milyonlarca kişinin terörü lânetlemek için sokaklara dökülmesine benzer bir toplumsal tepkiyi hâlâ gösterebilmiş değil.

Oysa terör, devletin gizli anayasalarında en önemli iç tehdit olarak niteleniyor. Ve terörle mücadelede devletin halk desteğini de yanına çekmesi gerektiğinden sık sık dem vuruluyor.

İşte bu halk desteğini ortaya koymak açısından, teröre lânet mitingleri bulunmaz bir fırsat.

Acaba neden değerlendirilmiyor? AKP’yi bahane ederek ve laikliği koruma gerekçesiyle, bir kişinin burnunu bile kanatmadan milyonları mitinglerde buluşturma becerisini gösteren ve bununla övünen organizatörler, çok daha büyük kalabalıkları teröre karşı meydanlarda omuz omuza getirmeyi niçin düşünmüyorlar?

Cumhuriyet mitinglerinde dalgalandırılan ve meydanları gelincik tarlasına çevirdiği şeklinde benzetmelere konu olan ayyıldızlı bayraklar, milletin teröre teslim olmama kararlılığını yansıtan bir dayanışma mesajıyla niye Türkiye’nin birçok yerinde tekrar tekrar yükseltilmiyor?

Terör belâsı, laikliğin karşı karşıya olduğu vehmedilen hayalî tehlikeye kıyasla ciddîye alınmaya değmez ve önemsiz mi bulunuyor?

Teröre tepkinin, spontane veya planlı şekilde belli adreslere yönlendirilen protesto eylem ve söylemlerinin sergilendiği şehit cenazeleriyle sınırlı tutulmasında değişik maksatlar mı var?

Evet, teröre lânet mitingleri niye yapılmıyor?

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Olumlulamalar -4



Haberlerden kaçının

Haberler çok ciddî şekilde sarsıyor insanları. Kendi gündemlerinden çok öte gündemleri gündem olarak yaşamak, rahatsız edici pek çok sonuçlar içermektedir. İnsanın aslî görevlerini unutması ve dünyanın, ülkelerin nizamatına dair derin düşünceler içerisinde bulunmaları hali, çok dikkat edilmesi gereken bir tehlikedir.

‘Mânen sarhoşluk’ hali ya da aklını dağıtıp manevî bir divanelik içerisinde yaşamak denebilir buna. Daha da tehlikelisi ise, kalbini dağıtıp, manevî dinsizlik haline düşmektir.

Uydularla dünyaya açılan evler ve iş yerleri, ruhları serseri, akılları geveze olmuş insanlar olmak tehlikesiyle karşı karşıya bırakıyor insanları.

Kafa içinde anarşi, kafa karışıklığı ile birlikte, bir de elinden bir şey gelmemesi, insana taşıması için dert olarak yetip artıyor bile.

Öncelenmesi gereken meseleleri, ötelemek; ötelenmesi gerekenleri, öncelememek sarhoşluk halidir. Bu hal çok ciddî bir moral bozukluğu kaynağıdır.

Böyle bir halet-i ruhiye içerisinde kişi kendisine karşı, çevresine karşı olumsuz bir takım davranışlar içerisinde olabilecektir.

İşte haberler bunu yapıyor kişiye. Dünyanın bütün meseleleriyle ilgili hale getiriyor alâkasız bir kişiyi.

Bir de kanal kanal aynı habere değişen yorumları, haberi kendine göre aktaranları izleyenler, daha bir çelişkiler içerisinde buluyor kendini.

Tabiî haberler pek çok konuya izleyiciyi taraftar yapmaktadır. Bu taraftarlıktan da kişi bir şekilde mesul durumda olmaktadır.

Onun için televizyon, radyo, internet haberlerine kendini kapatabilen kişi, çok önemli bir ‘gündemine dönme’ adımı atmış olacaktır.

Pozitif arkadaşlar, hayata pozitif etki yapıyorlar

İnsan, sürekli ilişkiler içerisinde bulunduğu kişilerin huylarından etkilenmektedir. Özellikle hayata yansıyan davranışları yöneten duygular, yaşanan tercihler konusunda belirleyici olmaktadır. Sürekli moral bozukluğu içerisinde bulunan bir arkadaş, ister istemez çevresindeki insanlara negatif bir enerji yayacaktır.

Negatif bir bakış açısına sahip insanlarla geçirilecek vakitler, pozitif algısı güçlü insanlarda zamanla negatif izler oluşturacaktır. Bundandır ki, yaşanan günlük hayatta ve hadiselere bakışta, pozitif bakış açısına sahip arkadaş seçmek hayatın pozitifleşmesine çalışmak demektir.

Başınıza gelenleri fırsat olarak kabul edin

Hayata pozitif bakan insanlar için, aslında her bir şey, yeni bir fırsat demektir. Hatta milletlerin hayatlarındaki krizler bile, çok ciddî yeni adımlar için birer fırsat demektir.

Birey açısından da durum aynıdır. Bireyin karşılaştığı her bir stres, problem, sıkıntı hali, aslında hayatta yeni bir takım değişiklikler için fırsat günleri demektir.

Bakış açısına göre başa gelen musîbet, çok önemli bir kazanç kapısı olabilmektedir. Zaten bu gözle bakınca da o musibet, musibet olmaktan çıkacak ve nimet olacaktır.

Her güne ait en az 30 dakika

pozitif düşünme seansı

Çok önemli kazanımlar, çok önemli düşünce seanslarının ürünleridir. Bir şey ne kadar kazanılmak istenirse, o hedefe ulaşmak o nispette kolaylaşacaktır.

Pozitif bir hayata kavuşmak, günlük olarak, o kavuşulması istenen muhtevaya yoğunlaşmakla mümkün olabilecektir. Bunun için, her günün belli bir zaman dilimini, pozitif muhtevalarla oluşmuş düşünceye ayırmak faydalı olacaktır.

Sizin dışınızdaki olayları yeniden tanımlayın

Bir olay, bir durum veya başa gelmiş bir vakıayı kendi algılamamız nasıl kabul ederse, bizim üzerimizdeki etkisi de o nispette yıkıcı veya yapıcı olabilecektir. Onun için bir insana taşınması mümkün olmayan bir olay gibi gelen vakıa, başka bir insan için hayatına yeni bir kazanımın kapısı olabilmektedir. Dolayısıyla birisinin tanımlamış olduğu bir olay, o bireyin yaşadığı hayatla, hayatını oluşturan unsurlarla, çevresindeki insanlarla, hayata ve hayattakilere yüklediği anlamlarla direkt olarak alâkalıdır. O olay, onun dünyasında böyle bir tanımlamayı içerirken, olay bir başka insanın dünyasında aynı değerlendirme ölçütlerinde olmayacaktır.

Yani tahlil sonucunda kendisinin kanser olduğunu öğrenen bir hasta için, hastalığın ne olduğundan ziyade, o hastanın bu hastalığı nasıl tanımladığı belirleyici olmaktadır. Gözünde büyüten için bu hastalık büyük, gözünde küçülten için bu hastalık aşılabilir bir sürecin adı olabilecektir.

Her insanın alkışlanacak bir tarafı mutlaka vardır

İnsanların karşılaştığı problemlerden çoğu, yine insan kaynaklıdır. Yani mutlaka şikayetçi olduğumuz insanlar bulunmaktadır. Bu bazen annedir, bazen babadır, bazen kardeşlerdir, bazen de arkadaşlardır. Bilinmelidir ki, insanların bulunduğu her yerde bir takım sıkıntılar vardır ve olacaktır.

İdealize edilmiş insanlar ve olaylar her zaman için hayal kırıklıklarına kişiyi uğratabilecektir. Oysaki insanların hataları olabileceği gibi, alkışlanacak taraflarının da varlığı unutulmamalıdır. Özellikle insanların alkışlanacak taraflarını bulmak maharetli insanların işi olacaktır. Kimse mükemmel değildir.

Kitaplar, içinde çözüm teklifleri taşır

Doğrusu insanı mutsuz ve huzursuz eden ne varsa, hepsinin üstesinden gelebilecek bir şey de okumaktır. Dünyada tesbit edilmemiş ve üzerinde çözüm teklifleri geliştirilmemiş hiçbir vakıa bulunmamaktadır. Bu çözüm teklifleri de büyük oranda kitaplarda yerini almıştır. Onun için, ne kadar kitap, o kadar çözüm teklifleri demektir.

Yeryüzünde insan çok; ama nitelikli insan azdır. Nitelikli insan da, ancak kitap satırlarından beslenenler olacaktır.

Hayat, prensiplerle hayattır

Pozitif bir hayat, hiçbir eylem yapmaksızın bize uğrayacak değildir. Hayatın kalitesi, içinde taşıdığı prensiplerledir. Onun için bahsi geçen prensipleri bir kenara kaydetmekte fayda var. En küçük dairemiz, bize en önemli işlerin düştüğü dairedir. İyi arkadaş, iyi bir hayat taşır beraberinde. Bazen başımıza gelen bir hadise, yeni başlangıçlar için birer fırsattır. Hayal nimeti, ileride yaşayacaklarımızı kurgulamak için verilmiştir. Olaylar sizin tanımlamanıza göre anlam kazanır. Her insanın alkışlanacak bir tarafının mutlaka varlığı dikkatlerden kaçırılmamalıdır.

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Fetihten arta kalan düşünceler



İslâm âleminin içler acısı hâline, ülkesinin hile ve desiselerle kıskaca alınmasına şâhit oldukça insan, özellikle Osmanlının bir felâket devri olan son demlerinde, sürekli geçmişin şanlı zaferlerinin gölgesinde yaşayan ve onlarla haşir neşir olmaktan büyük zevk alan Yahya Kemal’i daha iyi anlıyor. Sahi, Yahya Kemal’i bazı zamanlar gerçeklerden kopartacak kadar maziye yönelten itici güç neydi? İç ve dış kargaşanın Osmanlıyı kıskaca aldığı bir nevî kara bulut hükmündeki kaos devri değil miydi?

Bugün iç ve dış gelişmeler sebebiyle günbegün endişesi artmayan vatandaş yok denecek kadar azdır. Tam da ortam böyleyken, tarihimizin yüz aklarından birisi olan ve yüzyıllar geçse de fetihlerin fethi ünvanına sahip olan İstanbul’un fethi, zemherir ortasında kalan bir gülün yaprağında duran inci tanesine benzer çiğ tanesi gibi gülümsemeye devam etmekte ve bizi, durmadan mazinin ibret dolu sayfalarına dâvet etmekte. Evet; 21. asırdan, fetihlerin fethine selâm olsun.

Bence, ancak mazinin ruhuna nüfuz etme kabiliyetine sahip olanlar, ân içinde sağlıklı değerlendirmeler yaparak, gelecekle ilgili birtakım yönergeler sunabilir. Meselâ söz konusu çiğ tanesinin içinde, bir çınarın gölgesinde üç yapraklı yonca misali arz-ı endam eden Fatih Sultan Mehmet, Ulubatlı Hasan ve Akşemseddin birer simge olarak günümüzde nice anlamlar çağrıştıracak nitelikte.

Bu üç simge üzerinde biraz düşünüldüğünde, görülecek ki ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla donanmış topyekûn bir blok hâlinde yükselen bir medeniyetin varlığı görülür. Şöyle ki; Akşemseddin olmasaydı, belki de ilmî derinliği ve bu derinlikle birlikte mükemmel bir yetişme dönemini geçiremeyecek Fatih, tam olarak kişiliğini gerçekleştiremeyecekti. Hâl böyle olunca, iradeyi temsil eden Fatih, yönü belli olmayan bir irade de olabilirdi. Oysa Akşemseddin’in tezgâhından geçerek, müsbet ilmin istikamet verdiği güçlü bir iradeyi ortaya koymuştur. Yalnız, şunu belirtmekte fayda var: İlimsiz irade sönük kalacağı gibi, iradesiz ilim de uygulamaya konamaz. Bununla birlikte, sacın üçüncü ayağını da unutmamak gerekir. Ve bu da Ulubatlı Hasan, yani yeniçeri simgesinde anlam bulan kudrettir. Evet, ilimle donanmış çelik bir iradeniz olabilir; ama ona hayat verecek şey kudrettir. Öyle bir kudret ki, müsbet ilimle donanmış çelik iradenin, gerektiğinde, balyozudur. Bir bakıma eli, kolu ve ayağıdır.

Rivayet olunur ki, İstanbul fethedildikten sonra sürekli duâ eden mollalar “Şükür ki, İstanbul fethedildi. Yaptığımız duâlar çok etkili oldu” gibisinden sözleri sürekli tekrar edip de iş maddî sebeplere müracaat etmeyi gölgede bırakacak seviyede tefrite varınca, Fatih kınından çıkardığı kılıcı göstererek, “Kılıcın hakkını da unutmayın” demiş. Vaktiyle İstanbul’un fethi dolayısıyla öğrendiğim bu olay, bence akıl (ilim), yürek (irade) ve kılıç(kudret) üçlüsünün birbirinden ayrılmaz parçalar olduğunu da dile getirir. Evet, akıl müsbet ilimle haşir neşir olup duâ vasıtasıyla mükemmel bir iradeye yol gösterici olmalı; yürekte anlam bulan irade de sarsılmaz bir çelik gibi dik durmalı. Kılıç da akıl ve iradenin önünü açacak kudreti gösterebilmeli.

Bu üç sembol şüphesiz bütün tarihimiz irdelendiğinde, ayrıldıkları vakit nasıl gerilediğimizi ve hatta yıkılmaya doğru gittiğimizi gözler önüne serecek derecededirler. Mesela Genç Osman ne kadar çelik bir iradeye sahip olsa da ilmiye sınıfı ve yeniçeriler bozulduğu için başarılı olamamıştır. Koçi Bey gibi devlet ricali, kötü gidişatı durdurabilmenin çaresini ilmî risâlelerinde gösterseler de gerçekleştirecek irade ve kudret olmadığından başarı elde edilememiştir. Aynı şekilde, yükselme döneminde Yeniçeriler kudretli oldukları hâlde, II. Bayezid onları yönlendirecek iradeyi göster(e)mediğinden bir nebze duraklama olmuştur, ki bu yüzden daha sonra Yavuz Sultan Selim’in yanında yer almış Yeniçeriler.

Şimdi durup düşünelim… Ve bir devletin ayakta durabilmesi için üç önemli sacayağının uyumunu gözden geçirelim. Ne görüyoruz?

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Özür dilesinler



Show TV’de ekrana gelen ve direkt “namazı” hedef alan suçlamalar, infiale yol açtı.

Bize gelen tepki telefonların haddi hesabı yok.

Biz gelen eleştirileri hem RTÜK’e, hem de ilgili kanala yönlendiriyoruz.

“Haber Özel”in yaptığı saygısızlık ortada iken, kalkıp bir “özür” dahi dilemiyor.

Dahası, bazı diğer kanallar mevcut görüntüyü ekrana getirince, onları arayan vatandaşların yüzüne telefon kapatıyorlar. “Atv”yi arayan bir vatandaşımız düşüncelerini ilettikten sonra, cevap almak yerine telefon yüzüne kapanıyor. Bu “terbiyesizliğin” bir açıklaması olmalı.

Hem mukaddesata söveceksin, hem de inancına sahip çıkan vatandaşların yüzüne telefon kapatacaksın.

Lâfı uzatmadan:

Haber Özel’in yapımcılarının ve Show TV kanalının bu millete bir “özür” borcu var.

RTÜK’ün bu konuda bir an önce harekete geçmesini istiyor ve soruyoruz:

“Daha ne bekliyorsunuz?”

***

Anadolu Ajansı İl Millî Eğitim Müdürlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Bölümü “Ata Özer” imzasıyla bir açıklama yayınlandı.

Bir nev’i tavzih.

Özetle diyor ki:

“Bu ülkede din ve vicdan özgürlüğü var, ibadet yapacak olan kişi temiz olan her yerde ibadetini yapar...”

Amaaa...

“... Ama bu okul olmamalı.”

Ancak:

“Yanlış bir uygulama değil, artık o araştırma neticesinde ortaya çıkar.”

Ve:

“Araştırmak için iki müfettiş görevlendirildi.”

Devlet görevini yapar.

Biz şunu biliyoruz ki:

Devlet millet için var. Milleti olmayan bir devletin ne hükmü var ki?

BAĞIMSIZ ADAY: TATLISES

Türkücü İbrahim Tatlıses, memleketi Şanlıurfa’dan bağımsız milletvekilliği adaylığı için avukatı aracılığıyla başvuruda bulunmuş.

Tatlıses bu ülkenin vatandaşı, elbet “vekil” olma hakkına sahip.

Meclis’te hep yumruk görüyorduk.

Eh bir de “türkücü” görsek ne kaybederiz... Seçilirse tabii.

AKREDİTASYON

Genelkurmay basına ayrı bir “akreditasyon” uygular.

Hükümet ayrı...

Sayıştay’ın 145’inci kuruluş yıldönümü etkinliğine Kanal B, Kanal Türk ve ART “Başbakanlık akreditasyonu”na takılmış.

Ne o, ne bu...

“Akreditasyon”ların bütününe karşıyız.

KAPATMA KARARI

Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Üyesi Mehmet Dadak, seçim yayın ilkelerinin ihlâliyle ilgili olarak Yüksek Seçim Kurulunun (YSK) kendileri tarafından gönderilen ve kapatma talebini içeren 8-10 raporu incelemiş...

Ulusal kanallardan oluşan bir liste bu.

Dadak uyarıyor:

“Kapatma cezası verilirse seçim öncesinde bu infaz edilecek.”

Yani:

“Türkiye’nin demokrasi geleneğinde seçim zamanı radyo ve TV kanalları açarak bazı kişilerin kendi veya parti propagandalarını yaptıklarını biliyoruz. Bu kanallar adil, dengeli, tarafsız, objektif yayın yaptıkları sürece sorun yok. Bu dönemde belli parti ve kişiler adına yayın yaptıkları takdirde cezaya çarptırılacaklarından kimsenin şüphesi olmasın.”

MÜSTEHCENLİK

Yaza doğru “müstehcen reklâm” artış gösteriyor.

Hiç alâkası olmayan ürünlerin tanıtımı “et pazarı”na dönüyor.

Dahası “haber bültenleri” son bölümlerini “diyet ve zayıflama” ürünlerine ayırıyor. Alâkasız plaj görüntüleri berdevam.

Haberi izlenmez hale getiriyorlar ya, ne mutlu! Televizyonu daha sık kapatacağız demek.

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Yakan top



Kuzey Irak’a müdahele meselesi, Genelkurmay ile hükümet arasında tam bir top alış verişine, paslaşmasına dönüştü. Hatta, çocukların oynadığı yakan top oyununa benzedi gibi. Sayın Başbakan Erdoğan’ın geçen günkü demeci, “topu askere atmak” olarak yorumlandı. Atılan topun tekrar hükümete yönlendirilmesi fazla gecikmedi. Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt Paşa’nın Perşembe günkü konuşması, “Kuzey Irak’a harekât” planının “yakan top” haline gelmesine yol açtı desek abartmış olmayız. Değdiği kişiyi oyun dışı bırakan bir yakan top. Paşa’nın verdiği cevap teoriyle pratik farklılığını sergilemek bakımından ilginç. “Devlet geleneğine göre siyasî otorite önce hedef belirler. Sonra askere emir verir. Asker de oturur plan yapar.”

Geçen Perşembe günü “Güvenliğin yeni boyutları ve uluslar arası örgütler” sempozyumunda konuşan Büyükanıt Paşa, ana başlıkları gerçekten de genellemeli olan bir konuşma yaptı. Kendimce dikkati çekenleri sıralayacak olursam:

1. “Teröriste yardım eden de teröristtir.” Bu tıpkı zalime yardımcı olanların da zalimin tâ kendisi sayılması gibi bir hüküm.

2. “Aşırı dincilerin” terörist sayılmasının yanlışlığının yanında, “etnik milliyetçi bir faşist terör vardır” nitelemesi doğru. Hatta etnik /millî kaynaklı terör daha da önemli ve tehlikelidir. “Dinci terör” genelde abartılı ve danışıklı bir seyir gösterir. Özellikle etki/tepki ilişkilerinde etnisite kökenli yaklaşımların payı büyüktür.

3. “İnsan hakları adı altında teröre yardım edilmektedir.” Bu bir gerçek. Ancak sadece insan hakları adı altında değil, bir tür demokrasi, çağdaşlık, devletin emniyeti gibi adlar altında da teröre destek verildiğini unutmamalıyız.

4. “Değişim sürecini algılayamayan toplumlar gelişmeler, değişmeler karşısında seyirci kalmaya mahkûm olurlar.” Bu da doğru, ancak değişimi algılayamayan ya da algılamak istemeyen devletler de aynı sonuca mahkûmdurlar. Hatta bu yüzden tarihin karanlık sayfalarına gömüleceklerinden dolayı seyirci olma şansını bile bulamayabilirler. Yani değişim süreci sadece toplumda değil, devletlerde de hükmünü icra eder.

5. “Güvenlik konusunda bazı ülkeler çifte standart uyguluyorlar.” Acı, ama gerçek. Fakat biz kendi içimizde sadece güvenlik değil, hemen her konuda çifte standart uyguluyorken, böyle bir iddiamız ne derece dünya kamuoyunda makes bulabilir, orası da dikkate alınmalıdır.

6. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.” Bu da doğru. Evet hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Hiçbir ihtilâl, savaş, taktik, propaganda, klişeleşmiş sözler eskisi gibi hükmünü icra edemeyecektir. Bir ırmakta da iki defa yıkanılmaz. Yıkanan kişi aynı kişi değildir, bir. Yıkanılan ırmak, su aynı ırmak veya su değildir. Buraya da dikkat.

7. “Bu gün artık güvenliği, içinde sadece askerî değil; siyasî, hukukî, ekonomik, sosyolojik ve psikolojik etmenlerin de olduğu bir çerçevede tanımlamak gerekmektedir.” Bu da doğru.

Sözgelimi bir PKK belâsıyla mücadele sadece silâhlı kuvvetlerle yapılamaz. Bunun yanında daha çok ve daha önemli olarak eğitim, öğretim, adalet, anlayış, bilgi, kültür, ekonomi v.b. gibi etkenler ve etmenler devreye konulmalıdır.

Görülüyor ki, bu doğru çekilen veya atılan toplar direkten dönebilmektedir. Yani bizleri de bağlamaktadır. Dinleyiciler içinden biri kalkıp da “Siz Türkiye’de bunları aynen uyguluyor musunuz?” sorusunu sorsaydı, acaba sayın Büyükanıt ne cevap verirdi, doğrusu düşünmeye değer.

Netice böylesi ciddî bir konuda restleşir gibi karşılıklı cevap yetiştirmeler, eğer devletin yüksek menfaatleri gereği bir taktikten dolayı değilse, devlet ciddiyetiyle bağdaşmıyor diye düşünmemek elde değil.

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Hâlâ hiçbir şey net değil



“Milletimizin değerleri bizim değerlerimizdir. Halkımızla bütünleşeceğim. Demokrasinin işlediğini herkes görecektir. Bireysel tercihlere herkesin saygı duymasını bekliyorum. Çankaya’nın kapılarını halka açacağım…”

Bu sözleri söyleyen kişinin göbek adı “Cumhur”du. Adaylığını açıklamasının ardından ilk sözleri bu oluyordu Abdullah Gül’ün…

Ancak hiçbir şey onların istediği gibi gerçekleşmedi. Süreci iyi yönetememeleri sonucu 362 milletvekili ile 11. cumhurbaşkanını seçemediler. Neticede, 16 Mayıs’ta görev süresi dolan Ahmet Necdet Sezer 15 gündür “uzatmalı” cumhurbaşkanlığı görevini sürdürüyor.

Süreci kısaca özetlersek; Hükümet her konuda mutabakat aramaktan bahsederken, mutabakata bile ihtiyaç duymadan “kolay bir seçimle cumhurbaşkanını seçeceğiz” diye hareket ederken, son anda çıkarılan ‘ilk turda 367 yeter sayısı bulunmazsa ikinci tura geçilemez’ görüşü ile sıkıntıya girdiler. İlk turda 367 yeter sayısı bulunamadı ve CHP, konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Gözler Anayasa Mahkemesi’nin vereceği karara çevrilmişken, Türkiye aynı gece e-muhtırayla tanıştı.

Abdullah Gül, başta “Milletimizin değerleri bizim değerlerimiz” derken şimdilerde, başörtüsünü modernleştirmekten bahsetmemeye başladı. “Ben başından beri söylüyorum. Türban daha modern olabilir. Cumhurbaşkanı seçilseydim benim de, eşimin de farklı bir üslûbu olacaktı. Bu gibi hassas süreçlerde eşlerin de sorumlulukları var ve Hayrünisa Hanım da bunun bilincinde…” (Hürriyet, 29.5 2007) sözleri bize eşinin başörtüsünün yasağı ile AİHM’e yaptığı başvuruyu geri çekmesini hatırlattı. Özellikle de “hassas süreçlerdeki sorumluluklar”ı nitelemesi dikkatimizi çekti.

Erdoğan da bu konuya “Kimin estetik anlayışı ne ise, buna saygı duymak gerekir” diyerek bu tartışmaya katılmış oldu.

Hükümette “insan hakları ile ilgili kurullar ve insan hakları ile ilgili konularda eşgüdüm”den sorumlu olan Gül’ün insan hakları ihlâli olduğu konusunda herkesin üzerinde hemfikir olduğu “başörtüsü yasağı” ve meslek liselerin önündeki engellerin kalkması konusundaki yaptıkları da (!) ortada duruyor.

* * *

Cumhurbaşkanlığı tartışmalarında gelinen noktada neler oluyor?

Cumhurbaşkanı Sezer’in veto ettiği anayasa değişiklik paketinin bol kavgalı yumruklu ilk görüşmelerinin ardından, tartışmalar başlamıştı.

Önce son günlerin “flaş” ismi Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, anayasa değişikliği paketinin 367’nin altındaki bir oyla kabul edilmesi durumunda paketin Cumhurbaşkanı’na gönderilemeyeceğini vurguladı, ikinci turda 367’nin altında bir oy çıkması halinde kanunun reddedilmiş olacağını öne sürdü.

Sonra son günlerdeki gerginliğin müsebbibi Deniz Baykal, “Anayasa değişikliği yeni bir sıkıntı konusu olacak diye kaygılıyım. İktidarın böyle bir meydan okumayı göze almaması lâzım. Aklı başındaki AKP ve ANAP’lılar Perşembe günü Meclis’te fire verirler. 367’ye ulaşılmaz. Ve konu kapanır. Bunun tersi Anayasayı değiştirmekte direnmektir. O da kavgayı büyütür” dedi.

Ardından Erdoğan’ın, “Anayasa Mahkemesi kararı yargı için yüz karasıdır” sözlerine Mahkeme Başkanı Tülay Tuğcu sert bir açıklama yaparak, Başbakanın Mahkeme’yi hedef gösterdiğini iddia ederken, kendisi hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını söyledi. Hem de bu açıklamayı basın toplantılarının yapıldığı salon yerine, Yüce Divan duruşmalarının yapıldığı salonda da yaptı.

Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ve milletvekili seçimlerinin 4 yılda bir yapılması gibi düzenlemeleri içeren Anayasa değişikliği paketinin ikinci tur oylaması önceki gün Meclis Genel Kurulu’nda kabul edildi ve ikinci kez Köşk’e gönderildi. Şimdi Sezer’in 15 günü bekleyip beklemeyeceği, ya da birkaç gün içinde kararını verip vermeyeceği bekleniyor.

Ancak tartışmalar bitmiş değil. Anayasa değişikliği paketinin 2. tur oylamasında, “Milletvekili genel seçimlerinin 4 yılda bir yapılmasını” öngören 1. maddesinin 366 oyla kabul edilmesi, sadece bu maddenin mi, yoksa paketin tamamının mı halkoyuna sunulacağı, yoksa Kanadoğlu’nun dediği gibi, paketin tamamının reddedilmiş mi olacağı tartışılıyor. CHP maddeyle ilgili Anayasa Mahkemesi’ne gitmeye hazırlanıyor.

Hükümet, referandumda 120 günlük süreyi kısaltan tetlifi Meclis’e getireceklerini, ANAVATAN ise teklif getirilmeyeceğine dair söz aldıklarını bildirirken, teklif dün Meclis’e gönderildi…

Şimdi kalkıp birileri “Hükümet süreci iyi yönetemedi” diyenlere kızmasın. Görünen köy kılavuz istemiyor, görüyorsunuz yönetemiyorlar.

Özetle, son günlerdeki karışıklıklar devam ediyor. Hâlâ hiçbir şey net değil. Netlik 22 Temmuz’dan sonra gerçekleşir inşallah…

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Namaz korkusu



Namazdan korkulur mu?

Ne adına olursa olsun namaz korkusunun açıklanabilir hiçbir yönü yok. Eğer maksatlı değilse namazı, namaz kılanları tanımamaktan kaynaklanan yersiz bir korku.

Eğer lâiklik din özgürlüğü ise özgürlük de inanılanların inançlarını uygulamasından ibaretse geriye namaza saygı duymaktan başka birşey kalmaz.

Ha kişi namazını evinde kılmış, ha işyerinde, ha okulda kılmış fark etmez. Eğer namaz vakitleri okul saatlerine denk geliyorsa okulda kılması kadar da tabiî birşey olamaz. Ve lâik devlet de bu dinî ihtiyacın karşılanmasına yardımcı olur.

“Biz din kültürü derslerine karışmıyoruz, herkes dinini öğrenebilir, ancak okulda namaz kılamazsınız” demek lâkilikle bağdaşmaz. Uygulaması olmayan bir dinin özgürlüğünden söz edilebilir mi?

Eğer bir ülkede din ve vicdan hürriyeti varsa o ülkede ibadetler serbestçe yapılıyor demektir. Kimse dinî inancı ve bunları uygulamaktan dolayı kınanamaz ve engellenemez. Meselâ bir Batı ülkesinde bir öğrenci üniversite yetkililerinden namaz kılmak için yer istediğinde bu lâik ülke gerekli kolaylığı gösteriyor.

Ama bizim ülkemiz başka. Acaba onlar mı lâik, biz mi lâikiz? Okullarda fiziğin, kimyanın biyolojinin uygulandığı labaratuvarlar gayet tabiî ve ilmin gereği olarak karşılanır da niçin dinî bilgilerin ugyulama yeri olan mescide değişik bir gözle bakılır?

Daha birkaç ay önce Bağcılar’da boş bir arsada lise öğrencilerinin uyuşturucu kullandıkları gizli kamerayla çekilmişti, bir televizyon kanalında gösterilmişti de yüreğim cız etmişti.

Hem uyuşturucudan şikâyet edeceksiniz, hem de onları bu bataktan kurtaran namaza karşı çıkacaksınız. Bu nasıl mantık?

Namaz kılan bir genç nice kötü alışkanlığa karşı kapılarını kapıyor, kötülüklerden uzak kalıyor.

Namaz kılan bir genç sevgiyi, saygıyı bilen bir gençtir, başkalarının kötülüğü için değil, iyiliği için koşan bir gençtir.

Gençleri böylesine nice kötülüklerden uzaklaştıran bir namaza, namaz kılmayan kimselerin bile taraftar olması lâzım.

Namazdan korkmanın, namaz düşmanlığı yapmanın yapanlara kazandıracağı ne olabilir?

Hem bin yıldır İslâma bayraktarlık yapmış bir neslin evlâtlarınn dinin gereği olarak namaz kılmaları kadar tabiî ne olabilir?

Peki, bu namaz, mescit karşıtlığı niye? Bu rahatsızlık neden?

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Siyasette ölçü



Vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmak,1 demokratlara mânen ve maddeten yardımcı olmak,2 ve onlara bir dayanak noktası olmaktır.3

Allah’a sığınmamız gereken siyaset ise şudur: Kur’ân ve hadîsçe haber verilen ve bütün peygamberlerin ve asırların Allah’a sığındığı, Âhirzaman’ın dehşetli hâdiseleri içindeyiz. Şeytan’dan Allah’a sığındığımız gibi, siyasetten de sığınmalıyız. Çünkü, Deccalizm, her tarafı kasıp kavuruyor. Ona karşı siyasetin malzemeleriyle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebilir.4

Zîrâ, felsefenin tahribatçı fikirlerini siyasetin günlük, değişken, hissî doneleri çürütemez, durduramaz; imân ve İslâm esaslarını izâh edip ortaya koyamaz. Dolayısıyla, bu cepheden netice almak fevkalâde zor, nerede ise imkânsızdır. Elbette akıllı bir stratejist, zayıf olduğu noktalardan ileri atılmaz...

Bediüzzaman’ın uzaklaşılmasını istediği siyaset; dindar muhalifini tekfir eden; dinsiz taraftarını melek gösteren; gayr-i meşrû, idâre ve asâyişe zarar veren;5 aklı dağıtıp mânevî bir divane, kalbi dağıtıp mânevî bir dinsiz, fikri dağıtıp mânevî bir ecnebi yapan;6 “zulme sebebiyet veren tarafgir siyasetten”, deccalizmin güdümündeki, “kalbleri bozan”,7 “dinde hissesi olmayan siyasileri büyük vartalara atan”;8 “gaddar ve zalim propagandanın, aralarında hadsiz bir mesafe bulunan yalan ve doğruluğu biribirine karıştıran”9 siyasettir. Aynı zamanda hangi isim ve kimin adına yapılırsa yapılsın, “Menfaati esas tutan, canavar”,10 “fikri hezeyanlaştıran”,11 yalancı ve insanlığın maslahatına zıt12 siyasetten de hem fiilen kaçar, hem de kaçınılmasını teşvik eder.

Siyasetçi, politikacı ve baştakilerden çok fazla bir şey beklememek, yegâne ümitleri onlara bağlamamak, hizmetleri onlara endekslememek ve şunu bilmek lâzım: Baştakilerin başlarında akıl, kalblerinde imân olsun yeter. O vakit işler kendi kendine düzelir.13 Herkes kendisine düşen emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i ani’l-münker, yani iyiyi, güzeli emretmek, kötülük ve çirkinlikten nehyetmek olan kudsî görevi yerine getirmeli. Bu, aynı zamanda otokontrolü ve demokratik katılımı sağlar.

Hürriyetçilere, demokratlara sahip çıkmalı, yardımcı ve destekçi olmalıdır. Çünkü, dine ve insanlığa hizmet, ancak hürriyet zemininde mümkün.14 Demokrasi (meşrûtiyet) için çalışmak; aynı zamanda imânın hürriyet özelliğine hizmet etmek demektir. Çünkü, insanların ortak paydası demokrasi, hürriyet olabilir. Din, ortak payda olamaz. Çünkü, herkesin kendisine göre bir dini, inancı vardır. Zaten, “Dinden zorlama yoktur”15 ve “Sizin dininiz size, benim dinim bana”16 hükümlerince, herkes inancında serbesttir. Elbette bu hakikatler de siyasete yansıtılmalıdır.

Diğer taraftan yalan propagandadan kaçmak, Bediüzzaman’ın verdiği ölçüler arasındadır. Propaganda da, gerçeklerin olduğu gibi anlatılması, söz kalabalığına gidilmemesi,17 hissiyâtın değil, fikrin esas alınması,18 yalancılığın değil, doğruluğun tercih edilmesi19 gerekir.

Dipnotlar: 1- Beyanat ve Tenvirler, s. 198.; 2- a.g.e, s. 200.; 3- a.g.e, s. 202.; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 131.; 5-. Şuâlar, s. 306.; 6- Kastamonu Lâhikası, s. 34.; 7- Emirdağ Lâhikası-2, s. 177.; 8- a.g.e, 51-52.; 9- Hutbe-i Şâmiye, s. 78.; 10- Emirdağ Lâhikâsı-1, s. 204.; 11- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 6.; 12- Münâzarat, s. 53.; 13- Şuâlar, s. 380. 14- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 271.; 15- Bakara, 256.; 16- Kâfirûn, 6.; 17- Sünûhat, s. 17.; 18- Muhâkemât, s. 77.; 19- Sözler, s. 466-452.

02.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Tereddüt nezlesi



Siyasî ve içtimaî hayata dair yazdıklarımız hakkında, iç dünyamızda en ufak bir şüphe, bir tereddüt eseri dahi taşımıyoruz.

Zira, ilmen ve fikren dayandığımız eserler manzumesinin kudsî ve çok sağlam temellere dayandığına inanmaktayız.

İşte, o kudsî eserlere istinad ile sımsıkı bağlı kalarak ve başkaca hiçbir tesir altında kalmaksızın gelişmeleri yorumlamakta ve fikriyatımızı açıkça ortaya koymaktayız.

O halde, neden şüpheye, tereddüde düşelim ki...

Bize yaraşmaz, yakışmaz böyle şeyler.

Evet, kudsî hakikatlere dayanan, sağlam temellere istinad eden ve bilhassa bugüne kadar meydana çıkmış dünyevî bilumum cereyanlara diz çöktüren fikir sahiplerine asla yaraşmaz, yakışmaz böyle şeyler.

O halde, nemelâzım; varsın şüpheye başkası düşsün, tereddüdü başkası yaşasın.

* * *

Tereddüt dediğin, bir çeşit nezleye benzer.

Bu zamanda, başta kendini ve muhtaç biçareler kısmını kurtarmaya, ümmet–i Muhammedi (asm) selâmet sâhiline çıkarmaya ve bilhassa yeni nesillerin mâneviyatını yakan ateşleri söndürmeye çalışan, bu uğurda çalışmayı mukaddes bir vazife bilen bizler, şayet böylesi bir "tereddüt nezlesi"ne yakalanırsak, acaba arayış içindeki cemiyetin, insanların hali nice olur?

Bunu hiç düşündük mü? Düşünüyor muyuz?

Âcizane kanaatim şudur ki: Cemiyeti alâkadar eden ehemmiyetli mevzularda bir "nezle" gibi olursak, cemiyet içinde bizlerin fikriyatından yardım ve medet bekleyenler bir nevi "zatürree" olur.

Oysa, böyle bir duruma düşmeye ve böylesi bir konumda görünmeye hiçbir sûrette hakkımız yoktur.

Cemiyeti ve insanları doğruluğuna kat'î inandığımız hakikatler noktasında aydınlatmaya mecbur ve mükellefiz.

Üstadımız Bediüzzaman ve onun sâdık şâkirdleri seksen–yüz senedir hep bunu yapmış, bunu yapıyor.

Biz de onların bu yaptıklarını başımızda bir şeref tâcı gibi taşıyarak hizmetimize, neşriyatımıza devam edip gidiyoruz.

Değil mi ki, Hakk'ın hatırı âlidir ve hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir.

* * *

Son zamanlarda artarak devam eden tenkitlerden söz etmiştik, geçen gün.

Bu tenkitlerin hakarete varan kısmını bir kalem geçiyoruz.

Samimiyetine inandığımız tenkitleri ise, elbette ki dikkate alıyor, fakat maalesef bunlara hak veremiyoruz. Gerekçemizin de bir kısmını yukarıda sıraladık.

Bununla beraber, dikkate değer bir noktayı nazarınıza sunmak istiyoruz: Risâle–i Nur'daki ölçülerle bağlantılı olarak bize yöneltilen tenkit ve eleştirilerin hemen tamamı, siyasî ve içtimaî cepheden geliyor.

Bu durum açıkça gösteriyor ki, ihtilâf, kargaşa ekseriyetle bu noktada çıkıyor.

O halde, bu gibi meselelerle alâkalı olarak ne yapmak, nasıl davranmak gerektiğini iyi bilmek ve doğru tesbitlerde bulunmak gerekir.

Kardeşlerimiz şuna kanaat getirsinler ki, bizler içtimaî ve siyasî tesbit ve tahlilleri istişaresiz, meşveretsiz yapmıyoruz. Ayrıca, yazılarımızda, yorumlarımızda mutlak sûrette Üstad Bediüzzaman'dan ve eserleri olan Risâle–i Nur'dan delil, ölçü getirerek sizlerin huzuruna çıkıyoruz.

Bu hizmeti ifade ederken de, "Acaba, biz bu işin ehli miyiz, değil miyiz?" gibi, herhangi bir şüphe, tereddüt vartasına da–şükürler olsun ki–düşmüyoruz.

Zira, her defasında ifade ettiğimiz gibi, attığımız her adımı, işin usûl ve esaslarına dikkat ederek atıyoruz: Meşveretse meşveret, düstûr ise düstûr; bunlardan en ufak bir sapma, bir inhiraf söz konusu dahi değil.

O halde, yaptığımız neşriyatın, tam bir kanaat, sâlim bir fikir, müstakim bir görüş istikametinde cereyan ettiğine itimad edebilirsiniz.

* * *

Bizim kimseyi kırmak gibi bir gayemiz, maksadımız yoktur ve olamaz. Bundan dolayı da, kimseye ne küfür ettiğimiz var, ne de hakaret.

Keza, siyasî gelişmelere tarafgir bir nazarla değil, hak nâmına ve Hakk'ın hatırını âli tutmak hesabına bakmak durumundayız.

Bu tavrımız yüzünden bazılarının hatırı kırılıyorsa, bunda bizim bir suçumuz olmaz.

Hâsılı, şükürler olsun ki, kendimizden gayet derecede emin ve vicdanen de huzur içinde olarak, ne yaptığımızı iyi biliyoruz. Bu meyanda, sizlerin de fikrî iştirak ile duâlarınızı bekliyoruz.

GÜNÜN TARİHİ 2 Haziran 1711

Şair Nâbî ve iki nükte

Divan Edebiyatının kabiliyetli ustalarından şâir Nâbi'nin vefâtı.

Asıl adı Yusuf olan Nâbi 1642'de Urfa'da doğdu. Ulemâ bir âiledendi. İyi bir de eğitim gördü. Arapça ve Farsça şiir yazacak kadar bu dillerin inceliklerini öğrendi. Şiirde çok kuvvetli bir usta olduğundan, bazı mısraları atasözü, ya da vecize olarak hafızalara kazındı. Devrin edebiyatçıları tarafından kendisine "Şeyhü'ş–Şuarâ/Şairlerin Şeyhi" ünvanı verildi.

* * *

Burada Şair Nâbî'nin uzun ve mâceralı hayat hikâyesini anlatmak yerine, onunla ilgili rivâyet edilen iki nükteyi aktarmak istiyoruz.

Değerli arkadaşım, meslektaşım M. Nuri Yardım'ın "Edebiyatımızın Güleryüzü" isimli kitabında yer alan bu nükteler şunlar:

Ağlayan köylü

Şair Nâbî'yi bir sebepten dolayı hapse atarlar. Hücre arkadaşı ise ümmi bir köylü.

Nâbî, hapishane hayatının hüzünlü duyguları içinde yazmış olduğu birkaç tesirli şiiri kader arkadaşına okumak ister.

Şair bakar ki, arkadaşı hem dinliyor, hem de gözyaşı dökerek ağlıyor.

Nâbî, daha da hüzünlenerek sorar:

"Ne o arkadaş, şiirlerim sana pek dokundu galiba?"

Köylü, şairin küçük ve ucu sivri sakalına bakarak cevap verir:

"Hayır beyim. Köyde bir keçim vardı. Sakalı tıpkı seninkine benzerdi. Birden onu hatırladım da, ondan ağlıyorum."

Üç dilden imtihan

Şair Nâbî'nin padişaha yakınlığını çekemeyen bazı meslektaşları, tutup onu imtihan etmek isterler.

Arapça, Farsça ve (eski) Türkçe ile "Nereye?" mânâsına gelen "Eyne? Küca? Kanceru?" diye sorarlar.

Nâbî', bu soruya "Fevki. Bâlâ. Yukaru" diyerek, üç dilde de "yukarı" anlamına gelen bir cevap verir.

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hüve nüktesi üzerine- 2



Ahmet Bey:

*“Hüve Nüktesinin açıklamasını yapar mısınız?”

Dün kaldığımız yerden devam edelim.

Bir nokta kadar beyaz kâğıda iki üç nokta konulsa karışacaktır! Bir adam birden çok vazifeyi aynı anda yapsa şaşıracaktır! Bir küçük canlıya birden çok yük yüklenirse altında ezilecektir! Bir dil ile aynı anda birden çok lisanda veya birden çok insanla konuşmaya imkân yoktur. Bir kulak ile aynı anda birden çok dilde konuşan adamı duymaya ve anlamaya güç yetmez.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri bu örnekleri sıraladıktan sonra hava sayfası ile ilgili müşahedelerini zikretmeye devam eder. Görür ki, hava unsurunun her bir parçası, hatta her bir zerresi içine muhtelif binler noktalar, harfler ve kelimeler konmuştur! Binlerce, hatta milyonlarca ses ve görüntü, tonuyla, tiz veya pes özellikleriyle, rengiyle ve bütün ayrıntılarıyla trilyonlarca hava zerresinin her birinin içinde, birbirine karışmaksızın ve bozulmaksızın mevcuttur; bozulmaksızın her an girip çıkmakta ve nakledilmektedir. Her bir hava zerresi hadsiz telefonlardan, cep telefonlarından, telsiz cihazlarından, sayısız radyo ve televizyon istasyonlarından yayımlanan sayısız ses ve görüntüyü, aynı anda, aynı tonda ve aynı özellikleriyle hiç bozmadan ve hiç deforme etmeden yanındaki hava zerresine.. O kendi yanındaki hava zerresine.. O kendi yanındaki hava zerresine... O kendi yanındaki hava zerresine.. vs. Böylece bütün dünyanın hava kuşağında bulunan sonsuz sayıdaki hava zerreleri, sonsuz sayıda ses ve görüntüyü aynı özellikleriyle birlikte eksiksiz nakletmekte, alıp vermektedir. Her bir hava zerresi hem alıcı, hem verici, hem ahize, hem nâkile, hem dil, hem kulak görevini eksiksiz yürütmektedir. Asla bir intizamsızlığa, düzensizliğe ve karışıklığa meydan vermemektedir.

Üstelik her bir hava zerresi bu ses ve görüntü naklinin yanında ayrı ayrı çok vazifeyi de birlikte yapmaktadır. Fırtınalar, şimşekler, yıldırımlar, gökgürültüleri gibi havayı çarpıştırıcı dalgalar hava zerrelerinin bu parmak ısırtan dengesini ve düzenini bozmamaktadır. Hiçbir zaman bir iş, diğer bir işe mâni olmamaktadır.

Hava zerreleri ses ve görüntü naklinin yanında, aynı anda elektrik, elektro manyetik dalgalar, ses ve ışık dalgaları, uzaydaki itme ve çekme güçleri, gama, kızıl ötesi, mor ötesi ve X ışınları gibi bütün ince ve hissedilmeyen ışınları, renkleri, kuvvetleri, güçleri hiç şaşırmadan, karıştırmadan, bozmadan, deforme etmeden, dağıtmadan ve eksiksizce nakletmekte, alıp vermektedir.

Hava zerreleri bu vazifeleri gördüğü aynı zamanda, bitkilerin döllenme ihtiyaçlarını ve hayvanlarla insanların teneffüs etme ihtiyaçlarını da karşılamaktadır. Hayvanlara ve insanlara bol ve temiz oksijen barındırmakla hayat kaynağı olmaktadır.

Böyle ince, erişilmez, vazgeçilmez, hassas, duyarlı ve hayatî vazifeler üstlenmiş olan ve her bir vazifesini eksiksiz ve mükemmelce yürütmekte olan hava sayfası Allah’ın emir ve iradesinin bir Arş’ı olduğunu kör gözlere de göstermektedir. Çünkü bu işlerde kör kuvvetin, sağır tabiatın, serseri tesadüfün, karışık ve hedefsiz sebeplerin, aciz, cansız ve cahil maddelerin hiçbir cihetle eli ve müdahalesi olamaz.

Her bir hava zerresinde sonsuz bir ilim, hadsiz bir hikmet, sınırsız bir irade, nihayetsiz bir kudret ve kuvvet bulunduğunu ileri sürmek hiçbir şeytanın bile haddi değildir. Bu ihtimal zerreler adedince batıl ve imkânsızdır. Öyleyse hava sayfası apaçık bir delil ile kader ve kudret kaleminin değişken bir sayfası, levh-i mahfuzun değişken âlemde yazar-bozar bir tahtası hükmündedir.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri müşahedesine devam ederek hava sayfasından âlem-i misale girer ve burada görür ki, âlem-i misal, yani misal âlemi, yani görüntüler âlemi, yani dünyanın tüm yaşanan olaylarının içine aktığı ve geçmiş zamanlarda yaşanan tüm olayların içinde bulunduğu büyük arşiv âlemi, hadsiz fotoğraflar deposu hükmündedir ve her bir fotoğraf hadsiz dünya olaylarını aynı zamanda ve hiç karıştırmadan içinde muhafaza etmektedir.

Âlem-i misal bu niteliğiyle binler dünya kadar büyük ve geniş bir uhrevî sinema; fâni yaşayışların ve geçici dünya hallerinin ve tavırlarının her vaziyetini ve her ayrıntısını, hayatlarının meyvelerini ve neticelerini, yok olmayacak, silinmeyecek, bozulmayacak ve deforme olmayacak şekilde saklayan, Cennetteki mutlu insanların ve bahtiyar dostların gözlerine dünya maceralarını ve eski hatıralarını silinmez ve bozulmaz levhalarda göstermek için hazırlanmakta olan pek büyük bir fotoğraf makinesi hüviyetindedir. Çekilen her resim ve tutulan her kayıt, âlem-i misalin içine akmaktadır. Her an her halimizin, her nefesimizin resmi alınmakta, kaydı tutulmakta ve arşiv âlemine gönderilmektedir.1

Dua

Ey yerleri yaratıp eşsiz şekil veren! Ey gökleri yaratıp eşsiz şekil veren! Ey yaprağa, çiçeğe, ağaca, ota, taşa, toprağa, kuşa, böceğe, suya, ateşe, zerreden küreye her şeye aklı hayran, gözü seyran, gönlü âşık kılacak şekiller açan! Ey her şeyi, kametine uygun bir güzellik içinde her mevsimde şekilden şekle çeviren! Ey görünmeyen yerlerde en güzel şekiller dokuyan! Ey insanı şekillerin en güzelinde halk eden! Ey kendisi şekilden münezzeh olan! Ey Musavvir-i Zülcelâl! Bize, Seni bilme, Seni anlama, Seni tefekkür etme, Seni anma, Seni sevme, Senden korkma, Senin rızanı arama, Senin için olma ve Senin için ölme bahtı ver! Âmin!

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 147, 148

02.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Allah şaşırtmasın



Milletin değerleriyle ‘kavga’ ederek ‘kazanımlar’ elde etmeye çalışanlar, yine ‘gerçek’lere tosladı. Çünkü gerçekler er ya da geç tecelli eder ve ediyor. Bazı öğrencilerin bir lisenin ‘bodrumu’nda namaz kılması üzerine koparılmak istenen ‘medya fırtınası,’ daha ilk günde neticesiz kaldı.

Dünkü “Her okula iki mescid” yazımız, büyük ölçüde olumlu tepki aldı. Ama bazı ‘okuyucu’lar, tesbitlerimize itiraz edip, Türkiye’de binlerce ‘boş cami’ olduğunu ve namaz kılmak isteyenlerin oralara gitmesini istediler. Camilerin boş kalmamasını elbette biz de istemeyiz, ama camiler ‘boş’ diye okullardaki mescidlerin yasaklanması mı gerekir?

Her zaman, din ve vicdan özgürlüğüyle ilgili tartışmalar yapıldığında bu iddia ileri sürülür. Yok efendim, “Türkiye’de şu kadar cami var, bu kadar imam-hatip var, nüfusumuza göre bu rakamlar fazladır, okul yapılmıyor da cami yapılıyor” vs. Bütün bu iddiaları dile getiren bir noktayı unutuyor: Camiler zorla mı yapılıyor? Fazla sayıda cami yapılıyor diye şikâyet edenler, okul yapmak istedi de engel olan mı oldu? “Camilere verilen paralar okullara verilsin” deniliyorsa, onun da yolu vardır. Bu işler, “Ben istedim, böyle olsun” anlayışıyla olmaz. Milleti ikna edersiniz, onlar da camilerin yanında ‘okul’ da yapar.

Okul ihtiyacının tamamlanmasını isteyenler bu beyanlarında samimî iseler, en önce ‘mescid’ düşmanlığından vazgeçmelidirler. Öğrenciler, arzu ettikleri şekilde ibadetlerini okullarda da yerine getirebilse arzu edilen ‘kaynaşma’ temin edilir ve bundan en çok devleti idare edenler kârlı çıkar. Gerek başörtüsü yasağı ve gerek ‘mescid’ yasağı, millet ile devletin kaynaşmasını engelleyen sebepler arasındadır.

Arzu etmeyiz, ama mescid ve namaz düşmanlığı yapanları Allah şaşırtmış olsa gerek. Çünkü bu hareketlerine destek olan bir insaf ehli bulmakta zorlanırlar ve zorlanmışlar. İlk gün konuyu manşetlerine taşıyanlar ikinci gün bir anlamda ‘özür’ dilercesine yayın yaptılar. Elbette yanlışta ısrar edenler de oldu, ama onlar da gerçekler karşısında mahcup olmaya aday.

Mescid ve namaz aleyhinde yayın yapan gazetelerden birinde, kendilerini tekzip eden bir haber yer aldı. Buna göre, Avrupa’nın en büyük yolcu gemisinde hali hazırda hem kilise, hem de rahip varmış. Costa Serena isimli yolcu gemisinin Müdürü Gianni Onorato, Müslüman yolcuların sayısının artması ve talep olması halinde gemide Müslüman bir din görevlisini istihdam edilebileceğini söylemiş. (Milliyet, 1 Haziran 2007)

Hıristiyanların sahip olduğu bir gemide, talep olması halinde mescid açılması ve ‘imam’ tayin edilmesi mümkün de, Türkiye’deki bir lisede niçin mescid olmasın?

Yeni fırtınayı çıkarmak isteyenlerin maksadı, gençleri namazdan soğutmak olabilir. Ama inşallah her zaman olduğu gibi bu gayretler, namaz kılanların sayısının artmasına vesile olacak.

02.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004