Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Süleyman KÖSMENE

Mehir meselesi önemlidir



Başak Aslan: “Mehirle ilgili bilgi verir misiniz? Dini nikâh yapılırken bana mehir konusu anlatılmadı ve bana dendi ki; ‘Sana nişanda taktığımız şu beş bileziği mehir olarak kabul edeceksin, yani bunlar sana ait’ ve mehri öğrendim ki ben belirleyebilirmişim ve bana ne olduğu anlatılmadan bu şekilde kabul ettirildi ve çok üzüldüm. Bu konuda hakkım gasp edilmiş oluyor mu?”

Mehir, nikâh akdi sebebiyle erkeğin kadına ödemekle yükümlü olduğu nikâh bedelidir. Kadın için mehir bir özlük hak; erkek için ise bunu ödemek farzdır. Peygamber Efendimizin (asm) ifadesiyle mehir, kocanın, ırzını kendine helâl etmesi karşılığında kadına vermekle yükümlü olduğu bedeldir.1

Mehir olarak verilecek mal ister belirlensin, ister belirlenmesin, kocanın onu vermesi gerekir. Hatta taraflar mehir verilmemesi konusunda anlaşsalar bile, erkek az veya çok kadının mehrini vermekle mükelleftir. Çünkü mehir Allah’ın emridir.

Kur’ân şöyle buyurur: “Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin.”2 Peygamber Efendimiz (asm) bütün evliliklerde mehrin mutlaka verilmesini emretmiştir.

Mehir, nikâhın bir unsuru veya şartı değil, bir bağış veya bir hediye de değil, nikâh akdine rıza gösteren kadının özlük hakkıdır. Nikâh esnasında bu hak, hiç konu edilmese dahi kadın bu hakkını alır. Bu hak, nikâh esnasında verilebileceği gibi, kocanın bir borcu olarak daha sonra da verilebilir. Koca bu borcunu mutlaka vermelidir. Koca vermeyip, kadın da hakkını helâl etmediği takdirde, koca kul hakkı yemiş olur.

Mehir belirlenmiş olup olmama durumuna göre iki türlüdür:

1- Mehr-i Müsemma. 2- Mehr-i Misil

1- Mehr-i Müsemma: Nikâh akdi sırasında belirlenmiş olan, adı ve miktarı konusunda anlaşmaya varılmış olan mehirdir.

Âmir bin Rabî (ra) bildirmiştir: Fezare oğullarından bir kadın, mehir olarak bir çift ayakkabı karşılığında evlendi. Resûlullah (asm) kadına:

“Nefsinin karşılığı ve hakkın olduğu halde bir çift ayakkabıya razı oldun mu?” buyurdu.

Kadın: “Evet!” dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (asm) buna izin verdi.3

2- Mehr-i Misil: Mehrin miktarı nikâh akdi esnasında belirlenmemişse, kadın dengi olan kadınların aldığı kadar mehir almaya hak kazanır. Buna ortalama mehir veya rayiç mehir de denebilir. Eğer nikâh esnasında her hangi bir miktar üzerinde anlaşmaya varılmamışsa kadın mehr-i misil alır.

Mehir peşin veya veresiye olma durumuna göre iki türlüdür:

1- Mehr-i muaccel (peşin mehir) 2- Mehr-i müeccel (Veresiye mehir)

1- Mehr-i muaccel: Nikâh esnasında peşinen verilen mehirdir. Mehri peşin vermek, hiç olmazsa cinsel beraberlikten önce bir kısmını vermek faziletlidir.

2- Mehr-i müeccel: Nikâh esnasında verilmeyip sonraya bırakılan mehre mehr-i müeccel, yani veresiye mehir denir. Mehr-i müeccel için bir ödeme plânı belirlenmişse, bu plân çerçevesinde zamanı geldiğinde ödenmelidir. Eğer bir ödeme plânı yapılmamışsa boşanma anında veya eşlerden birinin ölmesi durumunda mehrin ödenmesi kadın lehine bir hak olur.

Mehrin miktarı:

Mehrin en az miktarı üzerinde tartışılmış, en çoğu üzerinde tartışılmamıştır. Çünkü mehrin tavanını Kur’ân serbest bırakmıştır. Kur’ân buyurur ki: “Hanımınıza yükler dolusu mehir vermiş olsanız bile...”4

Mehrin en azı Hanefîlerce on dirhem (yaklaşık 32 gram) gümüştür. Şafiîlerce ve Hanbelîlerce mehrin tavanı gibi tabanı da, yani en azı da taraflara bırakılmıştır. İmam-ı Malik’e göre ise mehrin en azı çeyrek dinar altın veya üç dirhem gümüştür.

Alım satım kapsamına giren her mal mehir olabilir.

Eğer on dirhem gümüşten daha az bir mehir belirlenmişse, İmam Züfer’e göre kadın mehr-i misil almaya hak kazanır.5

Siz; mehir konusunda geç kalmış sayılmazsınız. Sonradan da mehir miktarı belirlenebilir. Eşinizin imkânları çerçevesinde karşılıklı rıza ile yeniden mehir miktarını belirleyebilirsiniz.

Dipnotlar:

1- Nesâî, Talak, 44; 2- Nisâ Sûresi: 4; 3- Tirmizî, Nikâh, 21; 4- Nisâ Sûresi: 20; 5- Hidâye, 1/204

02.08.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Hayâl âlemi



Hayâl âleminin alanı oldukça geniştir. Bir uçtan bir uca, bir âlemden başka bir âleme...

Sermayesi yoktur.

Akıl-hayâl dengesi kurulduktan sonra istediğiniz kadar emelleriniz ve hayâlleriniz bir denizin dalgaları gibi çoşar gider. Tıpkı siyasîlerin seçim çalışmalarındaki uçsuz bucaksız vaadleri gibi...

Bu bir duygu, bu bir yaratılıştan insanın bedenine yerleştirilen nimetttir.

Uyku, bu hayâl âleminin benzeridir. Birkaç dakikalık bir rüya, insanı bir çok âlemlerde gezdirip dolaştırır. Cezâevinde bulunan bir insanın hayâlen yeryüzünde gezmesi gibi. İnsandır, emelleri çok, arzuları âlemin nihayetine kadar uzanır, sınırsız bir şekilde dolaşır durur.

Bazen dünyaya sığmaz insan.

Kalbindeki duyguların ne zinciri vardır, ne de dizgini.

Ve hayattaki bütün olaylar orada şekillenir.

Allah vaad etti. İnsanı en mükemmel özellikler ile donattı. Ve ona bir ünvan verdi.

“Halife-i Arz” yani yeryüzünün en yetkili ve şerefli varlığı kıldı.

“Ben kâinata sığmam. Ama kulumun kalbine sığarım” buyurdu.

Ve o nazik ve narin kalbi ancak O'nun sevgisi ve O'nun sevgililerinden başka hiç kimse dolduramadı.

Tıpkı çölde kalan susuzlar gibi kana kana o sevgi ve muhabbetten yudumladık.

Kana kana sevgiden içtik.

Hayâllerimiz ancak O'nunla gerçek oldu.

“Kulum beni nasıl tanır ise, ona öyle muâmele ederim” buyurdu. O, yeryüzünü adeta bir yatak, yeşillikleri ise ayağımıza halı gibi serdi. Binbir çeşit nimetler ile bizleri şereflendirdi.

Karşılığında sadece bizden üç şey istedi:

“Zikir”, “fikir”, “şükür”, sadece üç şey.

Bismillah zikir, bu nimetlerin verilmesini düşünmek fikir, onlara Elhamdülillah diyerek hamdetmek şükür...

İşte hayâller, o zaman hedefini bulur.

02.08.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ölüleri duyabilseydik



Ölümden niçin korkar insan?

Ya ölümü tanımadığı için. Ya da günahlarından korktuğu için.

Mülk Sûresi’nin ikinci âyetinde belirtildiği gibi hayatı olduğu gibi ölümü de yaratan Allah’tır. Onun yarattığı hayat, güzel olsun da yine Onun yarattığı ölüm niçin çirkin olsun?

Bütün yanlışlık, Allah’ı tanımamaktan kaynaklanıyor. Allah, insanı yeryüzünün en seçkin, en mükemmel yaratığı olarak yaratsın, herşeyi onun hizmetine versin de sonra onu yokluğa, hiçliğe atsın, hiç akıl kabul eder mi?

Kişinin ölümden korkmasının sebebi ise, suç işleyen kanundan, polisten, mahkemeden korktuğu gibi günahkâr kişi de tevbe etmemiş de günahları işlemeye devam ediyorsa suçluluk psikolojisi içerisinde ölümden korkar.

Ölüm bir yer değiştirmedir, bu dünyadan daha güzel bir âleme geçiştir. Kulluk görevinin bitmesi ve ücret almaya gitmedir. Günahkâr günahlarının, itaatkâr da itaatinin mükâfatını alacaktır.

Ruh bedenden ayrılıp ruhlar âlemine gider. Ancak ruhun yuvası olan bedenle bir süre daha irtibatı devam eder. Beden kabre konulsa da ruh olup bitenlerden haberdardır. Onun içindir ki Sevgili Peygamberimiz (asm), “Ölen kimse kendisini yıkayanı, taşıyanı, kefenleyeni, kabre koyanı tanır. Eğer Cennetle müjdelenmişse, tabutunu taşıyanlara yalvarır: ‘Beni yerime acele götürün’ der. Eğer Cehennemlikse, ‘Ne olur, acele etmeyin’ diye yalvarır.”1

Bir başka hadis-i şerifte ise şöyle buyurulur: “Cenaze hazırlanıp yere bırakıldıktan sonra adamlar omuzları üstünde taşıyınca eğer iyi bir kimse ise: ‘Beni götürün, beni götürün’ der. Eğer iyi değilse, ‘Vah yazık bana, beni nereye götürüyorsunuz?’ der. Öyle bağırır ki onun sesini insan hariç her şey işitir. Eğer insanlar duyabilselerdi korkularından ölürlerdi.”2

Peygamberimizin (asm) belirttiğine göre ölü konuşur ama başka bir boyutta olduğu için dünyadaki insanlar onun konuşmasını duymazlar. Bu konuşma bazen sevinç çığlıkları atarak mekânına hızla gitmek isteme şeklinde kendini gösterir. Bazan gerçeklerle yüzyüze geldiği için çığlık atar, haykırır, ama onu kimse duymaz. Duymak istese de duyamaz. Ancak onun konuşmasını insan dışında bütün varlıklar işitir. Bir hadis-i şerifte buna da dikkat çekilir: “Her ölünün cesedi, tabuta konulup, mezara doğru üç adım yüründüğünde, insanlardan ve cinlerden başka bütün varlıkların işiteceği bir şekilde konuşur, der ki: ‘Ey kardeşlerim! Ey cesedimi taşıyanlar! Dünya beni aldattığı gibi, sizi de aldatmasın! Zaman benimle oynadığı gibi sizinle de oynamasın. Çünkü aile fertleri ve yakınlarımdan hiçbirisi günahımı üstlenmediler. Herşeyim, mirasçılarıma kaldı. Kahhar olan Allah, Kıyamette beni hesaba çekecektir. Siz ise beni kabre götürüyorsunuz. Beni orada bırakıp veda edeceksiniz!”3

Evet, er geç herkes gerçeklerle yüzyüze gelecek.

Dipnotlar:

1- Müsned, 3:3. 2- A. g. e. s. 115. 3- Suyûtî, s. 175.

02.08.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Değişimin aracı olarak kadın



Shas hareketinin dinî lideri olan Haham Ovadia Yosef yine döktürmüş. Kadınlar konusunda eski fetvalarını aratmayacak değerlendirmelerde bulunmuş. Hatırlanacağı gibi, Araplara ‘yılanlar, çıyanlar’ diye hitap ediyordu. Yosef Efendi şunları söylemiş: “Ellerinin hamuruyla erkek işine karışmasınlar. Yemek pişirsinler, dikiş diksinler ve bulaşık yıkasınlar. O kadar (Rabbi Ovadia: Women should stick to cooking, sewing. Aaron Magid, 30 Temmuz 2007 Jerusalem Post)...” Bunu bir müftü söyleseydi başına neler gelmezdi? Gökkubbeyi başına yıkarlardı.

Sözgelimi Avustralya Müftüsü Taceddin Hilali, “Kadınlar vücutlarını teşhir ederek etlerini murdar hale getirmesinler. Açığa bırakılmış eti kedi kapar” dediği için başına gelmedik kalmadı. Daha sonra hutbesinin tamamını bularak okudum. Hutbesinde aslında âyetlerin hikmetinden sözediyor. Sözgelimi Kur’ân-ı Kerim hırsızlıkla ilgili âyetlerde ‘vessariku vessarikatü’ buyurarak önce erkekten başlıyor, sonra kadınla devam ediyor. Ama zina ile ilgili âyetlerde ise, tam tersine ilginç bir şekilde ‘vezzaniyetü vezzani’ şeklinde kadından başlıyor, erkekle devam ediyor. Hırsızlıkta erkekten, zinada ise kadından başlıyor. Burada takdim tehirin hikmetini görüyoruz. Genellikle fizikî olarak hırsızlığa meyyal olan ve güç yetiren erkektir. Dolayısıyla hırsızlıkta birinci derecede sorumluluk alanı erkeğindir. Zina ise, iğfal veya tecavüz değilse kadının cilveleriyle, yani davetiyesiyle başlar. Aslında meşhur Rus yazarı Tolstoy, bu konuda müstakil bir kitap yazar. Tolstoy ‘Kadın ruhu’ adıyla çevrilen ve yayınlanan kitabında kadının ruh halini kaleme alır ve derinlemesine fıtratını analiz eder. Onun ‘Kadın ruhu’ kitabı aslında Taceddin Hilali’nin biraz da vulgarize ederek söylediği tespitten farksızdır. Bu anlamda ‘vezzaniye’ diye başlayan âyetin bir yorumu ve roman suretinde tefsiridir. Sakarya Müftüsü Ahmet Şark da, Taceddin Hilali’ye benzer bir laf ettiğinden; biraz kadınların giyim ve kuşamlarına dikkat etmeleri ve çeki düzen vermelerini isteyince, konuşması Hürriyet gibi gazeteler tarafından manşetlere taşınmıştı. Doğruyu söylerseniz dokuz köyden kovulursunuz. Dücane Cündioğlu da bir defasında, sivri dilli Haham Ovadia Yosef tarzı, İslâmcı (biraz da feminist) kadınların her şeyi bildiklerini, ama reçel yapmasını bilmediklerini söylemişti. Ontolojik görevlerini epistomolojik olana tercih ediyorlar. Acaba yerinde bir tercih mi? Elbette, Yahudi çevrelerden ve özellikle de kadınlardan Yosef’in konuşmasına tepkiler gelmiş. Tepkiler beklenen bir şey, ama buna dayanarak hiçbir Yahudi Musevîliğin kadının değerini düşürdüğünü ve sosyal statüsünü aşağıya çektiğini söylememiştir. Halbuki mesele İslâm olunca, cahiliyet kadınının bile İslâm kadınından daha şanslı ve yüksek statü sahibi olduğunu söylüyorlar. Benzeri bir teze, yine Jerusalem Post gazetesinin köşelerinden birisinde rastlamıştım.

***

AKP de sosyal değişimi genel olarak kadın aralığından ve aracılığıyla gerçekleştiriyor. Meselâ gazetelerden birisi Recep Tayyip Erdoğan’ın, muayyen kesimlere güvence vermek için, 2002 öncesi ikna babında belirli mahfilleri turladığını konu ediyor. Bu turlamalardan birisinde yolu Roman Mağazaları’nın Sahibi Turgut Toplusoy’a düşüyor ve onu iknaya çalışıyor. Hazret, ‘Özal işi bittikten sonra eşini de alarak eğlence mekanlarına eser ve bir çift kadeh attıktan sonra eşiyle de dans ederdi. Siz de aynısını yapabilir misiniz?’ diye sorar. Erdoğan ise, ‘İçki olmaz, ama eğlence yerine gideriz tabiî ki’ diyor. Turgut Bey, 2002’de bu teminata aldırmıyor, ama 2007’de nihayet ikna oluyor. Demek ki, gizli gündemleri yokmuş. Hoca ile yolları ayrılmadan önce benzeri turlamalardan birisinde Mehmet Barlas’ı ziyaret ederler. Barlas onlardan şeffafiyet ister ve şunu söyler: “Dini referansı bırakmazsanız sizinle yol arkadaşlığımız ve beraberliğimiz uzun sürmez...” Bunun üzerine Hoca, her zamanki gibi bu çağrıyı suskunlukla geçiştirir. Artık onun sükûtu ikrardan mı gelir, yoksa adem-i ikrardan mı gelir kestirilmez. Fakat Tayyip Bey hemen atılır ve dini referansı terkettiklerini söyler. CHP Lideri Baykal’la da bu tarz pazarlıklar kotarıldığını veya teminatlar teati edildiğini görgü şahitleri Zülfü Livaneli ve Yaşar Nuri Hoca’ların ağızlarından dinledik. Dini referansı en belirgin olarak terk ettikleri alanlardan birisi kadın konusudur. Kadın konusu da değişimin anahtarı ve bam telidir. Kadını değiştirdiniz miydi, bütün toplumu ve kâinatı değişterebilirsiniz.

***

Kadın konusunda AKP’deki algı değişikliğini en iyi fark edenlerden birisi sosyolog Nilüfer Göle olmalı. Modern Mahrem’in yazarı. Ve Ayşe Böhürler’in hayalindeki AKP milletvekili. Ayşe Arman’la 29.07.2007 tarihli konuşmasında şu çarpıcı tespit ve tekliflerde bulunuyor: “Türkiye’de İslami hareket, solcu ve laik bir cumhuriyetin etrafında farklı bir şekilde yoğruluyor, türban da bununla birlikte değişiyor, modanın bir parçası oluyor, piyasaya giriyor. Bundan sonra kadınların türban tercihi olacak, kimisi çıkaracak, kimisi takacak. Ben biraz banalleşecek diye bekliyorum...” “Menderes, Özal, Erdoğan. Siz bu kıyaslamayı nasıl buluyorsunuz?” sorusuna karşılığı da şöyle: “Muhteşem buluyorum. Demek ki bir adamı asarak yok edemiyorsunuz, geleneği devam ediyor. Tayyip Bey’in Erbakan’ı değil de, kendisine Menderes ve Özal’ı örnek alması dikkat çekici. Demek ki AKP’nin niyeti kendini din hareketine dönüştürmek değil...” Ayşe Arman’ın o mahut gıdıklayıcı üslubuyla sorduğu, “Hayırdır, türbanla ilgili söylemek istediğiniz yeni bir şey mi var?” sorusuna da şu cevabı veriyor: “İnsan istiyor ki, AKP’li aileler Türkiye’yi temsil etsinler, kızlarının birinin başı bağlıysa, birinin olmasın meselâ. Ya da buna hakkı olsun. Benim yaptığım araştırmalarda hep böyle çıkıyordu, iki kız varsa, biri acayip modayı takip ediyor, biri ise örtünüyor. Şimdi artık örtünenler de moda takip etmeye başladı. AKP’yi o tabloda görmek istiyoruz. Milletvekillerinin, bakanların kiminin eşinin başı açık, kimisin kapalı olması lazım. Eğer gerçekten merkeze taşındılarsa o çeşitliliği özümsemeleri gerekir diye düşünüyorum....” Anlayacağınız, aç-kapa Artema tarzı. Aynen Tahran Meleklerinin yazarı Rabia Kazan tipi. Bu pilav daha çok su kaldırır.

02.08.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yazık o paralara, karıştı silâhlara!



Karadeniz’de mahallî bir tâbir vardır. İsraf edilen, boşa harcanan paralar için; “Yazık o paralara, karıştı kayalara!” denilerek ‘ağıt’ yakılır.

Ortadoğu’da hızlanan ‘silahlanma yarışı’na bakınca bu tâbiri hatırdık. Ordadoğu’daki komşularımıza, orada yaşayan kardeşlerimize en lâzım olan şey ‘hürriyet ve demokrasi’ olduğu halde, bu konular hiç gündeme gelmiyor ve bu ülkeleri yöneten idareciler silahlanma yarışına giriyorlar.

Gerek AB ve gerekse Rusya, iki koldan bölgedeki ülkelere silâh satmaya çalışıyor. Sonda sorulması gereken can alıcı soruyu en başta soralım: Bu silahlanma yarışından kim kârlı çıkacak? Silahlanan komşu ülkelerimiz mi, yoksa sattıkları silahlar sebebiyle kasalarını dolduran ülkeler mi? Bu sorunun makul cevabı, yarışın anlamsızlığını anlamak için yeterli olur sanırım.

Silah satışıyla kasalarını doldurmak isteyen Amerika’nın bahanesi hazır: İran’a karşı (ifade edilmese de, İsrail lehine) ‘denge’ sağlamak! Amerika silah satar da, ‘rakibi’ Rusya durur mu? O da, İran’a tam 250 adet savaş uçağı satmak üzereymiş.

Biri bizleri, İslâm dünyasını kandırıyor ama kim? Aslında bu silahlanma yarışına İslâm Ülkeleri Konferansı (İKÖ) karşı çıkmalı ve gerekirse bu konuda bir ‘zirve’ yapmalıdır. Gerek İran’ın ve gerek diğer ülkelerin bu seviyede silahlanmasına ihtiyaç var mı? Bu ülkeler, uluslararası ‘ifsat şebekeleri, silâh tüccarları’nın oyununa geliyor olmasın?

Geçmiş yıllarda da İran ve Irak birbirlerini rakip görerek ölçüsüz şekilde silahlanmışlardı. Sonra ne oldu? İki ülke yıllarca savaştı ve atılan her kurşundan Amerika kâr etti. Tamamen ‘silah tüccarları’nı zengin eden bu tuzağı görmemek için yanlışta ısrar etmenin bir anlamı olabilir mi?

İran silâhlanır da, Suudi Arabistan bekler mi? Haberlere bakılırsa onlar da silahlanma yarışına katılarak 20 milyar dolarlık bir bütçe ayırmışlar. Yarışa son olarak Mısır da dahil olmuş. Onlar da, 13 milyar dolarlık silah alma peşindelermiş. (Zaman, 31 Temmuz 2007)

Bazı İslâm ülkelerinin ‘açlık’ tehdidi ve tehlikesiyle başı belâda iken, hiç bir İslâm ülkesinin silaha bu kadar bütçe ayırmaya hakkı olmamalı. Hani, ‘komşusu açken tok yatan bizden değil’di? Her şeyi bir yana bıraksak bile, Irak’ta 8 milyon insanın açlık tehlikesiyle karşı karşıya olduğunun açıklandığı günlerde, silaha bu kadar yatırım yapmak anlaşılabilir mi?

Başta İslâm ülkeleri olmak üzere, bütün dünyanın menfaati ‘barış’tadır. Silaha bu kadar para vererek barış temin edilebilir mi? ‘Ezelî düşman’ olarak bilinen Amerika ve Rusya, aralarında ‘silâhsızlanma’ anlaşmaları imzalarken İslâm ülkelerinin silahlanma yarışına girmesi Ortadoğu’daki barışa da darbe vurabilir.

İslâm dünyası ‘savaş’a ve silaha değil; barışa ve huzura yatırım yapmalıdır. Bunun yolu da, daha fazla demokrasiden geçiyor. Tabiî Türkiye’nin de silahlanma tuzağına düşmemesinde sayısız faydalar vardır.

02.08.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Cumhurbaşkanlığı ve sivil anayasa



22 Temmuz genel seçimlerini geride bıraktık. Sosyal ve siyasî analizleri, daha uzun süre yapılmaya devam edecek. Her parti ve kurum kendi zaviyesinden ve önceliklerine göre perspektifler çıkaracak. Bir kısmı kendini sorgulayıp, yeni dersler ve mesajlar alacak. Bir kısmı ise muhtemelen “dediğim dedik, çaldığım düdük” misali, avare kasnak gibi kendini tekrarlayıp, yeni sonuçları okuyamayacaktır. Bunun basit testi, kendini yenileyip yenilemediğine göre belli olacak.

Churchill’e izafeten söylenen anlamlı bir söz vardır. Seçim kaybedildiğinde, kendini sorgulamayıp halkı anlamaz gösteren seçim mağlupları için “yeni bir halk lâzım” önerisi…

Gerçekten, “Bu halkla olmuyor” diyen jakoben anlayışlara yeni bir halk bulmak lâzım. Aslında, kendilerine göre bir halk ihdası için az cüret etmediler. Ancak sonuç ortada. Kendilerini kandırmaktan başka bir işe yaramadı.

Bu vesileyle, seçim sonrası demokrasi sürecinin en sıcak iki gündemi önümüzde duruyor. Biri cumhurbaşkanı seçimi, diğeri ise gündeme hızlı oturan sivil anayasa çalışmaları.

Cumhurbaşkanlığı konusunda, Mecliste 367 krizi yaşanamayacağına göre, en azından MHP’nin beyanıyla bu problem aşılmıştır. Sıra aday belirlemeye geliyor. AKP, Abdullah Gül için hem nabız tutuyor, hem de bunu ihsas ediyor. Resmî adaylık henüz yok. Sayı engelleri de söz konusu değil. Bu durumda demokratik teamüller ve anayasal çerçeve açısından Abdullah Gül’ün adaylığına bir mani gözükmemektedir.

Abdullah Gül’ün adaylığında ısrar edilmelidir. Aksi halde, yine kuşkulu ve bilinmeyen faktörlerin gölgesi cumhurbaşkanlığı seçimine düşmüş olur. Baksanıza, Sabih Kanadoğlu’nun açıklamaları ve Genelkurmay Başkanı’nın son konuşması, yeni bir hazımsızlık örneğini yansıtmaktadır.

Halkın tercihleri ve parlamento çoğunluğu açısından bakıldığında durum bu. Ayrıca geniş bir uzlaşma ve mutabakat zemini aramak ayrı bir konu. Ancak en önemli mutabakat halkla yapılan sözleşmedir. Onun tercih ve istekleridir. Buna gizli ortak niteliğinde kurumsal mutabakatları da katmaya çalışırken, halkın tercihinden taviz verirseniz, siyasî iradeyi yaralamış olursunuz.

Bundan sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerini de şimdiden referandumla halkın seçimine bırakmak, Çankaya savaşlarının belli mahfilellerde servise hazırlanmasını ve parlamento üzerindeki gerginliği azaltır.

Aslında bundan sonrası oldukça kolay. 61 yıllık çok partili demokrasi hayatımızın olgunlaştırdığı ve kıvamlaştırdığı bir ülkedeyiz. Herkesin yapabileceği ve atması gereken bir adım var: Kabullenmek. Birbirini ve sonuçları kabullenmek. Yani, temel haklar konusunda hiç bir mercinin, otoritenin, kurumların veya kurulların gölgesine sığınarak, belli mevkilere yaslanarak, ya da onları kullanarak bir başkasını rahatsız edici teşebbüslere yeltenmemesidir.

Bu anlamda sosyal ve siyasi mutabakat zemini, sivil anayasa ile teşkil edilebilir. Bugüne kadar maalesef, rejimin kuvvetler birliğine dönüştürdüğü, mânâyı zorlayan ve halkın iradesini horlayan “bin dereden su getirme” alışkanlığından vazgeçilmesi gerekiyor.

Şahıs ve zümre merkezli; “durum”a göre kurum, “buyruk”a göre kuyruk, “geçim”e göre seçim, “ticaret”e göre siyaset ve “devlet”e göre millet keyfîliğinden kurtulmak vacip oldu. Bunu sağlayacak ana umdeleri ve siyasî ahlâk kriterleri ile toplum mutabakatının elverdiği hürriyetleri kâmil mânâda yansıtan yürekli bir demokrasi tarifi, anayasanın dibacesinde yerini bulursa; devlet, otorite, güvenlik, kurumlar arası dengeler ve diğer sivil şablonları belirleyen düzenlemeler anayasa tekniği içinde rahatlıkla yapılandırılabilir.

Özetle, insanî gelişmişliği cesaretlendirecek hür bir ruhu ifade eden vurgular öne çıkarılırsa, ikinci etap teknik yapılanma kolaylaşır. Siyasî hakları teşvik eden, eşitliği sağlayan, imtiyazları kaldıran, şeffalığı getiren, katılımcılıği tabana götüren, pozitif rekabeti kamçılayan, güvenliği ve birliği hürriyetler bağlamında tesis eden, kısacası vatandaşın devleti olmaya talip bir niyeti kurumsallaştıran bir anayasa metni, ülkemizin önünü açar.

Hürriyetler karşısında geliştirilerek kutsallık yüklenmiş bir çok gerekçe, endişe ve savunma refleksi ile saldırgan pozisyonların hükümranlık alanları, bu vesileyle bertaraf olur. Rahat tartışma zemini, uç yorumlara gitse bile demokrasinin uzlaşma iklimine ve kucaklayıcı birliğine katkı yapar.

Aslında, Batı demokrasilerindeki gibi, hürriyetlerin kurumsallaşması, sadece kendilerini koruma ve kollamaya adamış ufunetleri rahatsız eder. Yoksa toplumda yeşeren hürriyet iklimi; girişimciliği, başarıyı, bütünlüğü ve kalkınmayı tırmandırdığını biliyoruz. Kesintiye uğratan, hep sivil destekli askerî darbeler olmuştur.

Bu talihsizliğimizi ebediyen tarihe gömmenin vakt-i merhunu geldi veya gelmek üzeredir.

02.08.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Türkiye-2015



Türkiye’nin “kilit ülke” olma niteliği her geçen gün daha belirgin şekilde kendisini gösteriyor. Öyle ki, Türkiye’nin başarıları da, sorun ve sıkıntıları da kendisiyle sınırlı kalmıyor; dünya dengelerinde belirleyici bir rol oynuyor. Bunun son örneğini, ekonomideki Şubat krizinde gördük. Bu krizin Orta Asya cumhuriyetlerinden Rusya’ya ve Brezilya’ya birçok ekonomiyi etkilediği yazılıp çizildi. Yakın zamanda yaşanmış olumlu ve başarılı bir etkileme örneği gösterebilmek ise maalesef mümkün değil.

Ancak her halükârda Türkiye her açıdan son derece önemli ve stratejik bir ülke olma özelliğini devam ettiriyor. Nitekim ABD’de yayınlanan ve yönetim politikalarının da çerçevesini çizen “Global trends-2015” raporunda önümüzdeki on beş yılın dünya ölçeğinde muhtemel gelişmeleri değerlendirilirken Türkiye’ye geniş bir yer ayrılmış. Amerikan Dışişleri Bakanlığı, CIA ve Millî İstihbarat Konseyi (NIC) tarafından ortaklaşa hazırlanan Türkiye’deki her gelişmenin, global gelişmeler üzerinde doğrudan etkili olacağına dikkat çekilip şöyle denilmiş:

“Türkiye’nin 2015’e kadar iç istikrarı ile jeopolitik konumundaki gelişmeler, bölge, Batı dünyası ve Amerikan menfaatleri üzerinde büyük etkiler meydana getirecektir.”

Raporda, önümüzdeki on beş yıl içinde Türkiye gündemini meşgul edecek en önemli konular sıralanırken, kimlik tartışmaları, etnik yapı, dinin devlet içindeki rolü (laiklik tartışmaları), sivil toplumun ilerlemesi gibi başlıklara yer verilmiş ve bu konular AB süreciyle irtibatlandırılmış:

“Türkiye’nin AB tam üyeliğine giden yolu uzun ve zorlu olacak. AB üyesi ülkeler Türkiye’nin sadece ekonomik performansını değil, bu zorlu konularla nasıl başa çıkacağını da değerlendirecekler.” (Hürriyet, 7.3.2001)

Ekonomisinde sürüklendiği krizle dünya ölçeğinde sarsıntıya sebebiyet veren bir ülkenin, ekonomiyle de irtibatlı olan diğer alanlarda yaşadığı gelişmelerle olumlu veya olumsuz etkilenmelere yol açması da beklenen bir netice.

Netice itibarıyla iş dönüp dolaşıyor; Türkiye’de yaşanan statüko-değişim çatışmasının özünü oluşturan hürriyet ve demokrasi mücadelesine gelip dayanıyor. Demokratik ve özgürlükçü bir değişime direnen ve böylece ülkeyi her alanda kilitleyen statüko, kendi içinde de giderek tıkanıyor. Bu tıkanıklık statükonun sonunu yakınlaştırıyor. Değişim talepleri güçlendikçe statükodaki çözülme hızlanacak ve statüko çözüldükçe değişim ivme kazanacak.

Böylece bu karşılıklı etkileşim, Türkiye’nin önünü açacak. Ve bu süreçte, statükonun son zırhı olan 28 Şubat her geçen gün mevzi kaybederken, demokrasi soluklanacak ve özgürlükler ağır basacak. 21. yüzyılın eşiğinde ülkeyi “prehistorik” bir ortama sürükleyen bir “postmodern darbe” olarak 28 Şubat, ayıplarıyla birlikte “tarih” olacak.

Çünkü sular geriye akmaz. Sosyal hadiselerin yönü de daima ileriye doğrudur. Dolayısıyla, 28 Şubat’ın özlemi olan 1930’lar Türkiye’sine tekrar dönüş mümkün değil.

Sonuç olarak, 2015 Türkiye’sinin vizyonunda 28 Şubat türü ilkelliklerin hiçbir şekilde yeri yok; asla olmamalı. (13.3.2001)

02.08.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

“Kadınlar Günü Tv”



Haber beni şaşırtmadı.

Diyor ki:

“Kadınlar; günü TV programına göre düzenliyor.

Bazıları, gündüz programını gece de izliyor.”

Sözümüz olumlu programlara değil. Evet gerçekten aralarında eğitici, öğretici ve bilgilendirici programlar var. Saatlerini buna göre ayarlayanlara bir sözümüz yok.

Ama ya "olumsuz programlara" göre kendini ayarlayanlara ne demeli?

“Televizyonun kadınların gündelik hayatına etkisi” üzerine yapılan bir araştırma sonucuna göre, Türk kadını 4 saat 42 dakikasını televizyon başında geçiriyormuş. Kadınların yarıdan fazlası, ev işleri, gezme, alışveriş ve uyku saatlerini “izleyecekleri televizyon programları”na göre düzenliyormuş.

Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora öğrencisi Esra Gülmez’i böyle bir araştırma yaptığı için kutlamak gerekiyor.

Bu araştırmaya göre, özellikle ailevî meseleleri olan, gelir ve öğrenim seviyesi düşük kadınların bu programlara büyük ölçüde bağımlı olduklarını da gözlemiş. İnsan, kendi hayatını televizyona göre planlar mı?

Ne akıl, ne de mantık böyle bir durumu kabullenir?

Çünkü bu “hayat” ve “beden” bize verilmiş bir emanet.

Onu fanî, boş ve eğlendirici bir “alet”e endekslemek hayatın en büyük yanlışlarından birini yapmak demek.

Halbuki hayat bir tarla hükmünde. Bu tarlada ne ekersen onu biçersin. Bu hayat gelip geçici fanî işlerle uğraşmak için bize verilmemiş. Bakî ve ebede namzet olan biz insanlar böylesine küçücük ve basit işlerle uğraşmayacak kadar “büyük” vazifeler yüklenmiş değil miyiz?

Bu hayatın gelip geçici fanî işlerle uğraşmak, bakî ve ebedî hayatı unutturmamalı. İnsan hayatını tanzim eden ve o hayatın bir kılavuzu olan Kur’ân-ı Kerim unutulduğu anda, insan hayatının altüst olması kaçınılmaz.

ASİSTANIN İNTİHARI

Bir şarkıcının “menajeri” intihar etmiş.

Magazin programların gediklisi bir şarkıcının asistanının intihar haberi, normal haber bültenlerinden değil, magazin programlarından verildi. (Kanal D)

Magazinciler şarkıcıya soruyor:

“Ne hissediyorsun?”

Şarkıcı perişan:

“Konuşamayacağım, üzgünüm.”

Asistanın intiharı önemli değil, önemli olan şarkıcının yüz hali...

Ne kadar ayıp. Habercilik dibe vurdu.

Şarkıcının bir hayli “üzgün olduğu” gözlemlenmiş.

Peki, intihar edenin ailesi yok mu? Onu intihara sürükleyen sebep nedir? Bunlar niye sorulmuyor?

NOT

Yıllık iznimin önemli bir bölümünü kullanmak için çok kıymetli siz okuyucularımızdan “izin” istiyorum.

Allah’a emanet olun. :)

02.08.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri