Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Nimetullah AKAY

“Acil Servis”in dindiremediği sancılar



Bir günün sabahında Ezan-ı Muhammedî’yi büyük bir huşu ile dinlersiniz. Sonra kalkar abdestinizi alır ve caminin yolunu tutarsınız. Böylece gününüzün ilk saatlerini Allah’ın rızası dairesinde geçirmek istersiniz. Ancak o gün her zamankinden farklı bir rahatsızlık duyarsınız namazda iken. “Acaba abdestim mi daraldı?” dersiniz. Namazı zar zor bitirir ve hemen camiden çıkar evinizin yolunu tutarsınız.

Bakıyorsunuz ki karnınızda başlayan sancı bir türlü gitmek bilmiyor. Sağa dönüyorsunuz, sola dönüyorsunuz nafile. Sancıların ciddî bir hastalıktan haber verdiğini anlarsınız ve ilk anda aklınıza sizi hastanenin acil servisine yetiştirecek birini düşünürsünüz. O anda Sedat kardeşiniz aklınıza geliyor, telefona sarılıyorsunuz. “Sedat kardeşim, çok fenayım, beni acile yetiştirir misiniz?” diyorsunuz. Karşı taraftan “Tamam abi, hazırlan hemen geliyorum” sesini alıp sabırsızca bekliyorsunuz. Sancılar ve sancıların sebep olduğu kıvranmalar bu arada bütün hızıyla devam ediyor.

Bir anda kendinizi Araştırma hastanesinin acilinde buluyorsunuz. Herkeste hayatın devam ettiğini, ama kendinizin çok farklı bir durumda olduğunuzu görüyorsunuz. Çok aciz bir duruma düşmüşsünüz. Acil servistekilere “Aman ne olur şu sancıları durdurun” diye adeta yalvarıyorsunuz. Onlar ise gayet rahat. “Hele dur şu tahlilleri yapalım, flimleri çekelim, ona göre müdahelede bulunalım” demektedirler. Bir şeyler diyemiyorsunuz, çünkü onların kendilerine göre haklı olduklarını düşünüyorsunuz.

Neticede filimler çekiliyor, tahliller yapılıyor. Çok şükür her şey temiz. Ama sancılar oralı olmuyor, onlar görevlerini yapmaya, gafil kafaya tokmak vurmaya devam ediyorlar. Sonunda doktor “İdrarda kan var, böbrekte ya taş veya kum bulunmaktadır, ağrılarını kesip seni eve göndereceğiz” diyor. Damardan bir bir ağrı kesiciler veriliyor. Ama nafile, ağrılar kesilmiyor. En sonunda serumla morfin bile verilmesine rağmen ağrılar görevini yapmaya devam ediyor. Acilciler, ilâç yazıp sizi eve göndermekten başka yapabilecekleri bir şeyin olmadığını söylüyorlar.

Sancıların sebep olduğu kıvranmalarla birlikte ve hanım eşliğinde, Sedat kardeşin de kaptanlığında evin yolunu tutuyorsunuz. İlâçlar alındı, ama ilâç almak da kolay değil ki. Mide bulantısı var “Bol bol su iç” tavsiyelerini bile yerine getirmeye mecaliniz bulunmamaktadır. Aman Allah’ım ne kadar dayanılmaz acılar?.. Koskoca hastanenin bile çare bulamadığı acıları artık sizden kim giderebilir? Hangi insan size yardımcı olabilir? Dünyanın hangi imkânları sizleri o sancılardan kurtarabilir? Şüphesiz bunlardan hiçbiri sizin derdinize çare bulamaz.

O zaman aklınıza bütün kâinatın Hâlıkı, Rabb-i Rahim geliyor. Bütün zerrelere hâkim olan, vücudumuzun bütün zerrelerine söz geçirebilecek bir Allah olduğunu düşünüyorsunuz. Artık O’na yalvarıyorsunuz. Ağzınızdan “Ya Şâfî” yalvarması eksik olmuyor. Bildiğiniz bütün duâları okuyorsunuz. Ne kadar aciz, ne kadar zavallı bir mahlûk olduğunuzu anlıyorsunuz. O pis gururunuz ayaklar altına düşüyor. Tam mânâsıyla kendinize geliyorsunuz. “Sabır içinde şükür” etmekten başka çarenin olmadığını anlıyorsunuz.

O zaman bir nefes sıhhatın ne kadar değerli olduğunu anlıyorsunuz. “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytini Sedat kardeşin mırıldadığını da duyuyorsunuz. Geçmiş gafletli yaşantınızdan dolayı nefsinizin size ne kadar düşman olduğunu düşünüyorsunuz. Gecelerin uykusu size haram oluyor. Yatacak yer bulamıyorsunuz. Ne uzanarak, ne oturarak, ne yürüyerek aradığınız rahatı bulamıyorsunuz. Allah’a yalvarmaktan ve sabır göstermekten başka çareniz kalmıyor. Nihayet o görevli kum parçacıkları görevini bitirip terk-i mevkî ediyor ve sizler de yeni dünyaya gelmiş gibi yavaş yavaş kendinize geliyorsunuz.

İnşallah nefis bu hâletten iyi bir ders çıkarır, kendi acizliğini unutmaz. İnşallah nefis bizleri tekrar gafletli hallere düşürmez. Her zaman bu yaşadığınız günleri, geceleri hatırlar, adımlarımızı dikkatli atarız.

Böyle durumlarda “Sultan Mustafa” da olsanız, dünyanın padişahı da olsanız beş para etmez. “Bu hayatın hastalığı böyleyse acaba ölümü nasıldır?..” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Hâsılı, Allah size yaşatmasın, yaşatırsa da sabır versin ve Rabbin dergâhına samimane bir şekilde yönelmenize vesile olsun.

18.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (17.09.2007) - Öyle bir yaşayalım ki...

  (11.09.2007) - Ey nefs-i pürheves!

  (10.09.2007) - Gafletli hâletlerimizin sonucu

  (04.09.2007) - Fikirlerimiz ve zikirlerimiz

  (03.09.2007) - Susuzluk ile imtihanımız

  (28.08.2007) - İyilik zannıyla kötülük etmek

  (27.08.2007) - Doğru okumayı bilmek

  (21.08.2007) - Günahlar ayrılmaz parçalarımız

  (20.08.2007) - Fitnelerden uzak durmak

  (14.08.2007) - Hesabı kolay verebilecek miyiz?

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri