Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şükrü BULUT

Eva Hermann veya fıtratın sesi



Bazılarına göre Eva Hermann küllenen tartışmayı yeniden başlattı. Alman TV´sinin birinci programının en başarılı sunucusu bayan gazeteci bundan bir sene önce “Eva Prensibi” kitabıyla Avrupa feministlerine büyük bir panik yaşatmıştı. Feministlerin temsilcisi Allice Schwarzer´in beyanlarından yola çıkarak hazırladığı kitabıyla, bu cephede kısmî bir çöküntüyü gerçekleştirdiğini feministler de itiraf ediyorlar. Hatta bu çalışmadan sonra Allice cephe gerisine çekilmiş ve feminizmin artık topluma mal olduğunu iddia etmişti. “Havva Prensibi veya Kadının Yeni Şahsiyeti” ismiyle piyasaya çıkan kitabında bayan Hermann kadının fıtrî vazifesine dönüşünü savunuyordu. Kadının erkekleşmesiyle çocukların büyük zararlar gördüğü, kariyer yerine kadının evini tercih etmesinin gerekliliği üzerinde durmuştu. Kitabında karma eğitime de karşı çıkıyordu. Bu eğitimin bilhassa erkek öğrenciler üzerinde büyük yıkımlara yol açtığını ve eğitim kalitesini düşürdüğünü anlattığı kitabında feminizmin toplumu tahrip ettiğini ve çocukları da yediğini savunmuştu. Emanzipation adı altında kadına öncelik, hürriyet ve ekonomik bağımsızlık iddiasındakilerin kadını bir başka çile ve esarete mahkûm ettiğini anlatan Havva Hanım çalışmanın kadın için bir hürriyet değil, işkence olduğunu vurgulamıştı ilk kitabında. Gazetemizi takip eden okuyucularımız söz konusu tartışmanın boyutlarından az-çok haberdardırlar.

İlk kitabından sonra isteğiyle ARD’den ayrılan başarılı program yapımcısı ikinci kitabıyla karşıt cepheyi biraz daha genişletmişe benziyor. Bilhassa Üçüncü İmparatorluk dönemindeki aile, sosyal dayanışma ve çocuklara olan ilgiye atıfta bulununca, İkinci Avrupalılar onu da Naziler sınıfına kaydetmeye çalıştılar. Bild am Sonntag isimli haftalık gazetenin başlattığı karşı kampanya ile Eva Hermann NDR (Kuzey Almanya Radyo-TV) vazifesinden ayrılmak zorunda kaldı. Onun kadını hakikî vazifesine daveti, aileyi dağılmaktan kurtarma gayreti ve çalışma mecburiyetine mahkûmiyetine karşı yaptığı çalışmanın “Nazizm veya antisemitizm” ile kolayca karıştırılmasının, beraberinde bazı tabuları da yıkacak tartışmaları getireceği kanaatindeyiz.

Eva’nın yeni kitabı “Nuh Gemisi Prensibi veya Aileyi kurtarma mecburiyetimizin nedeni?” ismini taşıyor. Helmut Kohl´un başlattığı aileyi zayıflatma süreci, Angela Merkel´in aileden sorumlu bakanı bayan Ursula von der Leyen´in “çocuk bakım evleri” projesiyle iyice dibe vurmuş görünüyor. Eva´ya duyulan öfke ve onu infaz teşebbüslerinin arkasında biraz da siyasî korkular var gibi. Başta Almanya olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde yuva kurmayı zorlaştıracak, nikâhı ortadan kaldıracak ve neticede doğumu eksiye düşürecek uygulamaları “aile politikası” olarak sunan politikacılar da en az Allice Schwarzer ve diğer İkinci Avrupalılar kadar Eva´ya düşman kesilmişler. Kadın için kariyer ve ekonomik bağımsızlığı kutsallaştıran çevrelerin karşıt saldırıları devam ederken, Eva´nın duruşu da takdire şayan… Bu mücadeleden menfice etkilenmediğini, eşi tarafından desteklendiğini ve her gün binlerce destek mesajı aldığını gazetecilere söylerken, yaptığı işin şuurunda olduğunu çevresine gösteriyor Eva…

Bu önemli tartışma, karşıtları tarafından her ne kadar “Nazi, antisemitizm” düzeyine indirgense de, Eva´nın işaret ettiği 68 kuşağı galiba bundan böyle tartışmaların ateş hattına düşecekler. Avrupa’nın insanî değerlerinin 68’lilerce ortadan kaldırıldığını ifade eden Havva Hanım, bu neslin getirdiği bütün olumsuzlukları da yaşamış birisi. İki defa boşanmak zorunda kalmış ve aileyi kurmada büyük sıkıntı ve manialarla karşılaşmış, kariyer ile çocuk arasındaki med-cezirleri yaşamış bir kadının kitapları elbette “en çok satanlar” listesine dahil olacaklar.

Eva fıtratı aradığını söylüyor. Kadın kadın olmalı, erkek de erkek. Kadın anne olmalı, çocuk sahibi olmalı ve onları en güzel şekilde yetiştirmeli… Yuvayı da dünyanın en güzel mekânı haline getirmeli, oradaki şartları hazırlamalı, diyor.

Kadın hak ve hürriyetlerini savunanların istismarlarına dikkati çekiyor. Ekonomik özgürlük, kariyer ve lüks hayat vaadiyle yuvasından koparılan kadının tekrar yuvasına dönmesinin insanlık için şart olduğunu ifade eden bu kadını en iyi anlayacakların başında elbette Risâle-i Nurları okuyanlar gelecektir. Bediüzzaman Hazretlerinin 24. Lem´a, 25. Söz, 7. ve 11. Mektup, Lemaat ve diğer eserlerinde Kur´ân’ın kadına bakışını öğrenenler, bir ehl-i mektebin de hakikate değişik bir yoldan yürüdüğünü teslim edecekler.

Bu tartışmada öne çıkan hususun Eva´nın şahsiyetinden ziyade fikirleri olduğunu belitmekte fayda görüyoruz. Şahsiyet olarak bu mücadelede ne kadar sebatkâr olduğunu zaman gösterecektir. Burada bizi ilgilendiren asıl mesele, kadın fıtratının araştırmacı bir kadın tarafından seslendirilmesidir. Önümüzdeki zamanlarda gelişmeleri hep birlikte takip edeceğiz.

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Psikolojik/rûhî ve sosyal rahatsızlıklar imân ve tefekkürle tedâvi edilir



Psikolojik rahatsızlıklar, akıl ve rûh dengesizlikleri; imân esaslarının özümsenmesi nisbetinde önlenebilir. Çünkü, imân, bedenimiz, iç âlemimiz; içinde yaşadığımız çevre, toplum ve kâinatta tezahür edip hüküm süren Esmâ-i Hüsnâyla uyumlu ve dengeli yaşama sanatını öğretir. Düşüncelerimiz ne kadar olumlu, olaylara yaklaşım tarzımız ne kadar müspet/pozitif; inançlarımız ne kadar doğru ve isabetliyse; rûhumuzun savunma mekanizması da o nisbette güçlü olur.

Bilhassa Allah’a, kadere ve âhirete imân ile tevekkül, kanaat ve rıza; âdeta koruyucu hekimlik fonksiyonu görür. Sonsuz isim/sıfat sahibi Allah’a inanan; sonsuz güç ve merhametine dayanır; en büyük sıkıntılara karşı dayanma ve direnme gücü kazanır. Onu bulan her şeyi bulur...

Çevremizde cereyan eden nice tehlikeli hâdise; nice görünür-görünmez düşman, bize korku, sıkıntı, üzüntü, endişe verir. Bunlara karşı mânevî destek ararız. “Hafaza melekleri”nin, Allah’ın izniyle bizi korudukları; “Her insanın önünde ve arkasında, onu Allah’ın emriyle muhafaza eden takipçi melekleri vardır”1 âyetiyle müjdelenir.

Ağzına kadar altın dolu kasasının çalınıp yok olacağını ve engel olamayacağını bilen çâresizlik içinde kıvranır; çılgına döner. Söz, fiil ve sanat eserlerimiz, güzel davranış ve hareketlerimiz, gençliğimiz ve hayatımızı kaybedeceğimizi düşünmek de böyle sonuçlar doğurur. Meleklerin, hayatımızın her safha, her karesini kameraya alıp arşivlemeleri; Azrail’in (as) canımızı alıp koruması bize huzûr verir.

Kimi zaman yalnızlık canlara tak ederek intihara sürükler. Oysa, Allah her yerde hazır ve nazır. Son derece sevimli, cana yakın sayısız melekleri de kâinatı şenlendirdiğinden yalnızlığımızı gidermektedir.

Akıl-şuûr; sırlarla örülmüş hayat ve kâinatın muammasını çözüp, “Kimsin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?” suâllerine cevap ister. Aksi halde bunalır ve sapıtır. Peygamberler ve kitaplara iman; bu soruların cevaplarını vererek rahatlatır. Kur’ân; Bakmazlar mı?2 Bakınız!3 Onlar hiç düşünmezler mi?4 Hâlâ düşünmez misiniz?5 Düşününüz.6 Akıllarını kullanırlar.7 Bundan ibret alınız ey basiret sahipleri!8 ve benzeri emir ve tavsiyeleriyle akla, kâinat çapında bir hareket alanı açarak teskin eder.

Kadere imân, ümitsizliğin, hüznün ilâcıdır.9 Kâinattaki korkunç hâdiselerin, değişmelerin, inkılapların ince bir plân/program çerçevesinde oluşturulduğuna inanan, korkulardan, kederlerden emin olmaz mı?

Akıl; kalb ve sair duygularımız sevdikleri, yücelttiklerinin yok olduğunu gördükçe feryat eder. Ahirete imân, çocuk, genç, ihtiyar herkese tarifi imkânsız lezzetler verir. Çünkü, geçici ayrılıktan sonra tekrar buluşulacak. Dünyada zahmetler çekiyorlarsa, sıkıntı ve üzüntülerin olmadığı bir dâr-ı beka bekliyor. Yeniden diriliş, Cennet; ölüm korkusunu imân derecesinde asgariye indirir.

Adâletin tecelli edeceğine ve Cehennemin varlığına inanan bir ferd veya topluluk hak yememeye, çiğnememeye gayret ettiği gibi; “Hesap ve Mizan”dan sonra hakkının tazmin edileceğini; uğradığı haksızlığın, zulmün de intikamının alınacağını bilir, teskin olur; taşkınlıklara girmez.

Gelecek yazılarımızda da sosyal davranışların kaynağını, sosyalleşmeyi, cemaatleşmeyi, sivil örgütleri ve aralarındaki dayanışma ruhunu, sâiklerini tetkik edelim.

Dipnotlar

1-Kur’ân, Ra’d, 11.; 2-Agk, Gaşiye, 17; 3-Agk, Âl-i İmrân, 137, Nahl, 37, Ankebût, 20.; 4-Agk, Nisâ, 82, Muhammed, 24.; 5-Agk, En’âm 80, Secde, 4.; 6-Agk, Bakara 9.; 7-Agk, Bakara, 75.; 8-Agk, Haşir, 2.; 9-Sözler, s. 428.

21.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Muzaffer olunmuştur



1990’da doğanlar, 1980 ihtilâlinin netâicini bilemezler. 1980’de doğanlar, 1971 askerî muhtırasını ve akabindeki yasaklamaların niçinini bilemezler. 1971’de doğanlar, 27 Mayıs 1960 ihtilâlini, Yassıada mezalimini ve üç devlet adamımızın haksız idam edilmelerini bilemezler ve 1960’da doğanlar ise 14 Mayıs 1950 öncesi Türkiye’sini bilemezler. Efendim ben tarih okuyorum desen de... Doğru tarih olsa idi, her gün yeni kitaplar ve yeni beyanlar olmazdı. İslâmî ve Kur’ânî çerçevede 1925-1950 yılları arasındaki Türkiye, diğer tarihlerle kıyaslanmayacak zorbalıklar ve yıkımlarla karşı karşıya kalmıştır.

İşte o dönemde, çağın Mevlânâ’sı tabiri kullanılan büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu ilinde ikamete mecbur kılınır. Bütün aleyhteki gelişmelere rağmen o büyük veli, en büyük müjdeci Peygambere, Efendimize (asm) müteveccihen “Bir ümit yok mu?” der ve işte Hz. Peygamberimizin (asm) 14 asır önce çağımızı sarsan ve Müslümanlara inşirah veren müjdesi: “Ümmetimden bir taife kıyamete kadar hakkı galibâne muzafferiyet içinde dâvâ edecektir.”1 Bediüzzaman Hazretlerine ve münevver topluluğa şevk unsuru olmuş ve onların ifa ettiği muhteşem ve mübarek hizmet Türkiye’yi bugünlere getirmiş, bütün dünyaya rehber olmuş, muzaffer olmuşlar ve olmaktadırlar.

Yukarıdaki satırlara damga vuran merhum şair ve edip Ali Ulvi Kurucu’nun “Gecelerin gündüzü” kitabının birkaç satırı ile karşınıza çıkıyorum.

“1970’li yıllarında Endonezya’nın eski Başbakanlarından Dr. Muhammed Nasır, Medine-i Münevvere’ye gelmişdi, kendilerini ziyaret etmiştim. İlk sordukları suâl şu olmuştu: ‘Bu sene de Türkiye’den Hacı var mı?’ ‘Var, elhamdülillah’ demem üzerine: ‘Acaba adedi ne kadar?’ diye sordular. ‘Yüz elli bin’ dedim. ‘Yüz elli bin mi?’ diyerek, ağlamaya başladılar ve derhal odasındaki serili seccadesinin üzerine secdeye kapandılar. Secdeden kalkıp da yerlerine oturduklarında, kendilerine şöyle demiştim: ‘Efendim, verdiğim haber, zât-ı devletlerini çok heyecanlandırdı. Bugün sizi her zamankinden daha hisli buldum. Acaba bu hassasiyetinizin sebebini öğrenebilir miyim?’

“Aziz dostum! Bundan evvelki görüşmelerimizde zât-ı âlinize anlatmıştım ki, ben Lozan Muahedesi’ni çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedef-i aslîsine göre, Müslüman Türk bugünleri görmeyecekti. Çünkü Türkiye’nin başını yemek için İngiliz Murahhas Hey’eti Reisi Lord Curzon’un başkanlığındaki kuzgunlar, Türkiye’nin Hıristiyan olması gerektiğini teklif ediyorlar ve Türk hey’etini, bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. İşte o tarihden itibaren Türkiye’deki bazı kanun, nizâmnâme ve tamimlerde, hep bu menhus teklifteki imân sûikasdının icra ve ifâsını hedef alan tesirler müşahede ediliyordu..

“Bütün bunlardan maksad, Müslüman Türk devletini, İslâm âleminden her şeyiyle koparmak idi. Bilhassa Harf İnkılâbı ile millet, mazisinden, kültüründen, medeniyetinden, dilinden, dininden ve târihinden koparılmış; yetişecek nesiller, bunca mânevî değer ve servetten mahrum kalmışlardır.. Bu eserlerden mahrum kalan nesiller, mutlaka ilmî ve tarihî hakikatlerden uzak resmî tarihlerin esiri olarak yetişeceklerdir. Yüce Kur’ân-ı Kerim’in yazısı cebren teâmülden kaldırıldı. Bu arada Kur’ân-ı Kerim’i okutanlar işkence görürken, öğrenenler de çeşitli cezalara çarptırıldı. Tarihe baktığımızda bir milletin topyekün kültür hayatına böylesine indirilmiş ağır darbeye, nadiren rastlanılabilir. Belki de benzeri görülemez..

“Siz, bu sene Türkiye’den yüz elli bin hacı gelmiş deyince, Allahü Zü’l-Celâl’in, bu insanlar üzerindeki kahır sultasının ihtişamlı tecellisi karşısında sevinç gözyaşlarımı tutamadım. Demek, yıllar yılı bir tek Müslümanı dahi hac farizasını ifâya göndermeyen Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, yüz elli bin hacıya pasaport verecek, dövizlerini te’min edecek ve onları kendisinin te’min ettiği vâsıtalarla hacca gönderecek ha!?.. Bu ne azametli tecelli sahnesidir, yâ Rabbi..”

Dipnotlar:

1- Buhârî, 9: 125, Müslim1: 137, 2., 1522, Hadis-i Şerif.

2- Gecelerin Gündüzü, s. 277-281, A.Ulvi Kurucu

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bu ayda oruç tutamayanlar ne yapmalı?



Yahya Yavuzyılmaz:

*“Hastalığımdan dolayı tutamadığım orucun karşılığında oruç tutmam esas olandır bildiğim kadarıyla. Şöyle bir şeyle karşılaştım; deniyor ki, tutamadığın oruç karşılığında bir fakiri borcun kadar gün doyur yani fidye sadaka ver. Bu olur mu? Bu şekilde borcum olan orucu ödemiş olur muyum? Eğer ödemiş olmazsam sadaka ve fidye neden veriyorum, anlayamadım. Eğer ödemiş oluyorsam tekrar oruç borcu için kaza orucu tutmam gerekmiyor değil mi?”

Öncelikle geçmiş olsun der, acil şifalar diliyorum.

Mübarek Ramazan ayında herkes orucun hadsiz hudutsuz sevabına gark olurken, sağlıkla ilgili problemlerimiz nedeniyle biz, bu ayın yüksek sevabını orucumuzla talep etmeye güç yetiremeyebiliriz. Hiç gam ve keder yok. Orucumuzla bu ayın sevabına erişemez isek, niyetimizle ve fidyelerimizle erişmemiz inşallah mümkündür.

Nitekim bu aydaki orucu hastalığı veya şiddetli zafiyeti nedeniyle tutmaya güç yetiremeyenler için bu rahmet kapısı kapanmış değildir. Rahmet onları dışarıda bırakmıyor. Bu din eksiksiz herkesi kâmilen kucaklamıştır. Hasta veya sağlıklı olmaması nedeniyle oruç tutmaya güç ve takati olmayan, fakat acziyeti ve zaafiyeti ile yalnız Allah’ın dergâhına sığınan, yalnız Allah’tan isteyen, yalnız Allah’tan uman, yalnız Allah’tan bekleyen hastaların ve yaşlıların rahmetin dışında kalmasına Rahman-ı Rahîm razı olmaz.

İşte, Ramazan ayında oruç tutmaya güç yetiremeyen ve her geçen gün bünyesi zafiyete uğrayan güçsüz, zayıf, yaşlı ve hastaların bu ibadetin sevabından mahrum kalmamaları ve oruç farizasını yerine getirmiş sayılmaları için dinimizde kolaylıklar getirilmiştir.

Bu kolaylıkları sıralamamız gerekirse:

1- İyileşinceye kadar oruç tutmaktan muaftırlar.

2- Ramazan ayı içerisinde, tutmadıkları her bir gün için fidye vermek sûretiyle, Ramazan ayının feyiz ve bereketinden istifade ederler. Kur’ân şu âyetle bu kolaylığı dile getiriyor:

“Oruca dayanamayanlar bir düşkünü doyuracak kadar fidye verirler.”1

3- Eğer fidye veren kişi hastalıktan iyileşmez ve sıhhate kavuşmaz ise, verdiği fidyeler ile Ramazan ayının feyzinden eksilme olmadan oruç borcundan kurtulmuş olur. Böylece Ramazana özel bir şefkatle hastalığımızı fakirlere dönük bir hibe şölenine çevirmemiz mümkün olmuş olur.

4- Eğer fidye veren kişi hastalıktan tamamen şifa bulur ve iyileşirse, tutamadığı oruçları için fidye vermiş olsa bile, yeniden oruçlarını gününe gün kaza eder.

Hüküm böyledir. İyileşirse oruçlarını kaza etmesi esastır.

Hiç şüphesiz, yeniden oruç tutulacaksa fidye neden gerekiyor denilebilir.

1- İyileşme umudu olsa bile, ölüm riski herkes için vardır. İyileşinceye kadar ömrü vefa etmeyebilir. Başka bir sebeple ölüm gelebilir. Bu durumda fidyesini vermiş olduğu için ahirete borçlu gitmemiş olur. (Gerçi ölüm geldiğinde, verilmemiş fidyeyi varisleri verirse oruç borcu için yine kâfidir. Ama ne olur ne olmaz, varisleri böyle bir borcun içinde bırakmamak, eğer mümkünse daha doğrudur.)

2- Fidyenin Ramazanın içinde verilmesi Ramazan ayının hürmet ve bereketine daha uygundur.

Bununla beraber, iyileşme umudu bulunan hastalar fidye vermek için acele etmezler ve iyileştikten sonra da oruçlarını gününe gün kaza ederlerse, hiç şüphesiz oruç borçlarını ödemiş olurlar. Fidye vermemekten dolayı günahkâr olmazlar.

Fidye miktarı, her bir oruç günü için bir fakiri bir günlük (sahur ve iftar olmak üzere iki öğün) doyuracak kadar para veya belirli miktarlardaki gıda maddelerinden oluşur. Bir fidye miktarı, bir fitre miktarına eşittir: Buğdaydan yarım sa’; arpa, hurma ve kuru üzümden bir sa’dır. Sa’ bir hacim ölçüsü birimidir ve bir sa’ yaklaşık 2.75 litredir; bu da yaklaşık 3 kilograma denk düşmektedir. Bu rakamları günümüze aktaracak olursak, bir fitrenin asgarîsi beş milyon liraya denk düşmektedir. Bir fidye de asgarî beş milyon lira üzerinden verilebilir. Bu miktar, kişinin imkân ve el genişliği ile doğru orantılı olarak artırılabilir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi; sağlıklarında fidyelerini kendileri ödeyemeyenler, öldükten sonra fidyelerinin ödenmesini vasiyet edebilirler. Böyle bir vasiyetin bulunması halinde, geride bıraktığı malın üçte biri fidyeyi ödemeye yeterli ise mirasçılarının bu bedeli ödemeleri vacip olur.

Vasiyeti yoksa veya malının üçte biri fidyenin ödenmesine yeterli değilse, mirasçılarının sırf hayır ve fazilet olarak bu fidyeyi kendi mallarından kendi rızaları ile ödemelerinin makbule geçen bir davranış olacağı muhakkaktır.

Fidye ödeyebilecek kadar mâlî güce ve imkâna sahip bulunmayanlardan bu yükümlülük ölümle birlikte düşer. Ancak ölene kadar bu fidyeyi ödeme gayreti içinde olmaları gerekir.

Güç yetiremediğimiz ibadetler için bize çözüm içinde çözüm sunan Hâlık-ı Rabb-i Rahîm’e sonsuz şükürler olsun.

Dipnotlar:

1- Bakara, 2/184

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Oruca tutulduk, oruca tutunduk



Ayçiçeği bitkisi, güneşe tutulmuştur. Güneş hangi tarafa gitse, başını o tarafa çevirir. Onun için kendisine “günebakan” denilir. Onun ışığına, nuruna ve nârına tutkundur. Göz açıp kapayıncaya kadar bile gözünü güneşten ayırmaz. Güneş battığı zaman ise, başını önüne eğer, ertesi sabahı iple çekmeye başlar.

Ey oruç, biz de sana tutulmuşuz. Sen bakma bizim “oruç tutuyoruz” dememize. Biz aslında sana “tutuluyoruz.” Yüzümüzü sana çeviriyoruz, gözümüzü senden ayıramıyoruz. Geldiğin zaman gönül bahçelerimizde güller açıyor. Hangi mevsimde gelirsen gel, sen geldiğin zaman biz hep baharı yaşıyoruz. Ruhumuzda nevruz ateşleri yanıyor, kalbimizde muhabbet filizleri uyanıyor, gönül gözümüzle hep seni takip ediyoruz. Bir güne bakan gibi, hep sana bakıyoruz.

Mahyalara adını yazıp, gelişini göklere muştuluyoruz. Sevincimizi meleklerle paylaşıyoruz. Seninle ezanlar bir başka güzel okunuyor, namazlar bir başka anlam kazanıyor. Seninle kulluğumuzun izzeti, sofralarımızın lezzeti artıyor. Sevgiler ve sevinçler gönüllerden taşıyor, kalpten kalbe bir muhabbet mesajı ulaşıyor. Herkes birbirine seni muştuluyor. Ne kadar güzel bir cemalin var ki, bin dört yüz yirmi sekiz yıldan beri tazeliğin, güzelliğin ve caziben devam ediyor. Hatta zaman geçtikçe, dünya ihtiyarladıkça sen gençleşiyorsun, güzelleşiyorsun. Ve, her gelişinde yeni bir heyecanla taze bir aşkla sana tutuluyoruz.

Ey Ramazan, sen ayların sultanı olduğun gibi, gönüllerimizin de sultanısın. Senin nurunla ruhumuzun karanlıkları aydınlanıyor, kalbimizin pası siliniyor. Çocuklar da senin gelişini sevinçle karşılıyorlar. Küçük yüreklerinde senin büyük heyecanını taşıyorlar. Taşıdığın hidayet esintileri ile gaflet uykusundan uyanıyoruz. Sen gelince biz de kendimize geliyoruz. Kulluğumuzun farkına varıyoruz.

Elimiz harama uzanmak istese, senin varlığını hatırlayıp geri çekiyoruz. Senin olduğun yerde kötü bir amel işlemekten haya ediyoruz. Elimiz tutuluyor.

Senin yanında ileri geri konuşmaktan, gıybet edip kötü söz söylemekten, kalp kırıp gönül yıkmaktan çekiniyoruz. Haksızlığa maruz kalıp, hakarete de uğrasak, “Ben oruçluyum” deyip ağzımıza kötü söz almıyoruz. Senin yanında edepsizlik etmekten haya ediyoruz, dilimiz tutuluyor.

Ey oruç, ne zaman bir yanlış yapacak olsak, haram ve günah mıntıkasına adım atacak olsan, sen bizi tutuyorsun. Nefsimiz aklımızın ayağını kaydıracak olsa, gafletimiz, ihmalimiz, ihtirasımız kalp gözümüzü kör etse sen elimizden tutuyorsun. Bize göz kulak oluyorsun. Dünya hayatımızı karartan, ebedî hayatımızın da temellerini sarsan günahlar, bir kasırga gibi üzerimize hücum ederken, sana tutunuyoruz, vahşet derelerine düşmekten kurtuluyoruz.

Senin gelişinle şeytanlar bağlanırken, nefisler de açlıkla terbiye ediliyor. Tıpkı, Kâlûbelâ’da olduğu gibi. Açlıktan süzülmüş benizlerimizle, sofraya oturup iftar saatini beklerken, elimizi önümüzdeki ekmeğe uzatamıyoruz. Çünkü soframızdaki ekmeğin, bardağımızdaki suyun sahibi biz değiliz. Bunların gerçek sahibi olan Rabbimiz, iftar saati gelmeden nimetlerinden yememize ve içmemize izin vermiyor. İşte o zaman aczimizi fark ediyor, enaniyetimizi terk ediyoruz. “Evet ya Rabbi, sen bizim Rabbimizsin, biz de senin âciz kullarınız” diyerek, biatımızı tazeliyoruz. Orucumuzu tutarken, sözümüzü de tutmuş oluyoruz.

Gelişini kandillerle karşılayıp, getirdiklerine hatimlerle “Mukabele” ediyoruz. Şimdi vuslatın hazzını tadıyoruz ama, yine gideceksin diye de hasretin hüznünü yüreğimizde taşıyoruz. Her sene on bir ay hasret, bir ay vuslat yaşıyoruz. Ama olsun, içinde taşıdığın “bin aydan hayırlı” bir gece var ya. İşte onu ihya etmekle “ihya” olacağımız ümidi, en kuvvetli tesellî kaynağımız oluyor. Gittiğin zaman, tekrar gelecek olmanı düşünmek bile bize yetiyor.

Bir dahaki gelişinde belki bizi burada bulamayacaksın. Belki de toprak altında, amellerimizle baş başa olacağız. Ey oruç, orada da bizi yalnız bırakma. İmdadımıza yetiş. Kabirde ışığımız, Sırat’ta bineğimiz ol. Ruhumuzun elinden tut, Cehennem çukurlarına düşmekten kurtar. Burada biz sana tutulduk, sana tutunduk, seni tuttuk, orada da sen bizi tut.

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine aynı film



Hiç temennî edilmeyen, çoğumuzun “Artık olmaz” diye düşündüğü, ama ülkenin maalesef hâlâ değişmeyen, değiştirilemeyen gerçekleri nazara alındığında ne yazık ki beklenen “devlet krizi” seçimden iki ay sonra patlak verdi.

Gerçi olay henüz derin bir kriz boyutuna ulaşmış değil, ama öncü sinyalleri ufukta belirdi.

Rektörlerin ve Yargıtay Başsavcısının aynı gün yaptıkları çıkışlar, sadece kendi kurumları ve şahısları adına ortaya konulan bir tavrı değil, bildiğimiz “devlet refleksleri”ni yansıtıyor.

YÖK Başkanının da, Başsavcının da “türban” meselesi üzerinden AKP’ye “kapatılma” tehdidi içeren mesajlar yollayarak aba altından sopa göstermeleri öylesine denk gelmiş tesadüfî bir örtüşme değil, organize bir planın parçası.

Açıklamalarda bu planın ayrıntıları da var.

Özellikle, partiler hakkında Anayasa Mahkemesinde kapatma dâvâsı açma yetkisine sahip Başsavcının “türban serbestisinin doğuracağı vahim sonuçlar”a dair ifadeleri, onca tutarsızlık ve çelişkileriyle birlikte, AKP’ye ciddî uyarılar taşıyor. Açıklama sanki, hazır bekletilen kapatma dâvâsında sunulacak iddianameden alınmış.

Dile getirilen iddiaların hiçbir mantığı yok. En başta, yargı organlarının getirdiği yasaktan söz ediliyor. Yargının yasak koyma ve suç ihdas etme yetkisi mi var? Yasaları Meclis yapmıyor mu? “Türban”ı serbest bırakmak niye yasama, yürütme ve yargıya duyulan güven ve itibarı zedelesin; neden halk arasında kin ve nefret uyandırsın; niçin karmaşa ve kutuplaşma getirsin?

Ama statükonun bu sorulara cevap verme derdi olmadığı gibi, ortaya koyduğu tavırda mantık aramak da abes. Anayasa Mahkemesinin başörtüsünü yasaklayan kararında hangi hukuk, mantık ve tutarlılık ölçüsü vardı ki bu açıklamada da olsun?

Mesele o değil. Mesele, “devlet”in, “Ben ne diyorsam o” diyen her zamanki buyurgan tavrı.

Başsavcının, Teziç destekli açıklaması uyarıdan da öte açık bir ültimatom. AKP’ye “Ayağını denk al, aksi halde defterini düreriz” mesajı.

Bu tehdide ilâveten, Teziç’in şimdilik sadece ima ile yetindiği bir husus daha var: Gül’ün durumu. 21 Ekim referandumundan çıkacak sonucun getireceği hukukî belirsizlikten söz ediyor YÖK Başkanı. Bu ifadenin altında çok şey gizli.

Detayını bilâhare daha genişçe ele alırız.

Sonuç olarak, statüko adına “mahşerin dört atlısı”ndan üniversite ve yargı gardını göstermiş, medyanın da en azından bir bölümü buna göre pozisyon almış durumda. Asker şimdilik geri planda. Gül’ün seçilmesinden rahatsızlığını simgesel tavırlar ve protokol restleriyle ortaya koymanın ötesine gidemiyor. Ama iş büyürse şüphe yok ki o da kesin tavrını ortaya koyar.

Peki, AKP’nin durumu ne? Referandum bahsinde, 11. cumhurbaşkanını “Halk seçsin” derken Meclise seçtirmek ve paketteki geçici maddeleri zamanında iptal etmemek suretiyle “kendi kalesine gol atmış” olmanın sıkıntısı içinde.

Anayasa meselesinde ise Başbakan bir taraftan “Rektörler haddini bilsin, kendi işlerini yapsın” diye meydan okuyor, ama diğer taraftan “Anayasa için acelemiz yok, zamanımız bol” diyerek, rektörlerin “Anayasa çalışmalarına ara verilsin” talebine dolaylı şekilde “evet” diyor.

Sizce bu işten düzgün bir netice çıkabilir mi?

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tek kanatlı kuş



Genellikle beşinci yüzyılın müceddidi İmam-ı Gazali olarak kabul edilir. Ondan yüz yıl sonra ise Fahreddin Razi gelmektedir. Altıncı yüzyılın müceddidi veya mücedditlerinden birisi olarak da Fahreddin Razi gösterilir. Ama Mevlânâ ailesi Fahreddin Razi’yi kıyasıya eleştirir. Müceddit olarak Razi’nin eleştirilmesinin arkasındaki sır nedir? Olsa olsa bütün sistemini bürhan üzerine temellendirmesi denebilir. Evet, Bediüzzaman da mesleklerinin bürhan mesleği olduğunu ifade eder. Doğrudur da ama o bürhanın içinde aklın yanında keşfin ziyası da vardır ama onların üstünde de vahiy vardır. Akıl verilerin farklılığından dolayı işleme ameliyesinde yanılabilir ve felsefî birikimin bir kısmı da böyledir. Ama aynı şekilde keşif ve keramet yani irfan da yanılabilir. İmtihanın iktizası gereği aklın ve keşfin yani bürhan ve irfanın yanılma payı vardır. Ama akıl ile keşif veya bürhan ile irfan biraraya geldiği zaman çift dikiş mesabesinde olur ve kolay kolay yanılmazlar. Ehl-i hadisin deyimiyle birbiriyle müncebir olurlar ve eksikliklerini giderirler. Bir de vahye dayanıyorlarsa yanılma payı ortadan kalkar.

Akıl ile keşif ve irfan ile bürhan birleştiğinde artık zülcenaheyn olunmuştur. Fahreddin Razi sadece tek medrek veya medarik üzerinden gittiğinden Mevlânâ’nın eleştirisine maruz kalmıştır. Ve benzetmesiyle tek kanatlı kuş mesabesinde olmuştur. Akıl ile keşif yani basar ile basiret aslında algılama melekeleri ve medrekleri olduğu halde yine de istiab açısından sınırlı ve kasırdırlar. Mevlânâ, Gazali’nin bir devamıdır ve Gazali’nin seleflerinden Bakillani’ye aynı sebeplerden dolayı eleştirdiği gibi Mevlânâ ve ailesi de bürhan mesleğinin en büyük üstadı olan Fahreddin Razi’yi eleştirmiştir.

Bürhan mesleği revafid denilen diğer damarlarından ve kaynaklarından ve kollarından kesildiği için zamanla cerbeze ve polemik mesleği haline dönüşmüştür. Gazali’nin de anlattığı gibi hakikat yerine mesleğinin rüçhaniyetine veya muhabbetine meftun olmuştur. Bundan dolayı da patinaj yapmıştır. Bu itibarla Gazali mesleği üzerine gidenler yani irfanla bürhanı birleştirenler çift kanatlıdırlar. İrfan illa ki pratik tasavvuf anlayışı değildir. Ledünniyata yatkınlık halidir. Bu itibarla Gazali ve Bediüzzaman gibiler pratik olarak sufi sayılmasalar veya uygulamada sufi olmasalar ve zaman zaman pratik tasavvufa eleştiriler yöneltseler bile ledünniyat yani irfan boyutları vardır. Hasan el Benna’nın ifadesiyle tasavvufun özüne ve hakikatına yabancı değillerdir. Onları kamil ve kümmel haline getiren de bu çift kanatlılıktır. Bu itibarla sadece bürhan mesleği üzerine gidenler dûn bir mesleği temsil ederler. Bu açıdan Bediüzzaman sadece akıl mesleğini sönük bir lambaya benzetir.

***

Bu benzetme Gazali ve Mevlânâ gibi üstadlarda da vardır. Sözgelimi, Mevlânâ’ya göre sonsuz bir biçimde fırtınalı olan hayat denizinde kişiyi tek başına akıl ve aklın ürettiği istidlâle dayalı bilgi kurtuluşa götüremez. Sahili selamete ulaştıramaz. Zira istidlâlde teslim olmaktan ziyade iddia vardır. Bu itibarla, Mevlânâ: “istidlâlcilerin ayakları tahtadandır. Tahta ayaksa pek kudretsiz pek kararsızdır (Mevlânâ’da gönül kelamı, Ramazan Altıntaş, Vefa Yayınları, s: 22) diyerekten aklın insan için bir emniyet kemeri ve can yeleği olmadığını ortaya koymuştur. Veya olsa bile bu vasfı garanti değildir. Ama bu konuda belki amiyane bir tabirle şu söylenebilir: “İstidlâl yapma (mesleğinde boğulma) istidlâlsiz de kalma...” Mevlânâ hazretleri bu meyanda özlü sözlerinden birisinde şöyle der: “Menzil-i maksuda çalışarak erilmez; ancak menzil-i vuslata erenler çalışanlar arasından çıkmıştır...”

Dolayısıyla esbapperest olmayacağımız gibi esbabı da ihmâl etmeyeceğiz. Dünyada işte böyle bir denge var. Nasıl ki, takma (protez) ayaklı bir kimse sağlam iki ayaklı kimsenin kat ettiği yolu/mesafeyi alamazsa, salt akılla metafizik konular da kavranılamaz. İstidlâl kelamcıların ıstılahında delil getirmedir. İstikra delil toplama, istidlal de toplanan delilleri buket yapıp sunmaktır. Mevlânâ’nın gemici ile gramerci hikayesinde olduğu gibi bir kelamcı ile hakikat erbabı atışmışlar ve kelamcı böbürlenerek Allah’ın varlığına dair bin delili olduğunu söylemiş. Bunun üzerine hakikat eri de onu mebhut bırakacak ve şaşkın vaziyete düşürecek sözünü söylemiş: “Bin delilin olduğuna göre bin şüphen de olmalı...”

***

Mevlânâ’nın protez veya yapma ayak tasviri aynen ondan yaklaşık üç asır asır sonra gelen İmam Rabbani hazretlerinde de vardır. Aynı damarı temsil ettiklerinden aynı dili ve kavramları da paylaşırlar. Mektubat’ın üçüncü cildi 36’ıncı mektubunda Şeyh Mir Numan’a yönelik olarak şunları yazar: “İstidlâl ashabının ve mesleği erbabının ayakları protezdir. Takma ayaklar gerçekten de çok çelimsiz ve zayıftır...”

Takma ayaklar taklit ve uydurma incilere (lülü el mesnua: uydurma hadisler için kullanılan bir tabir) benzetilir. Peygamberin sözü karşısında ona nispet edilen uydurma sözlerin hükmü ne ise vahiyden kopuk salt akla dayalı sözlerin de ağırlığı odur. Gerçekten de kelâmı kibar, kibarı kelâmdır.

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Millete rağmen, millet için!



Yeni bir anayasa hazırlama çalışmaları, Türkiye’nin bilinen dertlerini yeniden gündeme taşıdı. Türkiye ve dünya gerçeklerinden kopuk bir kısım ‘aydın,’ adeta ülkemizin önünü tıkamanın peşinde.

Daha önce de ifade etmeye çalıştık: Hazırlandığı ifade edilen ‘sivil anayasa’nın tam anlamıyla sivil olup olmadığı, ya da Türkiye’nin dertlerine çare olup olmayacağı,—arzu etmeyiz, ama—kurtulmaya çalıştığımız mevcut ihtilâl anayasasını aratıp aratmayacağı ayrıca tartışılabilir. Fakat nihayetinde mevcut ‘ihtilâl anayasası’ndan bir an önce kurtulmak gerektiğini prensip olarak kabul etmek lâzım. Görüldüğü kadarıyla, yeni anayasa çalışmasına itiraz edenlerin böyle bir derdi yok. Onlar, mevcut ihtilâl anayasasına dört elle sarılmak için her türlü yanlışa imza atıyorlar. Neredeyse ilkokul öğrencilerinin bildiği üzere; TBMM kanun yapmaya (buna anayasa da dahil) yetkilidir, işi budur. Ancak ‘büyük hukukçu’lar bu temel kaideyi bile tuz-buz etmenin peşinde. Ne için? Zaman zaman kendilerinin de yakındığı, değişmesini istediği ‘ihtilâl anayasası’nı korumak ve kollamak uğruna!

Tabiî ki bu tavır ve davranış, ilk defa sergilenmiyor. Maalesef, ibret alınmadığı için tarih tekerrür etmiş durumda. Bu tavır, geçmiş yıllarda da sergilendiği üzere; ‘Millete rağmen, millet için’ tavrıdır. Öyle bir hava oluşturuluyor ki, ‘çoğunluk’la beraber olmak, adeta ‘suç’ şeklinde ilân ediliyor. Güya, ‘azınlığın’ hakkını savunmak için bu defa da çoğunluğun hakkı feda edilmeye çalışılıyor. Peki, ‘adalet’ bu mudur?

‘Millete rağmen, millet için’ anlayışını dillendirenler oldum olası ‘çoğunluk’ aleyhindedir. Çünkü siyasî hayatları boyunca hiç bir defa ‘çoğunluk’un desteğini alamamışlar. Her defasında ‘muhalefet’te kalmış ve bu sebeple de ‘millete muhalif’ olmuşlar.

Kulağa hoş gelen, ‘mutabakat’ tabirini çok kullanıyorlar. Bir de, hazırlanacak yeni anayasanın toplumun ‘bütün katmanları’nı içine almasında (Bkz.: Tempo, 20 Eylül 2007) güya ısrarlılar. Tamam, ‘mutabakat’ da olsun, ‘toplumun bütün katmanları’ da temsil edilsin. İyi de bu ‘katmanlar’ın içinde millet ekseriyetinin yeri, yurdu, düşüncesi, talepleri yok mu?

Milletin arzusuna kulak tıkayarak, kanunsuz başörtüsü yasağını savunmak isteyenler tam bir aldatma ile AİHM kararlarını da çarpıtmanın peşindeler. Oysa bakın, AİHM uzmanı Prof. Dr. Kevin Boyle şöyle demiş: “AİHM kararında, ‘Başörtüsünü yasaklayın’ şeklinde bir yaklaşım yok. Bu, Türkiye’nin işi.” (Zaman, 20 Eylül 2007)

Bu beyanlar dikkate alınmasa bile, şu gerçek inkâr edilebilir mi: AİHM ya da Avrupa Birliği başörtüsünü yasağına taraftar olsa önce kendi üniversitelerinde yasaklamaz mıydı? Bugün itibarıyla hiç bir AB üyesi ülke üniversitesinde başörtüsü yasağı yoktur. Sadece üniversitede değil, liselerde de yoktur. (Fransa’daki yasak; sadece orta öğretimdeki ‘devlet okulları’yla sınırlıdır, orada da üniversitelerde ve özel ortaöğretim okullarında başörtüsü yasağı yoktur.)

“Olsun, biz yine de ‘millete rağmen, millet için’ inadımızı sürdüreceğiz” diyenlere duâ edelim: Allah ıslah eylesin. Amin.

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokratik eğitim



“Sivil Anayasa Komisyonu”nun “anayasa taslağı”nı tanıtan AKP Genel Başkan Yardımcısı M. Dengir Fırat, her türlü ideolojiden uzak, bireyin hak ve hürriyetlerini esas aldıklarını belirtmişti. “Anayasalarda hiçbir ideoloji olmaması ve nötr olması gerekir” demişti.

Dünyanın hiçbir demokrasisinde, anayasalarda şahısların ideolojilerine atıf yapılmaz. Tabiatı gereği tamamen demokratik ve özgür olması gereken bilim, eğitim ve öğretim ideolojilerin vesâyeti altına alınmaz.

Hele, seküler kayıtlarla kayıtlı olmayan çağlarüstü İlâhî hükümleri ihtivâ eden dinin eğitim ve öğretimi, asla dünyevî ideolojik kalıplara göre tevil edilemez.

* * *

Resmî ideoloji, önceki darbe anayasalarında olduğu gibi yine en çok din eğitimi ve öğretimini cendereye almakta.

“Yüksek risk altında çalıştıkları” gerekçesiyle asker ve MİT personeli soruşturulmasına istisna getirilip dokunulmazken, evvelemirde “din kültürü ve ahlâk bilgisi”ne ilişilmesi dikkat çekici.

İslâm diniyle birlikte semâvî dinlerin yanısıra bir dizi bâtıl inanışı da tanıtan “din kültürü ve ahlâk bilgisi ders müfredatı”nın yetersiz olduğu bir gerçek. Bu dersleri, resmî ideolojinin tasallutundan kurtarıp, muhteva ve mânâsına uygun ıslâh ve takviye yerine, “tercih”e bırakmak, düşündürücü…

Daha baştan “din kültürü” denilerek, din öğretiminin “devletin denetimi ve gözetimi altında verilmesi”nin öngörülmesi, din derslerini kuru mâlumatla sınırlandırmakta.

Oysa, bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi, genel eğitim içinde din eğitimi ve öğretiminin kâmil mânâda verilmesi esastır. Bunun için ciddî tedbirler alınır.

Bu din eğitimi ve öğretiminin içini dolduracak düzenlemeler getirilmeden, “din kültürü ve ahlâk dersleri”nden muâf olma hakkını getiren yeni taslak, bu dersleri “tercih”li tereddütle, öğrenciler nazarında gereksiz bir hale getiriyor.

Eğitimciler ve ilâhiyatçılar, mâlum medyanın da tahrikiyle zaten mercek altına alınan bu derslerin içinin daha da boşaltılıp önemsiz bir vaziyete düşürülmesinden endişe ediyorlar.

Bu açıdan, Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu ile eski Başkan Altıkulaç’ın, “Din dersi kalsın, muhtevası değişsin” talebi oldukça önemli. Gerçekten yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkede çocukların yaşadıkları toplumun dinî inanışını tanımasında; dinî, millî, mânevî ve insanî değerleri benimsemesinde hangi sakınca var?

Sahi, “Öğrencilere camiyi tanıtarak namaz kıldırmayı alıştırdı” diye jurnalleyerek hakkında soruşturma açtıran mâlum medyanın maksadı nedir?

Din dersinde, çocukların öğretmenleri gözetiminde namaz sûrelerini ezberlemeleri, namaz kılmaya alışmaları, dinî esas ve vecîbeleri öğrenmeleri kadar tabîi ne olabilir?

* * *

Doğrusu, 12 Eylül darbesiyle başlayan ve 28 Şubat “postmodern darbe”siyle azdırılan “eğitimin ideolojikleştirilmesi” dayatması, en çok din eğitimi ve öğretimine darbe vurdu.

Bu furyayla eğitim topyekûn şirâzeden çıktı. Özellikle son beş yılda “Atatürkçülük”, müfredatta yüzde kırk oranında arttırıldı.

“Andımız”dan, “10 Kasım şiirleri”ne kadar ezber mecburiyeti sürerken, sıra Kur’ân sûrelerine geldiğinde, “ezbere son” denildi. Din dersleri, “sıra üzerinde namaz,” “kulhûvallahû öğretiliyor”, “sûreler ezberletiliyor” benzerî sürmanşetlerle serrişte edildi.

Ders kitaplarında ilgili-ilgisiz “Atatürk ilke ve inkılâpları” tekrarlandı. Fen ve teknoloji derslerinde “Atatürk’ün çevreyle ilgili görüşleri” işlendi.

Matematik dersinde “Atatürk’ün geometri alanında verdiği eserler” müfredata konuldu. Hayat bilgisinden beden eğitimine kadar bütün dersler “resmî ideoloji”ye göre yorumlandı.

Ve din kültürü kitaplarında, her dinî konunun başında “Atatürk’ün görüşleri” ve “vecizeleri”yle bu dersler amacından saptırılarak “ilke ve inkılâplar”la açıklandı.

Neticede, AB yolunda, AB’nin kuruluş değerleriyle, demokrasi, özgürlük ve temel hak ve hürriyetlerle bağdaşmayan “ideolojik devlet felsefesi”yle hazırlanan milletten kopuk müfredatla “eğitim reformu” yürümedi.

Yeni anayasada, öncelikle bu hususun nazara alınması; eğitimin demokratikleşmesi ve din öğretimi ve eğitiminin ideolojik kayıtlardan kurtarılması gerekiyor…

Bütün demokratik dünyada bu olmazsa olmaz ön şarttır…

21.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Neyi tartışıyoruz?



Türkiye’nin gündemi yeni anayasa taslağı… Ancak tartışılırken, tam bir bilgi kirliliği yaşanıyor.

Taslak üzerinde kısır bir tartışma yürütülüyor. Herkes kendi penceresinden olaya bakıyor, geniş perspektiften olaya tarafsız yaklaşılmıyor. Yapıcı, katkı sağlayıcı bir tartışma yapılmıyor. Aslında herkes konuya temel özgürlükler, insan hak ve hürriyetleri, demokrasi penceresinden baksa bu kadar verimsiz bir tartışma olmayacak. Son dört aydır yaşanan “kutuplaşma” bu tartışmada da kendisini gösteriyor.

Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim kurulu tarafından hazırlanan yeni anayasa taslağı, önce AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat başkanlığındaki AKP heyeti ile Sapanca’da üç gün süreyle tartışıldı. Fırat, bu toplantının ardından, “Artık ortaya çıkan taslak bizim taslağımızdır” diyerek taslağı sahiplendi. Ardından AKP yetkili kurullarında bu taslak tartışılmaya başlandı. Önceki gün Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bu taslağı açıklayacağı bilgisi yayılırken, Erdoğan sadece hazırlık sürecini değerlendirdi. Yani daha ortada Bilim Kurulu’nun açıkladığı taslağın dışında, AKP’den açıklanan bir “taslak” yok. Günlerdir yapılan tartışmalar, bilim kurulunun hazırladığı metin üzerinden yapılıyor.

* * *

138 maddelik taslağın içinden cımbızla seçilen başörtüsü meselesi, yine tartışmanın odağında oturtuldu. Bu yasağı savunanlar, sanki pusuda bekler gibi, bir bir ortaya çıkmaya başladı.

Bilim kurulunun hazırladığı taslakta bu konuda, “Kılık ve kıyafetinden dolayı hiç kimse yükseköğrenim hakkından mahrum bırakılamaz” ve “Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” diye iki alternatif yer alıyor. AKP tarafından önce kılık-kıyafetle ilgili bir konunun anayasalarda yer alamayacağı duyuruldu, sonrasında ise, “anayasaya böyle bir madde konulması halinde cüppe, çarşaf ve bikini ile girmenin önüne geçilemeyeceği” gibi anlamsız bir eleştiri karşısında AKP’nin “devrim yasalarıyla buna set çekeceği” konuşulmaya başladı. Ve madde “İnkılâp Yasaları’na ve genel ahlâka aykırı olmamak kaydıyla yükseköğretimde kılık ve kıyafet serbesttir” haline getirildiği söyleniyor. Bu haliyle yeni anayasaya girmesi hiçbir sorunu halletmeyecektir. Çünkü, her defasında “devrim yasaları” denildikçe “laiklik” ön plâna çıkarılıp, yasak devam ettirilecektir.

Bu işin bir yönü… Diğer bir yönüne gelince, henüz resmen ortada bir taslak yokken, Rektörler Komitesi’ni alelacele toplayan YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in, başörtüsü yasağının yıllardır Anayasa Mahkemesinin konuyla ilgili bir başvuruda yaptığı yoruma dayandırıldığını sürdürüldüğünü unutarak, başörtüsü yasağının anayasa değişikliği ile kaldırılamayacağını söylemesidir. Bu fikirde olan bazı çevreler yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.

Bu yüzden insan haklarına aykırı bu yasağının sürdürülmemesi için açık ve seçik bir şekilde yeni anayasada yazılması gereklidir. Yıllardır onbinlerce mağduriyete yol açan bu madde, eğer koyulmazsa özgürlükçü olacağı söylenen anayasanın bir ayağı eksik kalacaktır. Tabiî bu yapılırken bir inat uğruna görüntüsü verilmeden, işi iyice çıkmaza sokmadan, meseleyi içinden çıkılmaz bir kördüğüm haline getirmeden ve bilim kurulunun teklif ettiği alternatiflerden birisi yazılarak yapılmalıdır.

* * *

Yasakçıların bu tartışmada düşünmedikleri şey, başörtüsünün bir inanç özgürlüğü, bir temel hak, inancını yaşama hakkı olduğudur. Bu gereği düşünmeden, koca koca adamlar “sivil bir anayasa olsun, ama insanların inançlarını rahatça yaşayabileceği bir madde olmasın” diyebiliyorlar.

Bütün bu tartışmalar yapılırken, bir konu da gündemden kaçırılıyor. Kamu kuruluşlarında başörtülü memurlara uygulanan bir yasak da yıllardır var. Üniversitelerde başörtüsü yasağı tartışılırken, bu meselenin unutturulması büyük eksikliktir. Eğer bu konuda samimiyet varsa, “taslağın taslağı” taslak haline getirilirken, hem hizmet alan, hem de hizmet verenler için kaldırılması ortak düşünülmelidir.

Son olarak şu söylenebilir. Özgürlüğünün ona göresi, şunu göresi olmaz. Özgürlük bütün insanlar için geçerli olmalıdır. Bunun için de yeni anayasa kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir metin olmalıdır. Ve AB kapısındaki Türkiye’nin, AB’ye entegrasyonunu sağlayacak bütün özgürlükleri kapsamalıdır. Zira, AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn de “temel özgürlükler içeren bir anayasa Türkiye’yi AB’ye daha fazla yaklaştıracağı”nı vurgulamıştır.

Bu aşamadan sonra demokratik, sivil, özgürlükçü bir anayasadan geri adım kesinlikle atılmamalıdır.

21.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri