Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Yanlışın kim tarafından yapıldığı önemli mi?



“Yanlış yanlıştır, kimin yaptığına

bakılmaz” mı?

Yukarıdaki cümle, ilk etapta doğru gibi görünüyor. “Yanlış yanlıştır, kim yaparsa yapsın” gibi bir sonuç var orta yerde. Ama biraz daha üzerinde düşünüldüğünde, yanlışı kimin yapıyor olduğunun gerçekten önem arz ettiği anlaşılıyor. Nasıl mı?

Bir yanlışın, ‘yanlış’ olduğuna inanmayan bir insanın yaptığı o yanlış ile; o yanlışın yanlış olduğuna inanan birisinin, bile bile o yanlışı yapması aynı mıdır? Elbette hayır.

Sizin günah olarak değerlendirdiğiniz bir davranışı, günah olarak değerlendirmeyen bir insanın yapması ile; aynı davranışı, günah olarak değerlendiren sizin, yine günah olarak yapmanız arasındaki fark açıktır.

Bir de, bir kişinin ‘yanlış’, ‘günah’, ‘mümkün’, ‘mümkün değil’ tanımlamalarının hangi şartlarda olduğunu iyi gözlemlemek gerekiyor. Yani ‘mümkün değil’ dediğiniz şeyler, hangi şartların ‘mümkün değil’idir. ‘Haram’ dediğiniz şeyler hangi şartların ‘haram’ı, hangi şartların ‘helâl’idir, bilmekte fayda var. Ancak bu bilginin değerlendirmesini kendimize göre yapamayız.

Nitekim zamana, mekâna, şartlara göre değişmeyen ‘yanlış’, ‘doğru’, ‘helâl’, ‘haram’ kavramları bulunmaktadır. ‘Yanlış’ı, ‘doğru’yu; ‘haram’ı, ‘helâl’i kendi hayat biçimimize göre belirlemeye kalkarsak, o zaman herkes kendi şartlarına göre bir ‘helâl’ tanımlaması veya ‘haram’ tanımlaması yapar hale gelecektir. Bu da, düşünce anarşisinden başka bir şey olmaz.

‘Doğru’nun hangi şartlarda doğru, ‘yanlış’ın hangi şartlarda yanlış; ‘helâl’in yine hangi şartlarda ‘helâl’, ‘haram’ın hangi şartlarda ‘haram’ hükmü kazandığına insanlar değil, ‘helâl’ ve ‘haram’ olgularını tanzim eden İlâhî kudret koymuştur.

Şartlara göre İlâhî emirleri değil; şartları, İlâhî emirlere göre düzenlemek esastır.

İlâhî emirler, insanlığın dünya-ahiret mutluluğunu amaç edinirler. Onun için de insanlık ne derece onlara bağlanırsa kurtuluşa; ne derece de onlardan uzaklaşırsa, dertlere, sıkıntılara maruz kalmaktadır. İnsanlık tarihi bu yorumu doğrulayan örneklerle doludur.

İnsanların kırılma noktalarının başında, genelde maaş, makam, mevki, imkan gibi hususlar gelmektedir. Yani günümüzde pek çok insanın maaşı, makamı, imkanı için neredeyse vermeyeceği bir ‘değer’ kalmamış bulunuyor. Aslında korkulan da budur, çünkü bu nokta insanların maddileştikleri noktadır. Derd-i maişet meselesi, diğer meseleleri adeta silip süpürüyor. Madde, mânâya galebe etmiş durumdadır.

Meselâ mukaddesatına müdahale edilen insan pek bir tepki vermeyebiliyor iken, aynı insan maaşının küçük bir bölümüne dokunulduğunda her türlü tehlikeyi göze alabilecek adımlar atabilmektedir. İnsan davranışları, neye ne kadar önem verdiği ile alakalıdır.

Makamların, imkânların, maaşların insanları nasıl değiştirdiğini, nasıl kendine benzettiğini, tabir yerindeyse nasıl tepelediğini, diğer çalışma alanlarında olduğu gibi, günümüzde, siyaset sahnesinde de oldukça yakinen görmekteyiz.

Bir makam uğruna inanmadığınız şeyleri yaşar hale geliyorsanız, bir makam uğruna içinize sinmeyen şeyleri yapar hale geliyorsanız; siz makamı değil, makam sizi kendine (değerlerine) benzetiyor demektir.

“Burada ben varım” dediğiniz makamda sadece bedeninizle oradaysanız, siz bir hiçsiniz. Bu vaziyet, kendi kişisel menfaatleri için yapamayacağı şey olmayan, veremeyeceği taviz olmayan bir yapıyı akla getirir. Böyle bir yapıdan da ancak Allah’a sığınılır.

Değerlerinizi taşıyamadığınız, değerlerinizi yaşayamadığınız makam sizin değildir.

“Hakiki siyasetçi dindar; hakiki dindar da siyasetçi olamaz”

Bediüzzaman, siyaset sanatıyla ilgili olarak, hakiki anlamda siyasetle iştigal edenlerde dinin; din işleriyle hakiki anlamda ilgilenenlerde ise siyasetin, ikinci, üçüncü derecede kaldığını, tebei hükmüne geçtiğini belirtmektedir.

Onun için dindarlığı dikkate alınarak oy verilen zevatın, bu gün gelinen noktadaki ‘zavallı’ pozisyonu hakikaten içler acısıdır. Yani içlerinde gerçekten dini duygular ağır basıyorsa, yürekleri ‘cız’ ederek, (Her türden içki ikramlarına ev sahipliği yapmaları) inanmadıkları söylemleri inanıyormuş gibi takdim etmeleri; içlerinde siyaset ağır basıyorsa da, ondan dine faydalı işler yapsın diye oy verenlerin (ehl-i vicdan) yüreklerindeki ‘cız’lar dikkat çekicidir.

Bu iki kavramın yan yana gelmesinin imkânsızlığına dikkatleri çeken Said Nursî, siyasetçi ile dindarın, dindar ile siyasetçinin ortak tanımlama içerisinde bulunamayacağına işaret etmesi, şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.

Asıl zor olan da; dindar olup, siyasetçi de olmak

Bediüzzaman’ın eserlerinde, içine girilmesi çok zor olan bu (siyaset) elbisenin ölçüsü dikkatlere sunulmuştur. O’nun, ‘halkın yüzde altmış yetmişi hakiki dindar olmak kaydıyla, böyle bir anlayış ancak siyaset başına geçebilir’ kaydı bulunmaktadır.

Bu ölçü dikkate alınmadan, ‘din referanslı’ (ya da öyle tanımlanarak) siyasete soyunulduğunda, oldukça yorucu ve zor bir süreç üstlenilmiş olunacaktır. Bu süreçte kişi yıpranması bir tarafa, o kişinin şahsına yüklenen misyon veya değer yargıları gibi, milletin ortak malı olan bir takım olgulara da (mukaddesata) saldırılar kendini gösterecektir. Birilerinin siyasî hırsı yüzünden, umumun mal-ı mukaddesi olan değerlerin örselenmesi, sulandırılması o mukaddesata yapılabilecek en büyük düşmanlıktır. Bu tutum ise, farkında olarak ya da olmadan, içeriden mukaddesata yapılan bir yıkım hareketidir. Asıl tehlike içeren budur. Yani bazı eylemler dışarıdan yapılsa çok daha büyük tepkiler içerecek iken, böylelikle tepkiler de bir şekilde giderilmiş olmaktadır. Din ve vicdan özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilen pek çok uygulamalar, başta dini konulara yakın bir hükümet bulunduğu için, ehl-i imanın tepkileri bile en aza indirilmiş bulunmaktadır. Bu da düşündürücü.

Bu konunun farklı bir veçhesi olan, kendisine bağlı kurumların saygısız tavırları karşısında seyirci kalmak, bir siyasetçi için ne kadar hazmedilir bir durumdur, bu işin detay bir güncel malzemesidir. Yine de böyle bir görüntü içerisinde yaşamak, makam ne kadar büyük olursa olsun, içinde yaşayanı ya da üzerinde oturanı o nispette küçültecektir.

Oy veren vatandaş ise, oy verdiği siyasetçilerde her içine sinmeyen davranışları gördükçe, yüreğinden ‘cız’lar gelmeye devam ederek yaşamak olacaktır.

Özellikle son günlerin gündem maddesi olan ‘sivil anayasa’ konusunda duamız odur ki, hükümet kanadı, kendisinin dışındaki insanların varlığından rahatsız olan yarasa zihniyetlilerin çirkin tavırları yüzünden ürkmesin ve arkasındaki milletin bu kadar desteğini görmezden gelmesin.

Siyasetçi eşi olmak ne zor bir görevdir

Gelişmemiş demokrasilerde siyasetçi olmak zor olduğu gibi, siyasetçi eşi olmak da zordur. Eşin yüksek makamlara seçilecek, ama hayat arkadaşının o sevinçli gününde sevincini paylaşamayacaksın. İkinci değil, beşinci sınıf insan muamelesine maruz kalacaksın. Evine gelen hanımefendilere ‘hoş geldiniz’ diyemeyeceksin. Olacak şey değil. Yine de fıtratlarındaki şefkatleri gereği, ‘yeter’ deyip ortalığı birbirine katmıyorlar.

Doğrusu, böyle olgunlaşmamış demokrasilerde, siyasetçi olmak da, siyasetçi eşi olmak da taşınır yük değil. Siyasetçilerimize dua edelim, gerçekten işleri çok zor. Yukarıya da tüküremiyorlar, aşağıya da. Ama ne yaparsın ki, bunu bilerek, isteyerek ve kabul ederek giriyorlar.

Böyle bir tabloda, seçilenlere mi kızarsın, seçenlere mi ya da olgunlaşmamış demokrasiye mi? Yoksa çaktırmadan hiçbir şey yokmuş gibi yaşayıp gider misin?

Siz şu an hangisini yapıyorsunuz?

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

Adım adım hürriyet



Cenâb-ı Hakkın insana tevdî ettiği emanetin en mühim cüzlerinden olan “ene” yani ben duygusunun suistimali, en geniş mânâda etrafına tahakküm etme, baskı kurma ya da diğerlerini kendi hizmetinde çalıştırma şeklinde tezahür etmiştir. Elbette insanlar birbirine ihtiyaç duyacaktır. Ancak bu ilişkiler mutlaka bir adalet ve eşitlik çerçevesinde, hak ve hukuk korunarak bir yardımlaşma şeklinde olmalıdır.

İlk toplumlardan itibaren insanlar fertlerin hak ve hukukunu korumak ve yardımlaşmalarını kolaylaştırmak maksadıyla devletler ve hükümetler kurmuşlardır. Meselâ ABD’nin kuruluşundaki Bağımsızlık beyannâmesinde: “Bu hakları güvence altına almak için, insanlar aralarında bir hükümet oluşturur” denilmektedir. Yani devletler ve hükümetler millet ya da halk için vardır, onlara hizmet etmekle yükümlüdür. Halk ya da millet kendi aralarında bir devlet oluşturur. Bazılarının yaptığı gibi bir ülke ele geçirilip kendine göre bir halk oluşturarak onları kendine ve menfaat gruplarına hizmet ettirmek değil.

İnsanlar tarihin ilk devirlerinden bu yana hürriyetlerinden nasıl vazgeçmedilerse, bir kısım insanlar ya da organizasyonlar da bunları köleleştirmek ve kendine hizmet ettirmekten hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Şüphesiz tarihin akışı her zaman düz bir çizgi şeklinde gitmemiştir. Ancak, insanların hürriyet talepleri hep artış yönünde bir yol izlemiştir. Teknolojinin paylaşımı, haberleşmedeki tekelciliğin kırılması ve yaygınlaşmasıyla sömürgecilerin ve diktatörlerin olağanüstü insanlar olmadığı, hatta belirli saplantıları ve zaaflarının olduğunun anlaşılması hürriyet taleplerini en üst noktalara çıkarmıştır.

Zamanın akışı içerisinde artık bir memlekete sömürge valisi atanarak yönetmek devri çok gerilerde kalmıştır. Ancak niyetler değişmemiştir. Toplumların her bir ileri adımına karşı, bir mânâda geri adım sayılsa da, sömürgeceler de yeni bir taktik geliştirmişlerdir. Bilindiği gibi sömürge valileri yerini yerli diktatörlere çoktan terk etti. Yabancılar kendisine hizmet edecek diktatörleri yerlilerin içinden seçiyordu. Bu taktik yaklaşık bir asra yakın işe yaradı. Ancak bunun da sonu geldi. Yükselen tepkiler karşı tarafın yeni bir taktiği ile cevaplanıyor. Batı ya da temsilcileri şimdi “Bana hizmet edecek kişiyi artık siz seçin. Bu sizin demokratik hakkınız” diyor. Bizim gibi yaşayan, bizim gibi düşünen birisi. Tepede öyle birisi varsa, artık her şey güvendedir!

Tarihin en büyük diktatörlerini çıkaran yirminci asrın en belirgin hususiyeti ideolojilerin ve milliyetçiliğin yükselen değer olmasıydı. Yabancının elinden kırbacı güya zorla alan yerli, kırbaç aynı şekilde işlemeye devam etse de, kahraman oluyordu. Çünkü o bizden idi. Maalesef ideolojiler ve milliyetçilik sömürü, baskı ve zulmü perdelemek için kullanılmıştır. Toplumlar bu saplantılarla zulme seyirci kalmış, sömürüyü kavramakta zorlanmış, vatan-millet endişesiyle pek çok şeye katlanmıştır.

Artık bundan sonraki dönem daha demokratik dönemler olacak. Fakat önemli olan satranç tahtasındaki oyunun sonuçları. Kırbaç aynı şekilde Asya’nın sırtında işlemeye devam ediyorsa, kaynaklar yine yağmalanıyorsa, yasaklar ve ihtilaflar ile toplum kamplara ayrılıyorsa, sefalet yine diz boyu ise sadece kendimizi kandırıyoruz demektir. Halk istediğini seçebilmenin ve iktidar nimeti denilen sus payının rehavetini bir süre yaşayacaktır. Fakat ileriye götürülemeyen her adımın mevcudu muhafaza değil geriye düşüş ile sonuçlanacağını unutmamak gerekiyor.

Kötümser bir yaklaşım ama halkın eline bir şey geçtiyse mutlaka içi boşaltılmıştır. Ya da elinden tekrar alınıp boşaltılarak geri verilir: Darbelerle hükümetlerin içinin boşaltıldığı gibi. Şimdi artık devletlerin içinin boşaltılıp sahiplerine terk edilme sırası geldi. On beş yirmi sene sonra iyice küreselleşen dünyada “Devlet de artık fazla bir şey değilmiş” diyecek devletin taliplileri.

İkinci Dünya Savaşının mağlupları birlik ve beraberlik ve demokratikleşme sayesinde geçen zaman içinde zararları asgariye indirmiş, orduları olmamasına rağmen yine de kendilerini yönetir hâle gelmişlerdir. Asya için ise Birinci Dünya Savaşının tortuları hâlâ temizlenememiştir.

Belki de hatanın ekseriyeti siyasetten çok şey beklemekte. Siyasetten beklenen şey aslında kolay lokma olmamak için ideolojilerden sıyrılarak birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır. Hataların en aza inmesi ve dış baskıların tesirinin kırılması için karar mekanizmasına mümkün olan en büyük katılımın sağlanması maksadıyla demokratikleşmenin gerçekleştirilmesidir.

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Güçlü şâir, yenilmez padişah



Günün Tarihi 22 Eylül 1512

Osmanlı tarihinin en kudretli padişahlarından biri olan Yavuz Sultan Selim vefât etti.

Son seferine çıkma hazırlığı içinde olan Yavuz Selim, yakalandığı “şirpençe” hastalığından kurtulamayarak, henüz çok erken sayılacak bir yaşta hayata vedâ eyledi.

İttihad-ı İslâmı hedef alan Sultan Selim'in kahramanlığından, cihangirliğinden, şimdiye kadar çeşitli vesilelerle söz ettik.

Vefatının 487. yıldönümü vesilesiyle, bugün de onun şairliği ve söz ustalığı tarafına bakmak istiyoruz.

Hayatını birlik–beraberliğe adadı

Osmanlı padişahlarının çoğu, aynı zamanda iyi birer şairdir. Fakat, Sultan Selim'in şairliği, çok daha başka bir seviye ve sûrette görünüyor.

Mısralarının, kıt'alarının içinde çok boyutlu bir san'at derc edilmiş. Keza, veciz sözleri de öyle...

Ümmetin (milletin) birliğini, beraberliğini hayatının en büyük gayesi haline getirmiş olan Sultan Selim'in şu mısraları, tarih boyunca dillere destan olmuştur:

Milletimde ihtilâf-u tefrika endişesi,

Kuşe-i kabrimde hatta bîkarar eyler beni.

İttihatken savlet-i a’dayı def’a çaremiz,

İttihad etmezse millet, dağdâr eyler beni.

Günümüz Türkçesiyle mânâsı:

Milletimin ayrılma bölünme endişesi,

Mezarımda dahi rahatsız eder beni.

Saldırgan düşmanlara karşı birleşmek iken çâremiz,

Birlik olmazsa, kızgın demirle dağlanmış gibi yanarım.

Satranç ve şiirdeki ustalığı

Saltanat ve hâkimiyetin zirvesinde olduğu günlerde "Dünya bir padişaha çoktur amma, bir padişaha da az gelir" diyen Sultan Selim'in gençlik (şehzadelik) dönemine ait çok ibretli rivâyetler var.

Bunlardan biri de Şah İsmail ile aralarında geçen satranç oyunlu bir muhaveredir.

Yıllar sonra savaş meydanında (Çaldıran, 1514) karşı karşıya gelecek olan bu iki rakip şahsiyet, Selim'in gençliğinde de her nasılsa satranç oyununda karşı karşıya gelmişler.

Çok usta bir oyuncu olan Şah İsmail, satrançta genç rakibine yeniliyor. Bu, onun hayattaki ilk yenilgisidir.

Şah, çok etkilenir ve yaman rakibi Selim'in yanağını okşayarak, dostluklarının devamını diler.

Ayrıca, dostluğun hatırına ve oyundaki ustalığına mükâfaten, genç Selim'e çıkarıp bir kese de altın bahşeder.

Satrantça olduğu kadar, şiirde de harikulâde bir usta olan şehzâde Selim ise, Şah İsmail'e çok yönlü san'at ve marifetle yüklü şu dörtlükle mukabele eder:

Sanma sakın herkesi sen sadıkâne yâr olur.

Herkesi sen dost sanarsın; belki ol ağyâr olur.

Sâdıkâne belki ol âlemde serdar olur.

Yâr olur, ağyar olur, serdar olur, dildâr olur.

İlk mısrası diğer mısra başlarıyla, son mısrası ise diğer mısra sonlarıyla mükemmel bir uyum ve âhenk içinde olan bu dörtlük, esasında Sultan Selim'in şiirde ve edebî san'atta da zirve bir şahsiyet olduğunu gösteriyor.

Şiirin günümüz Türkçesiyle mânâsı:

Şahım, sen öyle herkesi kendine sadık dost sanma

Senin dost sandıkların, belki de düşmanın olur

Belki de o âlemde sözü geçen bir hakan olur

Dost olur, düşman olur, hükümdar olur, sözü geçen olur.

Hafsa Sultana düşkünlüğü

Rakip tanımaz bir cihan padişahı olan Sultan Selim, bir eş olarak da hâlis, sâdık ve mükemmel bir insandır. Hanımı olan Hafsa Sultana aşk derecesinde bağlıdır.

Hafsa Hanım Sultana olan kalbî bağlılığını şu mısralarla dile getirir:

Şîrler, pençe-i kahrımdan olurken lerzân;

Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek.

Yani: "Arslanlar bile kuvvetli pençemden korkup titrer iken, felek beni bir ceylân gözlüye düşkün eyledi."

Hafsa Sultan, aynı zamanda istikbâlin "Kànunî"si olacak olan Sultan Süleyman'ın da annesidir.

Hediye ve ikrâm tarzı

Son olarak, yine Şah İsmail ile aralarında geçen bir hadiseyi kısaca naklederek bitirelim.

Sultan Selim tahta geçtikten sonra, en büyük rakibi ve hasmı Şah İsmail olur. Aralarında elçiler gelir gider, hatta dokunaklı hediyeleşmeler ve mektuplaşmalar olur.

Şah İsmail, rivâyete göre Sultan Selim'e gönderdiği mücevher dolu bir paketin altına hayvan dışkısı (tezek) koyar. Maksadı, rakibini hiddete getirip hissî davranmaya sevk etmek.

Buna mukabil, Sultan Selim de ona gönderdiği hediye mücevherlerin yanına bir paket hâlis Osmanlı lokumunu koyar ve lokum paketinin altına da şu ifadeyi yazar: "Herkes yediğinden ikram eder, İsmail!"

Erkeğe sadelik yaraşır

Sultan Selim'e göre, süs kadınlara mahsus; erkeklere ise sade hayat tarzı yaraşır.

Kendisi de sade hayat telâkkisini benimsemiş ve öyle giyinip kuşanmıştır. Sade ve kaba çuhadan giyinir, düz ve sade patiskadan elbiseler yaptırır.

Öyle ki, Fatih semtinde kendi adına Mimar Sinan'a yaptırmış olduğu Sultan Selim Camiini de, olabildiğince sade inşa ettirir.

Haliç'e nâzır bir tepede inşa edilmiş olan bu cami ve külliyeyi ziyaret edenler, mimarideki sadeliği hemen fark ederler.

Kendi türbesinin de bulunduğu aynı yerde, Sultan Selim'in bazı hatıra eşyaları da (çamurlu cübbe gibi) camekânlı sandukçalar içinde muhafaza ediliyor.

Din–i mübin–i İslâma ve İslâm birliği dâvâsına pek büyük hizmetleri olan Osmanlı'nın bu ilk Halife Sultanını bir kez daha rahmet ve mağfiretle yâd ediyoruz.

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İmân, Müslümana nasıl bir kişilik, karakter kazandırır?



Kişiliğimizin oluşmasında önemli bir rol oynayan ahlâk; tarih boyunca; peygamberlik müessesesi ve felsefenin temel uğraşı olagelmiş. Ve akl-ı selîm, şu hususta ittifak etmiş:

Ahlâkı güzelleştirmenin iksiri dindir, imandır. Çünkü, yüksek ahlâkın imtizâcından yüksek haller çıkar.1 Yüce seciye ve hasletlerin kaynağı Kur’ân ve imân;2 ahlâkı bozan aşırılıkları “vasat”a çeker, “denge”ler.

Mü’minin kişilik, karakter, huy, mizâç ve ahlâkını Kur’ân şekillendirir. Müslümanın anlamı; emin olunan, güvenilen kişi demektir. Güzel ahlâkın bütün unsurlarının; kişilik, huy, mizâcını oluşturduğu Kur’ân’ın hâlis talebesinin temel karakteri şöyle tezahür eder: Kulluk şuuruna varan mü’min, en büyük yaratılmışa da ibâdete tenezzül etmez. Cenneti bile ibâdetine gaye kabul etmeyen azîz bir kul. Mütevâzi, selîm, halîmdir, fakat, Yaratanından başkasına; izni haricinde, kendi isteğiyle tezellüle tenezzül etmez. Aciz ve fakirdir. Fakr ve zaafını bilir. Mâlik-i Kerîmi ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine dayandığı için, gayet güclüdür. Yalnız Allah rızası ve fazîlet için çalışır.3 İffet, hayâ ve izzet sahibi olan Müslüman, başkalarına avuç açmayı şânına yakıştırmaz. Sebepperest değildir. Ama, onların Allah’ın tabiata koyduğu tekvinî kanunlar, fıtrî şeriat olduğunu bilir, riayet eder. Çalışmasını yaptıktan sonra tevekkül eder, kısmetine razı olup kanaat eder.

İmânın özelliği olduğundan doğru, dosdoğru; dürüst ve samimîdir. İslâmiyete bağlı olduğu nisbette gururdan uzaktır.4 Yalanın; küfrün esası, nifakın alâmeti olduğunu bilir; asla tenezzül etmez. Daima teşekkür eden; nimeti hafife alan israftan kaçınan bir muktesittir. Cömert, iyiliksever, diğergamdır ve paylaşmaktan zevk alır. İyilikleri başa kakmaz. Helâl-haramı bilir, gayrın malına göz dikmez. Dünya ve mal sevgisine kalben yer vermez. Fakat, din ve dünya hukuku için hayatını bile fedâ etmekten çekinmeyen cesâret âbidesidir.

Suçlar aleniyete dökülmedikçe daima hüsn-ü zan ile iyi düşünceler besler. Affedici, hoşgörülüdür. Küçük, yaşlı, nazik ve nazenin mahluklara şefkat; büyüklerine hürmet eden; kibirden uzak tevâzu timsâlidir. Her fenâ haslet gibi, riyakârlıktan da nefret eder.

Rûhunda kin ve düşmanlık olmayan hakikî bir Müslüman; hiçbir zaman anarşist/terörist olamaz.5 Gıybeti, “âciz ve korkak insanların kullandıkları alçak bir silâh” görür. Sözlü şiddet olan dedikodu bile yapmaz. Aldanır, fakat aldatmaz. Hileye tenezzül etmez. Alçakgönüllü, mûnis bir dosttur.

Nazarîye/teori seviyesindeki bu bilgi ve hasletler; imânla kafa, gönül, akıl, kalb ve vicdanlarda tesbit edilir; ibâdetlerle pratiğe dökülür. Sevap-günah, emir ve yasak, helâl ve haramlarla teşvik, takviye edilir, pekiştirilirler. Ve mü’minin kişilik, huy, karakter ve mizacını yüksek seviyede oluştururlar.

Mü’minin kişilik yapısının özeti, düşünen, mütefekkir, müdakkik, gözlemci, akıl ve zekâ melekelerini geliştiren; Allah ve kul/insan haklarına saygı gösteren hürriyetçi; âdil, hakperesttir. Dünyayı zikirhâne, kâinatı kitap görür.

İşte, bir mü’min içtimâî-siyasî, sosyal hayata veya bir cemaate “halim, selim, mütevazi olarak ve herhangi bir beklenti içine girmeksizin” Allah rızası için dahil olur. Veya, bu hasletleri edinmeye çalışır.

Acaba davranış, fiil ve hareketlerimizin kaynağı nedir? Bu psikolojik boyutu da gelecek alt başlıkta değerlendirelim.

Dipnotlar:

1-İşârâtü’l-İ’câz, s. 162; 2-Tarihçe-i Hayat, s. 198; 3-Sözler, s. 122; 4-Sünûhat, s. 37; 5-Mesnevî-i Nûriye, s. 6

22.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Fıtır sadakası ve hükmü



Abdullah Bey:

*“Fıtır sadakası ne demektir? Hükmü nedir? Ne zaman verilir? Ne kadar verilir? Ramazan ayında fıtır sadakası vermenin hikmeti nedir?”

Ramazan ayında Cenâb-ı Hakk’ın maddî-manevî rahmeti ve bereketi yağmur gibi üstümüzde.

Beklediğimiz berekete denk, bizim de gönlümüz cömert olmalı. Elimiz hayra açık olmalı. İmam-ı Azam’ın, “Hayırda israf olmaz; israfta da hayır olmaz” sözünü en fazla yaşayacağımız bir ayın içerisindeyiz.

Resûlullah Efendimiz (asm) insanların en cömerti idi. Ramazan ayında Cebrail (as) ile karşılaştıkları zamanlarda ise, cömertlikte bir derya kesilirdi. Öyle ki, Cebrail (as) her akşam gelirdi ve Resûl-i Ekrem (asm) ile karşılıklı Kur’ân okurlardı. Böyle zamanlarda Allah Resûlü (asm), rahmet yüklü bulutlardan daha fazla cömert olurdu.

Resûlullah (asm) buyurur ki: “Sadaka malı noksanlaştırmaz. Allah, bir kulunun afta hissesini ziyade kılarsa, onun izzetini de artırır. Allah için tevazu gösteren bir ferdi, Aziz ve Celil olan Allah muhakkak yükseltir.”

Vermekle kaybetmeyiz. Bize veren Rabb’imizin rızasını tahsil etmek vermemize bağlı olduğu gibi, âhiretteki servetimiz ve zenginliğimiz de vermemize bağlı. Hatta vermekle düpedüz, âhiretteki kendimizi gözetmiş oluyoruz.

Gücümüzü aşan bir şey veremeyiz hiç şüphesiz. Ancak kendi çapımızda kucak açabileceğimiz, elinden tutabileceğimiz, gönlünü alabileceğimiz, sevindirebileceğimiz Allah kulu muhakkak düşer payımıza.

Payımıza düşeni baş tâcı yapabilirsek, Allah’ın taksim ve takdirine rıza gösterebilirsek, Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak’ın bizimle fakrımıza göre değil, Kendi zenginliğine göre muâmele yapmasını hak etmiş olmaz mıyız?

Fıtır veya fıtra, “yaratılış” demektir. Fıtır Sadakası ise, Ramazan bayramına kavuşan ve aslî ihtiyaçları dışında belli bir miktar mala sahip olan Müslümanların kendileri ve velâyetleri altında bulunan kimseler için yerine getirmekle yükümlü oldukları mâlî bir ibadettir, bir yaratılış sadakasıdır. Vaciptir. Kişi başına konmuş bir malî ibadet olması cihetiyle baş-göz ve beden zekâtı da denmektedir.

Fıtır Sadakası, orucun kabulüne ve kabir azabından kurtulmaya vesiledir. Ayrıca Ramazan ayı içerisinde yapılan hata ve kusurlara da bir kefarettir. Resûlullah Efendimiz’in (asm) oruçlunun boş, çirkin ve kötü sözlerinin günahından arınması ve fakirlere bir azık olması için fıtır sadakasını emrettiğini İbn-i Abbas (ra) rivayet eder.

Fıtır Sadakasını, aslî ihtiyaçları dışında nisap miktarı mala sahip olan herkes vermekle mükelleftir. Bu malın üzerinden zekâtta olduğu gibi bir yıl geçmesi şart değildir. Bayram namazından hemen önce nisap miktarı mala kavuşan bir kimse Fıtır Sadakasını vermekle mükellef olur.

Nisap ölçülerine sahip olmayan fakir Müslümanlar da Fıtır Sadakasını verebilirler. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Allah zenginlerin malını fıtır sadakasıyla temizler. Fakirler ise verdikleri zaman Allah fazlasıyla yerini doldurur.”

Özürleri olsun olmasın, oruç tutmayan kimseler de fıtır sadakası vermekle mükelleftirler.

Fıtır sadakası kendilerine zekât verilebilecek kimselere verilir.

Bir fitre ancak bir kimseye verilir. Fakire fitre verirken, bunun fitre olduğu söylenmese de olur. İçinden fitre niyetiyle vermesi kâfidir.

Fıtır sadakasının verilme zamanı, dört mezhebin ortak görüşüne göre, Ramazan Bayramının bir veya iki gün öncesi ile Ramazan Bayram Namazı arasıdır. Hanefîler ve Şafiîlerce yaygın görüşe göre ise, fıtır sadakası Ramazan ayı içerisinde de verilebilir. Yoksulların ihtiyaçlarını bir an önce giderebilmeleri için uygun zaman dilimi ve uygun ortam bulunduktan sonra hemen vermek en tavsiye edilen şeklidir.

Fıtır Sadakası bayramdan sonraya kadar verilmemiş ise, zimmetten düşmez; zimmeti devam eder ve ilk fırsatta kazaen verilmesi gerekir. Ancak fitreyi bayramdan sonraya bırakmak günahtır.

Fıtır sadakasını herkes bizzat kendisi verebileceği gibi, aile fertleri namına aile reisi de verebilir. Bayram gecesi doğan çocuğun fitresini de, aile reisi vermelidir.

Fitrede esas olan, bir fakirin bir günlük yiyeceğini temin etmektir. Fitre miktarı kişi başına buğdaydan yaklaşık bir buçuk kilogram; arpa, kuru üzüm ve hurmadan üç kilogram üzerinden hesap edilmelidir. Günümüzde ekonomik değerlerin çok değişmesi nedeniyle, eğer bu miktarlar veya bunların parasal karşılıkları bir fakiri bir günlük doyurmaya kâfi değilse takviye yapılmalı ve artırılmalıdır.

Fıtır sadakası için, kişi başına asgarî bir rakam söylememiz gerekirse, yaklaşık beş milyon liradır. İmkânı yerinde olanlar bu rakamın üzerine çıkabilirlerse, şüphesiz daha faziletli ve daha makbul olur.

Böyle sevinç ve rahmet günlerinde fakirleri ve ihtiyaç sahiplerini el avuç açmaktan kurtarmak, onların günlük yiyeceklerini, verilecek fitrelerle kâmilen temin etmek hiç şüphesiz büyük bir himmet ve gayrettir.

Allah kabul etsin. Âmin.

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Referandum sancısı



Seçimlerin ikinci ayı da geride kaldı. Bu zaman zarfında TBMM Başkanıyla Cumhurbaşkanı seçimi ve yeni kabinenin teşkil edilip Mecliste güvenoyu alması dışında kayda değer hiçbir gelişme olmadı. Ve herkes beklemede.

Gelinen noktada beklentiler yeni anayasa üzerinde odaklanmış durumda. İç kamuoyunun da, AB mahfillerinin de gözü yeni anayasada.

Ancak son gelişmeler, özellikle rektörlerin ve Yargıtay Başsavcısının çıkışları üzerine oluşan hava, anayasa meselesini zora sokacak gibi.

Oysa yeni anayasa hamlesi eksiğiyle, gediğiyle de olsa başarılmalı ki, icraatın önü açılsın ve bu arada uzun süredir reformların aksamasını haklı olarak eleştiren AB Kasım ayında açıklayacağı ilerleme raporuna önemli bir gelişme olarak bunu kaydetsin ve de süreç sür'atlensin.

Yoksa AB yolundaki patinaj ve buna bağlı olarak demokratikleşmedeki tıkanma aşılamaz.

Öte yandan, 21 Ekim’de yapılacak referandum AKP’nin başını ağrıtacak gibi görünüyor.

Halkoylamasına sunulacak olan paketin özellikle “11. Cumhurbaşkanını halk seçer” maddesi şimdiden sıkıntılı tartışmalara konu oluyor.

Nitekim YÖK Başkanı bunun işaretini verdi.

AKP bu madde için “Meclis o işi sonuçlandırdığına göre kendiliğinden geçersiz olur” diyor, ama konuyu hafife alan bu gayri ciddî yaklaşım, partiyi zora sokabilir.

AKP’nin savunduğu görüşe göre, Gül’ün Meclis tarafından 11. cumhurbaşkanı seçilmesiyle, pakette yer alan o maddenin uygulanma imkânı ortadan kalktı. Peki, o zaman niye halkoylamasına sunuluyor?

Yine aynı pakette, 11. cumhurbaşkanı seçiminin, paketin referandumda kabulünden kırk gün sonra yapılacağına ilişkin bir başka geçici madde daha var.

Yani, tam bir kargaşayla karşı karşıyayız.

Ve bu kargaşa, bulanık suda balık avlamak isteyenlerin arayıp da bulamayacakları cinsten. Nitekim hukuk uzmanlığını rejim muhafızlığı için kullananlara gün doğdu. “Gül’ün cumhurbaşkanlığı, paketin halk oyuyla kabul edildiği gün biter” diye şimdiden bayrak açanlar var.

İşin bir diğer boyutu, Gül’ün cumhurbaşkanlığının bitmesi varsayımında, yine aday olmasının anayasa engeline takılması ihtimali. “Pakette halkın seçeceği cumhurbaşkanının 5+5 formülüne göre ikinci kez adaylığı mümkün, ama bu, eski kurallara göre Meclis tarafından seçilen Gül için geçerli değil” diyenler var.

YSK, paketin referandumda kabulü halinde o maddeyi ayrıca değerlendirerek, cumhurbaşkanı seçimi için de ayrı bir sandık koyup koymayacaklarına karar vereceklerini deklare etti.

“Yeni bir referanduma gerek yok” derse sıkıntı olmaz, ama aksi yönde karar verirse iş zor.

Öyle ki, bu referandumda AKP’nin kendi hazırladığı pakete “hayır” oyu verilmesi için kampanya açmaya hazırlandığı iddiaları dahi konuşuluyor. Zira paket kabul edilirse, sözünü ettiğimiz senaryolardaki riskler gündeme gelecek.

Keşke, 27 Nisan konjonktüründe tepki psikolojisiyle alel acele hazırlanan söz konusu paket, hiç değilse sonraki süreçte daha sakin ve soğukkanlı bir tavırla değerlendirilse ve bu kargaşaya meydan vermeyecek şekilde düzeltilseydi.

Veya yeni Meclis, referandum süreci başlamadan bu meseleyi halledip öyle tatile çıksaydı...

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kimden kime baskı?



Türkiye’deki bir ‘azınlık’ çoğunluğa karşı uyguladığı maddî ve manevî baskıyı devam ettirebilmek için ‘hem suçlu, hem güçlü’ pozisyonu almak istiyor. Gündeme taşınan ve ‘mahalle baskısı’ adıyla isimlendirilen bu durum, tartışmaları özetliyor.

İddia sahiplerine göre, ‘mahalle’de yaşayanların çoğu başörtülü olduğu ya da namaz kıldığı için; başörtülü olmayan ya da namaz kılmayanlar üzerinde ‘baskı’ oluşturuyor. İşte bu baskının önlenmesi için; hem başörtüsü yasağı devam etmeli, hem de ‘millet’e hiçbir konuda göz açtırılmamalı!

Bu görüşü dillendirip, ‘darbe’ çağrıları da yapmayı ihmal etmeyenlerin unuttuğu bir şey var: Türkiye’de ve dünyada yaşayan insanlar, ülkemizde kimden kime ‘baskı’ uygulandığını çok iyi biliyor ve görüyor. Doğrudur, orta yerde bir ‘baskı’ ve bunu uygulayanlar var. Ama bu baskı, ‘mütedeyyin insanlar’dan kaynaklanan bir baskı değil, aksine ‘mütedeyyin insan’ olarak yaşamak isteyenleri hedef alan bir baskıdır!

Unutanlar için, geçmişe doğru hayalî bir seyahat etmeye var mısınız? Yakın tarihimizde kimlere, kimler tarafından ve ne için ‘baskı’ uygulandı? Hayalî değil, müşahhas örnekler verelim: Kendisi ya da çocuğu Kur’ân öğrenmek isteyen ‘baskı’ gördü. Tek partiye karşı ‘muhalefet’ etmek isteyen ‘baskı’ gördü. Ezan-ı Muhammedîyi aslıyla okumak isteyen ‘baskı’ gördü. Ve gele gele “Başörtümle okumam istiyorum” diyen baskı gördü ve görmeye de devam ediyor.

Bütün bunlar ortada iken, bu konuda ‘mağdur’ olanların diğer insanlara karşı ‘baskı kurma ihtimali’nden bahsetmek mümkün müdür? Kimse, “Eski tartışmaları bırak, yaraları kaşıma, bu güne gel” demesin. Çünkü bu güne de gelsek ‘sistem’ aynı, değişen bir şey yok. Tarihten ibret almadıktan sonra ‘tekerrür’ü nasıl önleyeceğiz? Geçmişte bu yanlışlara imza atanlar, ‘tövbe’ etti mi ki bu gerçekleri hatırlatmayalım?

Aslında bütün bu tartışmaların temelinde ‘insan’ın; “abdullah” olduğunu kabul edip etmemesi yatıyor. Bediüzzaman’ın veciz ifadesiyle; “İnsanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar.” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 65) ‘Hür’ olmayı, ‘istediği her şeyi yapabilir’ şeklinde anlayan insanlar, böyle hayâlî ‘baskı’lardan da ürker, korkar. Onlara göre, Ezan-ı Muhammedî’nin okunması da, camilerin minareleri de, namaz da, Kur’ân da bir ‘baskı’dır. Hatta ve hatta, geçen yıllarda şahit olduğumuz üzere, ‘mezarlıklar’ bile bir ‘baskı’dır. Çünkü onlara ‘insan’ın fanî olduğunu ve ‘ölüm’ü hatırlatır. Hayat da, ölüm de ‘din’ ile irtibatlı kavramlardır. Daha doğrusu, ‘din’ ile ‘inanç’ ile irtibatlı olmayan bir kavram, bir tavır var mı ki?

İşte, “abdullah” yani “Allah’ın kulu” olduğunu unutanlar, mezarlıklardan da, ölümün hatırlatılmasından da, insanların namaza davet edilmesinden de, cennetten de, cehennemden de, başörtüsünden de, mescidden de, velhâsıl ucu bucağı ‘din’e dayanan her şeyden ürker ve korkar.

Öyleyse ‘temel’e, en başa dönmeli ve önce kendimiz olmak üzere bütün insanlığa “Abdullah / Allah’ın kulu” olduğumuz gerçeğini anlatmalıyız. Aksi halde, ‘korkmayın’ demekle hayalî korkuları dahi sona erdirmekte zorluk çekeriz.

“Abdullah” olduğumuzu unutmayalım...

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Din dersleri



Yeni anayasa taslağındaki din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri tartışması, bu konuda yakın siyasî tarihteki demokratik iradeyi hatırlattı…

Bu ülkenin çocuklarının dinlerini öğrenmeleri, dinlerinin temel kitabı Kur’ân-ı Kerimi tanımaları, “irtica tehlikesi” yaftasıyla mâlum zihniyetçe hep serrişte edildi. Ancak, Demokrat Partiyle başlayan demokratik direnç, milletten aldığı siyasî irâdenin lâyıkıyla hakkını verdi.

Mekteplere din derslerinin konulmasından sayıları beşyüzü aşan imam hatip okullarına, yüksek İslâm enstitülerinden ilâhiyat fakültelerine, binlerce Kur’ân kursunun açılmasından Diyanet’e seksen bini aşkın kadronun kazandırılmasına kadar, bütün dinî hizmetler, milletin hakkını ve hukukunu gözeten bu inançlı demokratik irâdeyle başarıldı.

Demokrat Parti ve misyonundan gelen iktidarlar, milletin dinini öğrenmesini din ve vicdan hürriyetinin gereği olarak hep sahip çıktılar. Halkın dinini öğrenmekten mahrum edilmesinin vicdan hürriyetine uygun olmadığını açıkça belirttiler.

Bunun için ilk ve orta dereceli mekteplere din derslerini çekinmeden programlarına koydular…

* * *

Merhum Adnan Menderes, 27 Mayıs darbesinin gerekçeleri arasında sayılan ve Bediüzzaman’ın Emirdağ Lâhikasına aldığı tek siyasî konuşma olan “Konya Nutku”nda, “Müslüman Türk milletinin evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesini, onun esasını ve kaidelerini öğretmesini, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartı” olarak görür.

Menderes’in “Mekteplerde din dersi olmayınca evlâdına kendi dinini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pek tabîi bir haktan mahrum edilmemek icâb eder” beyânının anlamı açıktır. Bu anlayışla, “mekteplerimize din dersleri koymak yerinde bir tedbir olacaktır” görüş ve irâdesinin arkasında büyük bir cesâret ve samîmiyetle durur. (Emirdağ Lâhikası, 418- 419)

Yine, “Türk milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır” dedikten sonra, “Müslümanlığı ve onun esaslarını, farîzalarını, kaidelerini kifâyetle telkin edip öğretecek öğretmenlerimizin yetiştirilmesine ayrıca gayret sarfedilecektir” sözü, okullarda din derslerini verecek öğretmenlerin yetişmesine verdiği önemin ifâdesidir.

Keza, Demokrat Parti’nin Maarif Bakanı ve Yassıada sanıklarından olan merhum Tevfik İleri’nin beyânatları, Demokrat Parti’nin ilk ve orta dereceli okullarda din dersinin lüzûmuna nasıl inandığını açıkça ortaya koyar. (Tevfik İleri, Yassıada ve Kayseri Günlükleri, Câhide İleri -Aksoy, s.37)

Meclis konuşmalarında, “İlkokul çocuğu terbiye ve telkin çağındadır, onun için biz din dersini ilkokula da koymuş bulunuyoruz” tespiti, aslında Demokrat Parti’nin din eğitimi ve öğretimi mefkûresinin özetidir.

“Bizim için yol, köprü, mektep yapmak, nasıl sırf bu millete hizmet için yapılan işler ise, din bilgisini Müslüman Türk çocuklarına en müsbet şekilde mekteplerimizde vermek de bir millet hizmetidir” bakışı, bu hususta hiçbir tereddüde mahal bırakmaz…

* * *

Buna bağlı olarak, din derslerini okutacak öğretmenlerin yetişmesi için 1958’de Yüksek İslâm Enstitüleri Kanunu çıkarılır. Tasarının, Meclis Maarif Encümeninde (Millî Eğitim Komisyonunda) geçmesi için Başvekil Menderes bizzat devreye girer. Dönemin Maarif Bakanı Celâl Yardımcı ve komisyon azâlarıyla tek tek görüşür; teklifin herhangi bir ârızaya uğramadan geçmesini sağlar.

Demokrat Parti Muş Milletvekili ve komisyon üyesi Gıyasettin Emre’nin naklettiğine göre, bir ara tasarının bazı mahfillerin müdâhalesiyle değiştirilmek istenmesi karşısında Bakan Yardımcı’yı arayan Menderes, hiddetle, “Celâl, sen Kör Kemal’in (Bakanlık müsteşarı) mason olduğunu bilmiyor musun? Böyle mühim bir mevzuda neden komisyona kendiniz gitmiyorsunuz da Kör Kemal’i gönderiyorsunuz? Bu defaki oturuma sen gideceksin. Eski metne muhalefet eden Demokrat Partilileri tesbit edip derhal bana bildireceksin ve hükûmet tasarısını geçireceksiniz!” diye tâlimat verir.

Menderes ayrıca, “öğretim üyeleri yetişinceye kadar medrese hocalarının da Yüksek İslâm Enstitülerinde ders verebileceği” maddesini el yazısıyla tasarıya ekler...

Gerçek şu ki, bugün okullarda okutulan din eğitimi ve öğretimi değil, sadece “din kültürü”dür. Bu bakımdan, neredeyse ikinci sınıf nazarıyla bakılan bu dersleri daha da “önemsiz” hale getirecek yanlışlıkların vebâli büyüktür.

Siyasî iktidar, halkın bahşettiği demokratik hakkın hakkını vermeli. Yeni düzenlemede, milletten aldığı yetkiye yakışır demokratik direnci örnek almalıdır.

Zaten yetersiz olan “din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri”ni tam tasfiye plânlarına fırsat vermemelidir. Gerekirse bu hususta ödenecek “bedel”den de kaçınmamalıdır…

Yoksa vekâleti veren halk, hakkını helâl etmez…

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Seçmeliden vazgeçip, muhteva düzeltilmeli



Yeni anayasa taslağı tartışmaları yapılırken, ilk ve ortaöğretimde okutulan din dersi, bazı çevrelerin odaklarına aldıkları bir konu oldu.

Yeni anayasa taslağında, mevcut anayasanın din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen 24. maddesinde yapılacak değişiklik üzerinde-başörtüsü konusu kadar olmasa da-yapıcı olmayan eleştiriler yapılmaya başlandı. Milletin çok büyük bir çoğunluğu mevcut anayasada zorunlu din dersinin olmasından rahatsız olmazken, bazıları bundan rahatsızlıklarını dile getiriyor.

Yeni anayasa taslağını hazırlayan Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki bilim kurulunda hazırlanan ve şu anda AKP MYK’da tartışılan taslakta, din eğitim ve öğretimi ile ilgili iki alternatif sunuluyor. Bunlardan birisi din kültürü ve ahlâk öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasından çıkarılarak, din eğitimi ve öğretiminin isteğe bırakılması… Diğer alternatif ise, zorunlu dersler arasında bulunmasına yönelik düzenleme korunmakla birlikte, isteyenlerin bu derslerden muaf tutulacakları belirtilmişti.

AKP’nin taslağında hangisinin kabul edileceği henüz belli değil. Bu konuda komisyon oluşturuldu, rapor bekleniyor…

* * *

Bu konuda Diyanet, yetkili sendikalar, ilim adamları din dersinin zorunlu olmasından vazgeçilmemesi gerektiğini vurguluyorlar. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, “Kaldırma veya seçmeli hale getirme yerine değiştirelim. Yanlışlar varsa yanlışları düzeltelim. İçeriğini tartışalım. Gerekirse ismini değiştirelim” derken, Diyanet İşleri eski Başkanları Tayyar Altıkulaç ve M. Nuri Yılmaz, ilk ve orta öğretimde din dersinin zorunlu olmasından yana olduklarını söylüyorlar.

Geçen günlerde dinlediğimiz Diyanet-Sen Genel Başkanı Ahmet Yıldız, bu konuda çarpıcı fikirler ortaya koyuyor. Öncelikle “zorunlu din dersi” tabirinin yanlışlığına dikkat çekiyor. Bu tabirin “gerekli” olarak kullanıldığında, yani “Din dersi gerekli mi, değil mi?” diye sorulduğunda, milletimizin kahir ekseriyetinin “gerekli” cevabını vereceğini dile getiriyor.

Devletin görevinin insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak olduğunu söylüyor Yıldız. Din derslerinin olmazsa olmaz olduğunu vurguluyor. “Bir toplumda din zayıflayınca, bunun arkasından ahlâkî ve hukukî suçlar gelir. Çünkü din olmayınca ahlâkın da bir yaptırım gücü olmaz” diye de ikazlarda bulunuyor.

Yıldız’ın açıklamalarında en çok dikkatimi çeken konu ise, din dersinin diğer dersler gibi okutulması gerekli ders olarak anlaşılması gerektiği oldu. Yani, hiç kimse çıkıp diyor mu, “matematik, fizik, kimya, hatta beden, müzik, resim zorunlu olmaktan çıkarılsın, seçmeli olsun” diye...

Gerçekten hak vermemek mümkün değil. Anayasa’da “matematik zorunlu değildir, isteğe bağlıdır” dense ne kadar komik değil mi? Ama “din dersi zorunlu değil, isteğe bağlıdır” diye tartışabiliyoruz. Garip bir durum, değil mi?

Eğitim Bir-Sen Genel Başkanı Ahmet Gündoğdu ise, son dönemlerde hızlanan ahlâkî dejenerasyona dikkat çekerken, topluma içirilmeye çalışılan zehir ortadayken, bunun panzehirinin ancak daha fazla, daha sağlıklı bir din eğitimi olacağını vurguluyor. Hükümet bu yönde önlem almasını istiyor ve “Ülkemizde din eğitiminin önünde bu kadar büyük engeller dururken, zorunlu din eğitiminin kaldırılıp kaldırılmamasının tartışılması anlamlı değildir” diye konuşuyor.

Bütün bu tepkiler şöyle özetlenebilir. Din dersinin doğru ve yeterli verilmemesi yeni nesillerin kaybına yol açar. Sağlıklı nesil için daha çok din dersi verilmelidir…

Kaldı ki, UNESCO’nun yaptığı bir araştırmaya göre, dünyada pek çok ülkede (73 ülke) haftada en az bir saat din dersi eğitimi veriliyor. Pek çok Avrupa ülkesinde din dersi zorunlu olarak okutulmakta. Pek çok ülkede de bizde olduğu gibi haftada bir saat değil, 4-5 saatten fazla okutulmaktadır.

* * *

Televizyon ve internet gibi kitle iletişim araçlarındaki zararlı yayınlar nedeniyle toplumda ahlakî yozlaşma yaşanırken, haftada bir saat olan din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılması fevkalâde yanlış olacaktır. Ancak şurası da bir gerçek. Okullarda ciddî bir din bilgisi verilemiyor. Bu yüzden yapılması gereken din dersinin gerekliliğini değil, muhtevasının tartışılmasıdır. Geleceğimiz için çocuklarımıza manevî ve insanî değerlerinin mutlaka verilmesi gerekir.

Hele çocuklara Kur’ân öğrenimine getirilen yaş sınırlaması da dikkate alındığında bu eğitimlerinin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Muhtevasının mutlaka gözden geçirilmesi kaydıyla…

22.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kapının halkası



Mevlânâ ailesinin Belh’i terkedişlerinin sebepleriyle alâkalı çeşitli söylentiler vardır. Bunlardan birisi, Fahreddin Razi ile yöntem meselesindeki ihtilafların müeddi olduğu ve götürdüğü münaferet atmosferi ve iklimidir. Kimileri Bahaeddin Veled’in bu ‘zehirli iklim’den etkilenerek ve huzurunu kaybederek Allah’ın geniş arzında yollara düştüğünü ve kendisine huzurlu manevi bir liman ve iklim aradığını söylerler. Bu liman arayışı onları Horasan üzerinden Bağdat’a kadar vasıl etmişse de huzur iklimini ve istikrarı Anadolu’da ve Konya’da bulmuşlardır. Son menzilleri Konya olmuştur. Horasan’dan geçerken Kübreviyye dostlarından Feridüddin Attar gibileriyle mülaki olmuşlardır. Bağdat’a vasıl olduklarında ise Sühreverdi gibi aktab-ı sufiyyenin onların intizarında olduğu görülür. Yine de Daru’s Selam’dan geçerek ve evliyalar şehri Şam’a da iltifat etmeyerek Konya’ya müteveccih olurlar. Bu yönelme olsa olsa kader aynasında Anadolu’yu irşad görevlerinin olduğunu gösterir. Cilve-i kaderleri onları Anadolu’ya sürüklemiştir. Moğol seli onları Anadolu’nun asude iklimine taşımıştır. Onların da vuslatıyla birlikte Anadolu irşad iklimi haline gelmiştir. Horasan erenleri Anadolu’yu yurt tutmuşlardır.

Aslında Mevlana Feridüddin Attar ve Avarifu’l Maarif sahibi Şehabeddin Sühreverdi ile görünmez bağlara sahiptir. Sühreverdi ile bağlardan birisi de fizikî ve maddî bağdır. Nesep karabetidir. Her iki aile de Bekrî’dir. Ve tarihin akışı içerisinde kesişme noktalarında çok önemli manevî roller ifa etmişlerdir. Sühreverdi ailesinin mensuplarından ve sonraki dönemin isimlerinden olan Ebu’n Necip Sühreverdi’yi Selahaddin Eyyübi’nin otağında görüyoruz. Selahaddin Eyyübi’nin nasihleri ve manevi mürşidleri arasındadır. Harun-u Reşid’in Behlül’ü, Selahaddin Eyyübi’nin Sühreverdisi’dir. “Nehcü’s sülük fi siyaseti’l mülük” adlı kitabını İslâm kahramanlarından Selahaddin Eyyübi’ye ithaf etmiştir. Yine bu kutlu şecereden olan Şam’dan Anadolu’ya gelme Akşemseddin Hazretleri de merhum ve mağfur Ali İhsan Yurd’un tahkikatına göre Sühreverdi ailesinin mensuplarından birisidir. O da Konstantiniyye’nin manevi fatihleri arasındadır ve Fatih’in otağındadır. İmam Rabbani gibi zevatın Ömerîliğine mukabil Mevlana Bekrî bir nesepten gelmektedir.

***

Helmut Ritter gibi kimi oryantalistler Mevlânâ ailesinin Belh’i terkedişine sebep olarak Fahreddin Razi ile takışmalarını ve zıtlaşmalarını gösterir. Bu da ruh iklimlerini huzursuz etmiştir, ruh kimyalarını bozmuştur. Halbuki diğer kimi rivayetlere göre de, Bahaeddin Veled’in sahip olduğu manevi saltanat ile dönemin saltanatı arasında bir kıskançlık zuhura gelmiştir. Terk-i diyardan başka devası da yoktur. Dolayısıyla Belh iki sultana dar gelmiştir. Bunun sonucu Sultanu’l Ulema Bahaeddin Veled ile Harzemşahlar Sultanı’nın arası açılmıştır. Halbuki bu ilişkiler ağında; Razi, Mehmet Harzemşah ile Bahaeddin Veled akrabadırlar. Akrabalık misak ve visakıyla bağlı olmalarına rağmen aralarına dünya girmiştir. Ne misak ne de visak kalmıştır. Bununla birlikte Belh’i terkedişlerinin gerisinde Moğol istilası da yatar. Peki Moğol istilası sebebiyle ailenin Belh’i terketmesi bir kaçış sayılabilir mi? Bu bağlamda, kimilerinin daha öncesinde Gazali’ye isnat ettikleri pasifizm ve Haçlılara karşı ‘harridi’l mü’mimin/Müminleri cihada kışkırt’ emrine imtisal etmeyişi Moğol istilasında da Mevlânâ ve ailesi için geçerli değil midir? Ve bu hicretin ötesinde Anadolu’da ikameti esnasında Mevlana’nın Moğollar ve işbirlikçisi Süleyman Pervane ile ilişkileri de gözönüne alındığında bu görüşlerde hiç haklılık payı yok mudur?

***

Bunun cevabını inananlar için Sultan Bahaeddin Veled Bağdat’ta veriyor. Bahaeddin Veled insanın alem-i şehadet ile alem-i gayb menzilleri arasındaki seyahatini hatırlatırcasına yani ‘inna lillahi ve inna ileyhi raciun’ sırrıyla hayata ve ölüme bakışları gibi bu seyahate de öyle bakıyor. Bağdat’a vasıl oluşlarında halkın ‘nerden geliyor, nereye gidiyorlar?’ sorusuna Bahaeddin Veled şöyle cevap veriyor. “Allah’tan geldik yine Allah’a gidiyoruz’. Demek ki Anadolu’ya teşriflerini de bu mana ile okumak gerekmektedir. Allah’tan gelmeleri Anadolu’yu irşad emrini aldıklarının da zımnî bir ifadesi sayılmalıdır.

Fahreddin Razi ile münasebetlerine gelecek olursak, Bahaeddin Veled Razi’yi akliyata fazla dalmak ve iç dünyasını ihmal etmekle suçlar. Onu Yunan filozoflarının takipçisi olarak görür. Bunun ötesinde onu bid’atçılıkla da suçlar. Onu akl-ı maadı unutarak aklı maaş sınırlarında kalmakla itham eder. Şems-i Tebrizi gibilerin tasavvuruna göre de, bundan dolayı Razi eşiğin bekçisi veya kapının halkasıdır. İçeriden yani ledünniyattan ve “el-Batın” isminin tecellilerinden bibehredir ve nasibi yoktur. Razi sadece kapının halkasıdır ve kâlden hâle, tebliğden temsile, sözden sükûte geçememiştir. Tavşan ile arslan hikayesinde Mevlânâ, Fahreddin Razi ve benzerlerinin durumunu müstehzi bir dille ele alır, hicveder. Efradına cami olmayan polemikçi üslubunu yerer. Mevlânâ bu mesleğe dedikodu mesleği adını verir. Bu meslek erbabı bahis ve münakaşa kuyusunun dibindedir. Sanki Dante’nin İlâhi Komedyasını bir şekilde Razi gibilere uyarlar.

***

Mevlânâ şöyle der:

“Tavşan, aslanı zindana soktu. Aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı!

Böyle bir ayıba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki; bir de kendisine Fahreddin lakabını takmalarını ister!

Ey kişi! Sen, bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin...”

Bu hikâyedeki aslan nefs-i emmare, tavşan da aklı meaddır. İncil diliyle de tavşan koyuna tekabül etmektdir. Bu manada dinsiz medeniyetler de bir külli nefs-i emmaredir ve aslan suretindedir. Onun karşısına akl-ı mead ve iman ise tavşan ve koyun suretindedir. Bununla birlikte, Mevlânâ nefs-i emmarenin akıl tarafından terbiye edilemeyeceğini terbiyenin Allah’ın tevfikiyle aşk suretiyle gelmesi gerektiğini söyler. Çare iç aydınlanma, keşf yoluyla kuyunun dışına çıkmaktır. Yusuf’u kurtaran seyyare yani kervan işte bu iç yani manevi veya Bâtın isminin tecellisi olan boyuttur. Bu itibarla kurtuluş hem zahirden yani afaktan hem de enfüs yani iç daireden gelmelidir. İç daireden kopuk kurtuluş kurtuluş değildir. Kaçıştır.

22.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri