Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Mutlu aile modeli



Son zamanlarda belki de en fazla gündem konusu olan konuların başında aile gelmektedir. Ailenin gündem konusu olması ve değişik yönleriyle araştırılması oldukça isabetli. Çünkü epeyce bir zamandır aile üzerinde bir takım oyunlar sergilenmektedir. Bu oyunları bozmanın yolu, aileyi gerçek mahiyetiyle tanımak ve takdim etmektir. Toplumumuzun en sağlam müessesesi olarak kabul edilen aile, şer odakları tarafından hedef tahtasına çoktan konulmuş bulunuyor.

Televizyonlarla topluma takdim edilen aile modeli, pek bizim kültürümüzle örtüşen ve inancımızla bağdaşan bir yapı arz etmiyor. Çağdaşlık ve modernlik adına sefih medeniyetin tercihlerinden oluşan, günümüzdeki aile modellerine bakıldığında, kendisi olamamış, rolleri değişmiş, önceliklerini belirleyememiş, kısacası niçin aile kurduğunu sorgulamaktan aciz insanlar ordusu bulunmaktadır.

Özellikle de Doğu ve Güneydoğu bölgemizde aile kurma konusunda dinî temelleri olmayan töreye bağlı; küçük yaşta evlilik, berdel, akraba evliliği gibi insanlıkla da bağdaşmayan evlilikler yapılmaktadır.

Bu da mutsuz aileleri, mutsuz çocukları neticede boşanmaları, terk edilmiş evlatları beraberinde getirmiştir. Toplumu derinden yaralayan terör, uyuşturucu, cinayetler vb. hadiselere bakıldığında ise, bu hadiselere bulaşanlar, genelde aile bağı olmayan, ailede sevgi bulamayan, kendisiyle ve aileyle problemli insanlar olmaktadırlar.

O zaman ailevî ve toplumsal problemlerden kurtulmanın yolu, tekrar aileyi tamir etmek veya tesis etmektir.

Mutlu aile modeli (MAM)

Doğrusu aile konusu, bizim de epeyce bir zamandır aile olarak üzerinde durduğumuz bir konu. Neticede elimizde bulunan elmas değerindeki eserler sayesinde güzel sonuçlara ulaşıldı. Konunun incelikleri seminerler ve konferanslar şeklinde iç daireden dışa doğru paylaşılmaya başlandı.

Çocuk ve genç, ailenin aynasını oluşturmaktadır. Bizim de genç kuşağın içinde olmamız, onların topluma yansıyan davranışlarını gözlemlememiz, belki de bizi konuyu araştırmaya iten en önemli etken oldu. Toplum hayatındaki olumsuz davranış şekilleri arttıkça, ailenin ihmal edildiği hemen akla gelebilecektir.

Mutlu aile, mutlu bireylerle mümkündür. Mutlu bireyler de belli ki birtakım prensiplerin sonucu oluşabilecektir. Bireyi mutlu edecek prensipler, bireyi yaratan Yaratıcının ortaya koyduğu sınırları dikkate almakla mümkün olabilecektir. İlâhî çerçeve dışındaki bütün sınırlandırmalar veya tahsis edilen sınırlar kesinlikle beraberinde sağlıklı sonuçlar ortaya çıkarmayacaktır.

Mutlu bireyler mutlu aileleri, mutlu aileler mutlu toplumları meydana getirecektir.

Her evde farklı tüter ve her

tencerede farklı kaynar mutluluk

Birey ve aile açısından mutluluk konusu hakikaten çok renkli, çok farklı, çok değişken bir kavramdır. Mutluluk, her gözde farklı görünmekte, her kulakta farklı işitilmektedir. Her bireye, her eve farklı zamanlar da uğrar mutluluk. Yani onun için kimsenin mutluluğu kimse için mutluluk değildir. Bir başkasının mutluluk unsurları bir başkası için mutluluk unsurları değildir.

Her insan mutluluğu kendi içinde, kendi evinde, kendi dilinde, kendi gönlünde, kendi değerlerinde aramalıdır. Herkes mutlu olmak istiyor, ama mutluluk da aileye öylesine gelmeyecektir. Mutluluk, bir takım düzenlemelerin sonucu olacaktır. Emeğimiz kadar mutlu olacağımız bilinmektedir.

Nitekim bir şeye ne kadar ulaşmak istiyorsak, o kadar ona yakınız demektir.

Mutluluk; haramları ötelemek,

helalleri öncelemektedir

Birey ve aile için mutluluğu çok uzaklarda aramamalı o vakit. Mutluluk, aslında bir düzenleme gerektiriyor. Formül çok basit, öncelikle yapılması gereken; haramları ötelemek, helâlleri öncelemektir.

Bu gün kabul edelim ki, bireyi de, aileyi de toplumu da ciddî anlamda sarsan etkenlerin başında, haram girdi kaynakları geliyor. Bunlar, televizyon, internet, gazete ve dergiler gibi, haram girdileri sağlayan teknolojik vasıtalardır.

Yani şimdi, evinin başköşesinde televizyon olan kaç aile bize bu yolla haram bulaşmıyor diyebilecektir. Yine evi internete açık kaç aile, bize bu yolla haram sızmıyor diyebilecektir. Ya da evine meşrû olmayan gazete, dergi giren kaç aile, ailemize bu yolla haram girmiyor diyebilecektir. Ailede, bütün akşam gündemlerine hakim olan bu belli zihniyet yansımaları, haliyle belli bir davranış şekli geliştirebilmek için yayınlar yapmaktadırlar. Evlerdeki haram girdi kaynaklarını ötelemek, televizyonun yerini değiştirmekle, yani kışın tercih edilmeyen soğuk odaya hapsetmekle mümkündür.

Tabiî insan boşluk kaldırmayacağı için, ötelenen haramların yerlerine öncelenen helâllerin getirilmesi gerekmektedir.

Neler yapılabilir?

Gayr-î meşrû girdi yapan araçların yerlerine, hayata hayat katacak kitapları koymak ciddî bir çözüm teklifidir. Tabiî önce günün ya da haftada birkaç günün okuma saati olarak belirlenmesi gerekmektedir. Bu alışkanlık birden ortaya çıkmayacaktır. Her kazanım bir emek sonucu olacaktır.

Ev odalarında, kültür ve san’at aktivitelerine öncelik vermek, meşguliyet açısından önem arz edecektir. Meşgul edilmeyen insan ister istemek sıkıntı hali yaşayacaktır.

Özellikle de, çocukları ‘küçük ev arkadaşları olarak kabul etmek ve onlarla nitelikli vakitler geçirmek’ neşeli bir zaman dilimi olacaktır. Televizyon seyri yerine, özenle seçilmiş eğitici filmler izlemek ayrı bir alternatif olacaktır.

Haftalık mutlaka bir saati, ev içi meseleleri konuşmak için ayırmak ve aile toplantıları yapmak pek çok sorunu ortadan kaldıracak bir çözüm teklifidir.

Aile; anne, baba ve çocuktan oluşuyor

Ailenin gündemde olması önemlidir. Ancak bir o kadar da önemli olacak şey, ortaya konacak olan problemlere karşı çözüm teklifleridir. Ya da aileye mutluluğu getirecek olan formüllerin neler olduğudur.

Onun için konunun her bir ayağı için ayrı ayrı öneri ve prensipler gerekmektedir.

Anne ailede eğitimin ilk basamağını oluşturmaktadır. İslâm âlimlerince, bir yaşına kadarki ailede alınan telkinat ve eğitim, insanın sonraki yaşayacağı bütün hayat dilimlerinin temelini oluşturacaktır. Onun için ailede anneyi başlı başına, özel oturumlar halinde konuşmak gerekmektedir. Zaten konuşulacak oldukça önemli alt başlıkları olan bir konudur. Nitekim kadın düzelirse, ailenin düzeleceği bilinen bir husustur.

Neticede terbiye-i İslâmiye içinde mesut bir aile hayatını geçirmeye mahsus bu mübarek mahlûkların terbiye-i İslâmiye ile eğitilmesi şarttır. Bundan başka yol yoktur.

Yine baba faktörü ve çocuk konusunun da apayrı araştırılacak yönleri bulunmaktadır.

Aile üzerinde yapılan çalışmaların, bırakın konferans salonlarına gelenlere sunumunu, aslında şehrin kenar semtlerine savrulmuş olan aile yapılarına sunumu gerekmektedir. Asıl ihmal edilmemesi gereken alanlar oralardır.

Bu konuda belediyelere ve sivil toplum kuruluşlarına oldukça önemli sorumluluklar düşmektedir. Bu çalışılmış konuları, şehir merkezindeki farklı bir yıpranma tehdidi altında yaşanan aile bireyleriyle birlikte, asıl çok yönlü bir yıpranma süreci içerisinde olan, kenar semtlerine taşınması gerekmektedir.

Neticede ihmal edilen birey, sadece kendisi için bir tehdit oluşturmayacaktır.

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

İz bırakan kahraman hizmet erleri



Tarihî gelişimi içerisine giren her olay ve hadisede olduğu gibi Risâle-i Nur dâvâsı tarihinde de muhakkak ki iz bırakan “kahramanlar” vardır. Çünkü bu meslek “Sahabe mesleği” olduğu kadar, aynı zamanda bir “kahramanlık” mesleğidir de...

Çoğu zaman ölümün sayesinde bu gerçekle yüzleşiriz. Ebediyet yolculuğu burada devreye girer ve hakikatler bir bir dökülür dudaklardan, süzülür kalemlerden. Son ayda ahirete uğurladığımız rahmetli Hilmi Doğan Ağabeyin geçici ayrılığı bu çağrışımı yaptı hafızamda.

Üstadım Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin öz yeğeni olan kahraman Abdurrahman’ın ölümünün onu ne kadar sarstığını hatırladım. Keza yeğeni Fuat’ın vefatının hazin halini zikrettiğini ibretle düşündüm.

“Benim yerime ahirete gitti” dediği ihlâs ve sadakat kahramanı “mânevî şehid Hafız Ali’nin” vefatını unutamayışını ibretle tefekkür etmeye çalıştım.

Hasan Feyzi’nin ölümüyle gelen acının, Denizli’de yetişecek Nur Kahramanlarının gelmesiyle telâfi edilebileceği tesellisini düşündüm.

Üstad Bediüzzaman’dan sonra da, elbette bu dâvânın kahramanlarının ahirete intikalleri hep kendi alanlarında boşluklar meydana getirmiştir. Ama Elhamdülillâh ki bu kudsî dâvâ devam etmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir inşallah.

Camia içerisinde son olarak ahirete uğurladığımız Hilmi Doğan Ağabey, gerçekten vakarı, ciddiyeti, istikameti, müstakim aklı, vefası, dâvâya olan bağlılığı ve sadakatiyle kendine has olan müstesna bir insandı.

“Öncelikli” konusu mukaddes dâvâydı. Dâvâsını kendisine “dert edinenlerdendi.”

Vefa duygusu onun hayatında vazgeçilmezlerdendi.

Disiplinli bir bürokrat hayatının yanında hamiyetli ve fedakâr bir eş ve babaydı. Geride dâvâsını devam ettirecek tertemiz evlâtlar ve bir nesil bıraktı. Mâneviyatı bütün, din ilimlerine ve asrın gereklerine uygun metotlara sahip, devletle milleti buluşturacak ve arabulucuk yapacak ciddî, basiretli, ferasetli ve ufuklu onun misal bürokratlara ve temiz bir nesil bırakacak aile reislerine bugün her zamandan daha fazla ihtiyacımız var.

Hilmi Doğan Ağabey bu alanda önemli bir boşluğu dolduran ender insanlardan birisiydi.

Gönül ve kalp adamı olarak yaşadı. Kalp kırmayarak, liderlik ve rehberlik vasıflarıyla yapıcı olmanın güzel örnekleriyle, arkasında “hoş bir seda” bırakarak Âsuman hayatına çekildi.

Şimdi o, değerli hayat arkadaşı Fatma Ablamızla, Kayseri’nin sakin ilçesi Yeşilhisar’da birlikte haşir sabahını beklerken, Türkiye’de ve dünyada bütün Nur talebelerinin, hizmet için çıktıkları her faaliyet ve seyr-ü seferde söyledikleri:

“Çam Dağından esen yeller,

Zikir arkadaş dallar.

Üstada muntazır yollar

Gelecek deyu Barla’da….”

diye devam eden ve onun hayatıyla bütünleşen, Nur camiası arasında iştihar bulan bu şiiri ve marşı ile kıyamete kadar devam edecek çok tatlı bir miras bıraktı. Aşkla şevkle kitleler tarafından seslendirilecek bu marşlar kıyamete kadar onun pak ve berrak ruhuna, duâ ve Fatiha hediyeleriyle taçlanarak devam edecektir inşallah.

Merhum ve mağfur, aziz Hilmi Ağabeyim, şimdi sen külfet diyarını bize bırakıp ücret diyarına geçtin. Müsterih ol ki, haşir sabahına kadar “şirket-i mâneviyeden” alacağın duâ ve sevap çoklarını kıskandıracak kadar bol olacağı ümidini taşıyoruz. Ruhun şâd, makamın Cennet olsun inşallah. Âmin.

Bu münasebetle geride yetim kalan ve bahtiyarlar zümresine dâhil olan kıymetli oğlun, aziz dostum Ragıp Bey’e, değerli hemşiren Dr. Rukiye Hanıma, çok yakın dostum ve dâvâ arkadaşım, damadın, Dr. Orhan Kaşlıoğlu ve onların oğullarına, gelinlerine ve tanımak şerefine ulaşamadığım diğer evlâtlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

Bıraktığın iz, gök kubbede ve ehil gönüllerde haşre kadar devam edecektir. Allah emsâllerini çok etsin. Âmin. Başta, âlemlerin reisi Hz. Peygamber ve mübarek nesline, onun mânevî silsilesine, Üstadımız Said Nursî ve ahirete intikal etmiş onun mümtaz talebelerinin ruhlarına binler Fatihalar olsun. (Âmin)

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tarihin topyekûn dönüşümü



Cevahir Otel’de yapılan İslâmofobya Konferansı İslâmofobyanın tarihçesine de ışık tuttu. Buna nazaran kimi sunumcular İslâm fobisinin İslâm’ın zuhuruyla denk olduğunu ve onunla birlikte başladığını düşünüyor. Doğrusu da bu olmalı. Kendilerinden bir peygamber bekleyenler gelen peygambere cephe aldılar. Aynen Mesih Aleyhisselâm örneğinde de olduğu gibi. Dolayısıyla İslâm fobisi İslâm’ın zuhuruyla birlikte başlamış ve tarihte önemli dönüm noktaları yaşamış ve aşmıştır. Bi’set bir tarih başlangıcı ise Haçlı Savaşları da dönüm noktalarından birisidir. Soğuk Savaş nisbeten bu fenomenin hiddetini dindirmişse de Soğuk Savaş sonrası mesele yeniden nüksetmiştir. 11 Eylül ise bunun somutlaştığı tarihlerden birisi olmuştur. İslâm ötekileştirilerek ona bir nev'i şeytaniyet vasfı atfedilmiştir. David Frum ve Richard Perle gibiler şerrin kaynağı olarak İslâmı ve İslâmî eğilimleri göstermişlerdir. Yazdıkları kitaplar da bunun tanığıdır.

İslâmofobyayla alâkalı olarak ilk yazılı belgeler 1978 yılına dayanmaktadır. Bu tabiri tazammun eden ilk raporlar İngiltere’de bu tarihte yayınlanmıştır. Böyle bir fenomene dikkat çekilmiştir. O tarihte bir danışmanlık komisyonu İngiliz hükümetine İslâmofobya ile alâkalı olarak bir rapor takdim etmiştir. 1997 yılında ise yabancıların artması ve İngilizler arasında işsizlerin artmasıyla bu dalganın ve nefret ortamının arttığına dikkat çekilmişti. Bu da gösteriyor ki, İslâmofobya dediğimiz nefret akımı 11 Eylül’den önce de vardı. Ama daha ziyade kök ve tohum şeklinde vardı. Ortamının yeşermesi ise bilâhare 11 Eylül’le birlikte olmuştur. 11 Eylül yeni bir dönüm noktası olmuş, meseleyi tetiklemiş ve hacmini artırmıştır. Buna dair örneklerden birisi Bush’un Ekim 2005’te yaptığı konuşmada sarfettiği İslâmofaşizm vurgusudur. Bu tanıma göre, dini arkasına alan siyasî bir akım Endonezya’dan İspanya’ya kadar geniş bir alanda İslâm imparatorluğu kurmak ve Batı’yı mahvetmek istemektedir. İslâmofaşizm demese bile Cheney ve Kissinger gibiler de Irak bağlamında sürekli olarak bu korkuyu işlemiş ve derinleştirmişlerdir. Onlara göre işgalin alternatifi İslâmofaşizmin rehberliğinde ve bayraktarlığında küresel İslâm imparatorluğudur. Onlara göre, ABD’nin Irak’ta yenilmesi ve çekilmesi böyle bir ihtimali tetikleyecek ve işgalin yerine Türkiye de dahil bölge ülkelerini içine alacak yeni bir İslâm imparatorluğu kurulacaktır. Bu korku sürekli olarak işlenmektedir. Bu korkuyu işleyenlerin başında Bernard Lewis gelmektedir. İlginç bir şekilde Bernard Lewis son dönemlerde İslâm dünyasına isabet eden istibdadın Batı kökenli olduğunu; Fransız ve Alman kaynaklı olduğunu iddia ediyor. Bu da tarihin Yahudi bakış açısına göre tahrifinden ibarettir. Zira Saddam’dan çok önce de Haccac-ı Zalim gibi tarih Irak’ta nice müstebidler tanımıştır. Saddam Hüseyin ve Suriye Baas’ını buna dair örnek olarak veriyor. Yapılması gerekeni şöyle özetliyor: “Müslümanların içine girerek onların ılımlılarını teşvik etmek ve onları özgürleştirmeye çalışmaktır. Aksi takdirde, bunu yapmazsak Batı medeniyetinin topyekûn sonu gelecektir...”

***

Kissinger de Wall Street Journal gazetesine yazdığı bir makalede 300 yıllık ulus devlet modelinin son aşamasına gelindiğini ve bunun da ABD için en büyük tehdit kaynağı olduğunu söylüyor. Bush’un ve Cheney’in İslâm imparatorluğuna istinat eden İslâmofobik analizlerini bunu ilâve ettiğimizde korkularının kaynağı da billurlaşmış oluyor. Çok ilginç bir şekilde Bush, Kaide mihverli bir İslâmofaşizm dalgasından bahsederken Michael Rubin gibi neocon şahinler de bunu başka ölçeklerde kullanmışlardır. Michael Rubin’in analizine göre Türkiye’yi yöneten AKP iktidarı İslâmofaşist bir iktidardır. Amacı, Türkiye’yi Araplara ve İslâm dünyasına açmaktır. Bu anlayışa göre, İstanbul’da düzenlenen İslâmofobya toplantısı da İslâmofaşizmin ayak seslerinden başka bir şey değildir. Profesör Enis Ahmed’in de ifade ettiği gibi İslâmofobya dalgası masumların kurban edilmesine yarıyor. Burada fizikî ve metafizikî değerler bu meş’um dalganın kurbanı oluyor. Medeniyetler çatışması da İslâmofobyanın altbaşlıklarından birisidir. Gerçekten de İslâmofobya bizzat Batı’nın yani İngiltere’nin keşfettiği Batı içinde yayılan bir akım ve dalgadır. Bunun tesbitinde ya da kavramlaştırılmasında Müslümanların bir dahli yoktur. Öyleyse Müslümanların bu hususta mübalâğa etmeleri sözkonusu değildir. Bu akım dünyanın yüzde 55’ini temsil eden Müslüman ve Batı toplumlarını kutuplaştırıyor. Bu açıdan bizzat kendisi tarih boyunca şeytanın en büyük projelerinden birisi olmalıdır. Şüphesiz, Deccalizmin araçlarından birisidir.

***

İşte bu akımın inkişaf etmesi yani peşin fikirsiz ve taassupsuz bir şekilde şark ile garbın biraraya gelmesi bu zehirli havayı dağıtacaktır. Bunu yapacak olan da evvelemirde ve bizzat iki tarafın da akil adamları ve âlimleridir. Bu dalga aşıldığı zaman tarihin topyekûn dönüşümü gerçekleşmiş olacaktır. Dolayısıyla Soğuk Savaş sonrası İslâmofobyasını kışkırtan çevreler tarafından öngörülen ‘fundamentalizme’ karşı Üçüncü Dünya Savaşı veya Dördüncü Dünya Savaşı gibi beklentiler de tarihin çöplüğüne atılacaktır.

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu çelişkiden kurtulmak lâzım



Türkiye’yi idare edenler, başörtüsü yasağını görmezden gelmeye çalışsa da; kanunsuz olarak uygulanmaya devam eden yasak, memleketin önünü tıkayıp ufkunu karartmaya devam ediyor. Son tartışma, TÜBİTAK’ın düzenlediği “Ulusal Bilim Olimpiyatları”nda dereceye giren bir öğrencinin, ödülünü almak için düzenlenen ‘tören’e başörtüsü ile katılmasıyla başladı.

“Ödül”ü hak eden bir öğrencinin, sırf başörtülü diye tartışma konusu yapılması ve okuduğu okul hakkında ‘soruşturma’ başlatılması yaşadığımız çelişkiyi gözler önüne seriyor.

Uygulanan başörtüsü yasağının ‘kanunsuz’ olduğu tartışma götürmez. Hemen ifade edelim; ‘kanunlu’ da olsa böyle bir yasak en başta insan hak ve hürriyetlerine aykırıdır. İtiraz edilen nokta, uygulamanın kanunlu ya da kanunsuz olmasından öte, bizzat yasağın var olmasınadır.

Çelişki şurada: Hükûmet, yasağı kaldırmak istediğini her fırsatta ifade ediyor. Öyle ise, ödül alan bir öğrencinin, başörtülü olarak ödül törenine katılmasına niçin itiraz ediliyor?

“Okulda başını açan öğrenci, ödül töreninde niçin başörtüsü takıyor?” deniliyorsa, buradaki yanlışı ‘okulda açma mecburiyeti’nde aramak lâzım. Ödül alan öğrenci ve onun on binlerce arkadaşı, her zaman ve her yerde başörtüsü takmak istiyorlar. Ancak buna izin verilmiyor. Kabahati başörtüsü takanlarda değil, onlara izin vermeyenlerde aramak lâzım.

“Yeni düzenleme yapılana kadar yasağı uygulamaya devam edeceğiz” demek de meseleyi çözmez. Yasağı ve uygulanmasını savunarak ‘yasak’ kalkabilir mi? Ki, bu hadisede ödül teröni okulda yapılmıyor. “Öğrenci, okul dışında da öğrencidir. Okula başı açık gidiyorsa, her zaman başı açık olmalıdır” diye yeni bir ‘içtihad’ mı yapıldı?

Yasakçıların bile bu güne kadar düşünmediği yeni uygulamalar başlatmak, ‘özgürlükçü yöneticiler’e yakışmıyor. Oldu olacak, ‘ödül yönetmelikleri’ de değiştirilsin ve ödül almanın ilk şartı, “başı açık olmak” şeklinde düzenlensin!

Başörtüsü yasağının sebep olduğu çelişkilerden bir an önce kurtulmamız gerekiyor. Hür dünyada olmayan bir yasağın, ‘hür dünya ülkesi’ olmaya aday bir ülkede devam ettirilebilmesi mümkün değildir. Ödül alan öğrencilerin sevinçlerine, bu şekilde gölge düşürmek de kökten yanlış.

Türkiye, böyle başarılara imza atanlarla gurur duymalı, mutlu olmalı. Nitekim, ödül kazanan başörtülü öğrencimiz Elif Büşra Doğan’la ‘hatıra’ fotoğrafı çektiren Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu, “Başarılı bir öğrenciyle fotoğraf çektirmekten gurur duydum” demiş. (Vakit, 14 Aralık 2007)

TÜBİTAK ödülünü kazanan Elif Büşra Doğan’ı, kazandığı ödül sebebiyle bir defa daha tebrik ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz. Onun kazandığı bu başarının, bu tartışmalarla gölgelenmesini istemiyoruz. İnşallah, kanunsuz yasak sona erer ve bundan sonra böyle çelişkili engellerle karşılaşmaz. Çünkü Elif Büşra ve onun gibi milyonların önünde daha uzun bir eğitim maratonu var. Başörtülüler, engelleri aşa aşa hak ettikleri ‘ödül’e kavuşacaklar inşallah.

“Birileri” istemese de!

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İslâma endekslenen bir hayat



Birgün Hz. Ömer’e Uyeyne bin Hısn geldi: “Ey Hattab’ın oğlu” dedi. “Bize hakkımızı fazlasıyla vermiyor, bize adaletle hükmetmiyorsun.” Kızdırmaya yetmişti bu sözler Hz. Ömer’i (ra). Zerre kadar Resûlullah’ın (asm) yolundan ayrılmayan, her konuda hakkı hakikati gözeten, adeletiyle ün salan Hz. Ömer (ra) için söylüyordu bu ölçüsüz sözleri Uyeyne bin Hısn. Yanında yeğeni Hür bin Kays da vardı. Hür bin Kays, Hz. Ömer’in (ra) yanında itibarlıydı. Bu sözler üzerine Hz. Ömer’in (ra) kızıp Uyeyne’nin üzerine yürüdüğünü görünce, onu teskin edici bir kısım sözler söyledi. Hz. Ömer (ra) âdeta kılı dahi kıpırdamadan söylenenleri dinledi.

Neydi Hz. Ömer’i teskin eden? Söylenenler Allah’ın kelâmındandı. Âyet okumuştu Hür bin Kays. Âyet; “Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, câhillerden yüz çevir” meâlindeki A’raf Sûrsinin 199. âyetiydi.

Olayı anlatan İbni Abbas (r.a.), “Hz. Ömer âyet okunurken kılını kıpırdatmıyordu. Allah’ın hitabına son derece bağlı ve saygılıydı”1 der.

Onun gözünde hakkın hatırı âliydi. Hiçbir hatıra fedâ edilmeyecek, akan sular duracak kadar büyüktü.

Allah, peygamber dedin mi, ne kadar öfkeli de olsa dururdu Hz. Ömer (ra). Birgün Hz. Bilâl’le Hz. Eslem konuşuyorlardı. Hz. Bilâl, Hz. Eslem’e Hz. Ömer’i (ra) sordu: “Nasıl buluyorsun?” dedi. O da iyi olduğunu, fakat öfkelendiğinde kıyameti kopardığını söyledi. Hz. İbni Abbas’ın dikkat çektiği gibi, Hz. Bilâl ona öfkelendiğinde Kur’ân okumasını tavsiye etti.

Birgün de Hz. Ömer Malikü’d-Dar’a bağırarak kırbacını çıkarmıştı. Tam vuracağı sırada, “Sana, Allah adı veriyorum, vurma” deyince elindeki kırbacı atıp, “Bana en büyük şeyi hatırlattın” demişti.

Salim, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın hizmetçisine aslâ lânet okumadığını, bir defasında nasıl olduysa kötü söz söylediğini, bunu affettirmek için onu azad ettiğini söyler. Bir defasında da bir hizmetçisine lânet edecek olmuş, sözünü tamamlayamadan, “Bu benim asla söylemek istemediğim bir söz” diyerek vazgeçmişti.2 Çünkü Allah Resûlü (asm) Mü’mini iyiliklerin insanı olarak göstermişti. Sevgi, şefkat, merhamet insanıydı Mü’min. Buyurmuşlardı ki: “Mü’min başkalarının kusurlarını başa kakan, lânet eden, kaba, çirkin söz ve davranışları olan, edebe aykırı sözler söyleyen kimse değildir.”3

Onların boyunları, Allah ve Resûlü’nün sözleri karşısında kıldan inceydi.

Dipnotlar: 1- El-Müntehap, 4:413. 2- A.g.e. 3- Hılyetü’l-Eviiya, 1:307. 4- Tirmizî, Birr: 48.

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tembellik/uyuşukluk zindanına niye düştük?



Fertler, tembellik/uyuşukluk zindanına düştüğü gibi, hücreleri fertlerden müteşekkil cemaatlerin de kimi zaman aynı akıbete düşmesi kaçınılmaz. Ne var ki, cemaatteki durgunluklar, meşveret sistemine veya hey’ete atılmak istenir.

Aslında bu, cemaati yıpratmak için—Bediüzzaman’ın tabiriyle—“ehl-i dalâletin hafiyeleri ve propagandacıları”nın bir desisesidir. Kimi zaman da nefsi tezkiye ile temize çıkarma ve müdafaa psikolojisinden kaynaklanabilir.

Halbuki cemaat şahs-ı mânevîdir; fertler de onun hücreleri. Fertlerin, kendilerinden kaynaklanan genel rehâveti, tembelliği ve bundan doğan olumsuzlukları; yalnızca yöneticilere veya meşverete yüklemeleri hakperest bir davranış olabilir mi? Bu, Kur’ân’ın ortaya koyduğu, “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez”1 şeklindeki ‘suçun şahsîliği’ cihanşumül hukuk prensibine aykırı ve “Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir”2 tehdid-i İlâhisine de hedeftir.

Ayrıca bunlar hem dedikodu-gıybet, hem iftira, hem bühtandır. Dolayısıyla haksız suçlamalardan şiddetle kaçınmalı, sonuçlarından titremeli… Zira, olumlu veya olumsuz sonuçtan herkesin kameti miktarınca payı olmalı değil mi? Emir meşveretin; güç şahs-ı mânevînin ise, şahıslar çapları ve yetkileri miktarınca sorumlu…

Bir filmin çekimlerini düşününüz. Yönetmen, oyuncular ve teknik elemanlar bir ekip halinde çalışırlar. Filmin iyi ve kalitesi, yalnız yönetmene bağlı değil. Senaryo, oyuncu ve teknik elemanların da katkısıyla ortaya çıkar. Deha bir padişah olan II. Abdülhamid’i ve devrini düşününüz. Zekâsı ve diplomatlığı Osmanlı’yı kurtarmaya yetmemişti; yetmezdi… Çünkü, Osmanlı başta ilimde, zikirde, yenilenmekte, çağa ayak uydurmakta, aile yapısında, ahlâkta, teknikte vs. gerilemişti.

Unutmayalım ki, problemler, sıkıntılar genelleşmiş ise, çoğunluğun hatası sözkonusu. Yönetim yapılanması, demokrasi, katılım üzerinde, yani işlerini meşveretle yürüten cemaatlerde problemler şahsî değil genel ise, kaynağı da sadece yöneticiler değil, geneldir, herkesindir.

Risâle-i Nur’da tembellik, uyuşukluk zindanına, rehavete düşülmesinin sebepleri şahıslar bazında değil; fikirler, duygular, temel ölçüler, prensipler çerçevesinde ele alınır:

1- Ümitsizlik, şevksizlik,

2- Üstün olma meyli,

3- Acûliyet (Sebeplere, şartlara uymama, basamakları atlama),

4- Meylüttefevvuk (Hedef Allah rızası değilse, üstün olma, makam-mevki, şan, şöhret, para-pul için çaba sarf etme.)

5- Fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî (ferdî kalma, yalnız başına hareket)

6- Tembellik, tevekkülsüzlük.

7- Havalecilik.

8- Bütün sıkıntı ve rezaletlerin kaynağı olan meylürrahat, yani, rahatına düşkünlük.3

Bu maddelerin her birisinde, herkesin payı muhteliftir. Samimî olan, muhasebe ve murakabesini yapar; kendisini düzüetmeye çalışır. Yoksa, suçu ona-buna yükleyip işin içinden sıyrılmak kolaycılıktır. Burada mümkünse de; Hakkın divanında imkânsızdır!

Dipnotlar:

1- En’âm Sûresi: 164.; 2- Ahzab Sûresi: 72.; 3- Münâzârat, s. 136-139.

15.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Vehbi HORASANLI

Seyir defterinden notlar



Her geminin bir seyir defteri vardır. Avrupalılar buna “log book” adını vermiştir. Bu deftere geminin başından geçen bütün hadiseler yazılır. Rüzgâr ve denizin şiddetinden tutun da tanklardaki su miktarına kadar geminin bütün safahatı dâhil her türlü kayıt tutulmak zorundadır. Her hangi bir anlaşmazlık durumunda bu defterdeki kayıtlar esas alınır ve kararlar burada tutulan notlara göre verilir.

İnsanları da hayat denizinde hareket eden bir gemiye benzetirsek onların da bir seyir defteri vardır. Bu defterde bulunan notların tamamı levh-i mahfuz adı verilen büyük defterde (levhada) daha detaylı bir şekilde tutulmaktadır. Bir gün bu defter açılacak ve her insan yapmış olduğu fiillerden dolayı hesaba çekilecektir. Nasıl ki mahkemeler seyir defterindeki kayıtları esas alır, bizler de kendi defterimizdeki kayıtlara göre mükâfat veya ceza alacağız.

Eğer olumlu olarak kaydedilen notlar çok ise Cennete, olumsuz notlar çok ise Cehenneme sevk edileceğiz. Eğer bir insan Allah’a iman etmiş ise olumsuz notu yani günahları çok olsa bile sonunda gideceği yer Cennettir. Cennetin de en güzel yeri, rü’yet-i Cemâlullahtır. Hadiste bin senelik mesut bir dünya hayatının bir anlık cennet hayatına denk gelmediği, bin senelik cennet hayatının dahi bir anlık Rü’yete denk gelmediği ifade buyrulmuştur. Demek ki aklın tam olarak idrak edemediği büyük bir nimet inanan insanların önünde açılmış bekliyor. Cenâb-ı Hak, hepimizi bu nimete erişen insanlardan etsin.

Kendi seyir defterimden almış olduğum bazı notlarımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Amacım eğer bu notlar hoş bir düşünce meydana getirmiş ise bir duâya sebep olmasıdır.

Son iki yıldır konteynır gemilerinde çalışıyorum. Hani şu kutu kutu yüklerin yüklendiği gemilerde. Bu gemiler standart büyüklüklerdeki konteynırleri taşırlar. Çok hızlı yükleme ve boşaltılma süreleri vardır. Bazen bir gün içerisinde üç limana yanaştığımız ve kalktığımız olur.

Haliyle eskiden dökme yük gemilerinde olduğu gibi ziyaret ettiğimiz limanları gezip görme imkânı pek bulunmuyor. Hâlbuki 15–20 gün limanda kaldığımız günler olurdu. Bu sayede limanları gezmek eğer Müslüman bir ülkede isek camilere gitmek imkânı vardı. Şimdi bu imkânlardan daha az yararlanabiliyoruz.

Bu nedenle gezi notlarını yazmak pek mümkün değil. Ne görüyorum ki yazayım. Eğer televizyonda gördüklerimi yazacak olursam küçük bir köy olan dünyamızı okuyucularım daha iyi görebiliyor. O halde karşılaştığımız insanlar ile yaşadığım diyalog ve izlenimleri paylaşırsam okunmaya değer bir şeyler üretebiliriz.

Bu arada gemici arkadaşlarım ile çok güzel sohbetlerim oldu. Limanlar kısa sürse bile denizde geçen süre az değil. Bu nedenle konteynır gemisi bile olsa güzel sohbet imkânları bulabiliyorum.

Tartışmak hiç iyi değildir. Zira galip gelme-kaybetme kaygısı nedeniyle karşılıklı tahrik edici konuşmalara sebep olur. Buna mukabil fikir alışverişinde bulunmanın çok faydası vardır. Zira kazanma kaybetme duygusu yaşanmadığı gibi insanın bilmediği birçok konuyu öğrenme imkânı bulunmaktadır. Gurur ve kibir gibi kötü hasletlerin ortaya çıkmasına da engel olunmaktadır. Çünkü tartışmayı kazanan insanın enaniyete mağlup olması pek kolaydır. Hâlbuki fikir alışverişlerinde böyle bir tehlike yaşanmaz.

Tartışma yolunu kapatmak ve sohbet imkânını açmak için “Ben şöyle düşünüyorum” veya “Yanılabilirim ama benim düşüncem bu” gibi sözleri sarf etmek gereklidir. Zira farklı bir düşüncedeki bir insan hemen tepki göstermeyecek, en azından seni dinlemek zorunda kalacaktır. Bu sayede özellikle dinî konularda bol bol sohbet imkânını buldum.

Nedendir bilmiyorum belki de yaşımız ilerlediğinden veya kaptan olduğum için şerrimden muhafaza olmak için sohbet ettiğim arkadaşlarım pek itiraz etmiyorlar. Bazen saatlerce süren konuşmalarımız oluyor.

Bu sohbetleri bir başka yazıya bırakıp duâlarınızı bekliyorum…

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Eşlerin birbirine karşı vazifeleri



Sevgi Hanım:

*Hanımın beyine karşı vazifeleri nelerdir?

İnsanların gerek eşlerine, gerek çocuklarına, gerek kardeşlerine, gerek akrabalarına, gerek kapı komşularına, gerek arkadaşlarına, gerek din kardeşlerine, gerekse sair insanlara karşı birinci plânda vazifeleri; sevdiklerinde Allah için sevmektir. Birlikte yaşadığımız insanlara karşı başarmamız gereken en büyük vazife de budur.

İnsanlar hatasız olmazlar. Sevginin ise gözü kördür. Sevdiğimizi sıfır hatasız kabul ederiz. Oysa bu kabullenişle ona haksızlık etmiş oluruz. Çünkü bu kabulleniş, hata yaptığında affetmeyeceğimiz mânâsını taşır. Bu ise, ona karşı haksızlıktır. Öyleyse, sevdiğimizi hatasız kabul etmemeliyiz. Allah’ın affettiği ve affı tavsiye ettiği yerde biz ileri gider, hatasını anladığı ve özür dilediği halde onu mahkûm edersek ona zulmetmiş oluruz. İnsanları affetmesini bilmeliyiz ve affı çok sık uygulamalıyız.

Bilhassa eşler birbirlerini çok sık affetmeliler. Birbirlerinin her hatasını yüzüne vurmamalılar, barış yolunu kapamamalılar. Birbirlerinin takvasını ve Allah korkusunu örnek almalılar. Birbirlerinin dine olan bağlılığını, güzel ahlâkını, tatlı huylarını, iç güzelliğini takdir, tasvip ve taklit etmeliler.

Eşler arasındaki gayet esaslı sevgi, şiddetli ilgi ve özgün alâka yalnız dünya hayatının ihtiyacından ileri gelmiyor. Bir kadın kocasına yalnız dünya hayatıyla ilgili bir eş değildir. Kadın kocasının ebedî hayatta dahi eşidir, hayat arkadaşıdır.

Bediüzzaman’a göre, kadın mademki ebedî hayatta dahi kocasının hayat arkadaşıdır. Öyleyse, ebedî arkadaşı ve daimî dostu olan eşinin nazarından başka, başkasının nazarını kendi güzelliklerine celp etmemeli; süresiz hayat arkadaşını darıltmamalı, onu kıskandırmamalıdır. Madem Mü’min olan eşinin, iman sırrına binâen onun ile alâkası yalnız dünya hayatına özgü ve yalnız güzellik vaktine mahsus, geçici bir sevgi değil; ebedî hayatta da devam eden bir hayat arkadaşlığı kurmaya dayalı, esaslı ve ciddî bir muhabbet ve saygıdır. Hem yalnız gençliğinde ve güzellik vaktinde değil, ihtiyarlık ve çirkinlik vaktinde dahi ciddî hürmet ve muhabbete ihtiyaç var. Elbette ona mukabil kadın da, kendi güzelliklerini yalnız eşinin nazarına özgü kılmalı ve sevgisini yalnız beyine bağlamalıdır. Eşinin kusurlarını da asla büyütmemeli, affetmelidir.

Kadınının dinî bağlılığına bakıp taklit eden ve eşini ebedî hayatta kaybetmemek için haramlardan uzak duran erkek, büyük mutluluk içindedir. Kocasının dinine olan hürmetine bakıp da, “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvâya giren, Allah korkusunu iliklerine kadar duyarak haramlardan uzak duran kadın da bahtiyardır.

Saliha kadınını ebedî kaybettirecek derecede ahlâksızlıklara giren, dünyayı âhirete tercih eden ve kötülüklerden geri adım atmayan erkek, sadece kendisine yazık eder. Allah korkusu taşıyan ve haramlardan uzak duran kocasını kendisine örnek almayan kadın da kendisine yazık etmiş olur.

Eğer iki eş, karşılıklı olarak birbirlerini güzel ahlâk ve Allah korkusu noktasında, fitneden ve kötülüklerden uzak durması noktasında taklit ederlerse ne mutlu! Yok; birbirinin fıskını ve sefahetini taklit eder ve birbirini ateşe atarlarsa birbirlerine yazık etmiş olurlar.

Bir ailenin mutluluğu ve huzuru, eşler arasında karşılıklı emniyet, güven, samimî hürmet ve içten sevgi ile devam eder.1

Bedîüzzaman, kadının veya erkeğin, eşine karşı sevgisini ahlâk güzelliğine bağlamaları halinde bunun hem dünyada âcilen, hem de âhirette ebediyen çok büyük netîceleri bulunduğunu haber verir. Öyle ki, mâdem bu samîmî sevgi ve merhamet; güzel ahlâkı, şefkat kaynağı ve rahmet hediyesi olduğu cihetle kadına Allah için verilmiş; kadın da karşılığını Allah için verecek, sevgisini ve hürmetini Allah için eksik etmeyecektir. Her ikisi yaşlandıkça birbirine karşı karşılıklı sevgi ve hürmetleri, merhamet ve bağlılıkları Allah’ın izniyle artacak, her ikisi de dünya hayatı açısından mes’ût olacaklar. Aksi takdirde sırf fizikî güzelliğe bağlanan sevgiler, fizikî güzelliğin bozulduğu yaşlılık günlerinde bozulma gibi bir tehdit yaşayacaktır. Sevgiler nefis hesabına olduğunda ise zaten, dünyevî ayrılıklar ve ölüm yüzünden yakıcı bir belâ hükmüne geçmektedir.2

Eşine, meşrû dairede, yani lâtîf şefkatine, güzel hasletine ve yüksek ahlâkına binâ edilen samîmî sevgi ile eşini fevrîliklerden ve sâir günahlardan korumanın âhiretteki netîcesi ise çok daha büyüktür: Rahîm-i Mutlak olan Rabbimiz, Allah için sevilmiş o hayat arkadaşını hûrîlerden daha güzel bir sûrette ve daha zîynetli bir tarzda, daha câzibedâr bir şekilde ebedî saadet yurdunda ona ebedî bir hayat arkadaşı olarak ve dünyadaki eski mâcerâlarını da birbirine lezzet verecek biçimde nakletme imkânı içinde, gâyet sevimli, gâyet hoş, gâyet lâtîf ve ebedî bir arkadaş ve içten bir sevgili olarak vereceğini vaad etmiştir.3

Nitekim Cenâb-ı Hak, “Doğrusu o gün Cennet arkadaşları büyük bir zevk ve safa içindedirler. Hanımlarıyla birlikte gölgelerdeki tahtlara kurulurlar. Orada onlar için meyveler ve diledikleri her şey bulunur. Rahmet sahibi Rablerinden onlara selâm vardır”4 âyetiyle bu müjdeyi vermekte, sevgilerin Allah için olması konusunda uyarmaktadır.

Şu halde gerek kadının, gerekse erkeğin eşine karşı başarması gereken en büyük vazife birbirini Allah için sevmekten ibarettir. Diğer vazifeler ayrıntıdır. Allah için sevginin olduğu yerde her problem hallolur, her sıkıntı temelden biter.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 257 2- Sözler, s. 587 3- Sözler, s. 591 4- Yâsîn Sûresi, 36/55, 56, 57, 58

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Özgürlüklerin yanında yer almak



“Üniversiteler herkesin fikrini serbestçe söyleyebildiği, fikirlerin tartışıldığı yerler olmalı… Üniversitelerin problemleri YÖK’ün kendi raporlarında mevcuttur… Üniversiteler tamamıyla serbest kurumlar olmalı ve sadece bilimle uğraşmalı… Üniversiteler Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyacak bilgi birikimini üretmeli… Bilimsel çıktıyı artırmalı. Eğer biz bunu yapabilirsek, türban sorunu, katsayı sorunu gibi sorunlar kendiliğinden hallolur. Üniversiteler, yapmak zorunda olduğu esas fonksiyonu yerine getirirse, bu türden şeylerle uğraşmayız… Bugüne kadar yapılan uygulamaların bazılarından vazgeçmek, üniversiteleri sıkışmış bir durumda bırakmamak, her türlü özerkliği-malî olabilir, idarî olabilir-onları vermekle olur…”

Bu sözler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, tarafından YÖK Başkanlığına atanan Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın ilk beyanatları… Özcan kendisine iki vizyon belirlemiş, bir tanesi üniversitelerdeki bütün yasakların kalkması, ikincisi ise üniversitelerin aslî görevleri olan bilimselliğe daha çok önem vermesi…

Yeni YÖK Başkanı öncelikle üniversitelerin “bilimsel tarafı”nın güçlendirilmesinden yana olduğunu söylemesi gerçekten ümit verici. Bizim buradan anladığımız, üniversiteler gerçek fonksiyonuna dönmeli, ideolojik olmamalı, siyaset yapmamalı. Yani, kendi işini yapmalı…

* * *

Gül, yeni “YÖK Başkanının özgürlükçü olmasının herkesi memnun edeceğini” söylemişti. Özcan’ın ilk beyanatları özgürlüklerden yana gözüküyor. Ümit ediyoruz ki, özgürlüklerin ve demokrasinin önünü açacak çalışmalara imza atar ve “hayırla” yâdedilir.

12 Eylül ihtilalinin ardından kurulan YÖK’te şu ana kadar İhsan Doğramacı, Mehmet Sağlam, Kemal Gürüz ve Erdoğan Teziç Başkanlık yaptı. Gürüz ve Teziç dönemlerinde YÖK en çok tartışılan kurum oldu. Özcan 5. başkan… Yeni başkan öncelikle 26. yıllık YÖK’e yapılan eleştirileri iyi analiz edip, geçmiş başkanların yanlışlarından ders çıkarıp, doğruları bulmalıdır.

YÖK eski başkanlarından Kemal Gürüz, Özcan’ın “Üniversitelerde bütün yasaklar kalkacak” sözüne gösterdiği tehditvâri tepkisinde, “Üniversitelerde tek bir yasak yok. Yasak var diyebiliyorsa erkekçe, mertçe çıksın söylesin. Ama yasaktan anladıkları ‘türban’ ise onu değiştirmeye bunların, cumhurbaşkanının da gücü yetmez. O haddini bilsin… O çalışmaları yaptığı ülkeye, Malezya’ya gidip bunları söylesin” demesi ve bazı rektörlerin “yasak kalkacak” sözüne cevap vermeleri Özcan’ın işinin kolay olmadığını gösteriyor. Ancak bu yasakçı kafa onu yıldırmamalı ve özgürlükçü tavrını sonuna kadar sürdürmelidir.

* * *

Artık üniversiteler özgürlükçü bir yapıya kavuşturulmalı, yıllardır hep tartışmaların odağında olan YÖK “aslî görevi”ne dönmeli, bilimsel çalışmalarla hatırlanmalıdır. Zira, Türkiye bilimsel yayın konusunda 28 ülke arasında ancak 21. sırada yer aldı. YÖK’ün bilimsel gelişmenin önündeki en büyük engel olduğu, kurulduğu günden beri 500’ün üzerinde öğretim üyesi tasfiye edilmesi ile 70 binin üzerinde öğrenci hakkında soruşturma açılmasından ortaya çıkıyor.

YÖK denince artık “fişlemeler, ikna odaları, başörtüsü yasağı, katsayı adaletsizliği, özgürlüklerin kısıtlanması, bilimsel yetersizlik, üniversitelerimizin sayılı üniversiteler arasında sayılmaması” gibi konular akla gelmemelidir. Bunlar öncelikle çözüm bekleyen meselelerdir. Diğer yandan Anayasanın YÖK’le ilgili olan 130 ve 131. maddeleri değiştirilerek YÖK’ün “bilimsel yapıya” kavuşturulması sağlanmalıdır. Eğer YÖK’ün bu yapısı devam edecekse de YÖK toptan kaldırılmalıdır.

YÖK’le ilgili daha birçok şey söylenebilir. Ancak henüz “çiçeği burnunda” yeni başkanın yaptıklarını, yapamadıklarını gördükçe tenkitlerimiz ve tebriklerimize devam edelim.

Bu vesile ile Prof. Dr. Özcan’a yeni görevinin hayırlı olmasını dilerken, “özgürlükçü” sözlerini dört yıllık görevi sürecince unutmamasını, her zaman demokrasinin ve özgürlüklerin yanında yer almasını, dayatmalara boyun eğmemesini diliyoruz. Milletin beklediği budur ve takipçisi de olacaktır…

* * *

Vedânın ardından

Öte yandan, Erdoğan Teziç dört yıllık görev süresini doldurarak “özel işleri”nin başına geçti. Teziç, görevini bırakırken rektörlere gönderdiği veda mektubunda şunları söylemiş:

“Üniversitelerimizin, cumhuriyetin kazanımlarını koruma ve kollama görevlerinden hiçbir şekilde taviz vermeyeceklerine ve Atatürk’ün açtığı aydınlık yolda ülke gençliğimizi yetiştirmeye devam edeceklerinden kimsenin kuşku duymaması gerektiğine olan inancım tamdır. Bu duygu ve düşüncelerle ‘Allahaısmarladık’ diyor, başta siz olmak üzere tüm öğretim elemanlarınızı, öğrencilerinizi ve idari personelinizi sevgiyle kucaklıyorum…”

Bu veda mesajını okuyunca, seçimi kaybetmesinin ardından CHP’lilerin İsmet İnönü’ye yaptıkları “tavsiye ve ikazı”nı hatırladık. (Teşbihte hata olmasın da…) Demokrat Parti büyük çoğunlukla iktidara geldiğinde bunun sebebini araştıran partililer İnönü’ye, “Konuşmalarınızda dinî terimlerden, dinî özgürlüklerden bahsedin” tavsiyesinde bulunmuşlar. İnönü kürsüye çıkmış, konuşmuş ve inerken, “Allahaısmarladık” demiş. Konuşmanın içeriğinde yine dinî konulara temas etmediğini söyleyen CHP’lilere İnönü, “Allahaısmarladık dedim ya” demiş…

İşte o kadar… O kelimeyi söylemek kendince “insanları kandırmaya” yetiyor. Ama millet kanıyor mu, kanmıyor elbette…

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Millet ciddî irâde bekliyor...



Türkiye’de inanç ve mâneviyat noksanlığıyla eğitimsizlik ve terbiye ihmali, nesilleri dejenere ediyor. Tahribin dehşeti, sosyal hayatta bâriz bir biçimde baş gösteriyor. Milletin geleceği can çekişiyor...

Gençliğin sürüklendiği mânevî bunalım ve boşluk, “kapkaç terörü”nden “tribün terörü” ve “ vahşet dolu cinâyetler”e, kumardan uyuşturucu ve kötü madde bağımlılığına varan vâhim illetlere bulaştırıyor. Ahlâkî aşınma her tarafı sarmış; okulların duvarlarına kadar sıçramış. Alkol ve uyuşturucu hastalığına yakalananların sayısı giderek çoğalmakta; kullanma yaşı ilkokul seviyesine kadar inmekte...

“Millî piyango” ve “spor toto” gibi devlet kurumları, talih oyunları, “iddaa” türü kumara öncülük etmekte; gençler ve çocuklar, kendilerini kuşatan tuzak ve tehlikenin uçurumuna itilmekte...

İnternet kafeler, atari salonları önünde çoğunluğunu okul çocuklarının oluşturduğu “sanal kumar” kuyrukları, tehlikenin boyutlarını ele vermekte.

Yapılan bir araştırmada, dehşet verici rakamlar ortaya çıkmakta. Türkiye’de 2001-2004 yılları arasında esrar kullanımı yüzde 75, uçucu madde kullanımı yüzde 40, eroin kullanımı yüzde 100, ecstasy kullanımı ise yüzde 287 artmış. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk ve Ergen Madde Bağımlılığı Araştırma Tedavi ve Eğitim Merkezine 1995’de 3 bin beş yüz kişi başvurmuşken, 2007’de bu sayı 22 bini aşmış...

Bediüzzaman’ın ifâdesiyle, “kendi ahâlisine geniş bir hâne (ev)” ve “bir millî âilenin hânesi” olan ülkede “büyük bir âile efrâdı (fertleri) olan millet” zehirlenmekte; “hayat-ı içtimaiyeyi (sosyal hayatı) idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmakta.” (Kastamomu Lâhikası, 110-112; Şuâlar, 201-205)

Özellikle kalabalık şehirlerde çocuklar ve gençler, ifsad şebekeleri elinde, mafya ve çeteler kıskacına alınıp “suç unsuru” ve “âleti” olarak istismar ve istimale itilmekte...

* * *

Neticede mânevî ve ahlâkî terbiye eksikliği gençlikte ve toplumda büyük boşluk ve derin dejenerasyonlara sebebiyet verdirmekte. Çünkü yeryüzündeki emperyalist savaşlar, artık meydanlarda değil, ekonomik alanda düşmanları mağlup etmek, inanç ve mâneviyatlarını zayıflatmak şeklinde yapılmakta...

Kısacası Yahudi ifsad komiteleri elindeki “küresel güç” ve “uluslararası sermaye”nin toplumların içini karıştırma ve irâdesiz kılma taktikleriyle, inanç ve ahlâkta sarsıntılar vermek maksadıyla dayattıkları ahlakî-kültürel kargaşa ve kaosla siyasî, iktisadî çıkar ve bozgunculuk plânları, günümüzde “demokratikleşme” ve “özgürleştirme” paravanındaki projelerle açıkça sırıtmakta.

Bu konuda Çarlık Rusyası Generali Netcheolodon’un açıkladığı, B’nai Brith Gizli Cemiyetinin gazetelerinde yayınlanan “Siyon protokolleri”nin 7. maddesi ibret vericidir:

“Basın, kültür ocakları, tiyatrolar ve borsa oyunları ve hatta kanun parayı emirlerinde tutanların ellerinde olmalıdır. Bununla kültür müesseseleri halk efkârında kargaşalık ve ümitsizlik ocakları haline getirilecektir. Böylece yetişkinlerde başı boş arzular, gençlerde cinsî hevesler uyandırılacaktır. Sonuçta Hıristiyan ve Müslüman kalplerde, bu dinlerin getirdiği imân yerine şüphecilik filizlendirilecek; şehevânî duygularla bir ‘maddeci şüphecilik’ dinlerin verdiği kültürün yerini alacaktır.” (Rus İhtilâli ve Yahudiler, 164)

Görünen o ki, sokaklarında onbinlerce çocuğun ve gencin başıboş dolaştığı, yüzbinlercesinin sözkonusu tahrip ve ifsad şebeklerinin tehdidi altında olduğu Türkiye’de, salt polisiye tedbirlerle, yasaklayıcı yasalarla değil, köklü ve etkili topyekûn bir inanç ve ahlâk eğitimini, mânevî terbiyenin takviyesini gerekli kılmakta.

* * *

Ne var ki, Meclis’te ve medyada hâlâ okullarda zâten yetersiz olan “din kültürü ve ahlâk bilgisi” derslerinin kaldırılıp kaldırılmaması tartışılmakta. Mesele âdeta dalgalanmaya bırakılmakta...

Türkiye’nin onca hayatî meselesi dururken, dış güçlerin destek ve kontrolündeki terör hergün can alırken, hâlâ yeni anayasada din derslerinin çıkarılması tezleri ileri sürülmekte.

Ve ne garip ki, Başbakanı yeni “Alevî açılımı”na ikna edip İslâm’ın bin dört yüz senelik inanç ve fıkhına aykırı olarak cemevlerinin “ibâdethâne” olarak kabulüne ikna ettiğini söyleyen AKP milletvekili Reha Çamuroğlu, açıkça okullardaki din derslerinin kaldırılmasını isteyebilmekte.

Çamuroğlu, “Din ve ahlâk öğrenimi, karşılaştırmalı dinler ve ahlâk teorileri olarak verilmeli; öğrenciye namaz kılmayı, abdest almayı öğretmek devletin işi değildir” diyebilmekte. İşin enteresanı, en ufak bir aykırı ayrıntıda milletvekillerini derhal ikaz eden Başbakan ve parti yönetimi, bu pervâsız açıklamaya hiçbir uyarıda bulunmamakta...

AKP’nin baştan beri, birçok inanç ve mânevî meselede olduğu gibi, din derslerinde gösterdiği zaaf ve kırılganlık, siyasî iktidarı âdeta rüzgâr önündeki yaprak gibi yalpalamakta.

Gerçekten hükûmet, yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir ülkede, çocuklara dinlerini, dinlerin gereğini öğrenmelerini istiyor mu, istemiyor mu?

İstiyorsa, o zaman güçlü bir irâde ortaya koymaktan çekinmelidir. Zira millet verdiği desteğin hakkı olarak tek başına siyasî iktidardan ciddî ve kararlı bir irâde bekliyor...

15.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Fazıl Say gitmek istiyormuş



Bu ülkede yaşıyor, ama bu ülkenin değerlerine ters.

"Fazıl" ne demek?

Köken itibariyle "fazilet"ten geliyor ancak adam adıyla müsemma değil sanki.

Fazıl Say namında piyanist, bakan eşlerinin ‘türban’ taktığını belirterek, Türkiye'den ayrılmayı düşündüğünü söylemiş.

Biz, gazetelerin ve haber ajansların yalancısıyız.

Diyor ki Say:

"Bizim Türkiye rüyalarımız biraz öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslâmcılar zaten kazandı, biz yüzde 30, onlar ise yüzde 70. Başka yere taşınmayı düşünüyorum." (Süddeutsche Zeitung Gazetesi)

Bravo!

Avrupa'nın yolları sana açık. Durduğun kabahat.

Röportajı yapan meslektaşı müzisyen Capuçon, Say'a İsviçre Zürih kentine taşınmasını tavsiye ediyor.

Say, Lozan'ı daha çok beğendiğini söylüyor. Ancak bir sorun var: "Lozan kenti havaalanına 1.5 saat uzak… Dolayısıyla bir dezavantaj olarak görüyorum" diyor.

Söyleşini şöyle tamamlıyor Say:

"Şu anda değil, ama ileride Türkiye'den ayrılmayı düşünüyorum. Biz artık azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz. Çankaya'daki davete bile beni çağırmadılar. Böyle giderse, bir kızım var onu da alır yurt dışına giderim."

Say "türban"dan şikâyetçi, ama onun gitmesini gerektirecek bir durum yok ki.

Meselâ, Adana'da geçtiğimiz günlerde kompozisyon yarışmasında birinci olan imam hatip liseli Tevhide Kütük isimli öğrenci, kürsüden başörtülü olduğu gerekçesiyle ödülü dahi verilmeden indirildi.

Yetmez mi?

TÜBİTAK'ın Ulusal Bilim Olimpiyatları ödül töreninde başörtülü öğrencinin kürsüye çıkmasına Millî Eğitim Bakanı sert tepki gösterdi ve jet soruşturma açtırdı.

Daha bunun gibi çook dram var gazete manşetlerine yansımayan...

Bak ne güzel, gül gibi ülke!!! Tam Fazıl Say'ın istediği gibi.

Yok eğer "Bunlar beni tatmin etmiyor" gibi bahaneler sıralayacaksa o kadarına "dur" deriz.

Gerçi Fazıl Say gibileri, bu ülkenin gerçeklerini çok zor anlar. Çünkü onlar harika çocuk(!). Devletin özel yetiştirdiği kalbur üstü insanlar. Ancak devletin yetiştirdiği bu insanlar, milletine öyle çok yabancı ki…

Fazıl Say'a sesleniyoruz. Gitmek istiyorsan, güle güle!

Dönüp de arkana bakma…

Çünkü küçümsediğin millet seni hatırlamaz bile!

15.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri