Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Saadet Bayri FİDAN

Gitmek ve kalmak



Yolculukları oldum olası sevmemişimdir.

Pencereden bakarken geçen bütün otobüsler canımı acıtır. Sanki gidenler geldikleri yerlerde bir şeyler bırakıp gidiyor. Ve kalplerindeki torbalarına birçok anı yükleyip de ayrılmışlar.

Ve her giden içinde biraz hüzün taşır.

Her ne kadar gittiğimiz yerlerde sevdiklerimiz, beklediklerimizde olsa bir daha dönmemek insanı hep acıtır.

Ayrıldığımız yerlere de sığmamışızdır oysa. Bir an önce gitsek diye gün saymışızdır. Ancak tam gidiyorken birkaç damla görünce, hazırda bekleyen yaşlarımız destursuz yanaklarımızı ıslatır.

Gitmek

Şehirler mi özlenir?

İçindekiler mi?

Yoksa

Yaşanılanlar mı?

Birbiriyle iç içe sorular bunlar.

Hepsinin cevabı bir öncekin de.

Bana sorarsanız, bence yaşadıklarımızdır bizi bulunduğumuz yerlere görünmez iplerle bağlayan.

Bence yaşadıklarımızdır şehirlerin adını, anlamını değiştiren.

Hiçbir anı bırakmadığımız bir yeri neden özleyip analım ki?

"Hiç alışmam!" dediğimiz yerler bile bazen öyle derine işler ki; bunu ancak vazgeçmek istediğimizde anlarız.

Zira gitmek istemek, şöyle her şeyi bırakıp gitmek içimizde ki en gizli sır.

Kaçımız istemez ki her şeyi geride bırakıp yeni bir hayata başlamak.

Ama bırakmak sadece yanında götürmemek değil, zira çoğu kere kaçmak istediklerimizi alırız yanımıza. Beynimizden, kalbimizden çıkarmadığımızı giderek nasıl çıkarırız ki.

İnsan tarihini yanında taşır.

Nereye gidersek gidelim, gitmemize sebep olanları da bavulumuza koyup öyle gideriz. Sadece yerimiz, bulunduğumuz şehir yâ da sokak farklıdır o kadar. Onun dışında hayatımızda ki her şey bizimledir.

Dedim ya; gitmek unutup ta gidilebiliyorsa anlamını tam mânâsıyla bulur.

Unutmaya çalışmak için gitmek, gitmek değildir.

Gidememek...

Birçok sebebi vardır.

Bir çocuk, eş, sevgili, iş, anne yâda binlerce anlam yüklediğimiz sokaklar.

Yanımızda götürdüklerimiz değil, kimi zaman da götüremediklerimizdir bizi yollara düşmekten alıkoyan.

Deseler ki; hadi şu gün şu saatte bir daha dönmemek üzere yeni bir hayata yeni bir şehirde başlamak için gideceksin. Bütün ayrıntılar da düşünülse ve elimize tek kişilik ve tek seferlik bir bilet tutuşturulsa.

Merak ediyorum; kaçımız bilette yazan saatte istasyonda oluruz?

Bütün vazgeçemediklerimizi, asla dediklerimizi geride bırakıp, yanımıza hiçbir şey almadan bir kendimizi alıp yanımıza, çekip kapıyı çıkmak her günkü hayatımızdan.

Kaçımız bu cesareti bulabilirdi kendinde?

Ama ne mümkün.

Giderken götürdüklerimiz değil, götürmek istediklerimizdir bizi vazgeçiren. Bavula sığmayacak olanlardır bu gitmeleri bir ömür erteleten.

İnsan her şeyi bırakıyor da, "canım" dediklerini bırakıp gidemiyor.

Her ne kadar gerçekte yapamasakta, hayalen de gitmek bazen iyi geliyor insana.

Ya da gidebilecek olduğumuz halde gitmemek, bu koca şehirde sevdiklerimizi tek başına bırakamamak.

Sanırım en büyük fedakârlık bu:

Gitmiyorum! Kalacağım yer olmadığı için değil, gideceğim yer olduğu için.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

DP'de yeni başlangıç



Demokrat Parti, mâlûm sebeplerle dibe vurduğu bir noktada gerçekleştirdiği 4. Olağanüstü Kongrede genel başkanıyla yönetim organlarını yenileyerek taze bir başlangıç yaptı.

Kongredeki katılım ve aday çokluğu, herşeye rağmen tabandaki dinamizmin bir işaretiydi.

Gerek adaylar, gerekse delegeler tarafından özeleştiri bağlamında dile getirilen tesbitler ise, partinin niye bu noktaya geldiğinin çok doğru ve isabetli bir şekilde okunup teşhis edildiğinin ifadesiydi. Akıl için bir olan yolun DP tabanınca da görülmüş olması zaten beklenen birşeydi.

Teşhis doğru konulunca, tedavinin de yolu açılmış olacaktı. Ve kongre, galiba bu yolu açtı.

Genel başkanlığa seçilen Süleyman Soylu, teşkilâttan gelen, çekirdekten yetişme bir "kökten demokrat." Partinin başına paraşütle inmediği gibi, zor zamanlarda partisini terk ederek başka adreslere koşanlardan da değil. Çile ve cefa çekerek, emek vererek bu noktaya geldi.

Kongrede Genel Başkanla birlikte Genel İdare Kurulunun da ciddî anlamda yenilendiği ve yeni kurulun kayda değer bir gençleşme dinamizminin işaretlerini verdiği dikkatleri çekiyor.

Ama bu gençleşme öyle sun'î medya rüzgârlarıyla değil, partinin kendi dinamiklerinden beslenen sağlıklı bir gelişme olarak görünüyor.

Soylu'nun seçildikten hemen sonra yaptığı konuşmada verdiği en önemli mesajlardan biri, Türkiye'nin siyasette yeni bir alternatife ihtiyacı olduğunu vurgulaması.

Gerçekten de öyle. O kadar ki, geçenlerde iktidar partisinin Genel Başkan Yardımcısı Dengir Fırat bile muhalefet boşluğundan yakınarak, bu eksikliği dahi kendilerinin tamamlamak zorunda kaldıklarını ifade etmişti.

CHP'nin muhalefeti, toplumun geniş kesimlerinde olumlu bir karşılık bulamazken, bu partinin kendi tabanında bile çatlaklara yol açıyor.

MHP de aynı durumda. Katı devletçi ve ulusalcı söylemleri, bu partiyi de, asıl yeri olan marjinal konuma mahkûm ediyor. Ve aynı durum, tersinden DTP için de ziyadesiyle geçerli.

Durum böyle olunca, Türkiye'nin AKP karşısında ciddî, tutarlı ve sağlıklı bir alternatife duyduğu ihtiyaç daha da belirgin bir hale geliyor.

Ve DP, temsil ettiği çizgi itibarıyla bu ihtiyaca cevap verme konumuna en yakın olan parti.

Eğer 22 Temmuz öncesinde yapılan, toplumda ve parti tabanında büyük infial uyandıran hataların izlerini siler; yönetimle taban arasındaki kopukluğu ortadan kaldırır; parti içi demokrasiyi sağlıklı şekilde işleterek tabandaki dinamizmi tepeye yansıtır ve AKP karşısında yıkıcı değil, pozitif bir muhalefet sergileyerek topluma güven verebiliirse, aranan alternatif DP olabilir.

Siyasetin tecrübeli ve duayen isimlerince dikkat çekildiği gibi, AKP'ye karşı yapılacak muhalefet bu partiyi körü körüne kötüleme esasına bina edilirse toplumda karşılık bulamaz. Ama çıtayı hak ve özgürlüklerde, demokraside, AB sürecinde daha ileri adımlar atmak olarak belirleyen ve dar gelirli kesimlerin haklarını savunarak AKP'yi bu noktalardan sıkıca denetleyen bir muhalefet stratejisi, DP'yi hedefine ulaştırır.

Tabiî, öncelik, evvelâ iç toparlanmayı başarıp, kırılıp dökülenleri tekrar bir araya getirmek.

Soylu'yu ve yeni DP yönetimini kutluyor, zor, ama önemli görevlerinde başarı diliyoruz.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Yeni Asya Vakfı'nda güzel bir buluşma



Cumartesi günü bir toplantı bitiminde, Kutlular Ağabeyle birlikte İstanbul'a gitmem gerekiyordu. Zîrâ, iki seminer programım vardı.

Akşam dokuz uçağıyla Esenboğa'dan havalandık. Kısa zamanda bulutların üstüne çıkan uçağımız, elli dakika sonra İstanbul'a ulaşmıştı bile. Yolculuk boyunca hizmetlerimizin daha fazla gelişmesi için neler yapılması üzerinde durduk. En önemli gördüğüm tesbitlerden birisi de, Üstad zamanından beri sürüp gelen dershane hizmetlerine yoğunlaşarak canlandırılması ve en kalıcı faaliyetlerden olan birebir insanlarla ilgilenilmesi idi. Çünkü, mevcut arkadaşların tamâmına yakını o tarz hizmet metoduyla kazanılmış ve dâvâ adamı olmasına vesile olunmuştu. Onun dışındaki tarzlarımız yardımcı faaliyetlerdi. Seminer, konferans ve benzeri çalışmalar, yeni insanlarla tanışıp sürekli ilgilenmeye vasıta olmalıydı. Orijinal ve kalıcı olan hizmet tarzını ihmal edip, dışı şatafatlı, fakat içi zayıf olan faaliyetlere ağırlık vermek, suyun üstünde akan ve kaybolan köpüklerden farkı olmuyordu. Asıl orijinal olan, geleneksel veya klasik hizmet denilen tarzımızdı. Ne olursa olsun bu tarz, orijinal hâliyle mutlaka korunmalı ve kıyamete kadar yaşatılmalıydı.

O gece, Yeni Asya misafirhanesinde kaldım. Ertesi gün, vakfın konferans salonunda, öğle namazını müteâkip üniversiteli gençlerle iki seminer paylaştım. "İman, insan ve kâinat" isimli seminer ikindi namazına kadar sürdü. Namazdan sonra "Bediüzzaman'a göre: Cumhuriyet, demokrasi, lâiklik ve şeriat kavramları" adındaki semineri takdim ettim. Seminerin biri îmânî, diğeri içtimâî özellik taşıyordu. Her hafta gerçekleştirilen seminer çalışmalarına değişik arkadaşlarımız çağrılıyormuş. Organizasyonu sağlayan İsmail kardeşin ifadesine göre, bu çalışmalar sayesinde vakfın konferans salonu daha aktif hale gelmiş ve katılım da gittikçe gelişiyormuş. Kendilerine başarılar diliyoruz.

Genç katılımcıların ilgisi en yüksek düzeyde idi. Soruların seviyesi onu gösteriyordu. Allah'ın ilk yarattığı şey, hadis-i şerife göre, Hz. Muhammed'in (asm) nûrudur. O nurdan, kâinatın ilk maddesi yaratıldı. Bu îtibarla, onun nûru kâinat ağacının çekirdeği olduğu gibi, maddî bedeniyle de, bu kâinat ağacının en mükemmel ve münevver meyvesidir. Allah için öncelik sonralık söz konusu değildir. Zîrâ O, zaman ve mekân gibi kayıtlardan münezzehtir. Mâzi, hâl ve istikbal bizim için mevzu bahistir.

Her cemâl ve kemâl sahibinin, kendi cemâl ve kemâlini muhtelif aynalarda hem görmek, hem de başkalarına göstermek istemesi fıtrî bir kaidedir. Bir ressamın yaptığı tabloları sergilemesi sadece egosunu tatmin etmek için değildir ki, bu misâl Cenâb-ı Hakk'a kıyas edilsin. Yanlış kıyaslar, yanlış neticeleri doğurur. Nihayetsiz derecede güzel olan esmâ-i hüsnâsının nihayetsiz tecellilerinin güzelliklerini Allah hem bizzat görmek, hem de insan, cin ve melek denilen şuûrlu mahlûkâtına göstermek istemiş ki, bu muhteşem âlemleri yaratmıştır.

Allah'ın varlık ve birliğine şâhitlik yapan kâinat, Kur'ân ve Hz. Muhammed (asm) yanında dördüncü bir şâhit olarak vicdan da vardır. Akıl diğer delilleri bilmese ve inanmasa bile, vicdan, nokta-i istinat ve nokta-i istimdat denilen iki mânevî pencere ile daima Yaratıcısına bakar ve mânen onu bilir.

Müslüman Îsevîleri ünvanına lâyık bir kısım Hıristiyanların, Allah'ı var ve bir kabul etmeleri ve bizim Hz. İsa'yı (as), Allah'ın kulu ve peygamberi olarak kabul ettiğimiz gibi, onların da Hz. Muhammed'i (asm) peygamber olarak kabul etmeleri hâlinde, sonunda ehl-i necat olmaları ve kurtulmaları söz konusudur. Zîrâ, kalbinde zerre kadar iman bulunanlar Cennete gireceklerdir.

Dört halife dönemi, adı konmamış dindar bir cumhuriyet uygulamasıdır. Adâlet, meşveret ve hukûkun üstünlüğüne dayalı kanun hâkimiyetini ön gören ve insan haklarına sonuna kadar değer verip koruyan İslâm, demokratik cumhuriyetin bir çok değerleriyle örtüşür. Bundan dolayı Bernard Show "Demokrasinin bir adım ötesi İslâm'dır" deme kadirşinaslığını göstermiştir. Demokratik cumhuriyeti kemâle erdirip zenginleştirecek olan, İslâm dininin temel değerleridir. Şeriat istediğini söyleyenlerin bir çoğu, ne istediğinin farkında değiller. Zâten Üstadın dediği gibi "Şeriatın yüzde doksan dokuzu ahlâk, ibâdet, âhiret ve fazilete dâirdir. Yüzde biri siyasete taallûk eder."

Bir başka soru: "İslâm'ın hürriyet anlayışı nasıldır?" "Başkasına zarar vermedikten sonra, kendi âleminde tamâmen hürsün" diyen Batılı anlayışa bedel İslâm "Ne kendine, ne de başkasına zarar vermemek şartıyla hürriyetini kullanabilirsin" tarzındadır.

Makalelerimizden derlenmiş birkaç kitabımızın olması, Risâlelerden aldığımız derslerimizi, gönül dostlarımızla paylaşmaktan ibârettir. Evet, vakit darlığından yazılı olarak verilen sorulara kısa cevaplarımız bunlar. Nazar-ı müsâmaha ile bakmalarını genç kardeşlerimizden istirham ederiz.

Aynı akşam Esenboğa Hava Alanından Asya-Nur Kültür Merkezine ulaştığımda, değerli ağabeyimiz Bedreddin Ergül, "İslâm'a Göre Sosyal İnsan" seminerinin son kısmını katılan arkadaşlarımızla paylaşıyordu. Bir hafta sonumuz işte böyle geçti.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

YÖK'te açılım



YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan, ilk demecinde üniversiteler için önceliğini, "Özgürlük ve Bilim" olarak özetlemişti. Bu iki ifadenin Türkiye pratiğinde açılımı şudur: Her türlü yasağı kaldırmak ve akademik kurumları kendi gündemine çekmek.

Aslında, son derece normal iki başlık olması gerekirken, üniversitelerdeki zihnî iltihap ve beynin rahat düşünme fonksiyonunun bilim atmosferine taşınamamasından dolayı kırmızı çizgilerle çevrili yasak bölgeler oluşturulmuş.

Bilim insanlarının düşünce özgürlüğünü doyasıya yaşayamaması, bunu bilim diliyle ifade edememesi, beraberinde kifayetsiz ve sağlıksız bilinç düzeyini doğurmaktadır.

Bu yapının en ilkel sonucu ise, kılık kıyafet üzerinden yürütülen hukuk dışı uygulamalardır. Tartışmalı bir hukukî sürece, konjonktürlerin hatırı için, açıkçası 28 Şubat dayatması için kolları sıvayıp, aktifleşen rektörlerin yaptığı işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Hâlâ üniversiteye alınamayan binlerce öğrenci mağdur durumda...

Diğer tarafta, araştırma ve uygulama ile demokratik rekabet şansı yeterince bulunmayan bilim ortamları, idarî çatışma, politik zıtlaşma ve verimsiz bir diyaloğun yaşandığı kampüsler haline gelmiştir.

Yirmi altıncı yılına giren YÖK saltanatı, bu konularda belirleyicilik vasfını, normal süreçlerin dışında açık veya modern darbelerin gölgesinde ve etkisinde korumuştur. Varlığını, genel eğilimler ve akademik tabanın istek ve doğrultuları ile AB sürecindeki kalite yerine, rejim kaygılarının prim yapan payandaları ile korumaya çalışmışlardır.

Klâsik ezberlerle çatışan bir üslûbu olan YÖK'ün yeni Başkanı, bu anlamda yeni açılımların habercisi görünüyor. Özgürlük ve bilim kavramlarının projelerini tartışmaya açıyor.

Olayı direkt ifade ederek teklifini yapmayı tercih ediyor. Bu yönüyle kamuoyunda tartışma zemini oluşturuyor. İsabetli bir gidiş.

Meseleyi YÖK üzerinden, genel bağlamda etki-tepki üzerinden değil de, konu ve proje esaslı götürmek daha sağlıklı. Bir defa genellemeci cehaletin ve politik bezirganların rejim bekçiliği ve Gürüz gibi sokak kabadayısı edasındaki tavra muhatap olmamak ve ciddiye almamak gibi anlamlı bir duruşu var.

Özcan'ın görüşleri arasında farklı başlıklar var. Bunlardan bir tanesi araştırma görevlileri ile ilgili. Araştırmanın ve bilim insanı yetiştirmenin çekirdeği olan araştırma görevlilerinin beş yıllığına burslu olarak çalışmalarını öneriyor. Mevcut maaşları yaklaşık 1080 YTL iken bunu 1500 YTL'ye çıkarmayı hedefliyor. Beş yılın performansına göre akademik kadroya alınmasını istiyor.

Özlük hakları itibariyle ücreti artan ve araştırmacı kimliğini taşıyan bir insanın, ikinci aşamada üniversiteye geçmesi, ya da diğer sektörlerde araştırmacı olması, seçenekli bir avantajdır. En basiti Ar-Ge yasası ile birlikte, bir çok kurumun kendi araştırma birimi, başta özel sektör olmak üzere daha fonksiyonel olacaktır.

Ayrıca merkezî sınavla araştırma görevlisi alınmasını düşünüyor. TUS sınavları gibi, belli yeterlilik ve puana sahip insanların alınmasını öneriyor. Böylece her üniversitenin kendi içinde lokal ve kayırmacı etkileri azaltılmış olacaktır. Bir de ülke çapında beyin potansiyeli en iyi olanlar arasında tercih imkânı olacaktır.

Üniversitelerin paralı olmasına gelince, aslında değişen fazla bir şey olmuyor. Sadece üniversitelerin direkt bütçeden aldığı para, devlet eliyle öğrenciye burs olarak veriliyor. Böylece üniversite yönetimi hizmet verdiği öğrenciye karşı bir sorumluluk ve bütçeleme zorunluluğu ile kendi kaynaklarını daha iyi planlama ile karşı karşıya kalacaktır.

Detaylar ortaya çıktıkça, bu başlıklar üzerindeki ihtiyatî kaydımızı değiştirebiliriz. Özünde olması gereken, rekabeti arttıracak, kaliteyi yükseltecek ve öğrenim imkânını yüksek okul düzeyinde de olsa yaygınlaştıracak açılımlardır. Bu anlamda, özel üniversite girişimleri hem kolaylaştırılmalı, hem de teşvik edilmelidir. Bu işin arkası devam edeceğe benziyor.

09.01.2008

E-Posta: [email protected].




Mustafa ÖZCAN

Bush'un serap turu



Bush'un bugün (8 Ocak 2008) başlayan Ortadoğu turuyla alakalı olarak bazıları mübalağalı ifadeler kullanıyorlar. Bunlara Araplar 'me'cur' yani satılık ve kiralık kalemler diyorlar. Sözgelimi Şarku'l Evsat gazetesinin eski yayın yönetmeni Abdurrahman Raşid gerçekten de benzerine az rastlanır bir mübalağa sanatı ile Bush'un bu gezisini 50 yıllık en önemli gezi veya gezilerden birisi olarak takdim ediyor. Halbuki Bush bile bu görüşte değil. İktidarının son günlerine gelindiğinde barış için fazla bir şans ve fırsat olmadığını gezi öncesi kendisi de ifade etti. Yoksa Bush'un da bilmediği, ama Abdurrahman Raşid'in bildiği bir durum mu var? Bush 8 yılda bozduğu dengeleri ve savsakladığı Filistin meselesini gider ayak mı düzeltecek?

Bush'un iktidarının ilk yıllarında onun için 'Filistin'in Belfour'u deyimi kullanılmıştı. Ama Beyaz Saray'dan ayağını çektiğinde iktidarını İsrail'i güçlendirmiş şekilde bırakmış olacaktır. Bush aslında mezkur açıklamasıyla malumu ilâm etmiştir. Zira önceki yazımızda da temas ettiğimiz gibi Filistinli Başmüzakereci Ahmet Kurey de İsrail'in mevcut zihniyeti ve yapısı devam ettiği müddetçe barışın serap olduğunu söylemiştir. İsrail ve bölge ülkelerini ziyaret etmesi Raşid'in yazdığı gibi barış umutlarını yeşertmeyecektir. Annapolis zirvesinin havanda su dövmek olduğunu herkes yazmıştı ve Olmert ve ardından Bush da Filistinliler ile İsrail arasında barışın bir yıla sığmayacağını ifade etmeye başladılar. Bunun anlamı, yavaş yavaş yan çizmektir.

Bush zaman itibarıyla şansının sınırlı olduğunu söylemiştir. Peki, Bush için zaman sınırı ve baskısı olmasa; bir sekiz yıl daha iktidarda kalsa bir şey değişir miydi? Hayır. Ne gezer! Zira bakış açısı yanlı ve temel bakış açısını değiştirmek istemiyor. Öyleyse, barış yönünde sarf edilen kelimeler riyakârlıktan öte başka bir şey değil. Bu yönde Bush'un yeşertmeye çalıştığı umutlar da seraptan öte bir şey değil. Annapolis zirvesinden nasıl bir şey çıkmadıysa ve çıkmayacaksa bu ziyaretten de bir şey çıkmayacaktır. Bush ziyareti sırasında barış sunmak yerine 'bölgeye ümit ideolojisi aşılayacağını' söylemiştir. Haklıyı haksızı ayırt etmeden ve haklının hakkını iade etmeden ümitler nasıl yeşertilecektir? Amerikalılar sadece hava basarak Arapların gönlünü almaya ve çıkarlarını bu suretle devam ettirmeye çalışıyorlar.

***

Bu suyuna tirid ziyaretle ilgili Filistin tarafı ümitvar değil. Fetih canibinden Ahmet Kurey'in açıklamalarını nazara vermiştik. Hamas canibinden Halid Meşal'in yardımcılarından Musa Ebu Marzuk da ziyaretin amacının tökezleyen veya baştan itibaren ölü doğan Annapolis sürecini canlandırmak olmadığını, meselenin İran üzerinden bölgeyi kutuplaştırmak olduğunu ileri sürmüştür. Baba Bush'dan itibaren Amerikalıların yapmak istedikleri şey İsrail üzerinden kutuplaşmaya son vererek bölgesel bir kutuplaşma malzemesi bulmak ve üretmek. İran bu konuda baştan beri iyi malzeme olmuştur. İran devriminden sonra Saddam öne atıldı ve kutuplaşma İran ile Araplar arasında fiilî bir hal aldı. Kuveyt işgalinden sonra ise kutuplaşma Saddam ile Araplar arasına kaydı. Şimdi Arap-Arap kutuplaşması için bir Saddam yok. Bu durumda yine eski malzemeye dönülecek. Bush yine umutsuz Filistin vakasını unutturarak Arapları İran'a karşı kendi cephesinde tutmaya veya birleştirmeye çalışıyor. Araplar bu oyunu çok gördüler, ama seçenekleri az ve bunu aşmaya takatleri yok.

***

Bush İran'la ilgili konuşmasında ilginç ipuçları verdi: "Masada olan bütün seçenekler sebebiyle İran'la münasebetlerde mesafe aldık..." Yani savaş tehdidi ile İran'ı gerilettiklerini söylüyor. Galiba 2007 sonlarında yayınlanan İran'ın nükleer silâhlar edinmek için yürüttüğü nükleer programını durdurduğuna dair istihbarat raporuna işaret ediyor ve atıfta bulunuyor. Buradan da anlaşılıyor ki, Arapları yanında tutmak için kutuplaştırıcı bir unsura ihtiyaç var. Bu işlevi de ister istemez İran görüyor. Bununla birlikte, son istihbarat raporu ışığında İran'la sıcak savaş ve temas yerine soğuk savaşı yeğliyor. Zira İranlıların da defaatle ifade ettikleri gibi yeni bir sürtüşmeyi göze alamıyor. Zaten Time dergisinin yorumu da bu yönde idi. Savaş ihtimalinden kurtulmak için topu istihbarat raporuna attılar.

Bu bağlamda, İsrail ile İran dosyasını da ele alacak. Fakat Ehud Barak da İsrail'in elinde Amerikan raporlarını çürütecek veya nakzedecek aykırı ve farklı bir bilgi bulunmadığını söylemiş. Demek ki Tel Aviv'de adeselerini birbirine göre ayarlayacaklar ve Tahran'a aynı pencereden bakacaklar. Bu doğruysa İran'ın nükleer programı konusunda İsrail'in de ABD'nin çizgisine geldiğini gösterir. Velhasıl, Bush İsrail gibi gerçek kutuplaştırıcı bir unsur yerine İran gibi manipülatif bir kutuplaştırma aracını elinden bırakmıyor. İran da Arapların dışında Arap bölgesine tek müdahale eden İslam ülkesi olarak bu kurguya çok uygun. Siyaseten ve mezheben (teşeyyü) politikalarıyla bu ihtiyacı karşılıyor veya cevap veriyor.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Milliyet'in reklâmı



Milliyet gazetesi reklâmlarında neyi ima ediyor, anlamak o kadar zor değil.

Ancak şunu söyleyebilirim.

Bu "dindarları karalama" kampanyaları artık son buldu. Mütedeyyin insanları karalama devri dinozorların kullandığı bir üslup.

Cumhuriyet gazetesi de benzer reklâmlarla bu topraklarda yaşayanların değerlerini karalama kampanyası açmıştı. Boyunun ölçüsünü sandıkta aldı.

Milliyet gazetesinin ya tirajı düştü yahut inandırıcılık vasfını kaybetmiş olmalı ki, cami duvarını kirletme yöntemine gidiyor.

Bu millet, Milliyet'in reklâmından utanıyor, bilesiniz.

HOLLYWOOD'DA GREV

Hollywood film piyasası grev nedeniyle krize girmiş. Özellikle Oscar'ın provası sayılan Altın Küre Ödül töreni sırf bu yüzden ertelendi.

Senaristler Hollywood'da bu kadar etkin mi gerçekten?

Öyle olmalı ki, gücünü gösterebiliyor.

Nedir bu grev?

Anlatalım: Hollywood film piyasasında görev yapan yazar ve senaristler maaşlarını alamadığı gerekçesiyle greve gitti.

Önce Broadway bu grevle sarsıldı. 26 müzikal ve tiyatronun teknisyenleri greve gidince ışıklar söndü ve perdeler açılmadı. Böylelikle biletler ellerde kalakaldı.

Kriz bununla kalmadı. Büyüdü, büyüdü. Filmler ve diğer yapımcılar için araçtan kostüme her türlü kiralama hizmetini götüren bu şirketlerin iş hacmi yazarların işi durdurmasıyla yüzde 50'ye düştü.

Los Angeles'ta günde 80 milyon dolarlık bir Pazar oluşturan Hollywood'a bağlı çok sayıda sektör yer alıyor. Düşünebiliyor musunuz şehir ekonomisinin yüzde 7'sini oluşturan sinema endüstrisinde bir filmde çalışanların sayısı ortalama 928 oluyor.

Merak ediyorum; acaba bizim film festivalinde böyle bir grev olma ihtimali ne kadar?

Öyle ya; Hollywood film piyasası dizi, sit-com, reklâm, sahne şovları ve bilumumum gösteri merkezlerinde hep senaristler ön planda.

Şanslıyız, çünkü bizim film piyasasında hiçbir zaman senarist grevi diye bir sorun olmayacak!

ULUSALCILARIN KARAPARASI

Mali Suçları Araştırma Kurulu, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek'e yakınlığıyla bilinen Ulusal Kanal hakkında "karapara akladığı" gerekçesiyle inceleme başlatmış.

Bir yandan "Ulusalcı" olacak vatanı müdafaa edeceksin, bir yandan da karapara akladığın iddiasıyla haber olacaksın. Utanç verici bir durum.

Bakalım "Kuvva"cılar saçı önüne düştüğünde ak mı, "kara" mı anlaşılır.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bir sinek, üç kaz, dört elif, 111 adam ve cemaat!



Şeyh, müridleriyle birlikte sık sık tebliğ, vaaz ü nasihat faaliyetlerinde bulunur. Her uğradıkları mü'minler sofra kurarlar. Şeyh, bir iki lokma alır, "Elhamdülillah!" der. Müridler de mecburen bırakır.

Bir, iki, üç, beş, derken yeni müridlerden birisinin canına tak eder. Dere kenarından geçerken şeyhine, "Bir daha iki lokmadan sonra 'Elhamdülillah' dersen, şu sopayla seni fena halde haşlarım!" demiş.

Yine bir dâvette, alışkanlık hali "Elhamdülillah!" demiş. Mürid:

"Derede billah!" diye hatırlatma yapmış. Şeyh:

"Yeniden Bismillah!" diyerek yemeye başlamış!

Bazı muhterem okuyucularımız, "Ne zaman yazmaya başlayacaksın?" diyerek, "derede billah"ı hatırlattı. Yeniden Bismillah, dedik.

***

Kur'ân kâinatın yazılışı; kâinat Kur'ân'ın açılımıdır. Kur'ân'da her bir cümle bir âyettir. Âyet delil/belge, yol gösteren demektir. Molekül, hücre, uzuv, unsur, hayvan, taş, hava, su, ateş, güneş, yıldız-bütün varlıklar-hakikate ulaştıran tekvinî/kevnî/oluşumlara dair âyetlerdir.

Her varlık hem yapısı, hem de hal diliyle Yaratıcısını zikrederek anlatır. Diğer taraftan varlıklar insanlara ders verir, delil, yani yol gösterir. Sineğin verdiği dersi anlayan Bediüzzaman, nefsiyle girdiği diyaloğu şöyle aktarır:

"Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: 'Sen birşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun?' Dedi ki: 'Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem' Dedim ki: 'Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını, gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet etmelisin' diye iknâ ettim. Takdis ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar. Ben de onunla nefsimi ikna ve ilzam ederim."1

Kediler, "Ya Rahim, ya Rahim!" diyerek zikir; karıncalar cumhuriyetperverlik, çalışkanlık; arılar iktisat, kanaat; yaban kazları ittihat (birlik/beraberlik), cemaat şuuru dersini verir. Yaban kazlarının göç sırasındaki düzenli uçuşları muhteşem bir ittihat dersi verir:

- "V" şeklinde uçulduğunda, her kaz, kanat çırptığında arkasındaki kazı kaldıran bir hava akımı oluşturur. Böylece kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde 70 oranında uzatır. Kazlar tek başına gidebilecekleri yolu grup halinde neredeyse ikiye katlar.

- Bir kaz, "V" grubundan çıktığı anda uçmakta güçlük çeker. Çünkü diğer kazların oluşturduğu hava akımının dışında kalır. Ve ekseriyetle gruba geri dönüp yoluna bu şekilde devam eder.

- "V" grubunun başında uçan kaz, hava akımından yararlanamaz; diğerlerine oranla daha çabuk yorulur. Bu durumda en arkaya geçer ve bu defa hemen arkasındaki kaz öncü olur. Sürekli tekrarlanan bu dönüşümle her kaz, grubun her kademesinde vazife alır.

- Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kazlar, daha hızlı gitmeleri için öndekileri bağırarak uyarıyor.

- Gruptaki bir kaz hastalanırsa ya da bir avcı tarafından vurulursa; düşen kaza yardım etmek üzere gruptan iki kaz ayrılır ve korumak üzere yanına giderler. Tekrar uçabilene veya ölümüne dek başında beklerler. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu bulurlar. Hiçbir kaz grubu, kendilerine iltihak edenleri reddetmez.

- "Uçan kazlar cemaat olmuş, kazlar kadar olamadık!" diye hayıflanmaktansa, "Allah'ın ipine hep birlikte sımsıkı sarılın!" âyetine kulak vermeli.

Üç elif ittihad etmezse, üç; birleşse 111 kuvveti var. Dört kere dört ayrı ayrı olsa, on altı, "kardeşlik, maksat ve vazifede" birleşse 4444 değerinde olur. İhlâsın sırrıyla omuz omuza veren on altı kardeşin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğini gösteren birçok tarihi olay var. Bu sırrın sırrı nedir?

"Hakikî, samimî bir ittifakta herbir fert, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır."2 İşte birlik ve beraberliğin harika gücü!

Burada bir inceliğe dikkat etmemiz gerekir: Her meselede ittihat etmemiz mümkün değil, şart da değil. "Maksatta ittihat, vazifede ittifak" etmeli. Bu harika sırrı eğer grup/cemaat olarak gösterebilsek harika sonuçlar almayacak mıyız?

Kubbeli yapılarda câmit/katı taşlar omuz omuza vererek düşmekten kurtuluyor, kazlar harika dayanışma ile yol alıyor. Taşlar, kazlar kadar da mı olamayacağız?

Dipnotlar: 1- Mesnevî-i Nuriye, s. 69.; 2- Lem'alar, s. 165

09.01.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şaban DÖĞEN

İmtihanı kazanma veya kaybetme



"Biz de 'Ey Âdem,' dedik. 'Şüphesiz ki bu [şeytan] senin ve hanımının düşmanınızdır; sakın sizi aldatıp da Cennnetten çıkarmasın, sonra meşakkate düşersin. Cennette sana ne acıkmak vardır, ne çıplak kalmak. Orada susamazsın, güneşten rahatsız da olmazsın."1

Cenâb-ı Hak, görüldüğü gibi Hz. Âdem'le Havva anamızı Cennete yerleştirip oranın güzelliklerinden ve bu güzelliklerden mahrum etmeye çalışan şeytanın düşmanlığından, Cennetten çıkarmak için çalışacağından bahsetmektedir.

Gerçekten şeytan şeytanlığını yapmış, ölümsüzlüğe ereceklerine yemin ederek onlara yasak meyveden yedirtmiş ve Cennetten çıkarılmalarına sebep olmuştu.

Artık Cennette değillerdi, ama bu sayede nice nefis mânevî meyveler yetişecek, nice hikmetler ortaya çıkacaktı.

Hz. Âdem ve nesli melek değil, bir beşerdi. Meleklerin makamı sabitti. Âdemoğullarına ise nihayetsiz makam ve mertebeleri katedebilecek bir özellik verilmişti. Herbiri birer çekirdek ve tohum gibi olan kabiliyetleri inkişaf edecek, gelişecek, Cennete liyakat kesbettikten sonra oraya gireceklerdi.

Evet, insan melekten farklı bir mahlûktu. Bu gelişmiş kabiliyetleriyle Cenâb-ı Hakkın güzel isimlerine ayna olacak, yeryüzünde Allah adına hükmedecek, vekâlet edecekti.

Yaratılışla birlikte imtihan başlıyordu. Allah, Hz. Âdem'i oğullarına doğru yolu göstermesi için peygamber seçmişti. Soyundan daha nice doğru yol rehberleri gelecek, insanlara Cennete giden yolu göstereceklerdi. Cenâb-ı Hak buyurmuştu ki: "Benden size bir hidâyet rehberi geldiğinde, kim Benim gösterdiğim yola uyarsa, sapıtmaz ve bedbaht da olmaz."

Evet, sonsuzluk rehberinin gösterdiği doğru yoldan giden sapıtmayacak ve bedbaht, yani mutsuz da olmayacaktı. Dünya ve ahiret mutluluğu rehbere uymaya bağlıydı.

O rehberi tanımayanın dünyası da berbat, ahireti de berbat olurdu. Dünya misafirhanesine gelip misafirhane Sahibinin sayısız nimetleriyle beslendiği halde Onu tanımamak, buyruklarına kulak vermemek; varlığını, birliğini haykıran sayısız delilleri görmemek kör ve sağır olmak demekti. Bu gerçeklere burada kör ve sağır olanlar, orada da kör olarak haşredileceklerdi. Cenâb-ı Hak bunu da şöyle anlatır: "Kim Benim kitabımdan yüz çevirirse, onun geçiminde darlık olur ve kıyâmet gününde onu kör olarak haşrederiz. O zaman 'Ey Rabbim,' der. 'Niçin beni kör olarak haşrettin? Halbuki ben dünyada çok iyi görüyordum.' Allah buyurur: 'Evet, öyleydin. Fakat sana âyetlerimiz geldiğinde sen onları unutmuştun. Bugün de sen böyle unutulursun. Hevesine uyup haddini aşan ve Rabbinin âyetlerine îman etmeyen kimseyi Biz işte böyle cezâlandırırız. Âhiret azâbı elbette daha şiddetli ve daha devamlıdır."

Ne kadar acı ve ibretli değil mi?

Dipnotlar:

1- Tâhâ Suresi: 117.

2- A.g.s. 123-127.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Halkın enflasyonu



Enflasyon oranıyla ilgili olarak açıklanan resmî rakamların, yaşanan hayatın gerçeğini yansıtmadığı artık gün gibi aşikâr.

Bakınız, kurulduğu günden beri iktidar partisini destekleyen, hatalarını "habbe", iyi taraflarını ise "kubbe" şeklinde yansıtan büyük tırajlı bir gazete, genel ekonomik gidişatın değerlendirildiği dünkü sayısındaki ilgili haberin içinde, aynen şu ifadeler kullanıldı:

1) "2002-2007 yılları arasında rekorlar kıran Türk ekonomisi, yaşanan gelişmelerden olumsuz etkilendi. Üst üste 4 yıldır yüzde 5'in üzerinde büyüyen ekonomi, özellikle 2007'nin üçüncü çeyreğinde yüzde 2 ile fren yaptı.

2) "Türkiye'nin yumuşak karnı olarak gösterilen cari açıktaki artışın da önüne geçilemedi.

3) "İhracatta 100 milyar sınırı geçilirken, enflasyon hedefi ise tutmadı.

4) "İşsizlik oranı yüzde 9 ile yerinde saydı.

5) "Turist sayısı artarken, turizmciler yine zarar etti.

6) "Konut faizi yüksek.

7) "Gıda fiyatında, kaygı veren artışlar oldu.

8) "Enflasyonu gıda ve konut fiyatları tetikledi.

* * *

İşin garip ve son derece tuhaf yanı nedir biliyor musunuz?

Yukarıdaki türden söz ve değerlendirmelerin, 2007 yılı içinde, yani zamanında hiç yapılmamış olması. Hiç hatırlatmada dahi bulunulmamış olması. Hatta, olabildiğince kamufle edilmeye çalışılması.

Hakikaten tuhaf, değil mi?

Peki, hayatı olumsuz etkileyen faktörler, özellikle ilgili zaman süreci bittikten sonra listelenmesi, acaba ne mânâya geliyor?

Bir mânâsı şudur: Ey millet! Çektiğiniz sıkıntılar artık geride kaldı. Bundan sonrası için içinizi ferah tutun. İktidar kanadı vaziyete hakimdir. Her şeyin en iyisini biliyor ve elinden geleni yapıyor. Göreceksiniz, ortalık güllük gülistanlık olacak.

Evet, iyimserlik havası yaymak, halka moral aşılamak hoştur, güzeldir.

Ancak, kendisini kandıracak ve hele hele başkasını yanıltacak, aldatacak derecedeki iyimserliğin iler-tutar bir tarafı yoktur.

Halkı enayi yerine koymak anlamındaki bu tarz bir neşriyatın gizli mânâsı ise, şöyle olsa gerektir: Ey millet! Sizin sıkıntınızı vaktinde fark ettiğimiz halde, bunu hakkıyla yansıtmadık, derdinize deva, hizlerinize tercüman olmadık gerçi; ama olsun, siz asıl bundan sonrasına bakın. Söz, bundan sonra sizin gözünüz, kulağınız olur, sıkıntılarınızı olduğu gibi yansıtmaya çalışırız. Bizi izlemeye, okumaya devam edin.

Fâhiş zamlar, yeni zamları tetikler

Vatandaşın hayatındaki enflasyon oranı, cebindeki paranın bereketiyle ölçülür.

Ama, itiraf edelim ki, paramızın beti-bereketi kalmadı.

Cüzdanımızdaki bir 50'lik, bir 100'lük (ki, en büyük YTL oluyor kendileri), bozulur bozulmaz nasıl eridiğini, nasıl uçup gittiğini anlayamıyoruz bile...

Yakıt fiyatlarının yıllardır yüksek, hatta rekor seviyede seyretmesi, bununla bağlantılı olan her mamulü, her unsuru, hareketi bir şekilde etkiliyor, dolayısıyla fiyat artışını tetikliyor.

Bir başka tetikçi ise, yine rekor seviyede uygulanmaya başlayan elektrik zammıdır.

Su ve doğalgaz zamları ise, adaletsiz şekilde uygulanmaya başlamıştı. Doğalgaz, dövize endeksli alındığı ve döviz fiyatları hiç artmadığı halde, yine de zamlandı, biliyorsunuz.

Su ise, ilâveten hiçbir yatırım ve masraf yapılmadığı halde, özellikle nüfusu kalabalık ve dar gelirli vatandaşın bütçesini sarsacak şekilde (% 134'e varacak kadar) zamlandı.

Temel gıda maddeleri olan et, yağ, peynirdeki artışlar, keza unlu mamullerdeki zamlar, zaten aylar öncesinden başlamıştı.

Korkulan odur ki, sırada yeni zamlar gelecek, yeni fiyat artışları yaşanacak.

Zira, devletin elindeki veya kontrolündeki kalemlerde, hakikaten tetikleyici mahiyette yeni zamlar yapıldı.

Hal bu merkezde iken, üstelik istihdamı artıracak, yatırımı teşvik edecek, işsizliği minimize edecek ciddi bir plan-program çalışması görünürde yok iken, kalkıp 2008 yılını toz bembe göstermek, hiç de doğru ve hakperestçe bir yaklaşım tarzı değil. Üstelik, vebâli de var bu işin.

Medya organları, iktidarın ne düşmanı, ne de meddahı olmalı. Hayatın gerçeğini olduğu gibi yansıtmaya çalışmalı.

Biz, mümkün olduğunca bunu yapmaya ve başkasını da öyle davranmaya dâvet ediyoruz.

Vatandaşın canını yakacak uygulamaları kasten göz ardı etmeye hiç kimsenin hakkı yok.

GÜNÜN TARİHİ 9 Ocak 1792

Kırım'da Rus hakimiyeti

1475'te Fatih Sultan Mehmed'in zamanında Osmanlı'ya özerk bir idare statüsüyle bağlanan Kırım Hanlığı, üç asırlık beraberlikten sonra Ruslar'ın baskısıyla ayrıldı ve çok kısa bir süre sonra Rusya'ya bağlandı.

Vaktiyle Kırım Hanlığıyla Osmanlı'nın varmış olduğu birlik antlaşmanın hülâsası şu şekilde ifade ediliyordu: "Kırım Hanı, Devlet-i Aliyye'nin dostuna dost, düşmanına düşman olacaktır."

Gayet sade ve bir o kadar da muhkem olan bu antlaşma, en büyük sarsıntıyı 1774'te Ruslarla yapılan Küçük Kaynarca Antlaşması ile yaşadı.

O tarihte Osmanlı himayesinden çıkan Kırım Hanlığı, aylar süren Osmanlı-Rus savaşı ve yaklaşık iki buçuk ay süren çetin müzakerelerden sonra, 9 Ocak 1792'de nihai bir antlaşmaya varıldı. İki ülke arasındaki bu mutabakata "Yaş Barış Antlaşması" ismi verildi.

İşte, bu talihsiz antlaşmadan sonra Kırım bütünüyle Rusya'nın hakimiyeti altına girdi.

Ancak, bu duruma tahammül edemeyen Müslüman Türk nüfus çok büyük bir kısmı Kırım'ı terk ederek, ağırlıklı Türkiye olmak üzere başka ülkelere göçtü.

Ruslar'ın buradaki Müslüman nüfusa uyguladığı aşırı baskı ve şiddet politikaları sebebiyle, elli sene sonra yeni bir Kırım Savaşı yaşandı.

Osmanlı'ya malî açıdan da ağır bir yük getiren bu savaştan sonra, devlet bir daha belini doğrultamadı ve yapılan hemen hiçbir savaşı kazanamadı.

Kırım coğrafyası

Bugün Ukrayna'ya bağlı yine özerk bir cumhuriyet olan Kırım, Karadeniz'in kuzeyinde Azak Denizi'nin güneyinde bir yarımadadır.

Kırım, Kerç yarımadası ile Doğuya doğru uzanırken, stepler ve hafif engebelerle de Kuzeye doğru uzanarak, rakımı 1500 metreye kadar yükselen harikulâde bir coğrafyayı şekillendirir.

Ayrıca, stratejik önemi yanı sıra, tarım, hayvancılık ve maden yatakları yönünden de zengin bir potansiyele sahiptir, Kırım Yarımadası.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Fitn



Eyüp Bey:

*"Fitne nedir? Kadın ne zaman fitne olur?"

Fitne, Kur'ân'da imtihan, deneme, şaşırtma, şaşırtıcı, günaha sebep olan, kargaşa veren, anarşi ve terör, karışıklık, bozgunculuk, harbe sebep olan, eziyet, kötülük, azap, eza, cefa, belâ ve musibet gibi değişik mânâlarda kullanılmıştır. Örneklere bakalım:

1- Fitneyi, imtihan ve deneme anlamında kullanan âyetlere misâller:

"Onlar Süleyman'ın mülkü hakkında şeytanların uydurdukları yalanlara uydular. Hâlbuki Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Asıl kâfir olanlar, insanlara sihir öğreten şeytanlardı. Onlar, Bâbil'deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe indirilen sihir ilmini elde edip öğretiyorlardı. O iki melek ise, 'Biz bir fitneyiz (imtihan sebebiyiz). Sakın sihir yaparak inkâra sapmayın' demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise o iki melekten karı ile kocasının arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Hâlbuki o sihir yapanlar, Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye bir zarar verebilecek değillerdi. Böylece kendilerine fayda değil, zarar verecek şeyleri öğrendiler."1

"Biz sizin bir kısmınızı bir kısmınıza fitne (imtihan vesilesi) kıldık. Sabredecek misiniz? Rabb'in her şeyi hakkıyla görür."2

"İnsana bir zarar dokunduğunda Bize duâ eder. Sonra ona tarafımızdan bir nimet verdiğimizde, 'Bilgim sayesinde bu bana verildi' der. Hâlbuki o nimet bir fitnedir (imtihan sebebidir). Lâkin çoğu bunu bilmez."3

"Ey Rabb'imiz! Bizi kâfirler için bir fitne (imtihan sebebi) kılma! Bizi onlara mağlup düşürme ki, bizim zayıflığımıza bakıp inkârlarını haklı bulmasınlar. Rabb'imiz! Bizi bağışla! Muhakkak Sen Aziz ve Hakim'sin."4

"Bilin ki, mallarınız ve çocuklarınız bir fitnedir (imtihan sebebidir). Mükâfatın büyüğü Allah katındadır."5

Fitneyi imtihan mânâsında aldığımızda kadın erkek için, erkek kadın için, çocuklar anne ve baba için, dünya malı ve nimetler insanlar için birer fitne olur. Çünkü bunlar birer imtihan sebebi veya imtihan konusudur.

2- Fitne şu âyette belâ ve musibet mânâsında kullanılmıştır: "Öyle bir fitneden (belâ ve musibetten) sakının ki, geldiği zaman içinizde sadece zalimlere isabet etmez. Şunu da bilin ki, Allah'ın azabı pek şiddetlidir."6

3- Fitne şu âyetlerde kargaşa, anarşi, terör, kötülük ve bozgunculuk mânâlarında kullanılmıştır. Ki fitnenin en yaygın kullanılışı bu mânâlarda olmuştur. "Firavun ve kavmin ileri gelenlerinden başlarına bir fitne (kötülük, düşmanlık, belâ) gelir diye korktukları için, Musa'ya, kavminin bir kısım gençlerinden başka iman eden olmadı. Firavun ise, o memlekette büyük bir zorba idi ve ilâhlık iddiasında bulunarak haddi aşmıştı."7

"Onları nerede bulursanız öldürün. Onlar sizi Mekke'den nasıl çıkardılarsa, siz de onları oradan çıkarın. Fitne, katilden (öldürmeden) daha şiddetlidir. Onlar sizinle çarpışmadıkça, siz de Mescid-i Haram yanında onlarla çarpışmayın. Eğer çarpışacak olursanız, siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir."8

Bu âyette Müslümanları hicrete zorlayan Mekkeli müşriklerin, çıkardıkları bozgunculukla, estirdikleri terör ve zorbalıkla ve ortaya koydukları fitne ile hukuken ölümü hak ettikleri anlatılmıştır. Ardından gelen âyet ise, şirki ve savaşı bırakan müşriklerin bırakılmasını ve affedilmesini öneriyor.9 Demek müşriklerin azgınlıkları devam ettiği sürece Müslümanların karşı koyma hakları vardır. Müşriklerin azgınlık ve bozgunculukları, Müslümanların hukuk çerçevesinde karşı koyuşlarından daha yıpratıcı ve daha dehşetlidir.

Günümüzde sefâhetin, iffetsizliğin, edepsizliğin ve açık-saçıklığın özgürlük adı altında savunulması, meşrû nikâhı azaltıcı biçimde günahların artması, müstehcenliğin yaygınlaştırılması, insanların ar damarını yırtarcasına kadının açılıp saçılarak sokağa dökülmesi, magazine ve reklâma sıkça malzeme yapılması, mânevî değerleri yıpratılarak kadının bir dünya metaı haline getirilmesi elbette günümüze özgü dehşetli bir fitnedir.

Fakat bu olumsuz sıfatlara bulaşmayan ve ahlâksızlığa, iffetsizliğe ve edepsizliğe âlet olmayan kadın, yalın bir insan ve Allah'ın sade bir kulu olarak, Allah'a karşı ve insanlara karşı saygın yerini her zaman korur, fitne konusu teşkil etmez.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 102

2- Furkan Sûresi: 20

3- Zümer Sûresi: 49

4- Mümtehine Sûresi: 5

5- Enfâl Sûresi: 28

6- Enfâl Sûresi: 25

7- Yûnus Sûresi: 83

8- Bakara Sûresi: 191

9- Bakara Sûresi: 192

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çete tarlası



Günaşırı yeni çetelerin varlığından haberdar oluyoruz. Gazetelere yansıyan haberlere göre, İstanbul'da yeni bir çete daha ortaya çıkartılmış, daha doğrusu çökertilmiş. İddiâlara göre yeni çete, 'Derin devletiz' diyerek iş adamlarından para toplamaya çalışıyormuş. (Milliyet, 8 Ocak 2008)

Tabiî ki bu tür haberlerde dile getirilen iddiâların doğruluk derecesini tahmin etmek zor. Hadisenin biraz daha vuzuha kavuşmasını beklemek lâzım, ancak; 'çete'lerin ne kadar istismarcı olduğunu görmek için de bu haberler çok dikkat çekici. Aynı haberlere göre, 'çete' üyeleri bir tekstilciden 'dev Türk bayrağı' yaptırmak için yardım istemişler.

Hem 'çete' hem de 'Türk bayrağı yapılması' bahanesinin yan yana getirilmesi gerçekten ibretlik. Bu iddialar doğru ise; 'çete'lerin ve istismarcıların işi nerelere taşıdığını görmüş oluyoruz.

İddialarda dikkat çeken bir nokta daha var. Bundan önceki 'çete' haberlerinde olduğu gibi yine başrollerde ya da yardımcı rollerde daha önce 'devlette görev almış kişiler' de var. İşte, asıl üzerinde durulması gereken bu tür iddialardır. Her hangi bir 'çete'de; asker, polis ya da her hangi bir bürokratın 'başrol ya da yardımcı rol' oynaması Türkiye'nin imajına ciddî zarar vermektedir. Ya bu iddialar yalanlanmalı ya da iddialar gerçek ise bu işe karıştıkları tesbit edilen 'devlet görevlileri' hak ettikleri cezaya çarptırılmalıdır.

"Her kurumda 'çürük' elmalar olur" diyerek bu ve benzeri hadiseleri ciddiye almamak büyük hata olur. Elbette her kurumda 'çürük' elmalar olur ve o 'çürük' elmalar sebebiyle herhangi bir kurum kınanamaz. Ancak bu 'çürük' elmalar tesbit edildiği halde, gerekli tedbirler alınmaz ve yapanın yanında kâr kalırsa; o zaman kınana bile yeterli olmaz.

'Çete'leri etkisiz hale getirip deşifre etmek elbette çok önemlidir. Ancak bir soruyu da sormak ve makul cevap bulmak durumundayız: Türkiye niçin 'çete tarlası' görüntüsü veriyor? Millet için çalışması gereken bazı kişiler, niçin 'çete'ler için çalışmayı tercih ediyor? Suçu sadece 'çete mensupları'na havale etmekle düze çıkabilir miyiz?

Elbette bugün ortaya çıkarılan veya tesbit edilen 'çete'ler bugün oluşmamış. 'Çete'lerin de kökü geçmiş yıllara dayanıyor. Acaba çeteleşmenin tercih edilmesinde 'adalet sistemi'nden kaynaklanan bir 'ihmal'in de tesiri olmuş mudur? Adaletin tam ve zamanında tecellî etmemiş olması ya da bu şekildeki kabul; çeteleşmeye giden yolu aralamış olabilir mi?

Çeteleri yakalamak elbette övünülecek bir durumdur. Ancak daha da önemlisi, bu çeteleşmeye baştan imkân ve fırsat vermemektir. Bunu yapmak, çok kolay olmamakla birlikte, imkânsız da değildir. Bunun için önce adalet sistemi sağlam temellere oturtulmalı. Vatandaşın, bir haksızlığa uğradığında hakkını aramak için aklına gelen yol, 'adalet sistemi ve hukuk' olmalıdır. Hukuk yoluyla değil de 'çete yoluyla' hakkın alınmasının mümkün olmadığı anlatılmalı ve anlaşılmalıdır. Bu bakımdan devletin bütün kurum ve kuruluşlarına görev düşüyor; ama adalet sisteminin görevi daha da fazla.

El birliği ve iş birliği yaparak; ülkemizin 'çete tarlası' olmasına imkân vermeyelim...

09.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Hükümetin gündemi dağınık



Ankara tam bir gündem karmaşası içinde. Üzerinden altı ay geçmiş olmasına rağmen, seçimlerden bu yana iktidarın hâlâ önceliklerini belirleyememesi gündem dağınıklığını ortaya koyuyor.

Yeni anayasa tartışmaları sarpa sardı. İktidar partisi yöneticilerinin, kurdukları "akademik kurul"dan çıkan taslağa son şeklini verip parti ve hükümet olarak "sahip çıkacakları" açıklamalarının üzerinden aylar geçti.

Sonunda Başbakan çıkıp, "Bizim böyle bir taslağımız yoktur" diye kesip attı. Zaten Başbakan Yardımcısı Çiçek, daha önce "din dersi" ve "türban" tartışmalarına indirgenen yeni anayasayı rafa kaldırdıklarını, sivil toplum kuruluşlarına havale ettiklerini açıkça duyurmuştu.

Şimdi kamuoyu yeni anayasa çalışmalarının akıbetini merak ediyor; lâkin ortaya Meclis Başkanının bazı "ümitlendirici" demeçlerinin ötesinde gözle görülür bir gelişme yok.

Diğer yandan Türkiye'nin bizzat Başbakan ve Başmüzakereci Dışişleri Bakanının itirafıyla 2007'de Avrupa Birliği "uyum yasaları"nda yaya kaldığı belirtiliyor. 32 başlıktan pek önemli olmayan ve AB müktesebatını kapsamayan rutin altı başlık müzâkereye açılmış. Asıl AB standartlarını ihtiva eden "tarım" ve "çevre" gibi önemli başlıklar açılmış değil. Oysa Hırvatistan daha şimdiden 14 başlığı müzakereye açmış.

Keza yargı reformundan siyasetin demokratikleşmesine, eğitimin demokratikleşmesinden ifâde özgürlüğüne kadar bir çok konuda Türkiye âdeta kitlenmiş. İleri adım atması bir yana, geri adım attığı "ilerleme raporları"yla tescil ediliyor.

* * *

Türkiye'nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesindeki bilançosu kabarık. Geçen yıl da Türkiye, insan hakları ihlâllerinde hakkında en fazla şikâyet edilen ülkelerin başında geldi. Daha düne kadar demirperde ülkesi olan Rusya ve Romanya'dan sonra 9 bin 900 başvuru ile üçüncü sırada yer aldı.

Böylesine kırılgan bir ortamda, ne yazık ki, eskinin 159. maddesinin yerine ikame edilen salt 301. maddeye hasredilen ifâde özgürlüğünde bir mesâfe alınmış değil. Hatta hukuk çevreleri bu haliyle maddenin daha da gerilediğinden yakınıyorlar. 312. maddenin getirdiği kayıt ve kısıtlamaları kapsayan düşünceyi ifâde özgürlüğüne dair maddeler ise aynen duruyor.

Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin, bu hafta içinde Meclis'e sunacakları maddeyle ilgili hazırlıkların sonuçlandığını söylüyor. Hükümetin değişiklik teklifinde, "Türklük" yerine "Türk milleti" konularak ifâdenin sınırları kısmen de olsa genişletilmiş; ancak hangi anlama geldiği belli olmayan ve her tarafa çekilebilecek "aşağılamak" kelimesi kalıyor.

Herkes biliyor ki demokratik toplumlarda özellikle ceza yasaları belirgin olan ve kesin anlamlara gelen kelimelerle yazılır. Hükümetin, "hakaret" kelimesi yerine hâlâ "aşağılamak" kelimesinde diretmesi, maddeyi daha baştan özürlü duruma düşürüyor.

Hazır olduğunu söylediği madde taslağı hakkında bu aşamada fazla bilgi veremeyeceğini bildiren Şahin'in, "301. madde ile ilgili suçlarda Adalet Bakanının izni konusunda bir hüküm olup olmayacağı" sorusuna, "Bulunabileceğini düşünüyorum, ama henüz kesinleşmedi" şeklindeki tereddütlü cevabı, hükümetin ifâde özgürlüğündeki irâde zafiyetini ele veriyor.

Anlaşılan uzun zamandır kamuoyunu oyalayan bu değişiklik de gözboyamadan ibâret. Daha önce sırf zevâhiri kurtarmak hesabına yapılan düzenlemelerle AB yolunda muğlak ve belirsiz kavramlarla muallel bırakılan "yeni TCK", yine bu tür yetersiz ve belirsiz değişikliklerle sakat kalacak.

Zira asıl ifâde özgürlüğünü "suç" sayıp cezalandıran maddelere dokunulmuyor. Sırf düşünceleri ifâde eden yazarlar yine yargılanacak; inancı gereği depreme "Allah'ın takdiri" ve "İlâhî ikaz" deyip mânevî boyutunu izâh edenlerin cezâlandırılmasına devam edilecek.

* * *

Bayramdan önce terörle mücadelede ve terör örgütünün tamamen tasfiyesi amacıyla siyasî iktidarca ortaya atılan "etkin pişmanlığı" düzenleyen TCK'nin 221. maddesindeki çark da açık bir biçimde sırıtmakta.

Başbakan, "genel af" söylentilerine karşı, sözkonusu 221. maddenin esnetilebileceğini ve bununla teröre bulaşmayan örgüte kapılmış gençlerin eve dönüşünün sağlanabileceğini defalarca söyledi. Başbakan dahil, "düz ovada siyaset" tezini farklı noktalara çekip dudak bükenler, "Gel ananın - babanın yanına dön!" çağrısını yaptılar.

Fakat Adalet Bakanı, önceki gün bundan da dönüldüğünü bildirdi. "Böyle bir çalışmayı yapacaksa Adalet Bakanlığı yapar; böyle bir çalışmamız kesinlikle yok" dedi.

Belli ki hükümetin, demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesinde kararlı bir irâdesi yok. Belirgin ve ciddî bir gündemi de yok; kırılganlık ve gündem dağılması içinde yalpalıyor..

Günübirlik olayların etkisiyle, dıştan dayatmalarla söz verdiği en iddialı söylemlerinden bile vazgeçiyor. Önce âlâ-yı vâlâ ile "iddia" ediyor; peşinden usul usul yan çizip cayıyor. Dahası peşpeşe geri adım atıyor.

Olan Türkiye'ye, demokrasiye ve özgürlüklere oluyor.

09.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri