Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

'Bir ömr-ü heder'in hikâyesi (2)



"Bir ışık görüyorum. Bu zulüm ve tazyikler, İslâm'ın ufuklarını kaplayan bu siyah bulutları çarpıştıracak ve sonra da dağıtacak, bir nur doğacaktır."

Bediüzzaman Said Nursî bu ifadelerle müjdelemişti, Âkif'in şiirlerinde içli yalvarışlarla, yakarışlarla gönderilmesini istediği, 'âfâkı bunalan milletin' de hasretle beklediği nurun doğacağını.

Bu müjdeyi hisseden ve yalvarışlarını merkezî bir yerden yaparak âlem-i İslâmı harekete geçirmek isteyen Mehmed Âkif de, Ankara'ya gelip bir irşad yuvası olan Taceddin Dergâhı'na yerleşti ve çalışmalarına orada devam etti.

Büyük Millet Meclisi'nin teşekkül ettiği günlerde Mehmed Âkif, İzmir ve Biga'dan meb'us seçildi. Daha sonra herhangi bir talepte bulunmamasına rağmen Burdurluların isteği üzerine Burdur listesine alınmak istenince oraya gidip halkın tasvibini, tensibini aldıktan sonra milletvekilliğini kabul etti.

Savaşta da hayat gibi sevinç ve hüzün iç içe yaşanıyordu. Bir yandan düzenli bir ordunun kurulması milletin sevincini ve ümidini arttırırken; diğer yandan Yunanlıların, Batı Anadolu'da yaptıkları katliâmlar, dehşetli hüzün dalgaları hâlinde yürekleri dağlıyordu.

Yunan Ordusunun Bursa'ya girip bin bir hezeyanla, milletin millî ve mânevî değerini çiğnemeye kalkması üzerine Bülbül şiirini yazan Âkif, Yunanlıların Ankara'ya doğru ilerlemesi karşısında, Mustafa Kemal'in de aralarında bulunduğu bazı devlet adamlarının meclisi Kayseri'ye taşıma kararlarına, "Cihan yıkılsa, emin ol bu cephe sarsılmaz" diyerek karşı çıktı.

Çok geçmeden Âkif'in söylediği hakikat tahakkuk etti ve Yunan Ordusunu bütün büyük devletler desteklemesine rağmen, o cephe sarsılmadı. Gönüllerdeki ümit ışığı gün geçtikçe daha gür parlayarak, istiklâl şafağını söktürmesini hazırlandırdı.

Şafağın bir an önce sökmesi ve memleketin âfâkı ile birlikte milletin dünyasını da aydınlatması için şafak rengiyle dalgalanacak bayrağa ses ve nefes olacak bir millî marşa ihtiyaç hissedildi.

Maarif Vekâletinin bu maksatla açtığı yarışmaya katılan 724 şiirde istiklâl duygusu hissedilmesine rağmen milletin imanını harekete geçirecek gücün olmaması yüzünden marşı yazması için Âkif'e müracaat edildi.

500 lira mükâfat konduğu için yarışmaya katılmayan Âkif'in, bu millî vazifenin kendisine tekabül ettiğini anlayınca Taceddin Dergâhı'na çekilerek yazdığı marş, 12 Mart 1337 Cumartesi günü saat 17:45'te milletvekilleri tarafından dört defa ayakta dinlenip alkışlanarak kabul edildi.

İstiklâl Marşı'nda en güzel ifadesini bulan bu müjdenin de gösterdiği gibi o nurun doğacağı, geceden belli olmaya başlamıştı. Zira ay yıldızlı bayrağı semâlarından inmeyen millet, gönlünü ona bağladığı müddetçe, onda yolunu gösteren işaretleri bulacaktı.

İstiklâl kazanılıp marşı da yazıldıktan sonra iş, devlet disiplini ile teşkilâtlanmaya kalınca Âkif hummalı bir çalışmanın içine girdi. Bir yandan Said Halim Paşanın 'İslâm'da Teşkilât-ı Siyasiye' eserini tercüme ederek yeni heveslere yön vermeye çalışırken, diğer yandan Ankara'da yeni kurulan Teşkilât ve Telifat-ı İslâmiye Hey'etinde mühim vazifeler ifa etmeye başladı.

Nihayet bu heyecan, ıztırap, savaş, ümit ve zafer dolu yıllardan sonra İstiklâl Savaşı'nın İstiklâl Marşı şairi Mehmed Âkif, 1923 yılında istiklâl madalyasını ve mavzerini yanına alarak Ankara'dan İstanbul'a döndü.

Mehmed Âkif'in İstanbul'a dönüşü, yeni bir gidişin başlangıcı oldu. Çünkü daha İstiklâl Savaşı sırasında hissedilen "Üst kademe yöneticilerin millî mücadelenin amaçlarından uzak, tamamen ters maksatlar" taşıdıkları yolundaki emareler Âkif'i endişelendirdi.

O günlerde Ankara'da hükümetin emriyle Kur'ân'ın tercüme ve tefsiri çalışmalarını başlatan Diyânet Riyâseti, tefsiri Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendinin, tercümeyi de Mehmed Âkif'in yapmasını kararlaştırdı.

Âkif; Eşref Edip, Hasan Basri, Ahmed Hamdi gibi çok yakın dostlarının araya girmelerine rağmen 'liyakatsız' olduğunu söyleyerek teklifi kabul etmedi. Fakat Hamdi Efendi, tefsiri ancak Âkif'in tercümeyi yapması şartıyla yazabileceğini söyleyince ikisini görüştürdüler.

Elmalılı Hamdi, tercüme şeklinde olmasa bile Kur'ân'ın mealini yazma hususunda Âkif'i ikna edince, ikisi de Diyanet İşleri Başkanlığı ile mukavele imzalayarak avans aldılar ve çalışmaya başladılar.

Daha sonra Âkif, Mısır'a gitti ve kış boyu çalışmalarına orada devam etti. Döndüğünde "İlk devrim hareketleri başlatılmış; Cumhuriyet idarecileri ülkenin ve toplumun İslâmiyetle bağlarını tamamen koparmaya yönelik faaliyetlere girişmişlerdi." Bunun üzerine 1926 kışında tekrar Mısır'a giden Âkif, Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşti.

Kur'ân üzerindeki hürmetkâr, dikkatli ve hummalı çalışma, zaten her şeyi ile Kur'ân'a bağlı olan Âkif'i, o kudsî kitaba daha da meftun etti. Bütün zorluklara ve zaruretlere rağmen 'demir gibi hâfız olmasının' da tesiriyle mealde bir hayli merhale katetti.

Ankara'nın, yazdığı bölümleri ısrarla istemesi üzerine endişeleri daha da arttı. Aldığı bin lira avansı iade edip onlarla mukaveleyi feshetti ama çalışmalarını aynı hassasiyetle sürdürdü.

Mısır'ın sıcağı ile eski sağlamlığını kaybeden bünyesi bu kadar kesif bir çalışmaya tahammül edemeyince, değişik zamanlarda Lübnan'a, İskenderiyye'ye, Antakya'ya giderek dinlenen Âkif, bu zamanlarda da meal çalışmalarını aksatmadı.

1932 yılında Mısır'a gidip Âkif'i ziyaret eden Eşref Edip; tercümeyi baştan sonra okuduğunu belirttikten sonra, hayranlığını "O ne sadelik, o ne âhenk! Âyetler arasındaki irtibatı muhafaza hususunda öyle büyük kudret göstermiş ki, bir sûreyi okursunuz da hiçbir âyetin başında veya sonunda ufak bir irtibatsızlık göremezsiniz" cümleleri ile dile getirdi.

Eşref Edip bu kanaatini, "Artık Elhamdülillah tamam olmuş, avdetimde ben bunu İstanbul'a götüreyim" deyince "Onu tamam oldu mu zannediyorsun? Daha ne kadar noksanı var. Üzerinde bir hayli işlemek lâzım" diyerek başkalarını hayran bırakan bu muvaffakiyetin kendisini tatmin etmediğini ifade etti.

Aslında Mehmed Âkif'i tereddüde düşüren şey; Bediüzzaman Said Nursî'nin "Dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'ân'a karşı suikastını tercümesiyle yapmaya başlamış ve demiş ki: 'Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.' Yani lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerine okunsun, diye dehşetli bir plân çevirmiş" şeklinde ifşa ettiği gizli plânlardı.

Çünkü o da her vesile ile "Kur'ân'ın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez" diyerek Kur'ân'ın tercüme edilemeyeceğini anlatmıştı.

Bu 'dehşetli plânı' fark edince "Meğer ben Rabbime karşı ne büyük hatâ işliyormuşum! Ne büyük isyanda bulunuyormuşum! Ben dinime hizmet için, Kur'ân'a hizmet için bu ağır işi üzerime almıştım. Kur'ân kalkacak, benim tercümem onun yerine kaim olacak, kıyamete kadar Müslümanlar bana lânet edecek! Bu nasıl olur? Âkif, sen bu oyuna, bu farmason dolabına nasıl âlet olursun?" sözleri ile de ifade ettiği gibi çok üzüldü.

Bu hal, Âkif'in hastalığını daha da arttırdı. Her şeye rağmen senelerini ve sıhhatini vererek hazırladığı Kur'ân tercümesini Mısır'da bulunan Yozgatlı İhsan Hocaya, 'kendisi dönmezse yakmasını' vasiyet ederek verdi ve 'memleketten uzakta ölmekten' korkup vatana döndü.

Ağır bir hastalığın halsizleştirdiği bitkin bir bedenle, fakat zinde ve her zaman parlak kalabilmiş temiz bir ruhla İstanbul'a gelen Âkif, hemen bir sağlık yurduna yatırılıp tedavi edilince iyileşmeye başladı.

Onu asıl iyileştiren şey, ardı arkası kesilmeyen ziyaretçileri oldu. Sağlık yurdu yalnız şair, yazar ve dostlarının değil; düşman bildiklerinin de aklına uğradı. Hepsi geliyor, onun seveceği şekilde davranarak âcil şifalar dileyip, bu solgun çehrenin nükte ve şakalarına muhatap oluyor, sürurla dönüyordu.

Bir müddet orada kaldıktan sonra Mısır Apartmanı'na nakledilen Âkif, burada da gül renkli mütebessim simaların ziyaretleri sayesinde; kendi elleri ile yetiştirdiği gül bahçesinde dolaşan bahçıvanın rahatlığı içinde edebiyat sohbetleri yaparak hastalığının ağırlığını kimseye hissettirmedi.

Bu sohbetler, ömürde ancak bir sefer tadılabilen lezzetler gibi her gün yeni katılan grupların ve gençlerin iştiraki ile genişledi. Âkif de yalnız gönüllerin sığabileceği bu dar odada ziyaretçilerine edebî hazlar yaşattı.

Hattâ bu heyecan onu o kadar sardı ki, hayatında her zorluğa 'hodri meydan' diyen pehlivan Âkif, kendisini yatağa düşüren hastalığa da meydan okumak istercesine, daha önce yazmayı düşünüp plânlarını yaptığı İkinci Âsım'ı, İstiklâl Savaşı'nı, Selâhaddin Eyyûbî piyesini ve Peygamberimizin veda hutbesinin nazmen terennümü olarak düşündüğü Haccetü'l-Veda'yı yazmaya karar verdi.

O eserler, bu mısralarla ifade ettiği sessizliğin ölü sükûtunu bozup ebediyen rahmetle anılmasını sağlayacak güçlü bir ses olacaktı. Fakat bunun için de hayatı boyunca "Benim için yegâne arzu olunacak bir şey varsa o da, şehrin dağdağasından âzade bir mahallede, meselâ Boğaziçi'nin bir tepesinde, yahut Çamlıca'nın kenar bir tarafında şöyle dergâh gibi bir yerim olsun. Orada tabiat ile baş başa kalayım. Düşündüklerimi yazayım" diyerek hayal ettiği, ama bir türlü tahakkuk ettiremediği yeşil bir inziva yerine ihtiyacı vardı.

Sonunda o da oldu. Hastalık yükünü ancak bir hastabakıcının refakatinde taşımak zorunda kaldığı son zamanlarında, Prens Halim Paşanın Alemdağ'daki konağına giderek, hastalık onu bitirmeden o hayatının gayesi olan eserlerini bitirmeye azmetti.

Ne var ki, hâlden anlamayan, ulvî ideal tanımayan ve âlim, şair, avam, havas farkı gözetmeyen bu sârî illet, iyice takatsiz bıraktığı vücudu tamamen kavrayınca Alemdağ'da da duramaz oldu.

Neticede kendisini kaderin tecellîsine bıraktı. Her şeye rağmen mesrurdu. Çünkü Mısır'dan döndüğü gün, "Ne mutlu bana ki, Peygamberimin yaşında öleceğim" diye nidâ etmişti.

Ömür boyu hayatî bir haslet hâlinde zihninde taşıdığı ve zaman zaman terennüm ettiği anlaşılan o makbul duâ müstecap olmalı ki, Mehmed Âkif Ersoy 27 Aralık 1936 yılında 63 yaşında iken vefat etti.

Hayatını da, hayatının eserinde veciz bir şekilde yine kendisi anlattı:

"Safahatımda, evet şiir arayan hiç bulamaz;

Yalnız bir yeri hakkında 'Hazindir işte bu' der.

Küfe?

Yok.

Kahve?

Hayır.

Hasta?

Değil.

Hangisi ya?

Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-ü heder."

06.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (30.12.2007) - 'Bir ömr-ü heder'in hikâyesi (1)

  (23.12.2007) - Müslüman zamanları

  (16.12.2007) - Mevlânâ yılı vesilesiyle

  (09.12.2007) - Hayata hizmet etmek

  (02.12.2007) - Sürgün yollarında

  (25.11.2007) - Dehşetin lezzeti

  (18.11.2007) - Diyarbakır'ın hikâyesi

  (11.11.2007) - Faruk Nafiz Çamlıbel

  (04.11.2007) - Yahya Kemal'in dönüşü

  (28.10.2007) - Bediüzzaman ve Eskişehir

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri