Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Dersimiz: Türban



Türban tartışmaları gündemin vazgeçilmez konusu. Kâh, gazete sütunlarında, kâh televizyon programlarında. Özellikle tartışmacı konukları tuzağa düşüren soru sorulur, program yapımcıları bu konuda ellerinden ne gelirse ardına koymaz ve çatışan isimler yumurta gibi tokuşturulur.

TRT'de Enine Boyuna programı da bu handikapa düşmüş. Konu başlığı: Laiklik ve türban.

Konuklar zıt görüşe sahip. Biz Türkler her şeyden önce tartışıp bir konuyu açıklamak yerine, tartışarak kafa göz kırmaya bayılırız.

Sosyolog-yazar Fatma Barbarosoğlu'nun yanı sıra Nazlı Ilıcak bir tarafta "örtünmeyi özgürlük sorunu" olarak görüyor. Diğer cephede, sosyolog Tülin Bumin ve Fatma Çoban (Cumhuriyet Kadınları Derneği) örtünmeyi "siyasî araç" olarak görüyor.

Benzer tartışmaları daha önce özel kanallar ekrana getiriyordu.

TRT'nin bu tarz bir konuyu gündeme getirmesi hayli ilginç. Belki de bir ilk olacak.

Her şeyden önce "bazı"larının "kamusal alan" diye nitelediği bir ekrana "türbanlı" bir tartışmacı stüdyo konuğu olarak geldi. Ona söz hakkı verildi.

Bu bir "tabu"nun yıkılması değil, tam tersi bir hakkın geri verilmesi olarak değerlendirilmeli.

Yıllarca TRT ekranlarından uzak tutulmasına rağmen, başörtüsü Türkiye'nin önemli gündem maddesini işgal etti. TRT "görmedim, duymadım, bilmiyorum"u oynadı. Problem, sınırları aştı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine kadar intikal etti. TRT duyarsızları oynuyordu. Ama artık bu olayın görülmeyecek, duyulmayacak ve konuşulmayacak tarafı kalmadı. Nihayet TRT'nin gündemine de yansıdı. Olması gereken de buydu.

Belki TRT, "Türban" meselesini kronolojik sıralamayla belgesel haline getirmeli. Tarafları konuşturmalı. Olayın sosyolojik boyutunu ele alarak "yasak"lar yorumsuz ekrana getirilmeli.

Meseleye "Türbanizm ve anti-türbanizm" olarak yaklaşılması doğru bir kavram değil. Bu "laik-anti/laik" tartışması kadar tehlikeli bir yaklaşım.

Bu ülkede hep birlikte, aynı gemide yaşıyoruz. Başının açık olduğunu söyleyen bir okurumuz da "kamplaşma" tehlikesinden söz etti. "Keşke sessiz sedasız halledilseydi bu mesele" diyor.

Zaten bu meselenin sessiz hallolmasını istemeyenler "tesettür"ü yıllardır gürültüye boğmadı mı?

Zaten değil midir ki, ülkemizde Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana tartışmalar bu minval üzere gitmiş... Tesettürün dinî bir gereklilik olduğuna inanan ve benimseyen kadınlar "gericilik," tesettüre karşı olanlar ise "çağdaşlık" simgesi olmuş. Yine değil mi ki, modern hayatın kadına biçtiği rol, kadını bir anlamda "meta"laştırdı. Kadını, içi doldurulmamış iki tercihle baş başa bırakmış. Tesettürü benimsemek bir anlamda gericiliği kabullenmek ile eş anlamda tutulmuş ve kadının hayat tarzını belirlemedeki özgür iradesi "gericilik paranoyası" ile baskı altına alınmış.

Her ne ise, bu hamur çok su götürür. Son bir notla yazımızı noktalayalım:

Gece Hattı programını hazırlayıp sunan Gökhan Taşkın, ciddî haber sunmayı bırakıp, "türban haberini" sulandırmış.

Taşkın fazla taşmış olmalı ve diyor ki:

"Küçük bir şekilcilik yüzünden yıllardır tartışıyoruz." (Flash TV)

Taşkın, haber sunmayı bıraksın, hemen bir talk/show programı hazırlasın. Tek başına gösteri yapsın. Ona yakışıyor doğrusu!

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Cennetin kapısının açılışı



Kâinat mükemmel bir saray. Bin bir san'at eserleriyle teçhiz edilmiş muhteşem bir saray... Bu kâinat Sarayının Sahibinin kudretine hiç sınır olmaması gerekir elbette. Zira yeryüzünün en akıllı varlıkları olan insanlar bile bu kâinat sırlarına tam vâkıf olamıyorlar. Halbuki her şey insanlar için halk edilmiştir. İnsanlar da kâinatın yüce Hâlıkına tam bir ubudiyet için varlıkların en şereflisi payesiyle dünyaya gönderilmişlerdir.

Feleklerin Rabbi en mükemmel san'at eserlerini yaratmış ve bu san'at eserlerini görüp, kullukta kusur etmeyecek olan insanları yeryüzüne halife olarak göndermiştir. Varlık âleminin Hâlıkının Uluhiyet ve Rububiyet sıfatları, bu mükemmel san'at eserlerini görüp temâşâ edecek şuurlu mahlûkların varlığını gerektirmektedir.

Şuurlu varlıklar olmasaydı bu sayısız san'at eserlerinin yaratılması için belki bir sebep olmayacaktı. Bunun için insanlara şuur verildi ve onlar imtihana tâbî tutuldular. Böylece imtihanı kazananlar bütün varlıkların en yüce mertebesine çıkacaklardı. Bunun için bir örneğe ihtiyaç vardı, tâ ki şuurlu insanlar kendilerine farklı bir şekilde verilen duyguları yaratılışın maksadına uygun bir şekilde kullansınlar.

İlk insanlardan başlamak üzere Rabb-i Rahîm örnek insanlar gönderdi. İlk insan aynı zamanda ilk örnekti. Zaman geçtikçe her asrın ihtiyacına göre örnek insanlar, insanlara doğru yolu göstermek için gönderildiler. Bir taraftan Allah'ın, insanları doğruya çağıran elçileri, diğer taraftan da insanları Rablerine karşı isyana teşvik eden habis ruhlar, karanlık güçler... Dünya hep bu iki grup insanların mücadelesine sahne oldu.

Neticede insanların kimisi aziz, kimisi de rezil bir şekilde terk-i dünya ettiler. Dünyayı terk edenler elbette yok olmayacaklardı. Bütün insanlar dünyada ektiklerini biçeceklerdi yeni hayatlarında. Bugün de, biz şu anda yaşayanlar, bu dünya memleketinde nöbeti devralmış durumdayız. Askerliğimiz devam etmektedir. Terhis olduğumuz zaman bizler de bu dünyada ektiklerimizi biçmek için büyük mahkemeyi berzah âleminde bekleyeceğiz.

Dünya insan denilen varlıkların iskânına açılalı beri hiçbir döneminde günümüz kadar bozgunculuk yaşamamıştı herhalde. Zira bizler Ahirzaman Peygamberinin (asm), fitnesine dikkat çektiği bir zamanda yaşamaktayız. Bunun için fitnenin şiddeti ölçüsünde zamanımızın uyarıcıları her zamankinden daha etkili olmuşlardır. Bunların başında şüphesiz Kâinat Sahibinin kendisine "Habibim" dediği Muhammed Mustafa (asm) gelmektedir.

Rabbim, kâmil insan Muhammed'i (asm) gelmiş geçmiş bütün insanlardan daha mükemmel terbiye etmiş ve onu insanların en mükemmeli, nebîlerin de sultanı yapmıştır. Çünkü onun zamanında insanların imtihanı daha çetin olacaktı. Çünkü onun zamanında dünya her zamankinden daha fazla insanları kendine bağlayacaktı.

O Nebîyyi Zîşan sadece bir zamanın ve bir mekânın değil, o artık bütün zamanların ve bütün mekânların Peygamberi olacaktı. Hatta insanlardan başka cinler de onun dâvetine icabet etmek zorunda kalacaklardı. O en son ve en mükemmel ve en büyük Peygamber olacaktı. O Allah'ın yeryüzünde görmek istediği insan modeli olacaktı. Onun manevî şahsiyetinin yeryüzüne hakimiyeti için felekler meydana getirilecekti.

O Resûl-i Zîşan kendini tarif ederken aslında "Hakikat-ı Muhammedi"yi anlatmak istemiştir. Bakınız o "Ben Cennet kapısına gelir, açılmasını isterim. Cennet bekçisi Hâzin 'Sen kimsin?' der. Ben, 'Muhammed'im' derim. O şöyle der: 'Senden önce hiç kimseye kapıyı açmamakla emrolundum'" şeklindeki mübarek ifadeleriyle Allah'ın nezdindeki makamını bizlere hatırlatıyor. Elbette herkesten önce onun Cennete girmeye hakkı vardır. Çünkü o, peygamberler de dahil olmak üzere bütün insanlardan daha fazla Rabbinin rızasına nail olmuştur. Onun, Rabbi yanında mazhar olduğu makama hiç kimse çıkamamıştır.

İşte böyle yüce bir Peygamberin ümmeti olmakla şereflenen bizler ne kadar şanslıyız değil mi? Bu şansımızı iyi kullanmazsak yazık olacak bizlere. O, kâinatta bir mânevî güneş gibi parlıyor ve bizlere ebedî saadetin yolunu gösteriyor, anahtarını veriyor. Sahi Sünnet-i Seniyyeye riâyet ederek rıza-i İlâhiyeye nail olmak için daha neyi bekliyoruz?

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

"Bahriyede 15 Yıl" kitabı



Yeni Asya Neşriyat, "Bahriyede 15 Yıl" isimli kitabımı yayınladı. Emeği geçen bütün çalışanlara teşekkürü bir borç biliyorum.

Kitap ile ilgili olarak, "Vira Bismillah köşesindeki yazıların bir derlemesi midir?" diye soran arkadaşlarım oluyor. Evet, doğru olmakla birlikte, bu köşede yazılanlar kitabın % 10'unu kapsamaktadır. Ayrıca resimler ve çeşitli yorumlar ile birlikte daha güzel bir çalışma ortaya çıkmış.

Kitabımı, öncelikle Adaleti Savunanlar Derneğinin organize ettiği ve sunucu olarak katıldığım "Profesyonel Askerlik" semineri sonrasında imzalayarak, meslektaşlarım ile paylaştım. Dernek Başkanımız yayın Tanrıverdi, kitaba bir önsöz yazmakla birlikte, kendi yorumlarını da katarak "okunması gereken bir kitap" olarak tavsiyelerde bulundu.

Askerlik mevzuu ile ilgili olarak Davam, Ben Disiplinsiz Değilim ve Yargılanmak İstiyorum adlı eserler ile birlikte, dördüncü bir kaynak olarak okuyucuların istifadesine sunulan bu eser, şimdiden görüldüğü kadarı ile epeyce ses getireceğe benziyor.

Kitapta, seneler önce ABD tarafından kahpece vurulan "Muavenet Gemisi" ile ilgili şu ana kadar hiçbir yerde yayınlanmamış ilginç değerlendirmeler var. Ayrıca Türkiye'de yapılan başarılı ve başarısız birçok darbe ile ilgili bu güne kadar gün yüzüne çıkarılmamış ifadelere de rastlamak mümkün.

Şimdiye kadar yapılan yorumlarda, "kitabın sürükleyici olduğu ve bitirene kadar okunma isteği verdiği" ifade edilerek hep olumlu tepkiler verildi. Tabiî ki olumsuz yönleri de olabilir. Benim açımdan bir ilk olması hasebi ile okuyucularımın hoşgörüsüne sığınıyor, değerli eleştirilerini bekliyorum.

Bu arada, bir elektronik posta aldım. Eski okul arkadaşlarımdan bir tanesinin yorumunu sizinle paylaşmak istiyorum.

"Selâmünaleyküm kardeşim,

"Sana tekrar, tekrar teşekkür ederim. Gönderdiğin kitabı aldım. Büyük bir heyecan ve coşkulu bir ruh hali ile okudum diyemeyeceğim belki, içtim.

"Hani, çölde susuz kalmış biçarenin buz gibi su dolu kaseye sarıldığı gibi, sarıldım Vehbi'nin anılarına.

"O yıllar geldi gözümün önüne, ama sadece o yıllar mı? Hayır, belki tüm yaşadıklarımı muhasebe ettim. An oldu yüzüm kızardı, an oldu hiddetlendim, ama genelde hüzünlendim. Vehbi'nin yerinde düşündüm kendimi, onun beynini patlatmaya ramak kalan basınç, benim gözlerimden yaş oldu fırladı. Sonra, sonra Mustafa Sungur Ağabey hatırıma geldi, anlattığı bir hatırası derdime ilâç oldu. Abdülmennan"

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Çözüm mü, kargaşa mı?



12 Eylül'ün eseri olan ve 28 Şubat'ın azdırdığı başörtüsü yasağını anayasada değişiklik yaparak ve sadece üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma girişimi sarpa sarıyor.

Başbakan "Yeni anayasayı beklemeye gerek yok, bir cümleyle çözeriz" demişti, ama o "sihirli cümle" hâlâ bulunabilmiş değil. "Çözümde biz de varız" diyen MHP'nin cümlesi farklı, AKP'ninki farklı. AKP'ye atfen konuşulan cümle aylar önce de belliydi, ama iş ciddîye binip zora girince parti kurmayları soluğu Erdoğan'ın yanında alarak akıl danışma ihtiyacı duydular.

Erdoğan'ın verdiği akıl ise, anayasa taslağı hazırlamakla görevlendirdiği akademisyenler heyeti başkanının sözlerini tekrarlamak oldu.

Son girişim için Madrid'de ilk atağı yaparken "Bu işi gerilime meydan vermeden çözeceğiz" diyen, sonraki nutuklarında herkese haddini bildirmekten geri durmayan, ama akabinde yine "havayı yumuşatma" adına daha sakin bir tavır sergileyen Erdoğan'ın kurmaylarına talimatı şu:

"(Laikçi cenahtaki) Endişeleri giderin. Başörtüsü serbestliği sadece üniversiteleri kapsasın. Kamu düzenine, genel ahlâka, inkılâp kanunlarına aykırı olmamak ve başkalarının hürriyetine zarar vermemek gibi sigortalar getirilsin."

Başörtüsü nasıl bir "heyûlâ" olarak görülüyor ki, sırf üniversitelerle sınırlı olarak önünü açmak bile ne şartlara bağlanıyor! Anlaşılır gibi değil.

Bu şartlar içinde en tuhafı, "inkılâp kanunlarına aykırı olmama" kriteri. Dinin açık ve kesin emri olan tesettürü inkılâp kanunlarından icazet alır duruma düşürme zilletinin vebal ve sorumluluğunu kim nasıl üstlenebilir ve taşıyabilir?

Güya "Başörtüsü serbest olursa kara çarşaf, burka, cübbe ve sarığın önü açılır" demagojisinin önünü kesmek için icad edilen bu "dâhiyane" formül ilk ortaya atıldığında tek itiraz Yeni Asya'dan gelmişti.

Ama yerini bulmuş olmalı ki, aynı formül için "ceza mevzuatına aykırı olmamak" gibi yeni ifade şekilleri geliştirildiğini görüyoruz. Burada da kasıt yine inkılâp kanunları, ama böylece "kamufle" edilmiş oluyor. Mâlûm, inkılâp kanunlarına muhalefetin Ceza Kanunu kapsamına alınarak yaptırıma bağlanması da, AKP iktidarının geçen dönemdeki marifetlerinden.

Peki, Başbakanın aynı konuşma içinde evvelâ "Kişi laik olmaz, devlet laik olur" deyip, ardından "Başı açıklar laik olur da başı örtülüler olamaz mı?" diye devam etmesinin izahı ne?

Ayranını kabarttığı laikçi cephenin kaygılarını böyle tutarsız sözlerle mi yatıştıracak Erdoğan?

Sorunun çözümüne hiçbir katkısı olmayacağı belli sadece suya tirit formülüyle tıkanıklığı açtığını iddia eden MHP'nin gerek işin özüne, gerekse AKP'nin tavrına dair söylemleri de tuhaf.

Bir taraftan "Kur'ân'ın emri olduğu için insanlarımız başlarını örtebilmeli" diyen MHP; diğer taraftan anayasanın amir hükümlerine atıf yaparak, başörtüsü serbestliğinin sadece üniversite öğrencileri ve diğer kamu hizmeti alanlarla sınırlı tutulması gerektiğini savunuyor.

Bu sınırlamada hemfikir olduğu AKP'ye ise istismarcılıktan başlayıp, "Elindeki kozu aldık, kurduğu tuzağı bozduk"la devam eden bir dizi ağır eleştiri, suçlama, hattâ hakaret yağdırıyor.

Tabiî, bu arada, "Ha bugün gelecek, ha yarın" diye beklenen 301 de güme gitmiş oluyor.

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yasağı demokratik direnç kaldırır



Yasadışı başörtüsü yasağını yasayla kaldırma yanlışının sarpa sarıp tıkanacağı baştan beri belli idi. Ne var ki, Yeni Asya'nın öteden beri konuda yaptığı ikazları dinlemeyip "popülist çözümler"e siyasî iktidar, sürüklendiği çıkmazla aynı noktaya gelmiş bulunmakta..

Bilindiği gibi, Başbakan'ın İspanya dönüşü, "yasak bir cümle ile çözülür" ifâdesinden sonra bir araya gelen iktidar partisi AKP ile MHP, geçen hafta içinde Anayasanın 10. ve 42. maddelerinde değişiklik yapılması hususunda mutâbakata varmışlardı.

Ancak, AKP'nin yeni anayasa taslağını hazırlama "bilim kurulu" başkanının Prof. Ergun Özbudun'un, anayasa değişikliğindeki "kılık-kıyafet" ifâdesi için "kayıt konmazsa yarın burkayla, Nazi üniformasıyla ve hatta mayoyla üniversiteye girerler" uyarısı üzerine, hafta sonu yapılacak toplantı, "teknik nedenlerle" düne ertelenmişti. Dün iki parti arasıda yapılan görüşmelerin nasıl sonuçlandığı, bu satırların yazıldığı sırada henüz netleşmemişti.

Her iki partinin değişiklik yapmaya uzlaştıkları Anayasanın 10. maddesi, "kanun önünde eşitliği" esas alıyor. 42. madde ise "eğitim ve öğretim hakkı"nı düzenliyor. Fakat toplumun büyük bir kesiminin karşı olduğu yasağın, anayasada yapılacak değişikliklerle ve yasayla kaldırılması halinde, öncelikle temelde yasak olmayan "tesettür" ve "başörtüsü"nün "üniversiteler"in dışında her yerde ve hâlâ ne idüğü belli olmayan "kamusal alan"da yasaklanabileceği belirtiliyor.

Lâkin daha sonra her iki parti çevresinde, hakkında hiçbir yasaklayıcı kanun bulunmayan kılık kıyafetin anayasa veya yasayla serbest bırakılmasının, yasağı daha da yaygınlaştırıp derinleştireceği kanaati, gittikçe iktidar çevrelerinde de dile getirilmekte.

* * *

Zira gâyet açık ki yasak olmayan kılık ve kıyafetin "anayasa maddesi" haline getirilmesi, öncelikle Türkiye'de kılık kıyafetin yasayla sınırlanması bâdiresinin önünü açar. Yeniden bazı yargı organlarının, üniversitelerin "laiklik" benzerî bahanelerle "yasaklatılması"na zemin hazırlar.

Dahası Cumhuriyetin başından bu yana, erkek memurlar ve müstahdemler için getirilen "şapka iktisaı kanunu" kanunundan başka hiçbir yasal düzenlemenin olmadığı kadınların kılık ve kıyafetini "yasal sınırlar"ın içine sokar. Tıpkı anayasaya aykırı olarak Anayasa Mahkemesi'nin yüksek öğretimde kılık ve kıyafeti serbest bıraktıran "Yüksek Öğretim Kanunu Ek-17. Maddesi"nin gerekçesindeki "çağdışı kıyafet" tanımlarına benzer bahanelerle, yasağın yeniden ihdasına fırsat verdirir.

Keza Prof. Özbudun'un önerdiği, "kamu düzeni, inkılap kanunları, genel ahlâk' gibi başkalarının hürriyetini ihlâl etmemek şartı gibi sınırlamaların konması" da yasakçıların oyununa gelmek olur. Böyle bir ekleme, Türkiye'de yıllardır yapılan işgüzarlıkla yasağın tekrar azdırılması ve yaygınlaştırılmasına âlet edilebileceği tehlikesini beraberinde getirir.

En vâhimi, tepeden dayatılan yasağın, "sâdece üniversitelerde serbest bırakılması"nı hedefleyen "anayasa ya da yasa maddesi", yasakçılar tarafından yeni yeni yakıştırmalarla "yasal dayanak" edilir.

Sahi, başörtüsünü yasaklayan hiçbir yasa olmadığı halde, hukuku çiğneyerek ve kanunları tersyüz ederek, "Anayasa Mahkemesi"nin gerekçesiyle çıkarılan "yönetmelik ve tâlimatlar"la yasağı dayatanların, yarın başörtüsünü ve tesettürü "kamu düzeni"ne, "inkılap kanunları"na aykırı görüp yasaklamayacakları ne mâlum?

Kaldı ki bütün bunlar olmazsa bile "hizmet alanlar ve hizmet verenler" ayırımı, yasağı yasa ile hele anayasa ile düzenlemek olur ki, daha baştan kamu hizmeti verenlere uygulanan yasağı yasallaştırır ve yasağın artık kalkmayacağını "garanti" altına aldırır.

Anayasa Mahkemesi veya Danıştay benzerî mercilerin sokuşturacağı mevzuatlarla özel sektörde bile başörtüsüyle birçok mesleğin yapılmasına engel olarak istimal edilmesine zemin hazırlar.

* * *

Görünen o ki AKP ile MHP anlaşıp sözkonusu maddeleri düzenleseler bile meseleyi çözmüyor. Aksine, yasağı yasallaştırmakla daha da tahkim ediyor, yeni yasak alanlarını oluşturulmasına sebebiyet verdiriyor. Yasakçıların bahanelerine kapıları açıyor; çözümü daha da ağırlaştırıyor, zorlaştırıyor; yasağın kapsamını genişletip, yaygınlaştırıyor.

Üniversitelerde serbest olsa bile (ki bu da şüpheli), ortaöğretimdeki ve "kamusal alan" dedikleri kamuda hizmet verenlere teşmil ettiriyor.

Bu bakımdan en iyisi bu tür muhataralı yoldan vazgeçmektir. Çünkü yasadışı başörtüsü yasağı için yasa değil, demokratik direnç ve irâde gereklidir. Gelinen noktada Millî Eğitim eski bakanlarından Mehmet Sağlam'ın dediği gibi, millet irâdesinin temsilcisi TBMM ve hükûmet, YÖK ve rektörlere yasadışı yasağı uygulatmasın, yeter.

Başbakan, başörtüsü mağdurlarına telefonla teselliyle geçiştireceğine, milletin verdiği yetkinin yasakçılar üzerinde irâde ve etkide bulunmalı; kanunsuz keyfî yasağı uygulatmamalıdır.

Cumhurbaşkanı, referanduma gideceğine, YÖK ve rektörlerin yasadışı dayatmalarına son verdirmeli, millet irâdesinin gereğini yapmalarını sağlamalıdır. Demokratikleşme ve özgürlükler çerçevesinde insan hak ve hürriyetlerini esas alan AB müktesebatını edinen Türkiye'nin yapacağı budur.

Yoksa beylik lâflarla, popülist nutuklarla yasaklar kalkmaz. Demokrat Parti'nin çeyrek asırlık "ezân yasağı"nı kaldırıp ezânı aslına çevirmesi, inanç ve mânevî değerlere, din eğitim ve öğretimine verdiği hizmetler gibi, demokratik direnç ve irâde ile yasaklar kaldırılır.

Başka da çözümü yok; yoksa yasakları daha da azdırır.

Bizden hatırlatması.

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yıkılmak için yapılan duvar



Kan ve gözyaşının eksik olmadığı Ortadoğu'daki problemlerin temelinde, İsrail'in keyfî tutum ve davranışları yatıyor. Bölgede; bir problem sona ermeden, hemen diğer problem başlıyor.

İsrail'in, dünyayı ve insanlığı karşısına alan bu tavrı tepki toplasa da; icraatlarından vazgeçirilebilmiş değil. İsrail yine bildiğini okuyor. Bunu yaparken de her defasında 'barış taraftarı' propagandasını da ihmal etmiyor.

Meselâ, son günlerde Gazze'de yaşanan insanlık dışı durumu tahayyül etmek bile zor. Göz göre göre, Gazze'de yaşayan Filistinliler 'açlığa' terk edildi. Çetin kış şartlarında Gazze'ye giden elektrik ve diğer insânî ihtiyaçlara engel olan İsrail, gelen tepkiler üzerine (İstanbul Başkonsolosluğu aracılığıyla) "Hayır, Gazze'ye verilen elektrik vs. kesinti yapmadık" diye açıklama bile yaptı.

İsrail'in 'zulmü' o kadar bariz ki, Gazze'de yaşayanlar canlarını tehlikeye atmak pahasına Mısır sınırındaki 'duvar'ları yıkmak durumunda kaldı. Gazze-Mısır sınırında yaşanan insanlık dramı dahi insanlığı uyandırmaya yetmiyorsa başka ne denilebilir?

İsrail, önce; 'kesmedik' dediği yardımı, insanlığın kurduğu yoğun baskı ve tepki sonrasında "yeniden başlattığı"nı açıkladı. Böylece 'ne kadar da barış yanlısı' olduğunu bir defa daha gösterdi! Tam bir İsrail taktiği: Önce 'ölüm'ü göster, sonra 'sıtma'ya razı et.

İsrail'in yaptığı insanlık dışı uygulamaları saymakla bitiremeyiz. Filistin'i 'açık cezaevi'ne dönüştürmek için ördüğü 'insanlık dışı duvar'ın varlığı bile İsrail'in niyetini anlamaya ve anlatmaya yeter. Söz konusu duvar örülmeye başlandığında da "yıkılması mukadder olan duvar niçin örülür" diye sorulmuştu. Gerçekten de dünyadaki maddî ve manevî pek çok 'duvar' yıkılırken; İsrail'in yapmaya çalıştığı bu duvar, aslında bütün insanlığa karşı yapılan bir 'duvar'dı. Bütün itirazlara rağmen duvarın yapımı devam etti.

İsrail'in insanlık dışı politikalarına karşı çıkan 'İsrailli'ler de var elbet. Bunlardan biri de Uri Avnery... Avnery, yaptığı bir açıklamada "Bütün duvarlar gibi İsrail'in yaptığı bu duvar da yıkılacak" demiş.

(Yeni Asya, 28 Ocak 2008)

Biz de aynı kanaatteyiz. Çünkü insanlık, yaradılışı gereği haksızlığa ve zulme karşı bir araya geliyor ve gelmeye devam edecek. Nitekim, geçen yıllarda Amerika'lı bir 'insan' Rachel Corrie, Filistinlilerin evlerini yıkan İsrail 'dozer'ine karşı gelmiş ve bu uğurda canını fedâ etmişti. (Böylesi cesur 'aktivist'lere Mevlâ'm iman nasip etsin. Âmin.)

İnsanlığın hürriyet hedefindeki yolculuğunu İsrail'in 'duvar'ı da durduramayacak. Başta Filistin olmak üzere dünyanın her tarafındaki 'insan'lar; hür ve mamur olmalı. Bunun yolu da; kim olursa olsun haksıza karşı gelmek ve kim olursa olsun haklıya sahip çıkmaktan geçiyor. Maddî menfaatler uğruna tersini yapanların artık uyanması gerekir. Çünkü insanlık nehri, hürriyet denizine doğru yol alıyor. Bu nehrin 'geri'ye doğru akması imkân ve ihtimal dışı.

Hür dünya, İsrail'e karşı; mazlûm Filistinlilerin yanında olmalı. Ama bunu 'söz'leriyle değil, fiilleriyle ortaya koymalı. Bu irade ortaya konulursa, Berlin Duvarı yıkıldığı gibi, İsrail'in yaptığı 'duvar' da yıkılır, yıkılsın ve yıkılacak inşallah.

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Îsarda zirve insanlar



Kur'ân, "Onlar sıkıntı içinde de olsalar kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler"1 buyurur.

Kur'ân'ın övdüğü bu insanlar öğrendiklerini yaşamayı gaye edinmiş Sahabe. Bu güzel haslete îsar hasleti deniyor.

Nadir Oğullarına karşı zafer kazanılıp arazisi dağıtılacağında Ensar kendi haklarından feragat edip, Muhacir kardeşlerini kendi nefislerine tercih etmiş ve arazinin onlara dağıtılmasını istemişlerdi. Birileri evlerini, barklarını, her şeylerini Allah için bırakıp gelen, Mekke'den Medine'ye hicret eden Muhacir, diğerleri de onlara kucak açan, ev yurt veren Sahabîlerdi. Sadece arazilerin dağıtılmasını değil, kendi mallarına da ortak olmasını istemişlerdi Ensar. Fakat Resûlullah (asm) arazileri dağıtmakla yetindi.

İşte Kur'ân bu fedâkâr insanları övmekteydi.

Bir gün Allah Resûlüne (asm) açlıktan dert yanan birisi gelmiş, Resûlullah da (asm) Ashabdan birinin evine götürmesini istemiş, hemen Ebû Talha ileri atılıp evine götürmüştü. Hanımına evde yiyecek bir şey olup olmadığını sorduğunda, hanımı çocukların yiyeceğinden başka birşey bulunmadığını söylemiş, o da misafiri ağırlayabilmek için akşam olunca çocukları uyutmasını, yiyeceklerin de misafirlerine ikram edilmesini emretti. Öyle yaptılar. Bir rivayete göre bu olay üzerine yukarıdaki âyet-i kerime nazil olmuş, bu fedâkârlıkları sebebiyle Cenâb-ı Hak onları tebrik etmişti. Âyetin nüzûl sebebiyle ilgili üçüncü bir rivayet daha var: O da Müslümanın biri kestiği koyunun başını bir fakire getirmiş, fakat o fakir yandaki komşusunun kendisinden daha ihtiyaç içinde olduğunu düşünerek eti doğrudan komşusuna götürmüştü. O da diğer bir mü'min kardeşinin kendine göre daha fakir olduğunu düşünmüş, hiçbir parçasını ayırmadan ona götürmüştü. Et aynı düşüncelerle tam yedi ev dolaşmış, sonunda ilk verilen eve gelmişti.

İşte Kur'ân onların bu güzel hasletini övüyordu.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de bu îsar hasletini Sahabe Mesleği olarak nitelediği mesleğinin esaslarından biri hâline getirmişti. İhlâs Risâlesi'nde şöyle der: "Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize şerefte, makamda, teveccühte, hatta menfaat-i maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz."2

Bu güzel haslet ne kadar yaşanırsa tesanüd ve kaynaşma da o kadar çabuk gerçekleşir.

Dipnotlar:

1- Haşir Sûresi: 9.

2- Lem'alar, s. 224.

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Yasaklara yaslanmak



İdraki kapalı, ilimde cücelerin en iyi bildiği ve en çok yaptığı iştir yasak; olmaz, yapamazsın, giremezsin, geçemezsin. Sanki bütün alanlar onların kullanım alanı; bilmiyorlar ki sahip oldukları düşüncelerin son kullanım tarihleri çoktan geçti.

Yasak çığlıkları ve çığırtkanlıkları tarihin karanlık koridorlarında yankılanıyor; sağırlar duyar mı ki? Kendini sultan sanan cüceleri, o çağlara göndersek çok ileri bir davranış yapmış oluruz; onlar zaten orada yaşıyor...

Bağnazlığı çözüp ilme açılmak varken karanlığa örtünmek; geleceği görmeyenlerin aşikâr körlüğü. Zor ile kaim kalan, yasak ile sürekli var olan; yok, bundan sonra da olmayacak.

Şuna inanın demekte diretmek ne kadar baskıcılıksa, şuna inanmayın demek de o kadar zorbalık. Şöyle yapmayına zorlamak ne kadar ucuzluksa, yapmaya zorlamak da o kadar basitlik.

Sığ derelerde yüzenler okyanus idrakini anlayamadıklarından yasak sayıklarlar ve yok savarlar. Zihinsel algılamaları menfaat üzerine döndüğü için sağlıklı düşünemezler, işlerine de gelmez. Kendisi dışındaki herkesi tehlikeli görür ve tehdit ederler. İlkellik ve ilkesizlik temel ilkeleridir; iliklerine kadar sabit fikirle dolmuşlar ve doldurulmuşlardır.

Herkes için hürriyet, herkes için hak, herkes için adalet, herkes için fırsatlar. İnsan olmayı yeter bir değer görmek, hukuk çizgisinde sınıfları sıfırlamak, gelir dağılımını dengelemek, farklı fikirleri hazmedebilmek, her inanca saygı duymak, bireyi topluma fedâ etmemek; fedâ edilmeyecek temel kriterler olması gerekirken cilâlı cümleler, süslü sözlerle yasakları allayıp pullayıp parlatmak tutmuyor artık, bir bir dökülüyor.

Ne yapılsa çare yok; zamanın rengi ve akışı değişti. Dünya yeni bir medeniyete doğru dönüyor; doğu batı barışması, akıl kalp birlikteliği, beden ruh buluşması; medeniyetler çatışması değil, medeniyetlerin kaynaşması ve birleşmesi.

Kıt'aların kavşağında hilâlin aydınlığını gören insanlık, dolunayın doğuşunu gözlüyor. Düşünce basireti bağlanmışlar, ufku örtülmüşler, yasaklarda kendilerini mahpus edenler ne yazık ki göremeyecekler; ne bahar, ne nehari.

Bütün bunlar hayal ve ütopya mı? Gecede bir ay boyunca ayın evrelerini seyredin o size söyler; değişim ve dönüşüm hep aydınlığadır. Gözünü kapatmakla aydınlığı kendine yasaklamışa ne denir; karanlığın bol olsun. İlmin, irfanın, sevginin, hoşgörünün, hürriyetin, adaletin, hür düşüncenin aydınlığı bize yeter. Alın yasaklarınızı istediğiniz zamana, istediğiniz mekâna gidin, serbestsiniz.

Sizi de almak isterdik ama karanlıkta kararlı ve inatsınız; ne yapalım elimiz bu kadar uzanıyor. Bilir misiniz bilmem; dünya dairesel dönmüyor helezonvârî dönüyor ve gidiyor; ikinci bin yıl yeryüzünün dolunay aydınlığıyla dolduğu ve doyduğu yıllar olacak. Size kırmızı yandı; birkaç binyıl bekleseniz iyi olur. Bilirsiniz kırmızıda geçmek yasaktır; yas tutmanıza gerek yok, yaslanın yasaklarınıza uyuyun.

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Ne dindar, ne laik kesim memnun



Anayasa meselesine bulaştırılmadan evvel, başörtüsü sıkıntısı bu derece şiddetlenmiş değildi.

Ne zaman ki, bu mesele Başbakan Özal ile Cumhurbaşkanı Evren arasında (1987-88) bir pinpon topuna dönüştürüldü, yani iş bir tür anayasa meselesi haline getirildi, işte o zaman mesele düğüm bağladı ve tam 20 yıldır süregelen kahredici bir ıztıraba dönüştü.

Kısaca hatırlatalım: Başbakan Turgut Özal ve MEB Avni Akyol, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı ve Cumhurbaşkanı Kenan Evren'le konuşup güya mutabık kaldıktan sonra, YÖK Disiplin Yönetmeliğinde bir değişiklik yaptılar. Bu mutabakata dayanılarak, başörtüsüne serbestlik sağlayan bir kànun maddesi Aralık 1988'de Meclis'ten geçirildi. Evren, daha evvel geri gönderdiği bu yasayı bu defa veto etmedi; önce imzalar, sonra da Anayasa Mahkemesine götürdü. Mahkeme ise, 26 Mart 1989 yerel seçimlerinden hemen önce bu "türban yasasını" iptal etti. Böylece, iş bütün bütün çıkmaza girdi.

Bu gelişmenin ardından, İstanbul Üniversitesi başta olmak üzere, Anadolu'nun birçok üniversitesinde fiilî yasak uygulamasına geçildi. Buna karşı da protestolar yapıldı. Ancak, müsbet bir netice alınamadı.

* * *

Başörtüsüne yönelik baskılar, aslında 1982 Anayasası için yapılan referandumdan hemen sonra başlamıştı. Ancak, bütün üniversiteler aynı ölçüde baskı uygulamıyordu.

İş anayasa meselesi haline dönüştürülünce, baskı hem şiddetlendi, hem de daha geniş bir alana yayılmış oldu.

1995 seçimleri öncesinde siyasî hesaplarla sarf edilen "Rektörler başörtülülere selâm duracak" türü tahrikkâr sözlerden sonra ise, iş bütünüyle şirazeden çıktı, İlâhiyat fakülteleri dahil, tâ imam hatip okullarındaki Kur'ân derslerine varıncaya kadar genişleyen baskı ve dayatmaların önüne artık geçilemez oldu.

* * *

Ne yazık ki, şimdiki siyasîler, geçmişten âdeta hiç ders almamışlar gibi, tuhaf bir davranış sergiliyor.

Görüldüğü kadarıyla, baskı ve dayatma taraftarlarını tahrik ile saldırıya geçirtecek bir yol takip ediliyor.

Hükümet, iradesini kullanmak ve örfî maslahat cihetine gitmek yerine, yine işi anayasa meselesi haline getirme sevdasında.

Anayasada ise, yasaklayıcı açık bir hüküm yoktur. Ancak, şayet başörtüsü tâbiri veya serbestisini açıklayan bir ifade kànun metni haline getirilecek olursa, korkarız ki, durum daha da kötüye gider.

Zira, o yolu zorlamakla meselenin hangi kapıya çıkacağı az çok bellidir.

Netice itibariyle, şu ana kadar yapılan çalışmalar, dindarları da, laik kesimi de memnun etmekten uzak göründüğü gibi, aksi neticeler hasıl etme endişesini de uyandırmaktadır.

Bu mesele, umarız böyle gürültü patırdı ile değil, akl-ı selim ve itidal ile ele alınır ve riyadan, gösterişten, alayişten, nümayişten uzak kalınarak halledilme cihetine gidilir.

GÜNÜN TARİHİ 29 Ocak 1953

Derbeder şâir Neyzen Tevfik

Ney ustası ve hiciv şairi Neyzen Tevfik, İstanbul'da vefat etti.

Düzensiz bir hayat yaşamış olmasına rağmen, sevenleri çoktu. Cenaze namazının kılındığı Beşiktaş'taki Sinanpaşa Camiini dolduran kalabalık, avludan taşarak cadde ve sokaklara kadar yayıldı.

* * *

Aslen Bafra'lı olan Neyzen Tevfik, 1879'da Bodrum'da dünyaya geldi. Babası, o tarihte Bodrum'da muallimlik yapmaktaydı.

Çocukluk günlerinde şahit olduğu bir manzara, Neyzen'i şiddetle sarstı, hayatını altüst etti.

Kendi ifadesiyle, babasıyla Bodrum çarşısında gezindikleri bir esnada, davullu zurnalı bir gürültü duyar. Merakla sesin geldiği tarafa bakar ki, ne görsün...

Güvenlik kuvvetleri, çatışmada öldürdükleri 10-15 kadar eşkiyanın kafasını koparmışlar, mızrakların ucuna geçirmişler ve ibret-i âlem için dolaştırarak halka gösteriyorlar.

Bu manzaraya şahit olan Neyzen'in adeta dünyası yıkılır. Titremeye başlar, hastalanır. Depresyon geçirir ve bir müddet sonra sar'a hastası olur.

Bundan dolayı da, ne Bodrum'da, ne de bilâhare gelmiş olduğu İstanbul'da düzenli bir tahsil hayatı göremez. Büyük âlimlerle, hocalarla ve bilhassa Mevlevî üstadlarla tanıştırılmasına rağmen, düzenli bir hayat kurmaya muvaffak olamaz.

Zaman içinde, hemen her taraftan ipini koparır ve kendini içkiye verir.

Bir taraftan da hicivli şiirler yazar ve gayet ustaca ney üfler. Kahveleri, meyhaneleri dolaşır, bu sûretle gününü gün eder.

Ney çalmada ve şiir yazmada ustalaşması ve bu san'atını hem halkın önünde, hem de entelektüelin huzurunda icra etmesi, zaman içinde sevenlerinin adedini çoğalttı.

Onun cenaze merasimindeki izdihamlı kalabalık, sevenlerinin, hayranlarının ne kadar çok olduğunun bir göstergesiydi.

Neyzen Tevfik'ten dörtlükler

Muhabbet herkesin aklını çelmez,

Gönül viranesi kolay düzelmez.

Alemden çekinme bir zarar gelmez,

Sen kendi kendine hıyanet etme.

Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler;

Kimi hırsız, kimi alçak, kimi deyyus! dediler...

Künyeni almak için, partiye ettim telefon,

"Bizdeki kayda göre, şimdi o meb'us!" dediler...

(1949)

Göründü memleketin iç yüzü, çöktüyse temel.

Şimdilik harice karşı yüzümüz olsa dahi

Yüzümüz yok bakacak kabrine ecdâdımızın.

Tükürür zannederim çehremize, vatanın tarihi.

(1943)

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Din ve milliyet



İhsan Bey:

*"Irk mı önemli, hamiyet-i milliye mi, yoksa din kardeşliği mi önemlidir?"

Allah katında tek üstünlük, Allah korkusundaki ve ahlâk güzelliğindeki üstünlüktür.1 İnsanlar da bu değerleri üstünlük değeri sayarlarsa ne âlâ! Aksi takdirde insanların değer verdikleri başka üstünlüklerin Allah katında ve hakikatte hiç ehemmiyeti yoktur. Ne ırk üstünlüğü, ne gösterişte kalan bir hamiyet-i milliye, ne para, ne mal, ne makam, ne başka bir dünya üstünlüğü!... Bu üstünlükler kabir kapısına kadardır. Kabir kapısından sonra bu üstünlükler geçersizdir, orada sadece ahlâk üstünlüğü geçerlidir. Âhirette tek geçer akçe güzel ahlâktır!

Neden ırklara ve kabilelere ayrılarak yaratıldık? Irklar arası üstünlük kavgası verelim diye mi? Kabileler arası husûmet çıkaralım, kavga yapalım, kan dökelim diye mi? Hayır.

Birbirimizi tanıyalım, tanışalım, kaynaşalım, sevelim, birbirimize yardımcı olalım ve kolaylık sağlayalım diye ırk ırk, kabile kabile, boy boy, sınıf sınıf yaratıldık. Kur'ân-ı Kerim, "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık"2 buyuruyor. Bu âyeti Üstad Bedîüzzaman Hazretleri şöyle tefsir ediyor: "Sizi taife tâife, millet millet, kabîle kabîle yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimâiyeye âit münâsebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muâvenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabîle yaptım ki, yek diğerinize karşı inkâr ile yabânî bakasınız, husûmet ve adâvet edesiniz değildir."3

Bediüzzaman'a göre, nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, takımlara ayrılır. Tâ ki her neferin muhtelif ve farklı sorumlulukları, görevleri ve vazifeleri belirlensin, bilinsin, tanınsın ve ordunun fertleri görevlerini eksiksizce yerine getirsin, vatan ve millet düşman hücumundan korunsun. Yoksa bu ayrılma ve bölünme bölükler arası kavgaya, taburlar arası husûmete, alaylar arası düşmanlığa, fırkalar arası sürtüşmeye yarasın diye yapılıyor değildir.

Aynen bunun gibi, İslâm toplumları kabilelere, ırklara ve taifelere ayrılmıştır. Fakat binlerce birlik yönleri vardır. Hâlıkları birdir, Rezzâkları birdir, Peygamberleri birdir, kıbleleri birdir, kitapları birdir, vatanları birdir... Böyle binlerce birlik bağları içindedirler. İşte bu kadar birlik bağı, Müslümanlar arasında uhuvveti, kardeşliği, muhabbeti ve birliği gerektiriyor. Demek insanlar bu âyetin ifade ettiği gibi kabilelere ve taifelere tanışmak ve yardımlaşmak için ayrılmıştır. Yoksa birbirini küçük görmek, inkâr etmek, yok saymak, asimile etmek, sömürmek, güçsüz olanı ezmek ve kaynaklarını kurutmak ve birbirine düşmanlık üretmek için kabilelere ayrılmış değillerdir.

Milliyet fikrinin iki kısım olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, bunlardan birinin menfî, uğursuz ve zararlı olduğunu, başkasını yutmakla beslendiğini ve diğerlerine düşmanlık etmekle devam ettiğini, bu anlayışın kalıcı düşmanlıklara ve toplumlar arası huzursuzluklara sebep olduğunu kaydeder. Kur'ân'ın "cahiliyet taassubu"4 dediği, Peygamber Efendimiz'in de (asm), "İslâmiyet, cahiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği kaldırmıştır"5 hadis-i şerifi ile işaret buyurduğu taassup böyle menfî ve zararlı ırkçılıktır. Müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti ise, ona ihtiyaç bırakmıyor.

Bediüzzaman'a göre, milliyet fikrinin ikinci kısmı müsbet milliyettir. Müsbet milliyet, her toplumun kendi iç bünyesini sevmesi, yükselişini istemesi ve bunun için gayret etmesi demektir. Hamiyet-i milliye nâmıyla, her ferdin başka milletlere zarar vermeden kendi milletinin menfaatlerini takip etmesi elbette hakkıdır ve bu gayret zararsızdır. Bu gayreti İslâmiyet reddetmez. Bu gayret yardımlaşmaya, dayanışmaya ve güç birliğine de sebeptir. İslâm kardeşliğini güçlendirir.

Bediüzzaman'a göre milliyet fikri, İslâmiyet'e yardımcı olmalı, kale olmalı, zırh olmalı; fakat dinin yerine geçmemelidir. Çünkü İslâmiyet'in verdiği uhuvvet ve kardeşlik içinde "bin kardeşlik" vardır. Din kardeşliği berzah âleminde ve beka âleminde de kalıcıdır, yaşanmaya devam edilir. Onun için millî duygular ne kadar güçlü de olsa, İslâm kardeşliğinin ancak bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa İslâm kardeşliğini bırakıp, yerine milliyetçiliği koymak, büyük hatadır; kalenin taşlarını kalenin içindeki elmas hazinesinin yerine koyup o elmasları dışarı atmaktan farksız bir ahmaklık ve cinayettir.

Dipnotlar:

1- Hucurât Sûresi: 13

2- Hucurât Sûresi: 13

3- Mektûbât, s. 309

4- Fetih Sûresi: 26

5- Keşfü'l-Hafâ, 1/127

29.01.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yolsuzluk lobisi



Bir-iki yıl önce, Bangladeş'e gittiğimde, yolsuzluğun diz boyu olduğunu ve yabancı yardımların da iç edildiğini duymuştum. Bundan dolayı, Dünya Bankası gibi uluslararası kurumlar, bu ülkedeki yolsuzluk nispetinin yüksekliğinden şikâyet ediyorlardı. Ama tuz da bozulmuştu. Zira kurumun başındaki Paul Wolfowitz de aynı yolsuzluk ve ahbap-çavuş ilişkisi yüzünden kurumun başından ayrılmak zorunda kalmıştı. Wolfowitz, kurumu özel çiftliği haline getirmişti. Sevgilisi Şah Rıza'ya kendi kesesinden değil, ama Dünya Bankası'nın kesesinden torpil ve Emin Çölaşan gibilerin deyimiyle de kıyak yapmıştı. Bunun ayyuka çıkması sonucunda Wolfowitz, hepimizin bildiği üzere kurumu terk etmek zorunda kaldı. Her yıl Uluslararası Şeffaflık Kurumu, yolsuzluklara göre ülkelerin durumunu analiz ediyor, puanlandırıyor ve derecelendiriyor. Ve, yine Türkiye'de pek yankı bulmasa bile, ülkelerin yolsuzluklara göre durumunu belirten çizelge bu yıl da yayınlandı. Türkiye'nin durumu pek iç açıcı değil. Geçenlerde Show TV'de Ergenekon'un medyadaki izdüşümü ve uzantısı olarak da ima edilen Ali Kırca'nın programında, suç üstü bir vaziyette mecliste ahbap-çavuş lobisinin nasıl çalıştığını gösteren bir görüntülü haber yayınlandı. Mehmet Ali Şahin, daha sonra kendisine gelen bu tür talepleri ve 'hamili kart yakınımdır' usûlü kayırma veya iltimas isteklerini geri çevirdiğini dile getirmiş. Türkiye'de, özellikle de Milli Selamet geleneğinden gelen partiler idealizmi esas alıyorlardı. Yöntem sorunları, onları idealizm atmosferinin uzağına düşürse de idealisttiler. Siyasetin kimyasına müdahale ile idealizm de kaybolunca, siyaset iyice tek yanlı hale geldi. İdealizm yerini, maddî veya menfaat ilişkilerine bıraktı. Maslahat üzerine dönen siyaset ise, yozlaşma ve yolsuzluğu da beraberinde getiriyor. Dolayısıyla, biraz da rejimin doğası gereği, ideal vasatta siyaset yapma imkânı kalmayınca siyasetin ekseni ranta kaymış oluyor. Bu da kalkınmayı öteliyor. Zira, şahsî bazda veya kurumsal bazda mizaç ve kuralsızlık nasıl kalkınmayı öteliyorsa, yolsuzluk da ülkelerin imkânlarının çarçur edilmesine sebep oluyor.

***

En fazla yolsuzluğun da devlet sektöründe gerçekleştiği iddiaları malûmunuz. Bal tutanlar parmaklarını yalıyorlar demek ki. Tam bu raporun yayınlandığı gün, El Cezire televizyonunda, Fas'ta faaliyet gösteren şeffaflıkla alâkalı bir sivil toplum örgütünün lideri olan Muhammed Tarık Sibai konuştu ve isim vererek yolsuzluk odaklarını ifşa etti. Bu saadet zinciri, en tepede kraliyet ailesine kadar ulaşıyordu. Bunun üzerine spiker onu susturacak olduysa da Sibai diretti ve: "Sorumluluğu üzerime alıyorum" diyerek devam etti. İçimden 'bravo, kahraman adammış' dedim. Gerçekten de en tepedeki kraliyet ailesinin serveti hesaplanamıyor. Devlet ile kraliyet ailesi iç içe geçmiş durumda. Muhammed Tarık Sibai'yi dinledikten sonra, ertesi günü daha ziyade ilk ismiyle bilinen Muhammed Suharto'nun ölüm haberiyle irkildim. Darbeden önce ve daha güçlü bir general iken, 1950'li yıllardan beri yolsuzluk iddiaları peşini bırakmıyordu. Ailesiyle birlikte 15-25 milyar dolara hükmetmekle ve zimmetine geçirmekle suçlanan Suharto'nun, çocukları üzerinden bu yolsuzluk çarkını idare ettiği ileri sürülüyor. Gerçekten de Fas'taki kraliyet ailesi ile Suharto'nun gayrı resmî hanedanlığının servetlerinin birbirine yakın olduğu sanılıyor. İkisinin de, halkın üzerinden, 25 milyar dolara varan bir servet biriktirdikleri tahmin ediliyor. Bu serveti biriktirmek için her kademede mutlaka komisyon acentaları olması gerek. İşte Muhammed Tarık Sibai bu yolsuzluk acentacılığına fesad ve yolsuzluk lobisi (el lobi el fesad) diyor.

***

Dünya Şeffafiyet Örgütü'nün bu yılki listesine baktım, Türkiye, sıralamada 67'inci sırada. Yani neredeyse tam ortalarda kalıyor. ABD beklediğimden de üst sıralarda yer alıyor. Yüzde 20. İsrail ise, onu bir kademe aşmış ve yüzde 30'larda seyrediyor. Kuruluş yıllarında İsrail'in yolsuzluk sıralamasında daha aşağılarda yer aldığını tahmin ederim. Çünkü daha idealist bir toplumdu. Yolsuzluk sıralamasında tavan yapan on ülkeden altısı, maalesef İslâm ülkesi. Bunlardan birisi de 'İslâmî rejim'le yönetildiği ileri sürülen Sudan. Bu da iddianın tek başına yetmediğinin göstergesi. Yolsuzluğu etkileyen birçok faktör var. Bunlar arasında idealizm olduğu gibi, eğitim de dahil, gelişmişlik seviyesi var. En az yolsuzluk yapan 9 ülke arasında ise, maalesef bir tek İslâm ülkesi yok. Bununla birlikte, yolsuzluk sıralamasında beğenmediğimiz Malezya, bizden daha temiz ve 43'üncü sırada yer alıyor. Yine İran, neredeyse yolsuzluk oranında Türkiye'yi ikiye katlıyor ve 131'inci sırada. Pakistan ve Suriye gibi ülkeler ise, listenin altına doğru kayıyorlar. Bu, elbette İslâm dünyasının kaderi değil. Bunu yenmek için iyi kadrolara ve idealizme ve ahlâka ihtiyaç var. Din adına dünya peşinde koşanların varacağı nokta, yolsuzlukta listebaşı olmaktır.

29.01.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri