Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Hayat, imanla anlamlıdır - (1)



Mekâna imanla nazar etmek,

Esma okumalarını netice veriyor

Yaşadığımız yer dünyanın neresi olursa olsun, imanla bakınca oradaki her şey anlamlı, okunaklı hale geliveriyor. O zaman dağı, denizi, güneşi, dereyi, tepeyi, hayvanları, böcekleri, bitkileri farklı okuyuveriyorsunuz. Böylece dağ eteğindeki küçücük sarı çiçek ve üzerindeki kırmızı kelebek dünyanızı değiştiriveriyor.

Varlık, rengiyle, deseniyle, kokusuyla ve taşıdığı hikmetleriyle anlamlı birer mektuba dönüşüveriyor. San’at, San’atkârı düşünülünce anlam kazanıyor.

Nimetler, üzerinde düşünmeyi gerektiriyor

İçel’in sahil ilçesi Anamur’u, sanıyorum, muzu ile tanıyorsunuz. Bir de Türkiye’nin güney noktası olarak biliyorsunuz. Aslında her iki unsur için, Anamur ve Bozyazı ilçelerini birlikte düşünmek gerekiyor.

Bozyazı, daha yakın zamanlara kadar Anamur’a bağlı bir belde idi. Şimdi ise müstakil bir ilçe. İki ilçe arası on üç kilometre. İkisi de farklı güzellikler taşıyor. Ama bu iki ilçede muz, yüce Allah’ın, özel ikramlarından birisi ve kullarını sevdiğinin bir tezahürü. Muz ağacından, muz dalına, muz dalından, muz tarağına ve muz tarağından muz parmağına, muz parmağından da muz tadına varıncaya kadar her aşama tam bir tefekkür serüvenidir.

Bozyazı ile ilgili internetten pek çok bilgi bulmak mümkün. Tabiî hiçbir bilgi, yaz mevsiminde Bozyazı’nın tertemiz denizinde yüzmenin ve bir gün batımında deniz kenarında, dalga sesleri eşliğinde yürümenin yerini tutamaz. Mavi ile yeşilin kucaklaştığı bu hayat alanına, onca nimetleriyle yüce Allah ikramda bulunmuş. Tabii, hepsi şükür gerektiriyor.

Toros Dağlarının bütün heybetini ve haşmetini, bu ilçelerimizde görmek mümkün. Dağların yeryüzüne bir direk olarak konulmuş olmasının hikmeti burada daha da okunaklı. Ve her dağın halk nezdinde yaşanan hatıralarla oluşmuş, birbirinden farklı isimleri var. Anlaşılıyor ki, insanların hayat alanlarındaki her şey bir şekilde yaşanan hayata da müdahil olmaktadır.

Mekânlar her zaman ‘özel’dir

Yaşanan mekân, insanın yaşama ihtiyaçlarının pek çoğuna cevap veriyor. Yeryüzünü bir döşek gibi altımıza sermiş Rabbimiz. Hem öyle bir döşek ki, mevsimler bu döşek üzerinde sergisini açıyor. Rahman’ın rahmet eselerine göz kapamak hakikaten ciddî bir körlük hali. Onun için her insan, doğup büyüdüğü mekânlara, nimetler hazinesi gözüyle bakmalıdır.

İçinde yaşanılan mekân -birilerine göre- anlamını yitirmişse; o kişide ülfet oluşmuş, okuması bitmiş demektir. Oysaki, her mekân her zaman özeldir.

Doğrusu herkesin kendi doğup büyüdüğü, hatıralar oluşturduğu topraklar kendisine daha bir anlamlı gelir. Ama burada şunu hatırlamak daha doğrudur; her mekânın gerek tabiat değerleri açısından ve gerekse toprağında yetişen ürünler açısından özel bir yeri vardır. Yüce Yaratıcı, her mekâna farklı bir takım özellikler yüklemiştir. Kiminin dağlarını maden hazinesi yapmış, kiminin toprağını ancak orada yetişen bitkilerle süslendirmiştir. Böylece her mekân kendi içinde özel bir anlam taşır hale gelmiştir. İşte Bozyazı, Anamur da deniziyle, dağlarıyla, muzuyla, yer fıstığıyla bolca mesajları olan özel ilçelerimizdendir.

Uçsuz bucaksız denize açılan pencereler,

tam bir düşünme mekânı

Anamur ve Bozyazı’da evlerin çoğunun penceresi uçsuz bucaksız gözüken Akdeniz’e açılır. Evlerin denize açılan pencereleri, tam bir tefekkür hazinesi. Üzerinde binlerce tonluk gemilerin akıp gidişi, birbirinden leziz balıkların bir ikram-ı İlâhî olarak insanlara kurban edilişi, karadan bakınca, masmavi Akdeniz’in; denizden bakınca, yemyeşil Toros dağlarının göze dokunuşu, tam bir huzur vesilesi.

Her mekân hikmetli, san’atlı nimetlerle dolu

Bozyazı’ya, Kızılca Köyü sınırları içerisindeki, Kara Manastır’dan gelen su, tam bir Kudret mucizesi. Dağların, taşların arasından sızıp gelen tertemiz su sızıntılarından az ileride adeta bir şelâle oluşuyor. Özellikle de o şelâlenin çıkarmış olduğu İlâhî musiki saatlerce dinlemeye değer. Burada oluşan su, kuş ve böcek sesleri, tam bir koroyu andırıyor.

Mahlûkat burada; birer mûsika-i îlahî olarak san’atını icra etmeye devam ediyor.

Dereköy’deki bizzat taş bir kapıdan çıkan su, daha bir açık konuşuyor zîşuurla. Taştan çıkıp gelen su, önüne kurulmuş değirmeni çalıştırıyor. Bu haliyle berrak su, apaçık, ‘Ben bir Kudret mucizesiyim.’ diyor. Asırlardır, bir kapıdan akıp duran suyun içinden geldiği dağ, böyle bir birikime ev sahipliği yapacak büyüklükte değil. Demek hazine-i rahmet burada okur-yazarlığı olanlar için kendini okutturuyor.

Bütün bu okumalar ancak iman ile mümkündür. Kulaktaki zar, gözdeki perde, akıl ve kalplerdeki nur, iman ile ışıklanırsa, anlam okuması yapmak mümkün. İman yoksa, insan; taşın, ağacın, denizin, kuşun, böceğin, muzun, çileğin, yer fıstığının nesini okusun.

Hayata katkı yapan hiçbir unsuru, hayatın dışında değerlendirmek mümkün değil. Her şey bir düşüncenin, bir İradenin ve bir Kudretin ürünü. Üzerinde mesaj taşımayan nimet yok.

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Öfkeyle kalkan...



Başörtüsü meselesini “gerilime yol açmadan çözme” söylemleriyle başlatılan süreçte gelinen nokta, maalesef gerginliğin had safhaya ulaştığı ve giderek de yayıldığı çok sıkıntılı bir tabloyu gözler önüne seriyor.

Bilhassa CHP lideriyle Başbakanın karşılıklı atışmaları, gerilimin siyasî ayağını oluşturuyor.

Baykal’ın ipe sapa gelmez çıkışları ve özellikle “Yeni bir anayasa yapmak isteyen, idamı göze alıp ihtilâl yapmadan bu işe soyunmasın” şeklindeki sözleri, meseleyi iyice çığırından çıkardı.

Buna karşı Başbakanın “Beyaz çarşaflarla yola çıktık” diyerek verdiği cevap ise, evvelce rahmetli Özal gibi onun da kendisine kurulan tuzağa düştüğünün bir tezahürü olarak görüldü.

Dahası, bu söylem en son 22 Temmuz’da yenilenen millet iradesinden aldığı demokratik gücün, dayatmacı mütegallibe karşısında hâlâ anlam taşımadığının kabulü, itirafı ve bundan kaynaklanan çaresizliğin ikrarı olarak algılandı.

En azından dayatmacı statükonun mesajı bu şekilde okuduğunu, dolayısıyla seçilmiş iktidarı bir kez daha yıldırdığını ve bu sebeple keyif içinde ellerini oğuşturduğunu ifade etmek, herhalde yanlış bir değerlendirme olmasa gerek.

Peki, seçilmiş siyasetçilerin ağzındaki bu tür “idamlık gömlek, kefen” söylemlerinin, sessiz çoğunluğun morali açısından pozitif katkı sağladığını iddia edebilmek mümkün mü?

Maalesef hayır.

Bu çeşit konuşmalar, Menderes’in ve iki bakanının hazin akıbetini hatırlayan yaşlı kuşakların acısını tazeler, duygusal mizaçları bir kez daha hislendirip bazılarına gözyaşı döktürebilir belki, ama demokrasi mücadelesine birşeyler kazandırdığını söylemek çok zor.

Olsa olsa, ya “Ne yaparsak yapalım, yine olmuyor” düşüncesini kuvvetlendirip mağdur ve sessiz kitlelerdeki karamsarlığı daha da arttırır, ya da “radikal çözüm” arayışlarına kapı aralar.

Baykal’ın son derece talihsiz ve provokatif söylemine verilecek tepki, buram buram mağduriyet, mazlumiyet ve çaresizlik kokan “kefen” söylemleriyle değil; 27 Mayıs, Yassıada ve idamların utancını tarih ve toplum önünde bu partinin bir kez daha yüzüne çarpıp, her hal ve şartta demokrasiye sahip çıkılacağı mesajının kararlı bir şekilde ilân edilmesiyle verilmeliydi.

Demokrasi mücadelesi zaaf kaldırmaz. Pusuda bekleyen mütegallibe tarafından “çaresizlik ve yılgınlık” olarak algılanmaya müsait tavırlarla da demokrasi savunulamaz. Bunun için, dolduruşa gelmeyen ve provokasyonlara kapılmayan sakin bir kararlılığa ve geniş istişarelerle oluşturulmuş akılcı stratejilerin takibine ihtiyaç var.

Başbakanın son söylemleri ne yazık ki bu açıdan da problemli. Öyle ki, özgürlükler noktasında yakın zamana kadar yanında yer alan ve hele şu anda desteğinin devamı büyük önem taşıyan bazı kesimleri dahi durduk yere karşısına alarak, gereksiz şekilde cepheyi genişletiyor.

Öfkenin de bir hitabet sanatı olup olmadığı, tartışmaya açık bir konu. Herşeyden önce, sorunların çözümü için hitabet sanatından ziyade ortak aklın rehberliğinde yürütülen icraata ihtiyaç var. İkincisi, aklın ve istişarenin kontrolü dışındaki öfke tezahürleri fayda değil, zarar verir.

Mâlûm, öfkeyle kalkan zararla oturur. Başbakanın kontrolsüz öfkesi ise herkese zarar verir.

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Yasakçı cola



Müslüman mahallesinde salyangoz satmak deyimi cuk oturuyor, bunların üzerine.

Cola sektöründe iddialı bir isim olduğu iddia edilen bir firma, kampanya için yarışma düzenliyor. Yarışma şartlarını okuyanlar “türbanlılar” ifadesiyle resmen ayrımcılık yapmış.

Tüketicilere şöyle sesleniyor zaten:

“Pepsi ile göster duygularını.”

Duygularını göstermek isteyen tüketiciler arasında “türban”lıların bulunmaması şartı özellikle aranmış.

Tabiî bu skandal patlayınca, hemen “düzeltme” yoluna giderek, gözden kaçtı mesajı veriyorlar.

Cola firmasından hemen bir düzeltme…

Diyor ki:

“Şirketten yapılan açıklamada ‘Duygularını Göster’ kampanyası dahilinde gerçekleştirdiğimiz fotoğraf yarışmasının katılım şartlarıyla ilgili, yanlış bir anlaşılma olduğunu belirtmek isteriz. Toplumun hassasiyetlerini dikkate alarak yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemek için gerekli düzeltmeleri yapmaya her zaman hazırız. Bu paralelde ‘Duygularını Göster’ yarışmasında da, yanlış anlaşılmaya yol açan ifadeler revize edilmiştir” deniliyor.

Yani, adamlar:

“Pepsi olarak faaliyet gösterdiğimiz her ülkede, toplumsal sorumluluklarının gereklerini yerine getiren, ülkenin yerel değerlerine saygılı, toplumsal hassasiyetleri göz önünde bulunduran bir anlayışa sahibiz” diyor.

Devamında:

”Herkesin eşit şartlarda katılımının devam etmesini ana ilke olarak benimsiyoruz ve yarışmaya katılım şartlarının da bu doğrultuda düzeltilmesi sağlanmıştır (PBG Türkiye)” diyor.

Şundan eminim, bu “halt”ı bir Amerikalı yapmaz. Yapsa yapsa yine bizim yerli gerzek, kraldan çok kralcılar yapar. Bu cin fikirlilik onlardan gelir!

Öte yandan, Pepsi’nin kampanyasına “duygularını göstermek” için bir “türbanlı” katılması da doğru olur mu sahi?

Bir de olayın bu mahiyeti var.

Kampanya çerçevesinde “duygularını gösterecek” tesettürlü bir tüketici varsa, aman uzak olsun!

Son yıllarda özellikle “tesettür” üzerinden yapılan spekülasyonlara bir yenisi daha eklenmişken, tesettüre bürünen hanım kızlarımızın özel hayatında çok dikkat etmesi gerekiyor.

Ayşe Arman’ın ve Ahmet Hakan Coşkun’un köşe yazılarına konu olan o fotoğraf gibi, kesinlikle birilerine “malzeme” olacak davranışlardan uzak durulması gerekiyor.

Aslında bu olaylar “tesettür”e riayet eden kızlarımızın ne kadar sorumluluk sahibi olması gerektiğini gösteriyor.

Bu sorumluluğun dinî vecibelerden kaynaklandığı da unutulmamalı!

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Bugünde buluşmak



Yoksulluk, yeryüzünün büyük bir kısmında kendini gösteriyor; yakın ve uzak diyarlar uzanacak yardım elleri bekliyor… Komşu ülkeler, komşu kıt'alardan aç ve açıkta yatanlar, ilaçsız ve hasta sabahlayanlar var… Her yer ihtiyaç, her yer ıztırap, he köşe acı; Açe’den Afganistan’a, Afganistan’dan Afrika’ya uzanan yol, çilelerle çevrilmiş, kederlerle kavruluyor...

Ekmek diyen, su diyen, ilâç diyen, ilim diyen yetimler masumlar, mazlûmların inleyişleri sarmış ve sinmiş geniş coğrafyaya… Acil ihtiyaçlar acele giderilmeyi bekliyor; kardeş yakınlığıyla uzanacak bir dost eli gözlüyor nicedir… Sineler sancılı, sineler sarsılıyor; temiz vicdanlar arıyor, sıcaklığında ısınacak… Uzak diyarlar, ırak olmayan beldeler; kızıl ufkun hemen ardında doğacak ümit ışığına bakıyor, bekliyor…

Bosna’da başlayan savaş, Afganistan’a sıçradı, Irak’ı yaktı, yakacak yeni yerler arıyor… İslâm coğrafyasının ciğeri yanıyor, can havliyle çağırıyor; kardeşliği, diğergamlığı, fedakârlığı, hamiyeti, sevgiyi, şefkati… Zalimlerin zulmü, ihtiyaçların zirvesiyle inliyor; hani biz aynı ümmetin mensuplarıydık, hani bir vücudun azaları gibiydik? Akıl hangi kıt'ada kaldı, kalp nerede sıkıştı, vicdan nasıl susturuldu, duygular nasıl dumura uğratıldı? Akleden kalpleriniz nereye dağıldı?

Cehalet, zaruret, ihtilâf orduları yeryüzünü talan etti, san'at, marifet, ittifak orduları nerede? Dünya neye dönüyor, idrakimiz neyi düşünüyor? Düştüğümüz yer ne zaman çıktığımız yer olacak? Çıkış yolu; hangi kış dağlarının ardında? Kaç yüz yıl oldu inişteyiz; yükselişimiz hangi yakın, hangi uzak zamanda? Zamane zalimlerine dur diyebilecek dirayet ve gayret niye hâlâ gösterilemiyor?

Görünen o ki, acılardan açık bir ders çıkaramamışız; kederler bizi kenetleyememiş, çileler cesaretimizi kamçılayamamış; dertler dağınıklığımızı toplayamamış… Ümmet şuuru silinmiş, umut ışıkları sönmüş, idrakler dağılmış, gayretler yıkılmış… İslâm coğrafyası yağma ediliyor; kardeşlik nerede?

Bosna savaşında bir kardelen çiçeği doğdu; İHH. Onu diğerleri takip etti, kervana yenileri ekleniyor; Kamerun’dan Kabil’e, Açe’den Acare’ye; Anadolu’dan kardeşlik köprüleri kuruldu, kurulmaya devam ediyor… Yardım elleri uzanıyor, yetimin başı okşanıyor şefkatle… Yaralar sarılmaya, sineler sahiplenmeye çalışılıyor; gücün yettiği, gayretin uzandığı, himmetin erişebildiği yere kadar… Bize yakın uzaklara daha çok ellerle uzanabilmek için güç birliği, gönül bütünlüğüne ihtiyaç var…

İHH Bursa gibi her şehrin bir İHH’ sı olmalı; sınır tanımadan, ümmetin ve insanlığın acil ihtiyaçlarını karşılamada, -eğitimde, sağlıkta, sosyal hayatın inşasında- teşkilâtlanmasına yardımcı olmalı, balık yedirdikten sonra balık tutmasını öğretmeli… Onlar da öğrenecek ve bilecek ki; yalnız değiliz… Ümit kandilleri yanacak, güven inşa edecekler içlerinde, işlerinde ve ayağa kalkacak ümmet, masumlar, mazlumlar; cehalete, zarurete, ihtilâfa karşı san'at, marifet, ittifak silâhlarıyla cihad edecekler… Yeryüzü zalim pisliklerinden temizlenecek, yoksulluk silinecek, ilim aydınlığına kavuşacak…

Bu düşünce hayatımızın neresinde ve biz bir şeyleri yürek elle tutuyor muyuz? Tutmuyorsak tutunacak hale geliriz, gelin yardım ellerimizi yakınımızdan en uzağa sevgiyle, şefkatle, şevkle uzatalım… Kardeşlikle kucaklaşalım, muhabbetle sarılalım birbirimize. Bu gün o gündür; yarında var olmak için bugünde buluşmak zorundayız.

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Ördek Ali ve başörtüsü



Mahallenin kabadayısı olan Ali isminde gaddar bir adam vardır. Lâkabı ise, “Ördek Ali”dir. Ama adam kendisine ördek denilmesinden son derece rahatsız olmaktadır. Onun için yanında ördek anlamına gelecek bir kelime kullanılmasına bile tahammülü yoktur.

Birkaç arkadaş sohbet edip havadan sudan konuşurken, biri başını havaya kaldırır, “Bugün hava bulutlu” der. O sırada yanlarından geçmekte olan Ördek Ali, hemen döner ve adamın suratına yumruğu indirir. Neye uğradığını şaşıran adam mendili ile yüzünden akan kanları silerken, Ördek Ali öfkeyle bağırmaya başlar:

“Demek bana ördek Ali diyorsun ha!”

Orada bulunanlar da şaşkındır. Adamın ağzından ördek diye bir kelime çıkmamıştır. Herkes ne olup bittiğini anlamaya çalışırken, Ördek Ali bağırmaya devam etmektedir:

“Bugün hava bulutluymuş. Hava bulutlu olunca ne olacak? Biraz sonra yağmur yağacak. Yağmur yağınca ne olacak? Şuradaki çukurlara su dolacak, göletler oluşacak. Göletler oluşunca ne olacak? O sularda ördekler yüzecek. Bu şekilde bana ördek dediğini anlamayacak kadar aptal mıyım ben?”

Şimdi bu hikâyeyi niye anlattım ben?

Başörtüsü özgürlüğüne karşı çıkanların yazdıklarına ve söylediklerine bakınca, gösterilen tepkilerin Ördek Ali alınganlığından daha fazla olduğunu görüyorum.

“Başörtülülerin de bu memleketin okullarında okuma hakları vardır” diyorsunuz, onlar “Laiklik elden gidiyor” diye bağırıyorlar. Siz bunun bir demokratik hak olduğunu, başı açıkların bu haktan yararlandığı gibi, başı kapalı olanların da yararlanması gerektiğini söylüyorsunuz, onlar “laikliğin altı oyuluyor” diye çığlık atıyorlar. Siz özgürlükler arttıkça demokrasi ve cumhuriyetin güçleneceğini söylüyorsunuz, onlar “cumhuriyet kazanımlarını geri alamazsınız” diye yaygara yapıyorlar.

Başını örtenlerin amacı, kendi inanç, düşünce ve hayat tarzlarını muhafaza ederek okumak, eğitim almak, kendilerini geliştirmek, ekonomik ve sosyal hayatın içinde yer almak, topluma ve kendilerine daha faydalı olmaktan başka bir şey değildir. Ama Ördek Ali’ler, özgürlüğe açılan her kapıyı kapatmak amacında oldukları için, her açılımı cumhuriyet ve laiklik endişesi ile önlemeye çalışıyorlar.

Tamamen bir temel hak ve özgürlük konusu olan başörtüsüne bu kadar önyargı ile yaklaşmak, ne çağdaşlığa, ne bilimselliğe, ne de demokrasi ve cumhuriyet anlayışına yakışan bir davranış değildir. Yeri geldiğinde Mevlânâ’yı, Yunus Emre’yi, Hacı Bektaşî Velî’yi referans alanlar, hoşgörüden, barıştan, kardeşlikten bahsedenler, işlerine gelmeyince kendileri gibi düşünmeyenleri yanlarında görmeye bile tahammül edemiyorlar.

Hani, bir zamanlar, bir köşe yazarının her gün sorduğu bir soru vardı: “Ne zaman adam oluruz?” diye sorar, sonra da her gün için bir cevap verirdi.

Bugün de, “Birlik ve beraberliği, barış ve kardeşliği ne zaman tesis ederiz?” diye bir soru sorulsa, buna karşı da “Ördek Ali alınganlığını terk ettiğimiz zaman” diye cevap verebiliriz.

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Kenya ve Türkiye



İlter Türkmen bir yazısında başörtüsü tartışmalarıyla birlikte Türkiye’nin 22 Temmuz seçimleri öncesine döndüğünü ve seçimin getirdiği olumlu havanın dağıldığını yazdı. Haksız da sayılmaz. Gerçekten de darağacı, kefen atışmaları ve tehditleri gırla gidiyor. Recep Tayyip Erdoğan da Baykal’ın darağacı imasına karşı Özal gibi konuştu ve ‘kefenlerini giyip siyasete çıktıklarını’ söyledi. Kenan Evren gibi ülkemizde De Gaulle taklitçilerini gördüğümüz gibi Cindoruk gibi ‘bana makosenlerimi giydirmeyin’ diyenleri de izledik.

Bunlar üzücü ifadeler. Baykal ise sonunu darağacında görmek istemediklerini söyledi. Türker Alkan daha da ağırını yazdı ve iç savaş ihtimalinden sözetti. Bazıları da bu anlamda Yunanistan ve İspanya iç savaşlarına atıfta bulundular. Taha Akyol serbesti kararından sonra üniversitenin üç gruba ayrıldığına temas etti. Demirel de başörtüsü gerilimiyle birlikte bütün kurumların bölündüğünü ve bu bölünmenin halk katmanlarında ve tabakalarında da makes bulduğunu ifade etti. Bu tesbitler doğruysa o halde bölünmenin mesulünü ve sorumlusunu da aramak ve bulmak gerekir. Gerçekten de bölünme başörtüsü üzerinden yani kimlik üzerinden mi gerçekleşti? Sorunun ikinci kademesi de şu: Bölünme; ne güzel birliği temin eden yasak varken siyasetçilerin illa da onu serbest bırakacağım tutkusundan mı kaynaklandı?

***

Aslında, bölünme kesinlikle kimlikten kaynaklanmıyor. Kimlik üzerindeki kısıtlama ve dahası ayrımcılıktan kaynaklanıyor. Bu ayrımcılık meselesi de farklı yorumlara sahne oluyor. Sözgelimi, kimileri Erdoğan’ın basına sataşmasını, basını ikiye bölme girişimi olarak nitelendiriyor. Bunu doğru farzetsek bile aslında bu husustaki ilk örnek (arkatip) bizzat farklı kesimlerin uygulamalarından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla ayrımcılık veya bölücülük varsa bu sadece başörtüsüyle kaim veya alâkalı değil. Sözgelimi, bunlardan bir diğeri, bazı kurumların başörtüsü yasağının koyulaştığı 28 Şubat sürecinden itibaren basına da uyguladıkları akredite yöntemidir. Dolayısıyla bu kurumların tavırlarını dikkate almak yerine bazı gazeteler başbakanın sözlerinden dolayı onu ayrımcı ilân ettiler. Ama bu basın yayın organlarının, akredite uygulamasından veya ayrımından hiç şikâyet ettiklerini duymadık. Meslektaş dayanışması da göstermediler. Öyleyse ortada riyakâr bir durum var. Dolayısıyla çifte standartı içselleştirmiş durumdalar ve güya sosyal barış için bunun sonuçlarının karşı kitle tarafından da içselleştirilmesini istiyorlar. Böyle geldi böyle gider diyorlar. Millî birlik ve beraberliğin ancak böyle devam edebileceğini ileri sürüyorlar. Dolayısıyla bazıları kitlelerin zorla bastırıldıkları ‘o mesut günleri’ hayâl edip duruyorlar ve kendilerini 1960’lı yılların özlemiyle avutuyor ve nostaljisine kaptırıyorlar. Tarihte yaşamak da güzel şey ama buna anakrosi diyorlar. Bunlar aynı zamanda pozitivistler ve modernleşmeye inanıyorlar, geriye dönüş özlemini irtica olarak değerlendiriyorlar. Lâkin gelgelelim kendilerini geçmişe hapsediyor ve geçmişin değerleriyle yaşıyorlar. Halbuki kimse sosyolojik dönüşüme direnemez. Eski hâl muhâl, ya yeni hâl ya izmihlâl.

***

Başörtüsü yasağı taraftarlarından ÇYDD Genel Başkanı Türkan Saylan ‘Anadolu’daki kız, örtünmek istemiyor. Erkek çocuklarla eşitlenmek istiyor’ diyor. Bu mantığı aslında kendisini ilzam ediyor ve kusurunu da ele veriyor. Üniversiteli kızlar da açık kızlarla eşitlik istiyorlar. Dolayısıyla bölünmenin kaynağı kimlik değil eşit muameleden mahrumiyettir. Bunu en iyi gözlemleyebileceğimiz örneklerden birisi Kenya’da olan bitendir. Hâlâ bu ülkedeki bölünme virüsü teşhis edilmeye çalışılıyor. Birileri kimliğin ve kabileciliğin bölünmeye yol açtığını ileri sürüyorlar. Gerçekten de bizde polisin 12 Eylül öncesinde ideolojik kamplaşmalarla bölünmesi gibi Kenya’da da kabile esasına göre bölünmüş durumda. Peki bunun sorumlusu ve mesulü kim? Kenya’daki sorumluları tayin ve teşhis edebilirsek buradan temin ettiğimiz çözümü Türkiye’ye de uyarlayabiliriz.

Yifat Suskind adlı yazar ‘Inequality, Not Identity, Fuels Violence in Kenya’ başlıklı yazısıyla herşeyi ortaya koyuyor. Kenya’da şiddeti, kimlikler değil bilâkis kimlik üzerindeki ayrımcılığı tetiklediğini ifade ediyor. Burada ise bir kimlik, yok farz ediliyor ve bu kimliği illâ da taşımak isteyenler ve bu şekilde üniversiteye girmek isteyenler bölücü damgası yiyor. Tek tip ve tek kimlik dışında yani müesses ideolojiye bağlı kimlik dışındaki kimlikler bölücü kabul ediliyor. Bunun ötesinde meselâ Kibaki ile Odinga’nın yaptıkları bu ayrımın ateşlediği kimlikler üzerindeki kavgadan ibaret. Yani bundan sonra ikinci sorumluyu bulmak tali bir mesele hâline geliyor. Dolayısıyla asıl bölücü olan kimlik değil, yasak veya eşitsizliktir. Laikliğin gereği ise sınıfların birbirine karşı üstünlüğü, zaferi veya ayrımcılık değil bitarafane bir biçimde ve hakem olarak bütünlüğü eşitlikte sağlamaktır. Bunun ötesinde bölücü olan husus dayatma veya yasaktır. Dolayısıyla hürriyet bölücü olamaz ama yasak bölücülük mânâsını kapsamaktadır. Kimlikler karşısında tarafsız olmak laikliğin de gereğidir ve bu vasıf bütünleştiriciliktir. Slogancılık bölücülüktür, bütünleştirici olan ise muhakeme ve tahlilci anlayıştır. Bu itibarla, sloganlar tahlil karşısında dayanamaz ve tutunamaz. Sloganlar gerçeklerin indirgenmesidir.

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Uydunun parası…



Dünya, Gazze’deki insanlık dramını hâlâ izliyor. İki hafta önceki yazımızda (02.02.2008) İsrail ve Mısır ile çevrili dar ve küçük bir bölge olan Gazze’deki dramı yazmış, İsrail’in, Gazze Şeridi’nde roket saldırılarını bahane ederek büyük bir abluka başlattığını anlatmıştım. Sıkıntılar hâlâ devam ediyor. Elektrikte sık sık kesintilere gidildiği, yiyecek ve ilâç sıkıntısının had safhada olduğu dünya medyasında yer alıyor. Çocukların, yaşlıların, kadınların içler acısı durumu fotoğraflara yansıyor, ama kimse kılını kıpırdatmıyor. İnsanlar ölümü göze alıp, hastasına ilâç, çocuğuna bir lokma ekmek alabilmek için Mısır tarafına geçiyor. (1.5 milyon nüfuslu Gazze’den Mısır tarafına geçip gelenlerin sayısının 700 bini geçtiği söyleniyor.) Oradan tekrar aynı sıkıntılar içinde Gazze’ye dönmeye çalışıyor.

Bu fotoğraflar dünyanın gözü önünde duruyor. Ama dünyanın gözleri kör, kulakları sağır olmuş, çığlıkları duymuyor. ABD’ye sırtını dayamış İsrail, Ortadoğu’nun ortasında ur olmuş, her dediğini yaptırıyor, her istediğini yapıyor.

* * *

Gazze’de İsrail’in Filistinlilere yaptığı baskılar devam ederken, bir yandan da saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Geçen günlerde düzenlenen saldırıda 7 Filistinli daha öldürülmüştü. İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın, Gazze’de askerî operasyon düzenlenmesi için emir verdiğini açıklamasının hemen ardından, İsrail’in 20 kadar zırhlı aracı helikopterler desteğinde şehre girip, birçok Filistinliyi yaralamıştı.

Barak, “Her gün ve gece operasyon yapıyoruz ve operasyonları yakında genişleteceğiz. Gazze’de geniş bir operasyon bugün daha yakın, ama birkaç gün içinde yapılmayacak” diyerek tehdit savuruyor, suikastların yoğunlaşacağının işaretlerini veriyor.

35 yıl görev yaptığı ve Genelkurmay Başkanlığına kadar yükseldiği İsrail Silâhlı Kuvvetleri’nin “elit komando birliği”nde görev yapmış ve dünyada büyük yankı yapan operasyonların liderliğini üstlenmiş olan Barak, 1973 yılında Beyrut’ta Filistin Kurtuluş Örgütü liderlerine yönelik gizli operasyonda “kadın kılığına” giren bir kişi olarak ünlenmiş. İsrail’in eski başbakanlarından aynı zamanda…

* * *

İşte bu şahıs, geçen Salı ve Çarşamba günü Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün “resmî konuğu” olarak Türkiye’ye geldi. Türkiye’ye gelmeden önce de emrindeki orduyu Filistinlilerin üzerine gönderdi. Barak, Türkiye’de ağırlanırken, İsrail ordusu Filistinlilere saldırıyordu.

Başta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan olmak üzere, TBMM Başkanı Köksal Toptan, Dışişleri Bakanı Ali Babacan ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile görüşen Barak, Türkiye’de en üst düzeyde karşılanıp, sıcak şekilde ağırlandı.

Hatta, öyle bir misafirperverlik gösterildi ki, Barak’ın 66. doğum günü bile bu ziyaret sırasında kutlandı. Resmî temasları öncesinde Bilkent Üniversitesi Kurucusu ve Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı Barak’ın onuruna verdiği özel yemeğe katıldı. Burada Vecdi Gönül’ün de katılımıyla, masaya üzerinde mumlar yanan bir doğum günü pastası gelirken, onuruna şampanyalar patlatıldı. (Milliyet, 13.2.2008)

* * *

Barak’ın ziyaretinin amacı, “İsrail ile Türkiye arasında çeşitli anlaşmalar” olarak açıklansa da bu ziyaretlerde neler konuşulduğunu şimdilik kestirmek zor. Ziyaret sırasında yüz milyonlarca dolarlık silâh anlaşmaları yapıldığı söyleniyor. Bu anlaşmaların neticeleri sonradan gün yüzüne çıkacak, ama bu arada Filistinlilerin dramı da devam edecek.

Ziyarette, görünürde iki ülke arasındaki istihbarat paylaşımı yapılırken, Türkiye’nin alacağı yeni füze sisteminde ABD yapımı patriotlar yerine, İsrail-ABD yapımı olan arrow füzelerin üstün özellikleri anlatıldı. Ayrıca, Türkiye’nin almayı plânladığı istihbarat uydusu için de İsrail’in devlet firması IAI’nın tâlip olduğu basına yansıdı. Uydunun değerinin 300 milyon dolar civarında olduğu belirtiliyor. Heron adı verilen iki adet insansız hava aracı kiralayan Türkiye, şimdi de İsrail’den anlaşma gereği alınacak 10 adet yeni heronun teslimatını bekliyor.

* * *

Türkiye’den akan kanın durması için İsrail’e baskı yapması, tepki göstermesi beklenirken, hem Gazze’de, hem de bütün Filistin’de insanlık dramı devam ederken, İsrail hapishanelerinde halen yaklaşık bin Filistinli ile 40 milletvekili bulunduğu, yine İsrail’in son iki yılda iki binden fazla Filistinliyi öldürdüğü ortada dururken, Barak’ın Türkiye’ye gelmesi ve anlaşmalar yapmasının Filistinlileri bir hayli yaraladığını tahmin etmek hiç zor değil.

Filistin’de akan kanın durması için çalışması gereken hükümetin, İsrail’le kurduğu bu sıcak dostluğu nasıl açıklayacağı merakla beklenirken, Türkiye’nin uydulara vereceği paraların Filistinlilere ateş olarak döneceğini söylesek yanlış olmaz.

Türkiye’den İsrail’de akan Müslüman kanının durması için arabulucu olması, İKÖ, Arap Birliği, AB gibi kuruluşlar nezdinde aktif olması beklenirken, en üst düzeyde ağırlama yapıldı ve sadece Gazze’deki “tâcizi!” durdurması istendi.

Filistin’de Müslüman kanı artık durdurulmalı, kimin elinden ne geliyorsa yapmalı. Gereken tepki de en sert şekilde gösterilmeli, yapılan temaslarda da Müslümanlar incitilmemeli...

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İsrail’le işbirliğinin “amacı”



İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın son ziyaretiyle ortaya çıkan Ankara - Telaviv “yakınlığı”, dünden bugüne bir dizi anlaşma ve işbirliğinin “amacı”nı ortaya çıkarmakta…

Öncelikle Millî Görüş içindeki “yenilikçilik” hareketinin temel kırılma noktalarından birinin “ABD ve İsrail’le ilişkiler” olduğu çokça yazılıp çizildi. “Yenilikçiler”in, “terör örgütü PKK’nın arkasında İsrail ve ABD’nin olduğu” düşüncesini terk ettiği belirtildi.

Bunun içindir ki, daha başta AKP’nin İsrail’le ilişkileri geliştireceğini ileri süren İsrail Dışişleri eski Müsteşarı Alon Lilel, “Erdoğanizm Kemalizm’in bir versiyonudur” demişti…

“Demo İslâm; İslâm’ın yeni yüzü” adlı kitabında, ABD’nin “ılımlı İslâm” ya da “Amerikan İslâmı” projesinin “ikinci Özal” Erdoğan’ın Müslümanları “iktidar nimeti”ne ortak etmekle dünyevîleştirecek “değişimci” iktidarı aracılığıyla başarılabileceğini belirtmiş; böylece Türkiye’de “çağdaş Kemalizm”in “İslâm”la barışıp buluşacağını söylemişti…

* * *

Erdoğan hayranı İsrailli diplomatın öngörülerinin çoğu çıktı. Bu süreçte Erdoğan ve Gül, her Amerika ziyaretlerinde mutlaka JİNSA ve ADL gibi Yahudi lobisi kuruluşlarına uğrayıp Türkiye, bölge ve İslâm dünyasının geleceğiyle ilgili thik tank toplantılarına katıldılar; “liderlik ve cesaret ödülleri” aldılar. 28 Şubat “postmodern darbe”nin mimarlarından Çevik Bir’in aldığı “ödül” gibi…

Doğrusu, hâriçte Yahudi lobisiyle “ileri ilişkiler”de olanların, her fırsatta AKP iktidarını övmelerinin de “amacı” aynıydı. 28 Şubat sürecinde “laikliği tehlikede” gören Em. Org. Bir’in, Amerikan çıkarlarının yer aldığı Türkiye’nin Avrasya’daki stratejik vizyonuna uygun gördüğü AKP için “ iyi yolda…” yorumunun ardındaki “amaç” misâli…

Ermeni diasporasının “soykırım iddiaları” ortasında Erdoğan’ın sürekli “Yahudi soykırımı”nı nazara vererek, yükselen “anti semitizm”e dikkat çekmesi mânidârdı.

Yine bu süreçte TGRT’nin ünlü sebatayistlerden Ahmet Ertegün üzerinden Yahudi medya patronu Amerikan Fox tv sahibi Morduch’a satılıp “Fox tv” haline getirilmesi benzeri ihâleler de bu “amaca” hizmeti hedefliyordu.

Meselâ Petkim’in yüzde 51 oranındaki hissesinin satılması için açılan ihâleyi 2 milyar 50 milyon dolar teklifle kazanan TrnsCentralAsia Petrochemical Holding Ortak Girişim Grubunun arkasındaki en önemli ismin Kazak asıllı İsrail’de yaşayan İsrail vatandaşı İnvestment Industrial Group Eurasia’nın sahibi Avrasya Yahudileri Konfederasyonu Başkanı Alexander Mashkevich çıkması, konsorsiyumdaki “Ermeni- Amerikan” ortaklığın yanı sıra “Yahudi ittifakı”nı su yüzüne çıkarıyordu.

“Amaç”, her halukârda Müslüman bölge ülkesi Türkiye’yi ekonomik ve bilhassa askerî işbirliği bağıyla İsrail’le “stratejik ortaklığa” itmekti...

* * *

Aslında İsrail’in Ankara Büyükelçisi Pinhas Avivi’nin, “Başlangıçta AKP ile ilişkimiz bir ‘aşk hikâyesi’ değildi, zaman içinde AKP ile sevgiyi yakaladık; birçok konuda aynı anda aynı çıkarları savunuyoruz” sözleri, AKP - İsrail ilişkilerinin, sözkonusu “ortak çıkarlar” saptırmasıyla “İsrail’in çıkarları”nı amaçladığının âdeta bir itirafıydı. (Milliyet, 21.7.2007)

İsrailli diplomatın ağzıyla, “İran’ın nükleer silâhlarının olması sâdece bizi değil, Avrupa’yı ve Türkiye’yi de tehdit eder” diyerek, ülkesinin çıkarları hesabına Türkiye’yi Müslüman komşu ülkelere karşı kışkırtan İsrail’in “amacı” belli idi.

Avivi’nin, Suriye yönetimiyle “gizli mesajlaşma”da “Türkiye’nin arabuluculuğundan çok faydalandıkları” ifâdesi, İsrail’in AKP’ye yakınlaşmasındaki “amacın” deşifresiydi.

Belli ki İsrail, Müslüman bölge ülkelerine karşı Türkiye’nin İsrail’in yanına çekme, dayattığı onca işgal ve katliâmını meşrûlaştırma “amacı”na bir “araç” olarak görüyor. Bundandır ki, Türkiye’yle “işbirliği”ne oldukça önem veriyor…

Demek, son beş buçuk yıldır, bu “amaç”la Ankara ile Telaviv arasında tarımdan hayvancılığa, kimyadan enerjiye, telekomünikasyondan turizme, güvenlik ve çevre teknolojilerine kadar kapsamlı ekonomik ve ticarî işbirliği anlaşmaları yapıldı, yapılıyor…

Ve buna yeni yeni savunma sanayi-i ve askerî işbirlikleri eklendi, ekleniyor. Barak’ın 300 milyon dolarlık insansız casus uçakları satma pazarlığı da bu “amaca” yönelik.

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çarpıtmak serbest mi?



Türkiye’nin ‘provokasyon tarihi’ yazılsa kimbilir ne dikkat çekici eserler ortaya çıkar? Hele bunların bir de ‘film’ yapıldığını düşünün. Muhtemelen, ‘oskar’ları bile toplayabilirler...

Şaka bir yana, bilhassa ‘yakın tarih’ gerçekleri saptırmak için yapılan planlarla doludur. Şöyle geriye dönüp baktığımızda, 28 Şubat (1997) sürecinde yaşananları bir düşünelim. Daha gireye gidersek, 12 Eylül 1980, bir adım daha geriye gidince 27 Mayıs 1960 öncesi ve sonrası bu noktada çok çarpıcıdır. “Yeter, söz milletindir” diyerek tek başına iktidara gelen ve millete hürriyetlerini iade eden Demokrat Parti iktidarı, iftiralarla çürütülmek istenmiş, hele ihtilâl sonrası yapılan yayınlarda gençlerin ‘kıyma makinaları’yla kıyıldığı, öldürüldüğü iddia edilmiştir. O kadar gülünç işler olmuş ki, İstanbul Kumkapı’dan, DP yöneticilerinin yargılandığı ‘ada’ya tünel kazıldığı iddiasıyla insanlar suçlanmış, üstelik bu gülünç iddialar, o dönemin ‘büyük gazeteleri’nde manşet dahi olabilmiştir.

12 Eylül 1980 döneminin öncesinde ve sonrasında en başta siyaset kurumu kötülenmiş, iş yapamaz hale getirilmiştir. İhtilâlciler, daha sonra yaptıkları açıklamalarla; ihtilâlin ‘olgunlaşması için beklendiğini’ itiraf etmişlerdir. İhtilâl sonrası yapılan açıklamalarla da siyasetçiler için ‘tencereyi pislettiler’ sözü en masum sözlerden biri haline gelmiştir.

Velhasıl, aradan yıllar geçti ve ‘millete rağmen millet için’ iş yapanların ‘sistemi’nde bir değişiklik olmadı. Yine benzer provokasyonlar yapılma ihtimali var. Bazı gazetelerin haber ve manşetlerine bakınca, hatalardan ders ve ibret alınmadığı da görülüyor. Meselâ bir yazar, İstanbul’da yaşandığını iddia ettiği ‘garip olay’lar arasında öyle şeyler saymış ki, ihtimal vermek mümkün değil. “Zorbalık manzaraları” başlıklı yazıda şöyle denilmiş: “İstanbul’’un orta yeri, Harbiye. Bir kadın taksiye binmek istiyor, şoför kadına bakıyor, ‘abla, arabadan hemen in, senin başın açık.’ Olay aynen böyle, birinci elden.” (Yalçın Doğan, Hürriyet, 14 Şubat 2008)

Yazıda, buna benzer iddialar sıralanmış ve adeta ‘işler kötüye gidiyor, Türkiye batıyor’ anlamında hava oluşturulmak istenmiş. Bir defa, böyle bir hadisenin hele hele İstanbul’da olması ‘normal şartlar altında’ hiç mümkün değil. İlâve olarak, bu ve benzer hadiselerin Harbiye’de olması da imkân haricinde. Ayrıca, böyle bir tartışmanın ‘taksi şoförü’ ile başka birisi arasında geçmesi de çok uzak bir ihtimal. Çünkü taksi şoförleri bu işi yaparken, her türlü inanç ve kıyafette ‘müşteri’lerle muhatap olacaklarını en baştan bilir.

Eğer bu ve benzeri bir hadise gerçekten yaşanmışsa, asıl o şoförden şüphelenmek lâzım. Böyle davranan bir ‘sürücü’ gerçekten ‘şoför’ müdür, yoksa bu işi ‘ek işi’ olarak mı yapıyor? Hem böyle hadiseler nasıl oluyor da ‘havanın gerildiği günler’de yaşanıyor? Niçin 3 ya da 5 ay önce değil de, dün?

Dolayısıyla böyle haber ve iddiaların gerçek olması mümkün değildir. İfade etmeye çalıştığımız gibi, eğer bu ve benzer hadiseler yaşanıyorsa, sebep olanlardan şüphelenmek lâzım.

Tabiî ki, Türkiye gerçekleriyle uyuşmayan böyle iddiaları ‘manşet’lere taşıyan medyaya da ihtiyatla yaklaşmak en iyisi...

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah'ın hoşnut olduğu insanlar



Şu dünya misafirhanesinde bir insan için Allah’ın rızasını kazanmaktan daha önemli ne olabilir?

Peki, insan Allah’ın rızasını nasıl kazanır?

Emirlerini tutarak, yasaklarından kaçınarak. İnsan vardır imkân ve nimetler içinde yüzer, ama aslâ kendini kaybetmez, onların hakkını verir, meşrû ve helâl daireden sapmaz.

İnsan vardır biraz nimet ve imkâna kavuşmayadursun kendini kaybeder; gurur ve kibire kapılır, insanlara tepeden bakmaya başlar, burnuna toz kondurmaz.

Önemli olan kalbi temiz tutmak, insan ve kul olduğunu unutmamak, kendini kaybetmemek, iyi insan olabilmek, her hâl ü kârda Allah’ın rızasını kazanma şevk ve gayreti içinde olmaktır.

Birgün Peygamberimiz, “Cenennemliklerin kimler olduğunu bildireyim mi?” diye başladığı konuşmasında onların “katı yürekli, kaba ve kurularak yürüyen, iri yarı ve kibirli kimseler” olduğunu bildirmiştir.1

Mal-mülk, makam mevki, şan-şöhret her şeyi var, ama katı yürekli, kaba ve kurularak yürüyen, iri yarı ve kibirli, yanına yanaşılmaz bir kimse olduğu için Cehennemi boylamaktan kurtulamıyor. Öbürü ise gayet mütevazi, herşeyi Allah’tan biliyor, şükrediyor, sabrediyor ve Cennete gidiyor.

Birgün Allah Resûlüne (asm) bir grup müşrik ileri geleni geldi. İnsanların imanlarının kurtulması, böylece dünya ve ahiretlerinin Cennete dönmesi için çırpınan Allah Resûlü (asm) bu fırsatı çok iyi değerlendirmek istiyor, ayaklarıyla gelmiş bu insanların İslâmın nuruyla aydınlanmalarını bütün gönlüyle arzu ediyordu. Ne var ki o müşrikler Peygamberimizin (asm) etrafına baktıklarında Hazret-i Süheyb, Selman, Bilâl, Habbab, Ammar gibi köle, fakir fukara olan insanları görmüş, onlarla birlikte bulunmayı bir türlü gururlarına yedirememiş, onları yanından kovmasını istemişlerdi. Aslâ buna razı olmadı Allah Resûlü (asm), Allah’ın hoşnut olduğu insanları nasıl yanından kovabilirdi!

Müşrikler, “Tamam ya Muhammed” dediler. “Madem öyle yanından kovmuyorsun. Hiç olmazsa biz geldiğimizde yayında bulunmasınlar.” Eğer onlar gerçeği görüp hidayete ereceklerse, o an için o fakirler yanında bulunmasalar da olabilirdi. Bunu makul görmüştü Allah Resûlü (asm). Olay üzerine hemen bir âyet indi. Cenâb-ı Hak buyuruyordu ki: “Sabah akşam Onun rızasını dileyerek Rablerine duâ edenleri yanından kovma. Onların kalbinde Allah’ın rızasına aykırı birşey varsa onun hesabı Allah’a aittir; onların hesabından sen mes’ul değilsin, onlar da senin hesabından mes’ul değildirler. Sakın onları kovup da zalimlerden olmayasın.”2

Hazret-i Selman ile Habbab derler ki: “Bu âyet bizim hakkımızda nazil oldu. Resulullah bizimle beraber oturduğunda, dizimiz onun mübarek dizine değinceye kadar yaklaşırdık. O istediği zaman yanımızdan kalkardı. Sonra Kehf Sûresindeki âyet-i kerime [28’nci ayet. Meâli şöyle: ‘Rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam Ona duâ edenlerle beraber sabır ve sebat et. Dünya hayatının ziynetini arzulayıp da gözlerini onlardan çevirme. Kalbini Bizi anmaktan gafil kıldığımız, heva ve hevesine uyan ve işinde aşırılığa kaçan kimseye de boyun eğme’] nazil olunca, biz kalkmadan o yanımızdan kalkmaz oldu ve ‘Hamd olsun Allah’a ki, ümmetimden bir toplulukla beraber nefsime sabrettirmeyi bana emretmeden beni öldürmedi. Hayat da sizinle, ölüm de sizinle olsun’ buyurdu.”

Dipnotlar:

1- Riyazü’s-Sâlihîn Tercümesi, Hadis no: 250 (Buharî ve Müslim’den.)

2- En’am Sûresi’nin 52. âyeti

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bir tebrik, bir ikaz



Siyasî meselelere—temel ölçü ve prensipler çerçevesinde—seçim arefelerinde temas ediyoruz. Bugün de AKP-MHP’nin başörtüsü yaklaşımını aynı zaviyeden değerlendireceğiz. 22 Temmuz 2007’de temas etmiştik:

Öyle veya böyle, millet seçtiğine, iktidar sandıktan çıktığına göre iktidarın başarılı olabilmesi için duâ etmeli ve teşvikçi olmalıyız. Ancak, eleştiri de görevimizdir. Zira, insaflı ve ölçülü, olumlu tenkidin dayanağı Kur’ân’dır. Orijinal ifâdesi, “emr-i bi’l-ma’rûf, nehy-i an’il-münker”dir.

Bilindiği gibi “ma’ruf”, iyiliği emretme, öğütleme, yayma; “münker”, kötülükten alıkoyma, çirkinliği yasaklama, eksiği tamamlama, yanlıştan sakındırma, fenâlığı menetme anlamlarındadır. Dolayısıyla “eleştiri”, hem mükellefiyet, hem ibâdettir:

"Sizden iyiye, güzele çağıran, doğruyu emreden ve yanlışı engelleyen bir topluluk/grup olsun. İşte başarıya ulaşan yalnız onlardır."1 Âyetteki, “başarıya ulaşan yalnız onlardır” cümlesinden de “başarı ve verimin” tahkik, araştırma ve tenkide/eleştiriye bağlı olduğuna hükmedebiliriz.

Her ne kadar AKP ve MHP, yalnızca üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldıran ve Meclis’te 411 oyla kabul edilen Anayasa değişikliklerini siyasî rant için de yapmış olsalar; verdikleri mücadeleyi tebrik ediyor ve bundan sonraki kanunî, adlî düzenlemelerde sağlam basmalarını diliyoruz.

İster siyasî rant, ister mânevî sevap, ister hak arama mücadelesinin bir gereği olsun, önemli olan sonucun alınmasıdır! Onu da istikbal gösterecek. Olumlu ise, tam tebrik edeceğiz.

Ayrıca, bu düzenlemeyi ‘çoğunluğun zorbalığı’ olarak gören ve ‘kaos’tan bahseden kesimleri de şiddetle tel’in ediyoruz. Bunların çığırtkanlıklarına aldırmadan, hukuk çerçevesinde ve haklı kalarak cesaretle mücadele vermeli… Gerilim politikası izleyen medyanın ve bir kısım müstebit çevrelerin işi budur. Yılan su içer zehir akıtır, arı su içer bal!

Aslında yazılı hukukta kapsayıcı bir başörtüsü yasağının bulunmamasına rağmen, keyfî olarak yasaklanmıştı. Daha önce YÖK kanununa 17. madde serbestlik getirdiği halde, yine de yasak devam ettirildi.

Bundan sonraki sıkıntı bu yönde görülebilir. Umarız “sanal!” olan bir yasak; kanun ve anayasa maddesi haline gelmez. Zira, birçok hukukçu, yasağın diğer yerlerde sürdürüleceğinin kanunlaştırıldığına dikkat çekiyor.

Bundan sonra dikkat edilecek nokta; yasağın kaldırılmasının yalnızca üniversite ile sınırlı tutulmaması; mücadele ve stratejinin, bütün yasakların kaldırılmasına, insan hak ve hürriyetlerinin kemaliyle işletilmesi yönünde verilmelidir.

Adalet mekanizması ve benzeri altyapılar hazırlanmadan başörtüsü meselesine eğilinmesi; bir takım şüpheleri de çekmiyor değil. Amerika’da ne görüşüldü, ne konuşuldu; ekonomi nereye gidiyor ki; alel-acele (gerçi aradan 6 sene geçti!) kargaşa çıkarılacağı bilindiği halde tedbir almadan gündeme getirildi? İnşallah arkasında dünyayı ve ülkemizi sarsan olaylar sökün etmez!

Ve henüz başörtüsü serbestliğinin üniversiteye tanınmasının ne getirip-götüreceğini tam olarak bilmiyoruz; ayrıca kestiremiyoruz da!.. Umarız, bu iktidar, AB’nin desteği ve alınan bu mesafeye rağmen; salvolar karşısında diğer hak ve hürriyetler meselesinde geri adım atmaz ve yüzüne gözüne bulaştırmaz.

Dipnot:

1- Kur’ân, Âl-i İmrân, 110.

16.02.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Korkuların sebebi



Huzur ve güvenden ziyade korkular, vehimler sardı her yanı.

Zihinlerde cevaplardan çok, sorular karıncalanıp duruyor.

Bu da gösteriyor ki, orta yerde bir idrak, kapasite ve yönetim zaafiyeti var.

Evet, zaafın olmadığı yerde, ne vehimler meydan alır, ne de zihinleri artan suâller meşgul edip durur.

* * *

Başörtüsü meselesinin gayr–ı fıtrî ve gayr–ı nizami bir şekilde Meclis gündemine taşınması ve akabinde yaşanan elektrikli, gerilim yüklü gelişmeler, esasında çatışmaya meyyal her iki tarafın tabanına bir takım vehimler, korkular pompalamış durumda.

Yasakçı taraf diyor ki:

Bu kànun her ihtimale karşı kabul edilir ve uygulanırsa, hayat bizim için zindan olur. Baskılar artacak ve iş bu kadarlıkla sınırlı kalmayarak, çekişme/didişme sosyal hayatın her tarafında yaygınlık kazanacak.

Mağdurlar da diyor ki:

Korkarız, mağduriyetimiz bundan sonra artarak devam edecek. Zira, değişiklik yapılan kànun hakkındaki nihaî durum henüz belli değil. Ya bir şekilde reddedilir veya uygulama dışı bırakılırsa, yasakçılar bunu kazanılmış bir zafer gibi görecek ve baskıları daha da şiddetlendirme yoluna gidecek. İhtimal ki, yıllardır süregelen kavgalar, daha da büyümeye yüz tutacak.

* * *

Evet, ne yazık ki, toplumun büyük bir kesimini buna benzer korku ve endişe bulutları sarıp sarmalamış durumda.

Hakikaten ortada tam bir belirsizlik hakim. Kimse, bundan sonra neler olacağını kestiremiyor.

Bizim de en büyük endişemiz, mütedeyyin kesimde tahrik edilen ümit ve beklentilerin boşa çıkartılması, dolayısıyla bir kez daha canlandırılan şevk, ümit ve morallerin bir "toptan kırılma"ya mâruz kalmasıdır.

Maalesef, geçmişte ve hatta yakın mâzide de bu tür hallere şahit olduk.

Bir menfî gelişmeyi asla temenni etmiyoruz; ancak, ortadaki tabloya ve gidişata bakarak, kendi kendimizi aldatacak kadar da iyimser olamıyoruz.

GÜNÜN TARİHİ 17 Şubat 1926

Mecelle yerine ithal (me)denî kànunlar

Adalet Komisyonu tarafından Meclis'e "olduğu gibi" getirilen İsviçre Medenî Kânunu, "Türk Medenî Kânunu" ismiyle oylanarak kabul edildi.

Böylelikle, İslâm hukukuna göre hazırlanan ve Osmanlı'dan Cumhuriyet'e tevârüs eden Mecelle, yürürlülükten kaldırılmış oldu.

Medenî Kànundan sonra Borçlar Kànunu, Ceza Kànunu, Mülkiyet Kànunu ve diğer Avrupaî kànunlar, tek partili Meclis tarafından bir bir kabul edilerek tatbik sahasına konuldu.

* * *

Ahmed Cevdet Paşanın başkanlığında uzun yıllar ve büyük çabalar neticesi hazırlanan Mecelle, herşeye rağmen yerliydi, bize ait idi.

Avrupa'dan olduğu gibi ithal edilen "mim"siz medeniyetin kànunları ise, adı üstünde Avrupa'nın malıdır. Dolayısıyla, bize göre yabanî ve ecnebi kaynaklıdır.

Ne var ki, Osmanlı'ya ve hatta İslâma ait ne varsa, bunların tamamını terk ve reddetme temayülünde olan tek parti hükümetleri, ecdadımızın bin bir zahmet ve müşkilâtla vücuda getirmiş olduğu Mecelle–i Ahkâm–ı Adliye de, hemen ilk fırsatta terk edilerek hükümleri devre dışı edilmeye çalışıldı.

* * *

Bugün Türkiye'nin AB üyesi olmasına karşı çıkan ve kamuoyunda "ulusalcı" diye bilinen cereyanın mensupları, yakın tarihimizde yaşanmış keskin değişim karşısında tam bir çelişki içindedirler.

Güyâ ulusalcı, yahut milliyetçidirler. Güyâ Avrupa'ya karşı "yerli"yi savunuyorlar.

Buna rağmen, onlar yerli Mecelle'yi berhava eden 82 yıl önceki yüzde yüz Avrupaî kànunlara bugün sahip çıkıyorlar ve kimseyi, hatta AB üyelerini bile dokundurtmuyorlar.

Ne tuhaf bir çelişki değil mi?

* * *

Öte yandan, bizim tâ yıllar önce Avrupa'dan gümrüksüz şekilde ithal ettiğimiz kànunların pekçoğu, bugün itibariyle Avrupa ülkelerinin çoğu tarafından terk edilmiş durumda.

Hatta, denilebilir ki, AB'nin Türkiye'den istediği "uyum yasaları"nın önemli bir kısmı, 1926'da ithal ettiğimiz Avrupaî kànunlardan ziyade kendi öz malımız olan Mecelle'ye daha yakın duruyor.

Dolayısıyla, AB normlarına ve Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkanların çoğu, esasında bilerek veya bilmeyerek kendi malımız olan Mecelle'ye karşıdırlar. Mecelle'ye karşı, ama Avrupa'nın köhnemiş (me)denî kànunlarını sahipleniyorlar.

Bu durum karşısında, şunu söylemeden edemiyor insan: Hey felek hey! Nasıl oldu da, çarkların bu derece tersine döndü?

16.02.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bir taharet sünneti



Ankara’dan Sabahattin Bey:

*“Ayakta su dökmeme konusunda illet mi vardır, hikmet mi vardır? Sıçratma tehlikesi olmayan pisuvarlarda ayakta su dökmenin dinimizdeki yeri nedir? İş yerine pisuvar koymayı bu açıdan değerlendirir misiniz?”

Esas olan tahareti güzel yapmak ve elbiseyi temiz tutmaktır. İlk plânda sünnet olan budur.

Peygamber Efendimiz (asm) iki kabrin yanından geçiyordu. Kabirde yatanların hallerini keşfedince şöyle buyurdu:

“Şu iki mezarda bulunanların her ikisine de azap olunmaktadır. Kendilerine yapılan azap, herhangi bir büyük günahtan ötürü de değildir! Şu mezarda yatan, bevl ettikten sonra bevl pisliğinden korunmaz ve kaçınmazdı. Öteki mezarda yatan da insanlar arasında koğuculuk yapar ve insanların arasını bozardı!”

Sonra Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) yaş bir hurma dalı alarak ikiye ayırdı ve bu kabirlere birer parçasını dikti.

Etrafındakiler:

“Ya Resulullah, neden böyle yaptınız?” diye sordular.

Allah Resulü (asm):

“Umulur ki, bunlar yaş kaldığı müddetçe azapları hafifler” buyurdu.1

Sünnet olan, tahareti güzel yapmak ve elbiseyi idrar pisliğinden korumak olmakla birlikte, tahareti güzel yapma biçiminin de bizzat Peygamber Efendimiz (asm) tarafından gösterilmiş olması burada zikretmemiz gereken bir diğer sünnettir.

Erkeklerin ayakta su dökmesi İslâmiyet öncesi Arap toplumunda yaygın âdetlerdendi. Peygamber Efendimiz (asm) İslâmiyet öncesi âdetlerden uygun bulmadıklarını kimi zaman derhal, kimi zaman ise tedricî bir biçimde hükümden kaldırmıştır.

Hz. Ömer (ra) anlatıyor: “Ben ayakta abdest bozarken, Resûlullah (asm) beni gördü ve:

“Ey Ömer, ayakta su dökme” buyurdu.

“O günden sonra hiç ayakta su dökmedim.”2

Bir diğer rivayette Hz. Ömer (ra): “Ben Müslüman olduğum zamandan beri ayakta abdest bozmadım!” demiştir.”3

Resulullah Efendimiz’in (asm) bu husustaki sünnetini Hz. Âişe validemiz (ra) şöyle bildiriyor: “Kur’ân kendisine inmeye başladığı günden beri, Resûlullah ayakta su dökmedi.”

Keza, Abdurrahman bin Hasene (ra) şöyle anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) bir siperin arkasında çömelerek küçük abdestini yaparken, orada bulunanlardan birisi:

“Şuna bak! Çömelerek küçük abdest yapıyor!” dedi.

Daha sonra Allah Resûlü (asm) bu kişiye:

“İsrail oğullarının idarecisinin başına gelenleri bilmiyor musun? İsrail oğulları, üzerlerine idrar pisliği gelen yerleri makaslarla kesiyorlardı. İdarecileri onları kesmekten men etti. Bu yüzden kabrinde kendisine azap edildi” buyurdu.4

Bir diğer rivayette Hazret-i Âişe validemiz (ra) Resulullah’ın (asm) oturmadan küçük abdest yapmadığını bildirmiştir.5

Rivayetlerden de görüleceği üzere, küçük abdest yaparken oturmak sünnettir. Oturma sünnetinde illet oturmaktır. Yani önemli olan oturmaktır. Oturmanın hikmeti ise üzerine idrar sıçratmamak, kabalıktan sakınmak, avret mahallini daha fazla gizlemek olarak sıralanabilir. Ayrıca; hikmet olarak sıraladığımız bu davranışların her üçü de ayrı ayrı sünnettir.

İslâm uleması ayakta abdest bozma yasağının edebe uygun olmaması yönüyle getirildiğini, yoksa bunun haram kılınmadığını vurguluyor.6 Yani daha açık bir ifadeyle söylememiz gerekirse: Ayakta su dökmek, sıçratmamaya dikkat etmek şartıyla haram değildir. Fakat sünnet feyzinden ve nurundan istifade etmemektir.

Bu sebeple, eğer bir tercih yapmamız gerekirse, oturmak mümkünse, sünnet olduğu için oturmayı tercih etmemiz gerekiyor. İş yerimize de pisuvar yerine oturma imkânı veren bir mekanizmayı hizmete sunmak, hiç şüphesiz, sünnet nuruna ve feyzine daha uygun olacak, bizi şefaate yaklaştıran adımlarımızdan birisini teşkil edecektir.

Allah şefaat-i Resûle (asm) yaklaştıracak adımlarda hissemizi ziyade eylesin. Âmin.

Dipnotlar:

1- Nesâî, Taharet, 27

2- Kütüb-i Sitte: 3551

3- Tirmizî, Taharet 8, (12)

4- Nesâî, Taharet, 26

5- Nesâî, Taharet, 25

6- Kütüb-ü Sitte, 3552

16.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri