Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

II. Abdülhamid Hanın hatıraları



Sultan İkinci Abdülhamid Han.

Tarihin çok konuşulup tartışılan isimlerinden biri.

1842 yılında dünyaya geldi. Babası Sultan Abdülmecid, annesi Müjgân Sultandır.

Şehzadeliği sırasında çok iyi bir eğitim gördü. Kendisini devlet işlerinin, siyaset biliminin yanı sıra ahşap işlerinde de yetiştirdi ve hayatı boyunca meşgul oldu.

1876 yılında padişah oldu. Doksanüç Harbi olarak da bilinen Osmanlı - Rus savaşı, Bosna-Hersek, Girit, Bulgaristan, Ermeni, Filistin Meseleleri, Tunus’un, Mısır’ın işgali, I. ve II. Meşrûtiyetlerin ilânı, Otuz Bir Mart Vak’ası gibi Osmanlı tarihinin mühim hadiseleri onun zamanında yaşandı.

Otuz üç yıllık saltanatı zamanında yaşanan dahilî, haricî, siyasî, içtimâî, iktisadî hadiseler yüzünden hakkında pek çok söz söylendi, lehinde ve aleyhine binlerce yazı yazıldı, yüzlerce eser neşredildi.

Zamanın yabancı devlet ve siyaset adamları tarafından ‘eşine ender rastlanan siyasî deha’ olarak görüldü, bazıları ‘Ulu Hakan’ diye taltif ederken, bazıları ‘Kızıl Sultan’ yaftası takmaya çalıştı.

Bediüzzaman Said Nursî de onu tenkit edenler arasındaydı. Fakat o böyle ifratkâr ve tefritvârî ifadeler kullanmadı. Şahsî kemâlâtını ‘velî’ tabiri ile takdir ederken, siyâsî icraatlarını ‘müstebit’ sıfatı ile tenkit etti.

II. Abdülhamid, kurduğu hafiye teşkilâtı sayesinde hakkında söylenen her sözden ve hareketten haberdar oldu. Muhaliflerini susturmak için genellikle servetini kullandı. Bediüzzaman gibi, ihsan-ı şahanesini reddedip bağladığı maaşı almayan insan pek çıkmadığından, çoğu zaman hedefine ulaştı.

Servetin iş görmediği hâllerde, muhataplarını İstanbul’dan uzaklaştırarak tesirsiz hâle getirmek için devletin bazı makamlarını, imkânlarını kullandı ve kimini susturdu, kimini uzak diyarlara sürdü, ama kimsenin canına kast etmedi.

Otuz Bir Mart Vak’asını müteâkip İttihatçılar tarafından tahttan indirildi ve Selânik’te ikamete mecbur edildi. Balkan Harbi’nin arefesinde tekrar İstanbul’a getirilip Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi.

Hayatının son yıllarını, bu sarayda hatıralarını yazarak geçirdi.

10 Şubat 1918 tarihinde vefat ettiğinde, geride başarısı dostlarının yanı sıra düşmanları tarafından da takdir edilen uzun saltanat yılları, san’at tarihine geçecek mükemmellikte ahşap san’at eserleri ve ibretli hatıralarla dolu bir de hatıra defteri bıraktı.

“Uzun bir hayat ve uzun bir buyruk çağı geçirdim. Hatıralarım yalnız benim değil, biraz tarihin ve özellikle tarihindir” diyerek yazdıklarının tarihe ait olduğunu söyleyip geleceğe ışık tutmaya çalıştı.

Bu defterdeki bazı hazin hatıralara nazar etmek, hem o tarihî hadiseleri ve şahsiyetleri hakikî yönleriyle tanımaya, hem de Sultan II. Abdülhamid Hanı, vefatının doksanıncı yılında bir kere daha rahmetle anmaya vesile olacaktır.

***

2 Mart 1333 (1917)

“Beni edebiyat düşmanı sanır ve öyle gösterirlerdi. Hayır, ben edebiyatın değil, edepsizliğin, edebiyatçıların değil, edepsizlerin düşmanı idim.

“Ziya Beyi vezirlik ve vekillikle İstanbul’dan uzaklaştırmaya beni iten kuvvet, kamuoyu değil, onun bilgisine ve olgunluğuna olan saygımdı. Mithat Paşa bilgisi ve olgunluğu ile halka daha etkili olduğu halde onu Avrupa’ya sürdüğüm zaman kaç adam sesini çıkardı?

“Ben Ziya Beyi o zaman da sevmezdim, ‘Ziya Paşa’ olduktan sonra da. Çünkü zekâsını iyilikten çok hıncı olan kimselere karşı kullanır, hırslı ve intikam peşinde koşan bir adamdı.

“Ben edebiyata düşman olsaydım, Kemal Beye (Namık Kemal) öldüğü güne kadar kesemden aylık vermez ve oğlunu saray hizmetine almazdım. Ben edebiyata düşman olsaydım, Ekrem ve Ebüzziya beylerin nazlarını çekmezdim.

“Ben edebiyata düşman olsaydım, Abdülhak Hamid Beyi dolgun aylıkla rahat yaşatmaktan başka ara sıra borçlarını da vermek gibi arkalamalarda bulunmazdım. Ben edebiyata ve tarih bilimine düşman olsaydım, bir ara tacımla tahtımla uğraşmak istemiş olan Murad Beyin (Mizancı Murad) her münasebetsizliğine katlanarak, istifa etmiş olduğu halde, etmemiş kabul ederek devlet hizmetinde kalmasına razı olmazdım.

“Hayır, tekrar ederim ki, ben edebiyatçıların gerçek ve şefkatli dostu idim. Eğer onlara düşman olsaydım, benim de sokak ortasında edebiyatçı ve yazar öldürecek adamlarım yok değildi.”

***

“Ben 1324 (1908) yılının Temmuz’unda hükümeti bu mücahitlere, 1325 Nisan’ında da saltanatı şevketlü biraderzadem hazretlerine teslim ettim. Benim zamanımda hududumuz İşkodra’dan Basra Körfezi’ne, Karadeniz’den Afrika’nın kum çöllerine uzanırdı. ‘Almanac de Gothe’nin 1908 yılında yayınlananı ile bugün çıkanı karşılaştırılırsa, benden sonra gelenlere yangın değil, büyük bir ülke, otuz milyonu aşan nüfus ve bir ordu bırakmış olduğum anlaşılır.

“Şöyle böyle on yıl oldu. Yani sürdüğüm padişahlığın üçte biri… Eserlerimin üçte değil, onda birini vücuda getirdiler mi? Hükümranlık makamına geldiğim zaman üç yüz milyon liraya yaklaşan dış borçlarımızı—iki büyük harbin ve bir çok ayaklanmanın gerektirdiği masrafları karşıladıktan sonra—otuz milyon liraya indirmeyi başardım. Yani onda bire.

“Nazım Beyle arkadaşları ise benim bıraktığım otuz milyon borcu bu güne kadar dört yüz milyona çıkardılar. Yani on üç katına. Demek benden sonrakiler yalnız dış borçlarımızı arttırmak konusunda büyük bir marifet ve başarı göstermişlerdir.....

“Savaşın sürüklediği felâketler altında ezilenlerin yardımına yetiştim. O göçmen dindaşları kondurmak ve yaşatmak için mümkün olan her şeyi yaptım. İstanbul’dan Sivas’a, Halep’e kadar bir uçtan bir uca göçmen köyleri kurdum. Bunların bir çoğundaki camilerin masraflarını, Allah’ımın bana emanet buyurduğu kullarına âcizane bir yadigâr olmak üzere kendi kesemden verdim.”

***

4 Mart 1333 (1917)

“Mithat Paşa iyi bir vali, fakat yürüttüğü politika hatalı idi. O zaman padişahın ve vükelânın gözünde şüpheli olan adamlarla sık sık buluşur ve bir Şark padişahını değil, en meşrûtiyetçi hükümdarları bile kuşkuya düşürecek davranış ve konuşmalar, sadrazamın ağzından ve konağından duyulurdu.

“Mithat Paşa hal’ işine karışmakla, idare adamı olmaktan çıkarak ihtilâlcilerin safına geçti. Dünyada hiçbir ihtilâlci görülmemiştir ki, yıkmakta gösterdiği başarıyı yapmakta da gösterebilmiş olsun.

“Bu bir gerçektir ki Mithat Paşa’dan her zaman çekindim. Fakat o kadar ünlü insanı–hatta mahkemeden idamına hükmolunduğu bir zamanda bile—mahkeme kararını icra etmeyecek kadar korumaya lâyık görmüşken, sonra niçin ve ne çıkar umarak öldürteyim? Düşmanımı şehitler sırasına çıkarmak benim menfaatime elbette aykırı olurdu.

“Mithat Paşa Kanun-i Esasi’nin ilân edilmesini istediği zaman hiçbir devletin kanun-i esasisini incelememiş ve bu konuda temelli bir bilgi edinmemişti. Akıl hocası Odyan Efendi idi. Odyan Efendi ise o zaman bile bizde esaslı bir hukukçu değildi. Hele memleketi hiç tanımazdı. Sanırım ki bu anlayış kıtlığı yüzünden Mitpat Paşa ile Taif Kalesine kadar beraber gitti.

“Mithat Paşayı niçin yargılattığımı ve mahkûm ettirmiş olduğumu da ikide birde beni suçlamak için soruyorlar. Ortada uydurulmamış, herkesin bildiği belli bir olay var ki, o da rahmetli amcamın kanlı ölümü idi. Sultan Abdülaziz intihar mı etti, yoksa onu şehit mi ettiler?

“Ben hâlâ o inançtayım ki, Aziz amcam intihar etmiş değil, öldürülmüştür. Önce doktor raporu o kadar lastiklidir ki dünyanın her yerinde en büyük tıp bilginleri tarafından tartışılabilir. İntihara kalkışan bir kimse iki kolunun damarlarını nasıl kesebilir? Bunu daha o zaman doktorlar ortaya koymuş, yazarlar kitaplarına geçirmişti.

“Şimdi mahkeme yargısından da, doktor raporundan da daha kuvvetli bir akıl kanıtını ben de öne sürüyorum: Sultan Aziz’i hal’ etmek fikri en önce Serasker Hüseyin Avni Paşaya gelmişti. Mithat Paşa ile bu işe karışmış öteki devlet adamları olaya âdetâ sürüklenerek karışmışlardır…

“Nefsimi değil, namımı haksız yergilerden korumak için bu satırları yazdım. Dünyada ne kadar kalacağım belli değil. Ölüm bana o kadar yaklaştı ki âdeta adımlarının sesini duyuyorum. Bu gerçeklerin herkesçe bilinmiş olacağı bir günün geleceğine inansam pek rahat bir vicdan ve huzur içinde gözlerimi kapatacağım. Daima iman etmiş olduğum Allah’ın huzuruna adalet ve lütfundan emin olarak çıkacağım.”

***

13 Mart 1333 (1917)

“Ermeni meselesi, Ermeniler meselesi değildir. Rahat bir yürekle söyleyebilirim ki Ermeni kavmi, Osmanlılığı en iyi benimsemiş, onu en iyi temsil etmiş bir kavimdir. Medeniyetimize hizmet etmişler, devletimizin bekasına çalışmışlar, hizmetleriyle ve sadakatleriyle mümtaz Osmanlılar çıkarmışlardır.

“Ermenilerin bizden hiçbir şikâyetleri yoktu. Fakat Ruslar, Bulgaristan üzerindeki emellerine ulaşınca Osmanlı İmparatorluğundan yeni bir parça daha koparmak için Ermenileri parmaklarına doladılar. Gönderdikleri ajanlarla önce papazları, öğretmenleri ele geçirdiler, sonra da buldukları macera düşkünü Ermenileri bizim aleyhimize çevirdiler.

“Hiçbir kavim, bağlı olduğu ülke zayıflarsa rahat durmaz. Bu sebeple Ermenilerin de tek başlarına uslu oturduklarını söylemek istemiyorum. Fakat tek başlarına hiçbir güçleri olmadığı için diğer kavimler gibi onlar da bir süre daha bekleyebilirlerdi. Ancak tahrik ve fitne bazılarını hemen ayaklandırmaya yetti….

“Ben Ermenilerin istiklâl sevdasına kapılmalarına şaşmıyorum, hele büyük devletler tarafından durmadan tahrik edildiklerini bildikten sonra. Fakat Avrupa’ya kaçıp orada benim aleyhime gazete çıkaran bazı jön Türklerin Ermeni komitecilerle işbirliği yapmalarına, hatta onlardan para almalarına hâlâ şaşıyorum…

“İbret alınsın diye bunları yazıyorum; bana düşman olanların, kimlerin dostu oldukları iyi bilinsin diye. Vatanın bugünkü hâline ağlarken bunları düşünmek beni kahrediyor. Onlar Abdülhamid’i yıkmadılar, hayır onlar Osmanlı devletini böylece yıkmış oldular.”

***

26 Mart 1333 (1917)

“93 muharebesi, içimde kırk yıl durmadan kanamış bir yaradır. Önlemek için çok uğraştım, muvaffak olamadım. Sonra kazanmak için didindim, gece uykularımdan, gündüz huzurumdan oldum, kazanamadım. Tarihin şaşırmadan karar vereceği bir hadisedir bu. On binlerce okka evrak arşivlediler. Yazılmış sayısız kitap ortadadır. Bu savaşın içine zorla itilmiş bir padişahın nasıl çırpındığını tarih şaşırmadan yazacaktır.

“93 muharebesi, ibretle bakanlara çok şey söylemiştir. Onda bir şey görmek isteyenler çok şey görmüşlerdir. Fakat hiçbir şey görmemek için gözlerini yumanlar, papağan gibi ezberledikleri sözleri durmadan tekrar etmişler, Abdülhamid, Abdülhamid diye sayıklayıp durmuşlardır.

“Hem bari orduyu politikadan çekebilseydik… Yeniçerilerin bire kadar kırılmasının üstünden kırk yıl bile geçmeden Hüseyin Avni Paşanın ordusu amcam Abdülaziz Hanı tahtından indirdi. Hanedana karşı olanlar, hanedandan yana olanlar diye bölündü yeni baştan ordu, 93 muharebesini kaybettik. Biraderim Murad’ı da, beni de tahttan indiren aynı ordudur. 93 muharebesini niçin kaybettiysek, Balkan Harbini de onun için kaybettik. Tarih değil, hatalar durmadan tekerrür ediyor. Bu gün bir vatan kaybediyorsak, sebebi yine odur.”

***

11 Nisan 1333 (1917)

“Şimdi yeğenim Naciye Sultanın kocası Enver Paşa, akrabası sabık padişah bana akıl soruyordu: Ne yapalım?

“Her zaman ve her hâlde yapılacak bir şey vardır; fakat yapılacak şeyi yapabilecek biri de bulunmak gerektir. O gün de elbette yapılacak bir şeyler vardı, fakat damadımız Enver Paşa ve onun arkadaşları bunları yapabilecek ehliyet ve kiyasette insanlar değildiler. Bu yüzden kendisine hemen hiçbir şey söylemedim…..

“Bir şey konuşmuş olmak için yeğenim Naciye Sultanın sıhhatini sordum, çocuğu ile ilgilendim, bir resmini istedim. Geldiği gibi hürmetkâr, fakat yaralı, yanımdan ayrıldığı zaman ecdadımın elinde bu güne gelmiş devletimin—tıpkı benim gibi—son günlerini yaşadığını anlamanın ümitsizliği içinde yapabileceğim tek şeyi yaptım:

“Secde-i Rahman’a kapandım ve gözlerimden kanlı yaşlar akıtarak sabaha kadar ‘Senden başka imanımız yok Rabbim!’ diye yakardım. Ordularımız bütün serhatlarda perişandı, ric’at ve bozgun hâlindeydiler.

“Bizi ancak Allah kurtarabilirdi artık… Eğer kurtulamayacaksak, Rabbim bana bu ölümden bin beter günleri göstermesin! Son niyazım budur.”

10.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (03.02.2008) - Şiir ve iklim

  (27.01.2008) - ‘Hakikatli bir rüya’

  (20.01.2008) - Bir hânedânın serencâmı (2)

  (13.01.2008) - Bir hânedânın serencâmı (1)

  (06.01.2008) - ‘Bir ömr-ü heder’in hikâyesi (2)

  (30.12.2007) - ‘Bir ömr-ü heder’in hikâyesi (1)

  (23.12.2007) - Müslüman zamanları

  (16.12.2007) - Mevlânâ yılı vesilesiyle

  (09.12.2007) - Hayata hizmet etmek

  (02.12.2007) - Sürgün yollarında

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri