Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

M. Latif SALİHOĞLU

Damara dokundurmadan



Şahsî hayatımıza istikamet veren Kur'ânî prensipleri ihtiva eden Nur Risâleleri, siyasî ve sosyal hayatta da bir nev’i pusula vazifesini harikulâde düstûrları bize ders veriyor.

İşte, çoğu zaman olduğu gibi bilhassa şu günlerde şiddetle ihtiyaç duyduğumuz ve bize âdeta ilâç gibi gelen o müstesna derslerden biri de şudur: "Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar." (Mektubat, s. 256)

Demek ki, yalana hiçbir şekilde tenezzül etmeyecek ve daima hak ve doğru olanı söyleyeceksin; ancak, bunu yaparken muhatabının damarına dokundurmamaya ve bir aksülâmele yol açmamaya âzami dikkat göstereceksin.

Zira din ve iman hizmeti, bilhassa dahilde "izah, ispat, irşad ve nasihat"ten ibarettir... Ve fakat, bu irşad ve nasihatin dahi zarar vermeden yapılması gerekiyor.

İşte, bu son derece hassas ve bir o kadar da muazzam olan hakikati perçinleyerek (maddeler halinde) izah ve tarif eden veciz bir ders daha:

1) Bu cemiyetin (İttihad–ı Muhammedî, yahut İttihad–ı İslâm cemiyetinin) reisi, Fahr-i Âlemdir.

2) Bu cemiyetin esas mesleği, evvelâ herkesin kendi nefsiyle mücahede etmesi.

3) Yani, ahlâk-ı Ahmediye (asm) ile tahallûk ve sünnetini ihyâ etmesi.

4) Başkalara da muhabbet ve–eğer zarar etmezse–nasihat etmek.

5) Bu cemiyetin kılıçları da berâhin-i katıadır (kat'î delillerdir.) Zira, medenîlere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. (Bkz: Divan-ı Harb-i Örfi, s. 28)

Aynı mânâ ve mahiyetteki sözlere, daha başka risâlelerde de rastlamak mümkün. Bunlardan kendi payımıza aldığımız en ehemmiyetli mesaj şudur:

1) Din ve imân hizmetinde bulunurken, evvelâ muhatabınızı korkutmayacak, onun evham damarını tahrik etmeyecek, bir üslûp ve ifade tarzını kullanmalısınız.

2) Muhatabınız mü'min ise, onu asla dışlamayacak, dini kendi tekelinizdeymiş gibi davranmayacaksınız.

3) İnandığınız hakikatleri, bağıra çağıra değil, muhatabınızın başına vururcasına da değil, belki gayet medenice ve mutlaka ikna silâhını kullanmak sûretiyle izaha çalışacaksınız.

4) Bu ölçülerle hareket etmediğiniz ve bu prensipler manzumesine uymadığınız takdirde, sizin "din hesabına" galebe çalmanız mümkün görünmüyor.

Demek ki, kudsî hizmetlerde bulunma niyet ve arzusunu taşıyanlar, dahilde sert, haşin ve keskince davranamaz ve öyle "kolaycı bir yol"u ihtiyar edemezler.

Evet, bilhassa içtimaî sahada din adına konuşurken "Ya bendensin, ya karşı taraftan!" efelenmesinde bulunamazsın.

Şayet, böyle patavatsız davranarak hiddet gösterisinde bulunursan, bu yaptığın dine hizmet falan değil, sadece kendi nefsine uymak ve hissiyatını tatmin etmek anlamını taşır.

Hatta öyle ki, senin elinde bulunan şey serâpa nur olsa dahi, bunu rastgele ve lâlettayin bir şekilde gösterme hakkına sahip değilsin.

Başkasının ölçü ve mihengi ayrı olabilir. Fakat, Risâle–i Nur'un düstûr ve mîzanlarına göre durum, vaziyet bundan ibarettir.

Şu son noktayı derinlemesine teyid ve te'kit eden bir suâl ve cevap ile yazımıza nihayet verelim...

Suâl: "Diyorlar ki: 'Madem sizin elinizdeki nurdur, topuz değildir. Nura karşı muaraza edilmez ve nurdan kaçılmaz ve nurun izharından zarar gelmez. Neden arkadaşlarınıza ihtiyatı tavsiye ediyorsunuz, çok nurlu risâlelerin halklara gösterilmesini men ediyorsunuz?'

Cevap: "Bu suale karşı cevabın muhtasar meâli şudur ki: Baştaki başların çoğu sarhoş, okumaz. Okusa da anlamaz, yanlış mânâ verip ilişir. İlişmemesi için, aklı başına gelinceye kadar göstermemek lâzım geliyor. Hem, çok vicdansız insanlar var ki, garaz veya tamah veyahut havf cihetiyle nuru inkâr eder veya gözünü kapar. Onun için, kardeşlerime de tavsiye ediyorum ki, ihtiyat etsinler, nâehillerin eline hakikatleri vermesinler. Hem, ehl-i dünyanın evhâmını tahrik edecek işlerde bulunmasınlar." (Lem'alar, s. 108)

Bu hakikatli ifadelere ekleyecek başka bir söz bulamıyoruz.

GÜNÜN TARİHİ 18/19 Şubat 1405

Timur'dan Mirza Bediüzzaman'a

Büyük "Timur İmparatorluğu"nun kurucusu Aksak Timur, 69 yaşında vefat etti.

Timur'un vefatı, 200 bin kişilik bir orduyla Çin seferine çıkma hazırlığı yaptığı esnada gerçekleşti.

Timur 1336'da Semerkant yakınlarındaki Keş kasabasında doğdu. Babası Barlak aşiretinin reisi idi.

Mâveraünnehir bölgesinde yaşayan Timur, babasının vefatından sonra bölgedeki emirler arasında çıkan çekişmeler sebebiyle siyasete atıldı.

1370’te Emir Hüseyin ile arası açılan Timur, onun ölümünden sonra tek başına Mâverâünnehir’in hâkimi oldu. Semerkant merkezli yeni bir devlet kurdu ve liderliğini ilân etti.

Yedi sene zarfında önce İran’ı, hemen ardından sırasıyla Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arap, Harezm ve İdil Irmağının doğu kısmını ele geçirerek hakimiyet sahasını genişlettikçe genişletti.

Daha sonra Hindistan üzerine de sefer açtı. 1398'de Hindistan'a girdi. Delhi'yi, bir sene sonra da bütün Kuzey Hindistan’ı zaptetti. Buralarda yaptığı bütün savaşları kazandı. Tıpkı, Gazneli Sultan Mahmud gibi...

1401-1402 yıllarında Suriye ve Anadolu üzerine büyük akınlar yaptı. Pekçok yerler zaptetti.

1402 yazında Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara'ya doğru hareket etti. Ankara'nın Çubuk Ovası’nda yaşanan Savaşta, Sultan Yıldırım Bayezid'i mağlup ederek onu esir aldı.

Ayrıca, Osmanlı topraklarının önemli bir kısmını hâkimiyeti altına aldı. Tâ İzmir'e kadar uzandı.

Böylelikle, Ege Denizi sahilinden tâ Çin Seddine kadar olan pek büyük bir coğrafyaya hükmetmeye başladı... Sıra Çin seferine gelmişti. Ancak, ömrü buna kifâyet etmedi. Sefer hazırlığı esnasında, eceliyle vefat etti.

Timur'un oğulları ve Mirza Bediüzzaman

Timur'dan sonra tahta geçen oğullarının hiçbiri, babalarının ülkesini aynı kudret ve bütünlük içinde koruyamadı. İmparatorluk, oğullar arasında parçalara ayrıldı. Miranşah ve Şahruh gibi... Yönetim ayrı ayrı devletler şeklinde devam etti.

Ana gövdeyi teşkil eden Timurlu Hükümdarlığı 1506'da sona erince, bu hanedanın hakimiyeti de tarihte bir başka şekil almış oldu. Aynı hanedana mensup Zahireddin Babür'ün Hindistan'da kurmuş olduğu Hint–Türk İmparatorluğu daha uzun yıllar ayakta kalmaya devam etti.

* * *

Timur ve oğulları, Çağatay Türkçesiyle konuşur ve yazardı.

Bu arada, Timur'un oğulları ve torunları arasında tarihte iz bırakan, büyük şan ve şöhrete sahip olan bazı şahsiyetler var ki, bu vesileyle onlardan da kısaca söz etmek gerekir.

Şahruh: Devleti 1405–1447 yılları arasında yönetti. Tebriz ve Horasan bölgesini ülkesine katmakla şöhreti ziyadeleşti. Osmanlılarla iyi geçinmeye çalıştı. 1447'de, Rey eyâletine bağlı Peşâver’de vefât etti.

Hüseyin Baykara: 1430–1505 yıllarında yaşadı. Hem devlet adamı, hem de şair bir şahsiyetti. Kendisinin de müdavimi olduğu bir ilim meclisini kurmakla büyük takdir topladı. Meşhûr Ali Şîr Nevai ile Molla Cami de bu meclisin en has şahsiyetleri idi.

Ulûğ Bey: Timur'un torunu, Hüseyin Baykara'nın oğludur. 1393–1449 yılları arasında yaşadı. Matematikçi ve astronom bir hükümdardı.

Ali Kuşçu (1403–1474): Babası Muhammed, Timur'un torunlarından Maveraünnehir Emiri Uluğ Beyin "Kuşçubaşı"sıydı. Kendisine "Kuşçu" lâkabının verilmesi de buradan, yani baba mesleğinden kaynaklanıyor. Ahir ömrünü İstanbul'da matematik ve rasat ilmiyle meşguliyet içinde geçirdi.

Mirza Bediüzzaman: Babası Hüseyin Baykara gibi âlim ve şair bir şahsiyettir. Timur oğullarının son hükümdarıdır. Özbeklere yenildikten sonra Şah İsmail Safevi'ye sığındı ve onun yanında altı yıl kadar kaldı. Daha sonra, tıpkı İdris–i Bitlisî gibi oradan ayrılıp İstanbul'a geldi. Yavuz Sultan Selim'e misafir oldu.

Mirza Bediüzzaman'ın dedesi Timur, Sultan Bayezid'i vaktiyle esir almıştı. Ancak Sultan Selim, Timur'un torununa hürmet gösterdi, ona hakan muamelesi yaptı ve yanına kurdurduğu bir tahta oturttu.

İmâm–ı Rabbânî'nin (ra) Mektubat isimli eserinde, nasihat yüklü iki mektupla hitap etmiş olduğu Mirza Bediüzzaman, 12 Ağustos 1515'te henüz 46 yaşında iken İstanbul'da vefat etti. Mezarı Eyüpsultan Kabristanındadır.

18.02.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (16.02.2008) - Korkuların sebebi

  (14.02.2008) - Hilâfeti kaldırma çabaları

  (13.02.2008) - Şahıs velî, dâhî olsa bile...

  (12.02.2008) - Siyaset ve şahsiyet farkı

  (11.02.2008) - Hasmı kadar meddahı da çok Sultan Abdülhamid'in

  (09.02.2008) - Küresel terör: Nikotin

  (08.02.2008) - Açık yara adam öldürmez

  (07.02.2008) - Yasakçı gelenek zorda

  (06.02.2008) - Mağduriyet, din ve hukuk

  (05.02.2008) - Millî gelir

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri