Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdil YILDIRIM

Zindanlardan saraylara



Saray ve zindan... İki zıt mekân... Birisi lüksün, konforun, rahatın, genişliğin, aydınlığın ve özgürlüğün adı. Öteki, zulmetin, karanlığın, rutubetin mahkûmiyetin, mağduriyetin mekânı. Hükümdarlar ve hükümranlar saraylarda yaşarken, mahkûmlar, mağdurlar ve mazlumların mekânı zindanlar olmuştur. Ama her zaman kader de hükmünü icrâ etmiş, bazı insanları saraylarından edip zindanlara düşürürken, bazılarını da zindanlardan saraylara çıkarmıştır. Bu mazlum sultanların belki de ilki olan Yusuf Aleyhisselâm, haksız yere atılmış olduğu zindanda kendisini yetiştirmiş, orasını bir medrese haline getirmiş, daha sonra da kader hükmünü icrâ etmiş ve Mısır’a Sultan olarak saraylara çıkmıştır. O zamandan bu yana, mazlumların atıldığı zindanlar ve hapishaneler, “Medrese-i Yusufiye” olarak anılmaktadır.

Medrese-i Yusufiyelerin rahle-i tedrisâtında müderrislik yapan mazlumlardan birisi de, Bediüzzaman’dır. Kendi ifadesi ile hayatı zindanlarda geçmiştir. “Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muâmele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim”

Bediüzzaman’ın “memleket zindanları” dediği mekânlardan birisi de, Eskişehir hapishanesiydi. 120 talebesiyle birlikte, elleri kelepçeli olarak kamyonlara bindirilip, Isparta’dan Eskişehir’e sevk edilmişti. Burada tek kişilik bir hücreye atılmış, kimseyle görüşmesine ve konuşmasına izin verilmemişti. Talebesi Zübeyir Gündüzalp’in anlattığına göre, kendilerine yemek verilmemiş en ağır işkence ve kötü muameleye maruz bırakılmışlardı. Zaten Bediüzzaman ve talebelerine idam mahkûmu gözü ile bakılıyordu. Onlarla temas kurmak isteyenler de, idam ile korkutuluyor, yanlarına kimsenin yaklaşmasına müsaade edilmiyordu. Hücrelerinde hamam böcekleri, tahta kuruları ve çeşitli haşerât cirit atıyordu. Bütün bu ağır şartlara rağmen, Bediüzzaman ve talebeleri Medrese-i Yusufiyede tedrisât yapıyor, insanların ebedî hayatını kurtaracak reçeteler üretiyorlardı. Yirmi yedinci, yirmi sekizinci, yirmi dokuzuncu ve otuzuncu lem’alar burada yazılmıştı. Gafiller bilmiyorlardı ki, nurlar zindana atılırsa, zindanlar da nurlanıyordu.

Kendisi kışta gelen Bediüzzaman, kendinden sonra gelecek olanlara cennet-âsâ bir baharın müjdesini veriyordu. “Küfür devam eder, zulüm devam etmez” diyerek, bir gün bu zulümlerin sona ereceğini, o gün zindanlara atılanların gelecekte saraylarda ağırlanacaklarını söylüyordu. İşte o günler, bu günlerdir.

Bundan yetmiş üç yıl önce, Bediüzzaman ve talebelerinin Eskişehir’de atıldıkları zindan, bugün yer ile yeksan olmuştur. İmanın, ihlasın, sadâkatin, sabrın ve fedâkarlığın gücü, Bediüzzaman ve talebelerini zindanlardan saraylara çıkarmıştır.

Ve işte yıllar sonra, yine Eskişehir'de, Yeni Asya Temsilciliği tarafından, Bediüzzaman'ın şânına yakışır nezih bir ortamda, 48. vefat yıldönümü münasebetiyle Bediüzzaman’ı anma programı tertip edildi.

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

İzmit Konferansı



Bediüzzaman Haftası münasebetiyle ülkemizin her tarafında anma programları tertip ediliyor. Paneller ve konferanslar düzenleniyor. Cumartesi akşamı gerçekleşen İzmit konferansına gitmek için otobüste beklerken yanıma genç bir delikanlı oturmuştu. Sarışın, mavi gözlü, yakışıklı gence hayırlı yolculuklar diledim. Gülümseyerek karşılık verdi. Üniversite imtihanlarına iki defa giren, şimdi ise üçüncü defa hazırlandığını söyleyen gence sordum:

“Öbür taraf için de hazırlık yapıyor musun?”

“Öbür taraf da neresi?”

“Kabirden sonraki ikinci hayat.”

“Hayır, şimdilik o tarafı düşünmeye zamanım yok. Önce bu dünyayı halletmeliyim.”

“Haklısın. Ama, her an öbür tarafa geçme ihtimalimiz var. Genç-ihtiyar ayırımı yapmadan öbür âleme geçiliyor. Bu dünyamızı kazanmaya çalışırken, aynı zamanda âhiret yolculuğunu da dikkate almamız lâzım. Yoksa, orada duyulacak pişmanlıkların hiçbir faydası olmayacaktır. ‘Keşke, bu ikinci hayatım için bir hazırlık yapmış olaydım!’ demek, insanın kurtulmasını sağlamayacaktır.”

Bu şekilde başlayan yolculuk sohbeti bir hayli devam etti. Allah’ın varlık ve birliğine şahit olan delillerden, âhiret hayatının mutlaka bizleri beklediğine delil olan bürhanlara kadar çeşitli noktalara temas ettik. Belki de ilk defa böyle konulara muhatap olan genç, bir hayli sarsılmış ve aklın reddetmesi mümkün olmayan ispatlar karşısında hak vermek zorunda kalmıştı. Ancak, böyle ortamlardan uzak bir yaşantının, düşünmeye fırsat vermediğinden yakındı.

Sohbeti bir yerde kestikten sonra, yanıma aldığım birikmiş üç Yeni Asya gazetesini okumaya başladım. Bitirdiğim zaman, İzmit terminaline gelmiştik bile. Birbirimizden ayrılırken üçünü de yol arkadaşıma verdim. Gökhan isimli yeni tanıştığımız genç, Karamürsel’e devam ediyordu. Vedalaşırken, kudsî iman hakikatlerini yeni bir insana tebliğ etmenin mutluluğunu yaşıyordum. İçimden “Allah sana hidayet nasip etsin, kardeşim” diye duâ ediyordum.

Terminalde buluştuğumuz Nurettin kardeşimle önce ikindi namazını, sonra akşam ve yatsı namazlarını edâ ettikten sonra konferans salonuna geçtik. Şehrin en merkezi yerinde yapılmış ve bu tür maksatlar için inşâ edilmiş güzel bir salondu. Üst kattaki balkon kısmı hanımlara ayrılmıştı. Tamamı doluydu. Çevre ilçelerden de gelen gönül dostlarımız vardı. Yıllar sonra görüştüklerimizle de hasret giderdik. Maddeten de bir araya gelmenin hazzı, sanki cennet lezzetlerinden birisi gibiydi.

Program, Kur’ân-ı Kerim tilâvetiyle başladı. Ali Yılmazcan’ın açış konuşması oldukça anlamlıydı. İlâhi korosunun verdiği manevî ziyafet, dinleyen kalabalığı sanki bambaşka âlemlere götürmüştü. Ardından bir saat süren konferansımız önemli gerçeklere aynalık yapıyordu. Bediüzzaman, yaşadığı devrin en büyük âlimlerindendi. 1908’de meşrutiyet ve hürriyet lehindeki fikirleri hâlâ tazeliğini koruyordu. O, hürriyet ve meşrutiyet taraftarıydı. İstibdadın her çeşidinin karşısındaydı. Adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet mânâsını ihtivâ eden parlamenter yönetim sistemini din namına destekliyordu. Bu sistemin, dört mezhebden istihrâcının mümkün olduğunu ispatlıyordu. O, dindar bir cumhuriyetçiydi. Demokratlık ve hürriyet-i vicdanın “Bir kavmin efendisi, ona hizmet edendir” kudsî prensibine dayanarak devam edeceğini söylüyor ve millete hizmet eden teknik bir devlet olarak demokrasinin yerleşmesini istiyordu. İslâm, cumhuriyet ve demokrasi mânâlarının birbirini reddetmeyeceğini ifâde ediyordu. Onun bu gerçeğe dayalı ve din referanslı fikirlerini, ülkeyi yönetenler mutlaka anlamalıydılar. Hür ve demokrat bir Türkiye bu ülkenin hedefi olduğuna göre, en kısa zamanda, AB kriterleri çerçevesinde yeni, sivil ve demokrat bir anayasa yapılmalıydı. Bizler, çeyrek değil, yarım değil, tam ve mükemmel bir demokrasinin bu ülkeye gelmesinin samimi taraftarlarıydık. Konferans bu minval üzere sürüp gitti.

Bir kısım gönül dostlarımızla program sonrası gerçekleşen muhabbetten sonra, gece saat ikide binebildiğim bir otobüsle Ankara terminaline indiğimde saat altı on beşi gösteriyor, ruhum ise rızâ dairesinde bir hizmete vesile olmanın lezzetini hissediyordu.

Aynı günün akşamında, Asya-Nur Kültür Merkezinde, bir kardeşimizin sunduğu “Risâle-i Nurda peygamber kıssalarından hisseler” seminerini dinledik. Her tarafta manevî hizmetler yapılıyor, milletin ve gençliğin imanı kuvvetlendirilmeye çalışılıyordu.

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet Bayri FİDAN

Terk etmedi hüzün



Çıkıp kurtulmak istiyorum minibüsün penceresinden bakarken, içimden kendimden. Kuşlara özentim bundan olsa gerek. İstedikleri her yere gidebildiklerinden. Acaba diyorum kuşlar anlasalardı gittikleri yerlerdeki hüzünlerden, bir daha giderler miydi başka yerlere? Başka hüzün görmek isterler miydi? Yoksa bir an önce kaçıp kurtulmak daha doğru bir tercih olur muydu onlar içinde.

Ya da bizim batıp çıkamadığımız şeyler, yüksekten çok mânâsız ve komik mi gelirdi? Dağlar kadar görünenler, tepeden bakınca minicik mi görünürdü? Ve bu halimizi gördükçe eğlenip kahkahalarla gülerlerdi belki de.

Bilemiyorum.

İmkânım olan şeyleri yapmaktansa, imkânsız şeyleri hayal etmek daha bir hoşuma gidiyor. “Hayal kurmak iyi gelir” diyor kişisel gelişim kitapları herkese. Bir de nasıl hayal kurmamızı öneriyorlar.

Her şeye karışmaya hakları varmış gibi, buna da karışıyorlar. Aklımın programı yok ki her an düğmesine basıp, beğendiğim şeyleri düşünmesine sebep olayım.

Okuduğum kitapları anneme benzetiyorum arada. O kadar çok nasihat ediyorlar ki; sıkılıp kapıyorum kapağını.

İçimden “Kolaysa sen uygula bunları.” diyesim geliyor internet sayfalarına.

Susuyorum.

Yine de hayal kurmadan bitiremiyorum minibüste ki yolculuğumu. Ama sadece benim istediklerimi düşünüyorum.

Hayatımı kurgulamaya çalışan bütün satırların inadına.

Gülüyorum.

Hüzün bulaştığından olsa gerek gözlerime, baktığım her şeyde biraz hüzün görüyorum.

Bir çocuk biniyor şimdi minibüsün kapısından. Sırtında çantası, gözlerinde değişik bir mânâ. Yanımdaki ona tebessümle bakıyor ama ben yorulmuştur diye geçiriyorum içimden. Bütün gün sırada oturmuş, derslere zihin yormuş ve haliyle bitkin düşmüştür.

Belki de sınıfta yaşadığı bir olay, canını sıkmıştır. Yanlış cevapladığı bir soru yüzünden kızmıştır öğretmen. Yanlış cevaplamaya hakkı olduğu halde, bu hakkı kullandırtmamıştır kızarak öğretmen.

Gocuğunun şapkası başında hâlâ, çıkarmıyor içerisi sıcak olduğu halde. Belki babası öğrenci tıraşı yap dediği için babasına, çok kısalttığı için de berbere kızmıştır. Arkadaşları da alaya alınca, utanmıştır kendi hükmünün geçmediği ama onun taşımak zorunda olduğu saçlarından.

Düşünüyorum.

Kalkıp yer vermek geçiyor zihnimden. Otursun bu küçük çocukta bir koltuğa. Minibüs ilerlerken arada sallanıyor ve küçücük elleriyle tutunmakta zorlanıyor. Ya düşerse, bir yeri acır ve yalnızlığın verdiği acısı daha bir bilenirse.

Gözlerime bakıyor şimdi. Şaşkın “Neden bakıyorsun bana?” der gibi. Benim gözlerimde ki hüznü tanısın istiyorum ona bakarken. “Ben seni anlıyorum.” diyor bakışlarım. Ama o anlamıyor, gözlerimin dilinden. Bir yer boşalıp oturuyor.

Tedirgin.

Birazdan bir büyük gelip kaldıracak onu yerinden. O ise “Kalkar mısın?” demeden kalkması gerektiğini bilerek sıvışıvermiş koltuğun kenarına. Tedirginliği bundan.

***

Ben bir hüzün aşığıyım galiba. Her şeyde hüzün görüyor olmam bundan.

“Aciz olduğunu anlamaya çalışan bir fani” olduğumu anlamaya çalıştığımdan beri.

Terk etmedi beni hüzün, hiçbir yerde bunca zaman.

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Kendinizi kandırıyorsunuz!



Cumhuriyetin İlhan abisi göz altına alınıp şartlı salıverilince bir anda kahraman oldu. Gazetesi de trajda tavan yaptı. Dünyada bitmiş tükenmiş, iflâs etmiş 1930-40’lı yıllardaki sol anlayışın, sosyalistliğin bit pazarına nur yağdı. Reyting muhteşem.

Aslında İlhan ağabeylerin daha doğrusu Cumhuriyet’çilerin anlayışındaki solculuğun bir örneği yok. Avrupa’daki sosyalistler gibi olsalar başımız üstünde yerleri var. Fakat bunların sosyalistliği cuntacı, ihtilâlci, komitacı sosyalistlik. Hitler zamanındaki Cumhuriyetin yayınlanmış sayılarına arşivden bir bakın, tam bir faşizm hayranlığı ve taraftarlığı var—Meraklısına tavsiye ederiz. Sonraları solculuk modasına kapılıp gittiler. Amma ne menem solculuk? Düşman ülke başına!

9 Mart 71’lerde güzel güzel cuntacılık planları yap. Kim hangi bakanlığa getirilecek, İlhami Soysaldan Mümtaz Soysal’a, İlhan Selçuk’tan bilmem kime kadar tek tek tesbit et. Madanoğlu gibi askeriyenin önde gelen ihtilâlcileriyle işbirliği yap, sonra 12 Mart’ta kontrpiyede kal. Sonra tutuklan, amma bir hukuk garabeti olarak beraat et. Demokrasi kahramanı ol. Ve bu günlere gel. Hâlâ göğsünü gere gere demokrasi havarisi gibi poz ver… Bunlar hâlâ halkın içinde dolaşabiliyorlarsa ve taraftar bulabiliyorsa helâl olsun böyle sosyal demokratlığa..

Aslında bu yazıyı yazarken Hasan Cemal’in “Kimse kızmasın kendimi yazdım” kitabından birkaç alıntı yapacaktım. Bir de Yeni Asya Yayınları arasında l977’lerde çıkan “12 Mart’ın içyüzü” isimli kitabına göndermelerde bulunacaktım. Sağolsun Hasan Cemal Salı günkü yazısında kitabına atıflarda bulunarak en birinci canlı kaynaktan aktarmalar yaparak gerekli açıklamayı yapmaya başladı bile.

Ben bu yazımda Pazar günü Milliyet ve Posta gazetelerinde çıkan bir iki yazarın yazısına temas edeceğim. Orada İlhan ağabeyi, romantik ve duygulu bir üslupla mağdur ve mazlûm göstermek bir yana kahramanlaştırmak için bir şeyler döktüren yazarlar, malzeme olarak Said Nursî’ye de bir güzel iftiralarda bulunmuşlar. Yazın yazın nasıl olsa tarihî yanlışları ve saptırmaları kimse fark etmez.

Yok gericiliğin başı olan Said Nursî’nin özel mezarı varmış. İhtilâlciler kaldırmışlar. Ne iyi etmişler yani. 60 ihtilâlinin her türlü zorbalığına, düzmece mahkemelerine alkış tutan yazarlar sözü 12 Mart muhtırasına getirince birden demokrasi aşkına başlıyorlar kalem sallamaya. Ziverbey Köşkünde işkence, falanca solcuya tutuklama, hapis, mahpus edebiyatı. Peşin peşin söyleyeyim her türlü ihtilâle, askerî cuntaya, işkenceye, saboteye, silahlı eyleme kime yapılırsa yapılsın karşıyız. Ama şu bizim aslan sosyalistlere bakınız ki çifte standartlarıyla çok komik hatta iğrenç bile olabiliyorlar. Menderes’in asılmasına oh oh, meselâ Deniz Gezmiş’in asılmasına vah vah. Bu ne yaman çelişki? Bu ne rezil demokrasi anlayışı?

İkisine de karşı çıksana aslan sosyalist yoldaş! Tağmaçlara, Evrenlere diş bilerken Gürsel, Madanoğlu, Batur gibilere neden dört elle sarılıyorsunuz? Netice’de hepsi de askerî cunta değil mi? Hani halkın iradesi, hani millî egemenlik, hani millî irade? Demokrasinin içindeki sosyalistlik böyle mi olur sizde? Sosyalist Enternasyonal birliği Türkiye’de bu tür solculuk yapıldığını bilmiyor galiba. Bilse kızarır, utanır, yerin dibine girer.

Biz de istemiyoruz, ama İlhan ağabeyleri 83 yaşında gözaltına alınmış diye feveran edenler iftira attıkları Said Nursî’yi niye unutuyorlar? Menderes’in Demirel’in her fırsatta Said Nursî ile yanbağları olduğunu, Nursî’nin cumhuriyet düşmanlığı yaptığı iftirasını atanlar, 85 yaşlarında üstelik hasta haliyle hapishane hapishane süründürüldüğünü, boş ve uyduruk ithamlarla zindanlarda yatırıldığını, talebelerine işkence yapıldığını niçin o yıllarda mesele yapmadılar? Bırakın mesele yapmayı, muhabirlik ile muhbirliği karıştırarak nur talebelerinin yakalanması için ellerinden gelen en uyduruk düzmece haberleri manşetlerden verdiler. Aslında araştırmacı olsaydım o günün gazetelerini bir güzel arşivden çıkarır bu çifte tavrı kamuoyuna sunardım. Ne güzel bir belgesel olurdu değil mi demokrasi kahramanları için?

Bir de şunu saptırmayın sakın. İlhan abi solcu., sosyalist olduğu için tutuklanmış, sorgulanmış değil. Cumhuriyette yazar olduğu için hiç değil. Kimin umurunda !. Ne düşünürse düşünsün, hangi gazetede yazarsa yazsın.kimse rahatsız değil..İlhan ağabeyler ve onun gibiler, 9 Mart projelerine benzer bir takım illegal teşebbüs ve teşkilatlanmalarla ilgili olup olmadıklarını sorgulamak için gözaltına alındılar ve serbest bırakıldılar. Ulusalcı solcu efendiler! Öyle özgürlük, demokratlık, hak hukuk uğruna içeri girmiş ayaklarına yatmayın. Yıl l930-40 değil 2008. Kimseyi kandıramazsınız. Kendinizi kandırın bari.

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Selçuk diyor ki...



Cuma günü sabaha karşı gözaltına alıp 40 saat nezarette tutulduktan sonra serbest bırakılırken savcıya “konuşmama” sözü verdiği ifade edilen İlhan Selçuk, kendisini ziyarete gelenlere konuşmuş. Ve söylediklerini, gazetesi Cumhuriyet manşetten yayınlamış:

Bu sözler içinde, özellikle dikkat çeken birkaç cümle var ki, kayıtsız kalmak mümkün değil.

Bunlardan biri, Cumhuriyet’in İmtiyaz Sahibinin Ergenekon operasyonuyla ilgili izlenimi.

Diyor ki: “Bende, Türkiye’de laik orduyu ve bağımsız yargıyı tasfiye edecek bir operasyon mu, kuşkusu doğdu. Yargının ve ordunun içine de uzanan bir operasyonun hazırlığı yapılıyor.”

Selçuk’un diğer ilginç ifadeleri de şöyle:

“Gazeteye bomba atıldıktan sonra, telefonlarımızın dinlenmesini talep eden biziz. Her gün telefonla konuşuyoruz. İbrahim Yıldız’la Alev Coşkun’la, Emre Kongar’la. Aramızda gelişigüzel lâflıyoruz: ‘Bu memleket düzelir mi? Bozulmadan düzelmez. Bunlar zaten adam olmaz. Bu gidişle ordu gelecek, tepelerine binecek’ falan gibi lâflar ediyoruz...” (Cumhuriyet, 25.3.08)

Bu cümleler içinde altı çizilecek en kritik ifade: “Bu gidişle ordu gelecek, tepelerine binecek.”

Bu sözün böylesine sıradan, normal, “gelişigüzel lâflarken sarf ediliveren” masum bir cümle olarak aktarılması ve “İlhan Selçuk konuşuyor” manşetiyle verilen haberin içinde bu şekilde yayınlanması, doğrusu inanılır gibi değil.

“Ordu gelecek, tepelerine binecek...”

Zaten operasyonun ve Selçuk’a yönelik kuşkuların odağında, bu tek cümle ile ifade edilen “darbe hazırlıkları” suçlaması yer almıyor mu?

Selçuk’un bu denli önemli ve duyarlı bir konuda bu derece fütursuz bir tavır sergilemesinin izahı ne? Tasfiye edilmek istendiğini iddia ettiği “laik ordu”nun, kendisini her hal ve şartta koruma ve kollama altında tutacağına duyduğu güven mi onu böylesine rahat konuşturuyor?

Peki, “bağımsız yargı” tasfiye edilmek isteniyorsa, kendisini tartışmalı bir zamanlama ile gözaltına aldırıp sorgulayan ve bilâhare salıveren savcıyı “bağımsız yargı”nın neresine oturtuyor Selçuk? Bağımsız yargıyı tasfiye sürecinin “bağımlı savcılar” eliyle yürütüldüğünü ima ederek Ergenekon savcısına mı gönderme yapıyor?

Gelelim Perinçek’in söylediklerine.

İP lideri de kendisine yönelik hukukî takibi orduyla ilişkilendirerek “Bizi değil, orduyu hedef alıyorlar. Orduyu yıpratmaya çalışıyorlar” diyor ve bu konuda Selçuk’la aynı frekanstan mesaj vermiş oluyor. İkisi de orduyu bir şekilde Ergenekon operasyonuyla ilişkilendiriyorlar.

Operasyon çerçevesinde şimdiye kadar gözaltına alınanlar içinde bazı emekli ordu mensuplarının da yer aldığı mâlûm. General Veli Küçük ve Albay Fikri Karadağ başta olmak üzere .

Ancak Selçuk’la Perinçek’in TSK ile ne tür bir ilişkisi var ki, böyle bir iddiada bulunabiliyor; kendilerine yönelik hukukî sürecin aslında orduyu hedef aldığını öne sürebiliyorlar. Bildiğimiz kadarıyla, ikisi de en azından görünüşte “sivil.” Selçuk’un sicilinde cuntacılık, Perinçek’inkinde “ihtilâlci” örgütlerin ön saflarında yer almak gibi kayıtlar olsa dahi, hiç değilse hayli zamandan beri “sivil kuvvetler” cenahında gözüküyorlar.

Ama bu görüntüye bakılarak, her zaman “laik ordu” ile veya bu kurumdaki bazı unsurlarla iç içe çalışan, sürekli yeni cuntalar üreten bir mekanizmanın varlığı herhalde gözardı edilemez.

Selçuk’un sahibi ve başyazarı olduğu gazetenin Org. Hilmi Özkök’e karşı attığı ve onun da lânetlediği “Genç subaylar tedirgin” manşeti, bu mekanizmanın işaretlerinden biri değil miydi?

Bakalım, Org. Büyükanıt yönetimindeki günümüz Genelkurmay’ı, Selçuk’la Perinçek’in “Hedef TSK, laik ordu tasfiye edilmek isteniyor” iddiaları karşısında nasıl bir tavır takınacak? “Bizi karıştırmayın” mı diyecek, yoksa susarak ve müdahil olmayarak mı tavrını belli edecek?

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Neyi seviyoruz?



Gece gündüz demez, çalışır, çabalar, didinir insan. Belli bir servet edinir. Bolluğa gömülür, malının haddini hesabını bilemez hâle gelir.

Şüphesiz bu herkes için söz konusu değil. Allah “Yürü kulum!” demeli.

Tabiî insan çalışmalı, mal mülk sahibi olmalı. Dünya nimetlerini Cenâb-ı Hak bizim faydamıza, emrimize vermemiş midir?

Ancak paylaşımı unutmayacağız. Etrafımızdaki fakir fukarayı mutlaka kollayacağız. Kur’ân bir taraftan dünyadan nasibimizi unutmamamızı isterken, Allah’ın bize verdiği nimetle âhiret yurdunu kazanmamızı, Allah bize nasıl ihsanda bulunduysa, bizim de başkalarına iyilik yapmamızı emreder.1

İnsan, nefsinin arzularını ön plana alır, meşrû dairede kazanmaz ve meşrû yollarda harcamaz, zekâtını vermez, gerekli hayır hasenatı yapmazsa, o mal-mülk onun için felâket olur. Mahşer gününde hesabı sorulacak hususlardan biri de malı nereden kazanıp nasıl harcadığımız konusu değil midir?

Eğer insan malının zekâtını verir, hayır hasenât yaparsa o zaman mal nimetinin şükrünü yapmış, hakkını vermiş olur. O nimetin hem dünya, hem de ahirette faydalarını görür.

Birgün Kâinatın Efendisi (asm) Sahabîlerine şöyle bir soru sordu: “Hangi biriniz mirasçısının malını kendi malından daha çok sever?”

Mecliste bulunanlar, “Ya Resûlallah aramızda kendi malını daha çok sevmeyen kimse yoktur.”

Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki: “İnsanın kendi malı, hayır hasenât yaparak ahiretine gönderdiğidir. Burada bıraktıkları ise mirasçısınındır.”2

Bu noktada, “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme”3 vecizesi ne kadar yerine oturur.

“Ademoğlu, ‘Malım, malım!’ deyip durur. Ey Âdemoğlu yiyip de tükettiğin, giyip de eskittiğin, Allah için verip de önceden gönderdiğinden öte ne malın var?”4

Elbetteki insan varislerini düşünecek, el aleme muhtaç olmayacak kadar servet bırakacak. Ama bu arada hayır hasenattan da geri kalmayacak. Tâ ki ilerisi için yatırım yapmış olsun.

Bunlar birer hakikat iken, ne var ki insanoğlu gaflet sebebiyle asıl görevini unutup nefis ve şeytana kulak vererek imtihanı kaybediyor.

Dipnotlar:

1- Kasas Sûresi: 77.

2- Buharî, Rikak: 12.

3- Mesnevî-i Nuriye, 110.

4- Müslim, Zühd: 3; Tirmizî, Zühd: 31.

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Demokrasiden başka sistemde rahat edemiyorsak...



Biz hürriyet ve demokrasiden başka bir sistemde rahat edemeyiz, ilerleyemeyiz, kalkınamayız, huzurlu ve mutlu olamayız. Zira, mayamız hürriyet ile yoğrulmuş. Allah’a imân, ibâdetler, “kul hakkı” gibi temel meseleler de onu ders verir. “Demokrasi”yi herkesin sindirmesi gerekir. Ancak, devletin insan hak ve hürriyetlerine göre yapılanmaması, eğitim sistemimizin hürriyet ile demokrasi terbiyesini vermemesi, darbeler, fakr ve zarûretlere eklenen cehâlet onu ruhumuza sindirmemizi engellemiş; sözde bırakmıştır.

Bir diğer mânia da, demokrasiye açık-gizli cephe alan bir zihniyetin, etkili ve yetkili makamlarda bulunmasıdır. Acaba demokrasiyi istemeyen kimlerdir? Bunlar, cehalet ağa, inad efendi, garaz bey, intikam paşa, taklit hazretleri, mösyö gevezeliğin emri altında insan milletinden saadet menbâımız olan meşvereti inciten bir cemiyettir.1 Bu cümleyi açarsak:

* Ağa, bey, paşa, şeyh görüntüsü altında hâkimiyetini devam ettirmek isteyenler,

* Şahsî menfaatini milletin menfaatinden üstün tutanlar (özelleştirmeye karşı olanlar gibi)

* Ve yine, şahsî çıkarlarını milletin zararında görenler. (Müstebit devletçilik anlayışından makam, mevki elde edip, kamu binaları, lojman, tatil beldeleri, kamu vasıtalarından istifâde eden silâhlı-silâhsız bürokrasi, KİT’lere yapışan asalaklar, mafya, vesâire...)

* Basit, sathî, şahsî görüşlerini kabul ettirmek için muvâzenesiz ve dengesiz görüşlere sapanlar.

* Şahsî garaz ve intikamını terk etmediği halde, “fedakârlık ve hâmiyet” dâvâsı güdenler.

* Müstebit, diktatör olduğu halde, demokrasi ve cumhuriyeti savunur görünenler.

* Hürriyet ve demokrasinin gereği olan çok seslilik, hoşgörü, müsamaha ve fikirlere saygıyı beceremeyip, herkesin kendisine saygı göstermesini isteyenler.

* Affetmeyi bilmeyen, hâin yürekliler.

* Demokrasinin kıymetini takdir edemeyen cahiller.

* Dinde hassas olup, muhâkeme-i akliyede noksan olanlar,

* Ve hürriyetin İslâm’a zıt olduğunu sananlar.

Bu listeye; bâzı cezâ-i sezâsını (yakıcı cezâsını) hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp gasp ve gâret edenler (yağmalayanlar), daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek isteyenleri de2 ilâve edebiliriz.

Çoğu zaman bunları teşhis etmek zordur: Çünkü, hiçbir müfsid (bozguncu) ben müfsidim demez. Daima sûret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür.3 Öyleyse nasıl tesbit edeceğiz? Bediüzzaman, devamında şu ölçüyü verir: Evet, kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim. Veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyleyse, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktıysa kalbde saklayınız. Bakır çıktıysa, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.

Şu halde gerçek demokrat, hakperest ile sahteleri birbirinden şöyle ayırdedilebilir: “Hakkı tanıyan, hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmez. Zira, hakkın hatırı âlidir; hiçbir hatıra fedâ edilmemek gerektir. Fakat şu hüsn-ü zannınızı kabul etmem. Zira bir müfside, bir dessasa hüsn-ü zan edebilirsiniz. Delil ve âkıbete bakınız.”4

“Nasıl anlayacağız? Biz câhiliz, sizin gibi ilim adamlarını, ehl-i ilmi (âlim, aydınları) taklit ederiz...”

“Gerçi cahilsiniz, fakat âkılsınız. Hanginizle zebib, yani üzümü paylaşsam, zekâvetiyle bana hile edebilir. Demek cehliniz özür değil... İşte, müştebih (biribirine benzeyen) ağaçları gösteren meyveleridir. Öyleyse, benim ve onların fikirlerimizin neticelerine bakınız.”5

Demek ki, Ziya Paşa’nın, “Ayinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz” dediği gibi, lâfa değil, netice, meyve ve uygulamaya bakmak gerekir.

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 47-48.; 2- Münâzarât, s. 29.; 3- Münâzarât, s. 49.; 4- Age.; 5-Age, s. 50.

26.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kavga siyaseti ile nereye kadar?



Meclis'teki 548 milletvekilinin 360'ı hâlen dâvâlık durumda. Bağlı oldukları partiler (AKP, DTP) hakkında kapatma dâvâsı var.

Ayrıca, vekillerin kendileri de "siyasî yasaklı", yahut "siyaseten sakıncalı" duruma düşme riskiyle karşı karşıya.

Bu hiç de hoş bir manzara değil.

Ancak, bundan daha nâhoş bir manzara daha var. O da, siyasîlerin ve partilerinin birbiriyle olan ve dozu giderek artan kavgaları, çekişmeleri, sürtüşmeleri...

Düşünelim ve soralım: Hem devlet kurumlarıyla, hem de birbiriyle böylesine nizâlı/kavgalı olma hali niçin ve nereye kadar?

Meclis'teki politikacıların buna ne cevap vereceklerini henüz tam olarak bilemiyoruz.

Ancak, bu suâlin bir cevabı bize göre şu olsa gerek: Kavga, yaklaşan mahallî seçimlere kadar sürer, gider...

Evet, yapılan bunca kavganın—başka sebeplerin yanında—en önemli bir sebebi, hiç şüphesiz "mahallî seçimlere endeksli" olarak yürütülen "daha fazla oy kapma" hesabıdır.

Bilhassa iktidar ile anamuhalefet arasındaki gerilimin, çekişmenin en mühim ayağını bu seçim telâşı ve oy kaygısının teşkil ettiğine dair kanaatler giderek yaygınlaşıyor. Nitekim, genel seçimlerden önce de benzer taktik geliştirdiler ve oyları bir güzel bölüştüler.

Ne var ki, bu kez oyun ters tepebilir. Dar ve sâbit gelirli vatandaş ile küçük ve orta ölçekli esnaf adeta kan ağlar bir durumda iken, kızıştırılan gerilimin bir kez daha oya tahvil edilebileceğine pek ihtimal vermiyoruz.

Hatırlayalım, şimdiki iktidar ve anamuhalefet partisi, 2002 seçimlerinde bangır bangır "Bu kavgacı partiler barajı geçemeyecek ve Meclis'ten silinip gidecekler" diye bağırıyordu.

Uzan'ın da aynı koroya dahil olmasıyla, bu söz etkili oldu ve hakikaten kavgacıların tamamı silinip gitti.

İşte, birbiriyle kıyasıya şekilde kavgaya tutuşmuş olan şimdiki siyasîlerin de aynı âkıbete (2002) uğraması kuvvetli ihtimal dahilinde görünüyor.

Halkta heyecan dalgası uyandırabilecek bir siyasî alternatifin ortaya çıkması halinde, şimdiki kavgacıların da "etme–bulma" realitesiyle tanış olacakları hatırdan çıkarılmasın.

Tarihin yorumu

Selimiye'nin hüznü

Aylardır Bulgar kuvvetlerinin kuşatması altında bulunan Edirne, merkezden hiç yardım alamaması ve şehirde giderek şiddetlenen açlık, yokluk ve mühimmatsızlık sebebiyle daha fazla dayanamayarak teslim oldu.

Şehri işgal eden Bulgarlar, sivil halka çok büyük baskı uyguladı. Mâsumlara yönelik katliâmlarda bulundu. Kuyuları insan cesetleriyle doldurdu.

Ayrıca, başta Selimiye Camii olmak üzere, şehirdeki hemen bütün mâbetlere zarar verdi. Büyük tahribat yaptı.

Siyasî fırkacılığın orduya bulaşması ve askerî ahlâkı bozması sebebiyle, Osmanlı paşalarını düşmanla harbetmek yerine, onları birbirine düşürdü. Birbiriyle yardımlaşmadılar. Hatta, Bulgar kuvvetleriyle savaşmadılar bile. Gerisin geriye tâ Çatalca önlerine kadar çekilerek bütün Trakya'yı savunmasız bıraktılar.

Çaresiz ve ümitsiz kalan İttihatçı hükümet, Bulgaristan'la ateşkes istedi.

Taraflar arasında savaşı bitiren antlaşma ise, 30 Mayıs 1913'te Londra'da imzalandı. Bu antlaşmaya göre, Girit Adası Yunanistan'a ve Edirne'nin tamamı Bulgaristan'a bırakıldı.

Ancak, Balkanlar'daki çalkantı bitmedi. Bu bölge, 16 Haziran'da yeni bir çatışmaya sahne oldu. Gayrete gelen Osmanlı kuvvetleri, Batı'dan yeterli desteği alamayan Bulgarların üzerine gitti.

Edirne, nihayet 22 Temmuz 1913'te kurtarıldı. Taraflar arasında Bükreş'te yapılan bir antlaşmayla, fiilî durum hukukî statüye kavuşturulmuş oldu.

* * *

Edirne'nin hüzünlü işgal günlerini dokunaklı mısralarla tasvir eden Mehmed Akif'in "Edirne" isimli şiirinden kısa bir bölüm aktararak bitirelim:

Edirne! İşte o Şark'ın demir kilidi

Sefil ayakları altında Bulgar'ın şimdi

Muzaffer ordusu hakkıyla(!) intikam alıyor

Kadın–kız, çoluk–çocuk, ne bulsa parçalıyor

Bu katliâma da razıyım ihtiram olsa

Harim-i dini de geçtik harim-i namusa

Şu dört minareli cami ki, yoktur hiçbir eşi

Ki parlıyordu hilâlinde sanatın güneşi

Bir inkılâb ile ya Râb, nasıl harab olmuş? Murad-ı Evvel’i koynunda saklayan toprak,

Kimin ayakları altında inliyor, hele bak.

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tembelliğe tevekkül kılıfı geçirmeyelim



Recâi Bey:

*“Hakikat Çekirdekleri’nde bulunan ‘Tertib-i mukaddemâtta tefvîz tenbelliktir; terettüb-ü netîcede tevekküldür’ sözünü açıklar mısınız?”

Tevekkül, Tevhid Dîni olan İslâmiyetin en çok önem verdiği ahlâkî değerlerden birisidir. Kur’ân “Allah’a tevekkül et; Vekîl olarak Allah yeter” buyurur1.

Allah’a îman eden, Allah’a teslim olur, boyun eğer, tevekkül eder, her işinde Allah’a güvenir, her sıkıntısında Allah’a ilticâ eder, her hâlinde Allah’a sığınır. Üstad Bedîüzzaman bunu, “Îman Tevhîdi, Tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder” cümlesiyle formüle etmiştir.2

Ancak Bedîüzzaman’ın dilinde, “Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir.” Yâni, sebepler Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin bir perdesi bilinecek ve sebeplere riâyet edilecektir. Fakat bu riâyet, bir nevî fiilî duâ telâkkî edilecek; sebeplerle gelen netîceler doğrudan Cenâb-ı Hak’tan bilinecek ve O’na minnettâr olunacaktır. Bir diğer ifâdeyle sebeplere müracaat olunacak, ancak minnet edilmeyecektir.3

Bu yaklaşım Kur’ân’ın, “Öyleyse bir işi bitirince, diğerine giriş”4 âyeti ile “İnsan için ancak çalıştığı kadarı vardır”5 âyetinin de tefsîri mâhiyetindedir. Çünkü mü’minden mutlak tevekkül isteyen Kur’ân, boş durmasını ve çalışmamasını da aslâ onaylamaz. Yani Kur’ân nazarında mü’min hem çalışacak, bir işi bitirince hemen bir diğerine girişecek; hem de muhakkak Allah’a tevekkül edecek, Allah’ı kendisine Vekîl tayin edecek. Ve bu iki zıt gibi görünen mânâyı müstakîm ve müsbet bir çizgide birleştirecek.

Kur’ân’ın bu iki emrini Saîd Nursî Hazretleri, “Tertib-i mukaddemâtta tefvîz, tembelliktir. Terettüb-i netîcede tevekküldür. Semere-i sa’yine ve kısmetine rızâ kanaattir. Meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcûda iktifâ dûn-himmetliktir”6 sözüyle birleştirir.

Tefvîz lügatte, işi birisine havâle etmek, birisine bırakmak demektir. Bir iş, sebeplere müracaat aşamasında havâleciliğe kurban edilmemelidir. Başlangıçtaki bu tefvîz, yani Allah’a havâlecilik, Allah’a tevekkül âdâbına da ters düşer ve tam bir tembellik olur. Tembellik eden, başarısızlık tokadı yer.

İslâm âleminin bugün içinde bulunduğu bu sefâletin, bu geri kalmışlığın ve bu üçüncü dünyâ ülkesi görüntüsünün sebebi, farkında olunarak veya olunmayarak gönüllere çöreklenen bu tefvîzden, bu yanlış tevekkül anlayışından başka bir şey olabilir mi? Müslümanların sebeplere müracaat aşamasında işi Allah’a bırakmaları ve kendileri ilerleme, inkişaf ve terâkkî adına tek bir irâde bile göstermemeleri üzerine “medeniyette geri kalma” tokadı yemeyi hak ettikleri söylenemez mi? Müslüman olmayan muhtelif toplumlarınsa sebeplere müracaat aşamasında işi sağlam tutarak, işe gerekli önemi vermeleri ve büyük bir özveri ile işe sarılmaları, bu günkü muvaffâkiyetlerinin arka plânında yatan yaklaşım olarak teslim edilemez mi?

Çünkü Allah’ın açık beyânı ve taahhüdü vardır. Kişinin veya toplumların Müslüman olması veya olmaması önemli değildir; herkes çalıştığı kadar muvaffak olacaktır.

Plân ve icraatta, yani sebeplere müracaat aşamasında elinden gelen özen ve özveri gösterildikten sonra, bu çalışmaya terettüp eden ve verilen netîceyi Allah’a havâle etmek ve sonucu Allah’a bırakmak, çalışmasının sonucuna ve kısmetine râzı olmak ise tevekkülün ve kanaatin tâ kendisidir. Bu noktada tevekkül ve kanaat çalışma şevkini ve meylini artırır. Çünkü verenin Allah olduğu, çalışması gerekenin de “biz” olduğumuz gerçeğini iyi kavrarsak, işi bir ibâdet titizliği içinde yaparız. Ve Allah’ın izniyle muvaffak oluruz. Çünkü böylece işe bir “sâlih amel” hüviyeti kazandırmış oluruz. Cenâb-ı Hakk’ın sâlih amellerde en az “bire on” vaadi bulunduğunu unutmaz ve ibâdetlerde olduğu gibi, iş hayatında da bunu arkamıza alabilirsek, yer küreden uzayın derinliklerine kadar büyük bir keşif ve kerâmet sahâsı önümüze açılmaz mı?

Böylece tevekkül ve kanaati doğru anlamanın ne denli büyük bir hazîne olduğunu, bizzat görerek ve yaşayarak teslim etme imkânına kavuşuruz.

Dipnotlar:

1- Ahzâb Sûresi, 33/3

2- Sözler, S. 284

3- a.g.e., s. 284

4- İnşirâh Sûresi, 94/7

5- Necm Sûresi, 53/39

6- Mektûbât, S. 461

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tüketiciyi kandıralım!



Hepimiz bir yönüyle ‘tüketici’ olduğumuza göre, ‘tüketici hakları’na saygı istemek ve beklemek, en az ‘evrensel insan hakları’na saygı beklemek kadar hakkımız. ‘Tüketici hakları’na gereken saygının gösterildiğini söylemek imkânsız. Sadece ‘daha fazla kâr’ niyetiyle yola çıkan bazı firmalar, ‘tüketici’yi kandırmayı kendileri açısından bir ‘hak’ olarak görüyor.

Tüketiciyi kandırmanın en cazip yolu da ne yazık ki, ‘reklâm’lar oluyor. İşin içine acımasız rekabet de, girince son tahlilde mağdur olan yine tüketiciler oluyor.

Öyle örneklere şahit oluyoruz ki, şaşmamak mümkün değil. Meselâ bir firma, yayınladığı ‘fiyat listesi’nde KDV hariç fiyatları ilân ediyor. İlk bakışta ‘ucuz’ gibi görünen fiyatlara KDV ilâve edilince ‘müşteri’ler şok oluyor. İyi de Katma Değer Vergisi’ni başkası ödemiyor ki? Müşterinin ödeyeceği KDV’yi fiyata dahil etmeden liste yayınlamak, en hafifinden müşteriyi yanıltmak değil mi?

Can sıkıcı örnekler o kadar fazla ki, hangi birisini sayalım. Bir bakıyorsunuz büyük bir firma, gazetelere tam sayfa reklâm vererek herhangi bir ürünün fiyatını piyasa şartlarına göre yarı yarıya satacağını ilân ediyor. Peki, diyorsunuz, bunu alalım. Bir bakıyorsunuz ki meselâ o üründen 10 adet satışa sunulmuş! Bu da açık ya da gizli bir yanıltma değil mi?

Tabiî ki ürünlerin belli bir sınırı, sayısı olabilir. Ama 70 milyon insana hitap edecek şekilde reklâm yapıp, arkasından da 10 adet ya da 100 adetle sınırlamak kandırmacanın modern şekli olsa gerek.

Başka bir nokta da, çoğunluğun bilmediği konularda insanları yanlış yönlendirmek oluyor. Meselâ bir hava yolu şirketi sürpriz bir bilet fiyatı açıklıyor. Sonra küçük bir not ile ‘Bu fiyata şu şu vergiler dahil değil’ diyor. İyi de o vergileri başkası mı verecek? Hem sadece adı ifade edilen ama ‘kaç YTL’ olduğu bilinmeyen vergileri vatandaş nasıl hesaplasın? Bunlar da yetmiyor, ilân edilen bileti satın almak istediğinizde bitmiş oluyor. Bütün bunlar tüketiciyi kandırmak değilse nedir?

Bu konuda tüketici haklarını koruyan düzenlemeler yok mu? Kanun ya da yönetmelikler var da, uygulanmıyor mu?

Çeşitli isimler altında bir araya gelen tüketiciyi koruma dernekleri, öncelikle bu yanıltmalara karşı ciddî mücadele etmeli. Konu ile ilgili kanunî düzenlemeler yoksa yapılmalı, var ve uygulanmıyorsa mutlaka uygulanması temin edilmelidir.

Benzer yanıltmalara otomobil firmalarının reklâmlarında da rastlanıyor. İlân edilen fiyata bakıp bir otomobil firmasına müracaat eden vatandaş şok oluyor. Çünkü ilân edilen fiyata bazen ‘renk’ farkı, bazen başka ilâvelerle fiyat mutlaka yükseliyor. Bu arada bankaları da unutmamak lâzım. En başta kredi kartları için alınan ‘yıllık üyelik aidatı’nı hatırlamak lâzım. Bazı bankalar, itiraz edenlerden bu ücreti almazken, konuyu bilmeyip itiraz etmeyenlerden ücret almaya devam ediyorlar. Bankaların, yaptıkları diğer işlemlerden aldıkları ücretler de ayrı bir konu.

Küçük ya da büyük şirket ya da firmaların milleti kandırmaya, yanıltmaya ve haksız kazanç elde etmeye hakkı yoktur ve olmamalıdır. Tüketicinin hakkını korumak da, Türkiye’yi idare edenlerin vazifeleri arasında olmalı... Nihayetinde tüketiciyi kandırarak kâr ettiklerini zannedenler ‘hak’ gasp etmiş oluyor. Hem de insan hakkı...

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Cheney ve vebal



14-20 Mart, ABD’nin Irak’ı “resmen” işgal edip peşinden başlattığı savaşla Ortadoğu’yu “istilâ”sının önemli bir tarihi…

Yeni yüzyıla varmadan hegemonya ve “menfaatinden başka bir şey görmeyen” dessas ve zâlim İngiliz emperyal politikaların görevini Amerikan neo-conlar üstlendi. Yine İngilizlerin desteğiyle “Kuveyt işgali” bahanesiyle 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’yla önce baştan başa bombalanan Irak’ın kuzeyi koparıldı.

Sonra Kissinger’in “Irak’ı Yoguslavya gibi üçe bölme” tâlimatıyla 36. paralelin üstü “ikinci İsrail” işlevini görecek “kukla bir devlet” hazırlanması plânı devreye sokuldu. Irak’ın kuzeyi Türkiye topraklarında üslenen “Çekiç Güç” ve “Keşif Güç” korumasıyla bizzat Amerikan askerlerince Irak’ın kontrolünden çıkarıldı. Özal’ın “Baba Bush’la işbirliği” ve hararetli desteğiyle…

Bu arada binlerce peşmerge Guantanamo adalarında CIA’ca eğitildi; Kuzey Irak’taki “yerel yönetim” artık pervâsız bir şirretlikle ağababalarına güvenerek bağlı bulunduğu Bağdat’a karşı kafa tutmaya başladı. Otuz bir insanın ölümüne sebep olan terör örgütü PKK yine CIA himâyesiyle azıp şımararak Türkiye topraklarında bebekleri katleden terör eylemleri” vahşetini sürdürdü…

* * *

13 yıl boyunca ABD ve “savaş koalisyonu”, Irak’a en acımasız bir ambargo uyguladı. İlâçtan, kurşun kalemden, şekerden una kadar bütün zarurî gıda maddelerinin ve hammaddelerin ülkeye girmesi engellendi. Binlerce çocuk, yaşlı sivil öldü; milyonlarcası hastalandı, yaralandı. Ama dehşetli “savaş” daha başlamamıştı.

İsrail’e hizmeti “vazife” bilen Evanjelist George W. Bush’un Yardımcısı Dick Cheney o zaman da bir Ortadoğu turu yapmıştı. Zira Birinci Dünya Savaşındaki işgal güçleri “harita isimlendirme komisyonu”na göre Ortadoğu, Akdeniz’den başlayıp Hindistan’a, hatta Uzak Doğu’ya kadar uzanan ve Asya’daki Müslüman coğrafyayı kapsıyordu. Fas’tan Hindikuş dağlarına kadar 22 İslâm ülkesini içine alan “Büyük Ortadoğu projesi”nin başlangıcı olarak…

O esnada “savaşların mimarı” Cheney, Ankara’ya da uğramış; hatta “İsrail-Filistin sorununu çözmeden Irak’a saldırmayız” demişti. Çok geçmeden Cheney’in “Ortadoğu turu”nun amacı anlaşıldı. Daha Ankara’dan ayrılmadan Amerikan uçakları “peşrev” olarak Irak’ı bombalamışlardı bile…

ABD ve savaş ortakları, yüzbinlerce askerle, çoğu ilk defa denenen en ağır silâhlarla, tanklarla, toplarla, karadan ve havadan Irak’a girdiler. Savaş uçakları mütemâdiyen kentleri, köyleri, mahalleri, pazar yerlerini, evleri bombaladı.

Petrol bakanlığı ve tesisleri dışındaki bütün devlet ve özel kurumları, fabrikalar, tesisler, camiler, tekyeler, türbeler hedef alınıp tahrip edildi. Ülkenin merkez bankası boşaltıldı. Kerkük ve Telâfer’deki soykırımlarda olduğu gibi nüfus ve tapu daireleri yakılıp yıkıldı, talân edildi. Müzeler bile yağmalanıp antika eserler beş on dolara Batılı fırsatçılara satıldı…

Daha işgalin ilk haftasında sekiz bin Iraklı katledildi. Ne var ki bu daha başlangıçtı! Son beş yılda katledilen Iraklı sayısı bir milyonu aştı. Üç milyon insan “kayıplara” karıştı; bir o kadarı göçe zorlandı. 10 milyon Irak vatandaşı evinden, yurdundan oldu. 30 milyonluk ülke nüfusunun yarısı açlık sınırının altında perişan hale geldi. Hâlâ hergün onlarca, yüzlerce Iraklı katlediliyor, cesetleri bulunuyor…

ABD iddia edildiği gibi Irak’a “demokrasi, barış ve özgürlük” değil, ölüm, açlık, kan ve gözyaşı getirmişti. Bizzat Dışişleri eski Bakanı Colin Powell’ın itirafıyla, BM’ye sunduğu, “kitle imha silâhları ve El Kaide bağlantısı” tamamen yalan çıkmıştı…

* * *

Beş yıl sonra Irak’ta “petrol şirketleri” sahibi ABD’nin ikinci Kissinger’i “savaşların başrol oyuncusu” Cheney, beş saatliğine yine Ankara’ya uğradı. Bundandır ki şimdi de Cheney’in sınırötesi operasyonlarda “istihbarat paylaşımı”nın bedeli olarak neyi istediği tartışmalarıyla zulümler atbaşı gidiyor. Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da katliam devam ediyor…

Cheney’in yeni talepleri bir yana, ABD’nin günahları kendine. Peki Türkiye’nin vahşete “ortak edilmesi”nin vebâlini kim yüklenecek? TBMM’yi by pass ederek “stratejik müttefik” ilân ettiği ABD’ye her türlü askerî personel, silâh ve mühimmatın nakil ve dağıtımı için başta İncirlik olmak üzere yedi hava altı deniz limanını üs olarak “resmen” açan AKP siyasî iktidarlarının sorumluluğu neden sorgulanmıyor?

“Zulme rıza zulüm”ken, hatta “zulme en ednâ (basit) bir meyil” dahi taraftarlıkken; Türkiye’yi Müslüman komşu bir ülkeye karşı “savaş ortağı” eden işgalcilere doğrudan desteğin anlamı nedir?

26.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yeni gulat akımı ve takımı



Mısırlı fırıldak Magdi Allam’ın Papa’nın huzurunda vaftiz olması bana bazı öteki fırıldak Mısırlıları hatırlattı. Bunlardan birisi de Ghali Şükrü veya yalın haliyle Gali Şükrü’dür. Gali gulatın tekilidir; hem pahalı, hem de aşırı mânâsına gelir. İslâm fırkalar tarihinde özellikle de Şia bağlamında bir gulat akımı ve taifesinden bahsedilir. Bunlar Hazreti Ali’ye ya nübüvvet ya da ulûhiyet isnat ederler. Ali Allahîler gibi... Veya Gurabiye taifesi gibi... Gali de adı üstünde bir aşırı kişiliktir.

Mısır’da iken Enver Sedat döneminde çok meşhurdu. Kıptî asıllı olmasına rağmen Müslüman olduğu yönünde şayia vardı. Daha doğrusu önceleri Müslüman olduğunu ileri sürerdi. Ama daha sonra aynen Magdi Allam gibi eski inancına veya Kıptîliğe avdet ettiğini duyurdu. Bununla da kalmadı Müslümanların en büyük hasımlarından biri hâline geldi. Kanaatime göre hem Müslümanlığı hem de tekrar eski dinine dönüşü aslında kurmaca veya mizansen idi. Amaç, Müslümanların dinlerine olan güvenini sarsmak ve saflarında velvele meydana getirmekti. Son sıralarda Mısır’da bunlardan çok var. Nedense İslâmiyeti seçiyorlar, ama içtimaî ortam olarak tutunamıyor ve ayakta kalamıyorlar. Ve tekrar eski içtimaî hazirelerine dönüyorlar. İçtimaî ortam da çok önemli. Peygamberimizin bi’setinden sonra Yahudi din adamlarının bir kısmının bildikleri hâlde inkârlarının böyle bir içtimaî yapıdan mahrum kalma endişesine bağlı olduğu söyleniyor. Batı’da da Danimarka gibi ülkelerde hasbelkader papazlık yapan ateist papazların varlığı biliniyor. Mahalle baskısı gibi bir de evlâd-u iyâl baskısı var. ‘Kahrolası hanede evlâd-u iyâl var’ denildiği gibi birileri bu yüzden de içtimaî mevkiini kaybetmemek için hakikatlere yabancı kalabiliyor.

Gali Şükrü de bir zaman Müslüman kimliğiyle dolaştıktan sonra tekrar içtimaî yuvasına dönüyor. Ama onun Müslümanlığı ve tekrar Müslümanlıktan dönüşünün kurmaca olduğu sırıtıyor. Muhammed Gazalî mahkemede Sudanlı Mahmut Taha örneğinde olduğu gibi Ferec Fode’nin irtidatına tanıklık ediyor. Bunun üzerine Gazali’ye karşı büyük bir kampanya açılıyor ve bu kampanyanın başını da Ferec Fode ile aynı zemini paylaşan yeni gulat dalgasından Gali Şükrü çekiyor. Yusuf Karadavi’ye göre, Gali Şükrü maslahat gereği Müslüman oluyor ve ondan sonra da yine maslahatı gereği İslâm haziresini terkediyor. Güce tapındığından ve perestiş ettiğinden dolayı Mısır’ın ABD karşısındaki aciz ve çaresiz hâlini görerek ondan aldığı güçle bu defa kontra bir biçimde İslâmiyete saldırıyor ve onu tezyif ediyor. Müslümanların zaafiyetleri onda cesaret sebebi oluyor.

***

Magdi Allam da böyle bir adam. “Ruhum obscurantizm/irtica bataklığından ve karanlığından kurtuldu. Yine yalanı meşrulaştıran, ikiyüzlülüğü ve ölüme götüren şiddeti, cinayet ve intiharı ve tiranlığa karşı körü körüne bağlılığı onaylayan ve kutsayan ideolojiden ruhum ebedî olarak kurtulmuştur...” diyor. Buna mukabil, Allam, İsrail’i koyacak yer bulamıyor. Yere göğe sığdıramıyor. Nazarında, İsrail, hayat felsefesi ve yaşama pradigmasını ve vahasını temsil ederken, İslâm ölüm dansı gibiymiş ve ölümün soğuk yüzünü temsil ediyormuş. Daha neler! Adam bir de İslâm’dan dönmüş. Bu da kurmaca bir tezgâh. Adam hayatının hiçbir gününde Müslüman olmamış ki, dönsün! Kendi ifadesiyle, ‘ne bir gün oruç ne bir gün namaz kıldım’ diyor. İslâm düşmanı vaftiz oluyor, fatura nedense yine İslâm’a ve Müslümanlara kesiliyor. Güya adamın dönüşü İslâm’ın kusuru olarak takdim ediliyor. Zaten adam “Viva Israele/Long Live Israel” yani yaşasın İsrail diye bir kitap da yazmış. Adam zulmün payandalığını seçmiş ve zulüm de onu zalimin yanına taşımış.

***

Maalesef İslâm’ın güçlü hamisi olmadığından dolayı güce tapınanlar meydana boş bulup İslâmiyete sataşıyor ve veryansın ediyorlar. Gerçekten de Hollanda ve Danimarka gibi ülkeler veya oradaki bir takım mihraklar arkalarını İsrail veya onun gerisinde ABD’ye dayamasalar bu karikatür kepazeliğini irtikap edebilirler miydi? Papa’nın vaftiz ettiği Magdi Allam ve Gali Şükrü gibiler yeni ve son gulat akımını temsil edilyorlar. Bu çizgi, Papa’nın ölümünden önce görüşerek onore ettiği Oriana Fallaci çizgisidir.

26.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri