Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Mikail YAPRAK

Batı doğru İslâmı arıyor



Yaklaşık bir asır önce Bediüzzaman, "Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek” neler olabileceğini, insaniyetin nasıl yükseleceğini, hakikî medeniyet ve umumî barışın nasıl sağlanacağını delilleriyle ortaya koymuş, tâ o zamandan bu güne, tâ kıyamete kadar yol haritasını göstermiş. Bugün gelinen noktada hem menfi, hem müsbet mânâdaki gelişmeler, yakın bir gelecekte dünyada acaip inkılâpların olabileceğinin işaretlerini veriyor. Artık yok oluşla var oluş, yıkımla yapım, tahribatla tamirat, ölümle diriliş göze göz, dişe diş kıyasıya çarpışıyor. Bütün bu çarpışmalar varlık âlemleri hesabınadır. Kâinatta ve dünyamızda hayır, güzellik ve iyilik hesabına faaliyetler sürerken, şer ve tahribat hesabına çalışanlar da boş durmuyorlar, insanlığın hayra, hak ve hakikata yönelişine engel olmak için her türlü yola başvuruyorlar. Şimdi hakikî insaniyet âlemi iki tercihle karşı karşıyadır. Ya ahlâksızlık, küfür, isyan ve dalâlete seyirci kalıp kıyametin kopmasını çabuklaştıracaklar, ya da dünyanın ömrünü uzatacak hak dinin yayılmasına kuvvet ve destek verecekler.

***

Kur’ân’ın ve ahirzaman Peygamberinin daveti umumîdir. Herkesi davet ediyor. Bu davet Allah’ın davetidir. “Madem ki yapan bilir, öyleyse bilen konuşur.” Yaratan, kendi mahlûkunun halini ve ihtiyacını bilmez olur mu hiç? Allah kelâmı Kur’ân, ehl-i kitabı, dinlerini tamamen terke davet etmiyor ki... Yanlış yönelişlerden vaz geçip Tevhid’e dönmelerini istiyor. Bütün İlâhî fermanların, semavî suhuf ve kitapların hakikatleri Kur’ân’dadır. Zebur, Tevrat ve İncil hakikat olarak insanlığa neleri va’z etmişlerse, o hakikatler Kur’ân ile devam ediyor. Allah’ın daveti ezelî ve ebedîdir. O davette—hâşâ—bir kopukluk, bir ayrılmışlık olamaz. Ezelden gelir Ebede gider. Zaten İsa Aleyhisselâm da “Ben gidiyorum, tâ ki Âlemin Efendisi gelsin” dememiş midir? Üstelik ahirzaman’da hakikî İsevîliğin İslâmiyete inkılâp edeceği, cism-i nuranîsiyle semada bulunan Hz. İsa’nın gelip Resulullah Efendimiz’in şeriatına tabi olacağı sahih rivayetler arasındadır.

Peki halihazırda gelmiş midir? Resulullah’ın Vekili’nin arkasında namazı kılmış mıdır? Bunlar kitap hacminde ele alınması gereken sırlı meselelerdir. Zaten böyle bir hadiseyi herkesin bilmesi ve görmesi ne imkân dahilindedir, ne de lâzımdır. Herkesin aşikâr olarak görüp bilmesi imtihan sırrına aykırı olur. Ancak emareleri, belirtileri ve dünyadaki bazı gelişmeler bize ipucu verebilir.

Avrupa Birliğine yönelişimizde kaderin payını unutmayalım. İnsan Hakları Mahkemesinin Avrupa’da olması da tesadüf değildir. Başta Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa’da, Rusya’da, Amerika’da, yani Batı’da İslâmiyetin hızla gelişmesini de görmezlikten gelemeyiz. Hazreti Peygamberin bu ahirzamandaki hakikî bir varisi ve vazifelisi olan Said Nursî’nin Batı’yla ilgilenmiş olmasının, yorum ve tahliller yapmasının da idrakimize sunduğu mesajları olmalıdır. Yani onun Batı’yla olan bu alâkası, sevk-i kaderî ile ahirzamandaki o büyük vazifesinin gereğidir. Onun, yüz sene öncesinde, “Avrupa bir İslâm devletine hamiledir, günün birinde onu doğuracak, Osmanlılar da Avrupa ile hamiledir, o da onu doğuracak” şeklindeki beyanı kısmen tahakkuk etmiştir ve tamamen edecektir.

Hem ona göre Avrupa ikidir. Birisi, “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayat-ı içtimaîyei beşeriyeye (insanlığın sosyal hayatına) faydalı san'atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden Birinci Avrupa”, diğeri, “Felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını (kötülüklerini) mehasin (iyilik) zannederek beşeri sefahate ve dalâlete sevk eden bozulmuş İkinci Avrupa”..

Materyalizmin ve Deccalizmin telkinleriyle, tek gözlü bakışlarıyla, insaniyeti hakikî vazifesinden uzaklaştıran bu İkinci Avrupa’ya Bediüzzaman, “Küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh” diyor ve Kur’ân’dan aldığı feyizle o cepheye manevî “söz” bombalarını yağdırıyor. Birinci Avrupa’ya ilişmiyor, üstelik dünyanın geleceğine hizmet edecek bir çerçevede görüyor. İşte hakikatı arayan bu Birinci Avrupa, farkında olarak veya olmayarak aslında doğru İslâmiyeti arıyor.

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Tesettür Risâlesi keşfedilirken (2)



Geçen haftaki yazımızı Tesettür Risâlesi’nin Birinci Hikmeti’nde yer alan “On adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın” tesbitini açmaya çalışacağımızı ifade ederek bitirmiştik.

Bu bir sonuç cümlesidir. Bediüzzaman Hazretleri, bu sonuç cümlesini ifade etmeden önce kadın fıtratı üzerine şu tesbitleri yapar ve “istatistikî bilgi” verir:

“Kadınların on adetten altı-yedisi ya ihtiyardır, ya çirkindir ki; ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek istemezler. Ya kıskançtır; kendinden daha güzellere nisbeten çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan (töhmetli olma, suçlu olma) korkar, taarruza maruz kalmamak ve kocası nazarında hıyanetle müttehem olmamak için, fıtraten tesettür isterler. Hatta dikkat edilse, en ziyade kendini saklayan ihtiyarlardır. Ve on adetten ancak iki-üç tanesi bulunabilir ki; hem genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten sıkılmasın.”

Evet Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri haklıdır. Hatta son araştırmalar onda 2-3 olarak verdiği oranın iyimser olduğunu gösteriyor!

2005 yılında 10 farklı ülkeden 3.000 kadınla görüşülerek yapılan şu araştırmayı bir inceleyin:

* 100 kadından ancak 2’si kendini “yeterince güzel” buluyor.

* Kadınların yarısından fazlası günümüzün güzellik idealleri karşısında kendilerini güzel hissetmenin zor olduğuna inanıyor.

* Araştırmaya katılan on kadından yedisi güzelliğin sadece fiziksel özellikler bazında çok dar bir bakış açısıyla tanımlandığını düşünüyor.

(Dove Global Araştırması, 10 ülke, 2005)

Evet, günümüzde boy boy model fotoğrafları, güzellik takıntısı, sıfır beden derken, değil 10 kadından 2’si 3’ü gibi bir bolluk, yüz kadından ancak ikisi kendini güzel buluyor!

Zira, doğuştan değil, ama sonradan; sefih medeniyetin güzellik anlayışıyla kadınlar giderek bakılacak bir şeye dönüştürüldüler. Şüphesiz bunda erkeklerin inkâr edilemez bir payı var.

Kendini gizleyen kadınlar

Kendinden daha güzellerin olduğunu düşünen kadın çirkin olmamak için kendini örter. Aslında ciltte bir tabaka oluşturan makyaj malzemeleri, bronzlaşma, ciltteki buruşukları ütüleyen (!) türlü çeşit estetik operasyonlar, ak saçları türlü renklere dönüştüren saç boyaları, aksesuar amaçlı gözlükler, lensler, şapkalar, başlıklar da çağdaş medeniyetin kadınlara sunduğu bir tür örtünme, gizlenme, kendini saklama şekli değil midir?

Esaretin ta kendisi!

Bediüzzaman Hazretlerinin tabiriyle “Kur’ân’ın tesettür emrine muhalefet eden sefih medeniyet” ideal bir “kadın modeli” tesbit eder. Reklâm afişleriyle, sinema filmleriyle, TV dizileriyle, gazetelerin son sayfalarıyla, defilelerle “ideal model” piyasaya sürülür. “Bakılacak” bir kadındır bu ve aslında yoktur! Zira gelişen teknoloji sayesinde bilgisayar düzeltmeleriyle hepsi “fhotoshoplu”dur! Kadınların bu “ideal modele” benzemeye çalışması ciddî bir endüstri sektörünün doğmasına sebep olmuştur. Zayıflama âletleri ve kıyafetleri, diyet ürünleri, kozmetik ve güzellik sektörü, estetik uygulamalar…. İltifat ve beğeninin “uyuşturucu” etkisine kapılan kadınların bu güzelleşme gayretleri bazen “takıntı” boyutuna bile ulaşır.

O zaman doğuştan gelen özelliklerine meydan okuyan, “estetik ameliyat bağımlısı” kadınlar oluşur. Asyalı kadınlar beyazlaşmaya, Çinli kadınlar gözlerini düzeltmeye, Japonlar saçlarını sarartmaya çalışırlar. Fazla yağları vücuttan çeken estetik operasyonlarda çoğu kadın sağlığını yitirir. “Sıfır beden” takıntısı ölüme varan derecede kadın ölümlerini getirir. Boyunu iki santim daha uzatmak için riskli ameliyatları göze alan hatunlar görülür…

Kadınların kendi paraları ve tercihleriyle kendilerine yaptıkları, yaptırdıkları “Çin işkencesi” gibi bir durumdur bu!

Masaldaki “Kral çıplak!” diyen çocuğun aldanmaz duyguları, karşılık beklemeyen doğruluğu gerekir gerçekleri görmek için. Ama sefih medeniyet çocukları da hipnotize eder adeta. Kadınlara “hürriyet” maskesi altında verilen “eğitimin dersleri” daha küçücük bir kız çocuğu iken başlar. İdeal güzel kadın modeli tazecik beyinlere oyunlarla, oyuncaklarla, çizgi filmlerle, dizilerle kazınır.

Batıda, bu yalanları keşfeden hakikat arayıcıları kampanyalar düzenleyip cazibedar fitne karşısında daha aklını kaybetmemiş anneleri ikaz etmekteler. Sloganları da şu: “Güzellik endüstrisi ona ulaşmadan önce kızlarınızla konuşun!” (Bu nokta ayrı yazı olabilecek bir konu.)

“İzm”ler kadına mutluluk getirmiyor!

Her şeyi paraya dönüştüren ve kadını metalaştıran Kapitalist sistemin cins-i lâtiflere sunduğu mutluluk ve hürriyet formülü böyledir işte!

Peki kadına hürriyeti asıl biz sağlıyoruz diyen Komünizm huzuru getirmiş midir? Geçtiğimiz günlerde gazetelerde “ahlâksız teklif” yorumuyla yer alan ibretli bir haberi hatırlayacaksınız. Soğuk Savaşın en sıcak döneminde 1973’te Çin’in Komünist lideri Mao ve ABD’nin Ulusal Güvenlik Danışmanı Henry Kissenger bir araya gelirler. Mao: “Çin çok yoksul bir ülke. Bizim en çok sahip olduğumuz şey kadınlar. Size 10 bin hatta 10 milyon kadın gönderebiliriz! Bırakın ülkenize gitsinler. Felâketler çıkarırlar, yükümüzü hafifletirsiniz” der. Kissenger cevap verir: “Çinli kadınlar için kota ya da gümrük tarifemiz yok!” Gülerler. (14 Şubat 2008, Vatan gazetesi)

İşte, “Kur’ân’ın tesettür emri esarettir!” diyen sefih medeniyetin iki ana kolu olan Kapitalizm ve Komünizm kadını böyle kıskaca alır, esir eder!

Şimdi gelin de rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’nin sözünü hatırlamayın: “‘İslâmiyet kadınları kafesler arkasına saklıyor’ diyenler, asıl kendileri kadınları kafeslemek isteyenlerdir!”

Bu noktada kendini tanıyan, bilinçli, başkalarının hevesleri için kendini kullandırtmayan, ama başkalarını da kendi arzuları için kullanmayan münevver kadınlara ihtiyaç vardır. Bu da ancak eğitimle mümkündür. Hapishaneleri dolduran üniversitelilerden değil, iman hakikatlerinin nuruyla aydınlanmış hanımlardan bahsediyorum.

Gerçek güzellik

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’dan ve Efendimizden (asm) aldığı ders ile varlık âleminde yaratılan her şeyin en güzel şekilde var edildiğini eserlerinin pek çok yerinde sık sık zikreder. Zahiren çirkin görünen şeylerde bile nice gizli güzellikler vardır, fark edebilene! Zira var edilmek ve hayat sahibi olmak Yaratandan mahlûkata verilmiş en büyük armağandır! Hayat kitabı lâyıkıyla okunabilirse eğer en küçük varlıktan en büyüğe İlâhî nakışlar hep nakşeden Zatı gösterir insanoğluna.

Bu bakış açısıyla hastalık da güzeldir, ihtiyarlık da! Saçlardaki aklar da güzeldir, yüzdeki buruşukluklar da! Yani çirkin kadın yoktur. Kendini çirkin zanneden kadın vardır! Eşyanın Yaratıcısını aksettiren melekût boyutunda her şey güzeldir.

Hem, güzellik bir nimettir ve nimete şükredilmesi gerekir. Güzellik nimetine şükür, güzelliği Vereni razı edecek şekilde yaşamakla mümkündür. Asıl çirkinlik, şükredilmeyen güzellik nimetidir. Güzelliğini seven ve bozulmamasını muhafaza etmek isteyen her güzelin bunu idrak etmesi, vücut nimetini günahları kazanmak ve kazandırmak için kullanmaması gerekir! Bunu yaptığında güzelliği ebedîleşir! Ölüm ötesi âlemde daha mükemmel bir şekilde kendisine yeniden ihsan edilir!

Son söz

Aslında sadece ülkemizde değil, bütün dünyada güzellik kavramının mercek altına alınıp gerçek güzelliğin yeniden keşfedilmesi gerekiyor! Basmakalıp tariflerle değil, farklı boyutlardan bakarak gerçek güzelliği yeniden tanımlamak gerekiyor. Ne dersiniz?

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Dâvâ sahibinin özelliklerine dair



Helâket ve felâket asrının dehşetli hadiseleri dünyanın her yerinde tezâhür ediyor. Bu felâketlerden en fazla etkilenenler de maalesef Müslümanlar. Böylece “imtihan dünyasının!” hakikatleri ortaya çıkıyor. Bu hastalıkların tek reçetesi ise, “Kur’ân’ı ve İslâmı yaşamak.” Başka yol görünmüyor.

Bunu, sadece, menfaatini başkalarının zararında gören “vampir ve dinsiz” bir zihniyet kabullenmiyor.

Mevcut durum, toplum hayatında, ahlâk ve fazilet sahasında “toplumun sigortası olma” konumunda olan “Nurun hâdimi ve hizmetkârlarına” düşen veballeri de ortaya çıkarıyor. Bu gerçek “resmen açıklanmamış” olmasına rağmen, içinde bulunduğumuz toplumun hafızasına yerleşmiş olduğunu ve toplumun bu “camiadan” müsbet mânâda bir şeyler beklediğini tecrübeler bize gösteriyor. Böyle bir hakikati hiç kimse göz ardı edemez. Etmemelidir. Onun içindir ki, Risâle-i Nur’a mesâî harcayanlar, üzerlerinde hem kendileri, hem toplum, hem de insanlık adına çok büyük bir vebâl ve mükellefiyetin olduğunu idrak etmeleri gerekiyor.

“Yumurta sepetine” zarar vermemek için, çok daha dikkatli ve fedakârca davranmak, sorumlulukların ağırlığını herkesin yüreğinde hissetmesi, kalbine yerleştirmesi ve hayata mal etmesi icap ediyor. Bütün bunların da, olmazsa olmaz şartlarının; ihlâs, uhuvvet, itimat, sadakat, sarsılmamak, doğruluk, fedakârlık, daha gayretli çalışmak, sıkı irtibat, sistemli, tutarlı, istikametli ve samimî davranmaktan geçtiğini tesbit etmek gerekiyor.

Müsbete ve başarıya giden yolda “sigorta konumu”, şahsî ihtiras ve bencil düşünmeyi arka plana atar ve öte-ler. Sağlıklı amaç ve sağlıklı neticeye, sağlıklı araçlarla ulaşılabilir.

Vicdânî tatminiyet ve istikametli düşüncenin temelini, şahsî hayatın vazgeçilmez kıstaslarının çoğunu, yukarıda sıraladığımız bu sarsılmaz hakikatler teşkil eder. Mütevazilik ve şahsî menfaatini diğer kardeşleri uğruna fedâ etmek ise, öyle bir makamdır ki, tatbik edenleri, büyük velilerin bile yetişemediği “fenâfi’l-ihvan” sırrına götürür. Bütün bu prensip ve düsturlar, Risâle-i Nur Külliyatında mündemiçtir. Bazılarını hatırlayalım:

Fert ve toplumu sarsacak hâdiselere karşı, metânet kahramanı, reçeteyi şöyle veriyor: “Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuât var ki, öyleler, herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş âdi bir adam ve yirmi otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk etmişler var.”

Her türlü sıkıntıya katlananların, Âlemlerin Rabbinden alacağı mükâfatı şöyle ifade ediyor: “Ve o tanzim içinde ve irade-i âmme cilvesinde, bir inayet-i hassa sûretinde, Risâle-i Nur’a bir imtiyaz nev’înde hususî bir teveccüh ve iltifat görülmüş.”

Âidiyetin, mensubiyetin şerefine erenlerin vazifelerini yapma gereklerini ve sonucunu şöyle bildiriyor: “Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisânımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı duâlarımda ve mânevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi duâ eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risâle-i Nur talebelerinin duâlarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”

Dayanılan hakikatin gücünü şöyle ifade ediyor: “Ve Risâle-i Nur böyle kuvvetli ve halis ellere tevdî edildiğinden, bize kat’î kanaat verdi ki, Risâle-i Nur mağlûp olmayacak.”

Hayatın her kademesinde, gerilimin, tarafgirliğin değil, sulh ve barışın önemini şöyle çiziyor: “Ve Risâle-i Nur’un âlem-i İslâmda intişarına karşı hayat-ı içtimâiye ve siyasiye cihetinde mâniler çıkmamak için, Risâle-i Nur şakirtleri musalâhakârâne vaziyeti almaya mükelleftirler.”

Enaniyetin, bencilliğin, egoistliğin tehlikeli ve sakıncalı olduğunu, kesin hatlarla şöyle sınırlıyor: “Ve Risâle-i Nur’un erkânları gibi, her şeyini, ena-niyetini bıraksın.”

İdraki, basireti, insafı, iz’anı, feraseti, ufku daralmamış herkese çok büyük bir hakikati ve fedakârlığı Kur’ân ve İslâmiyet namına şöyle beyan ediyor: “Yalnız, Kur’ân-ı Hâkim’in bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olan Risâle-i Nur hesabına, ben de onun bir şakirdi olmak haysiyetiyle, ona tasdikkârâne teslimi ve irtibatı, şâkirâne kabul ediyorum.”

Nur dâvâsı sahiplerine ve Risâle-i Nur’u küçük görme tavrına karşı çelik gibi bir iradeyle hitap ediyor: “Risâle-i Nurlar yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsit âletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumî ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun, bâhusus avâm-ı mü'minînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur’ân’ın i’câzıyla o geniş yaralarını, Kur’ân’ın ve imanın ilâçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor.”

Cenâb-ı Hak şahsımıza, camiamıza, milletimize, Müslümanlara Kur’ânî hakikatleri bire bir yaşamayı nasip etsin. (Âmin) İnsanlığı da her türlü belâ ve musibetlerden muhafaza etsin. (Âmin)

Kaynak: Kastamonu Lâhikası.

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Havalecilik



Yeis, üstünlük duygusu, acelecilik, benmerkezcilik ve başkasının tenbelliğini fırsat bilen görenekten sonra, şevki kıran ve himmetin önünü kesen altıncı sebep, işi birbirine bırakmak ve başkalarına havale etmek.

Ehl-i hizmetin atalet zindanına düşmesinde rol oynayan etkili sebeplerden biri olan havalecilik için Üstad “düşman-ı gaddar” tabirini kullanıyor ve bu sebebin yaptığı tahribatı “Himmetin elini tutup oturtturur” sözüyle ifade ediyor.

Yeis için “Kuvve-i maneviyeyi kırar;” üstünlük duygusu için “Himmetin başına vurur, atından düşürttürür;” acelecilik için “Himmetin ayağını kaydırır;” başkasının tenbelliğinden fırsat bulan görenek için “Hücum edip belini kırar” diyen Üstad, burada “Elini tutup oturtur” diyor.

Demek ki, bu sebebin özelliği ehl-i hizmeti tevakkuf ettirerek, durdurarak tenbelleştirmesi.

Sebep ve kaynağını ise “acz ve nefsin itimatsızlığı” olarak teşhis ediyor Üstad. Buradaki acz, Allah’a karşı ubudiyet konumunun gereği olan hal değil. Rabbimizin Hakîm isminin iktizasıyla “darü’l-hikmet” olarak tanzim ettiği bu âlemdeki fıtrat kanunlarına ve neticelerin tahakkuku için şart kılınan sebeplere riayet etme noktasındaki yetersizlik ve beceriksizliklerin bir ifadesi.

Nefsin itimatsızlığından kasıt da, aynı şekilde, hayat imtihanında nefs-i emmare ile sürekli mücadele bağlamında, olması gereken bir güvensizlik değil; şeriat-ı fıtriyenin kanunları mucibince, insanın bir görevi başarıyla sonuçlandırmak için sahip olması gereken özgüven hissi.

Bu anlamda kendisine güvenemeyen, doğru dürüst hiçbir işin üstesinden gelemeyen beceriksiz bir insan tipiyle, ehl-i hizmet bir karakterin aynı kişide birleşmesi asla düşünülemez.

Tam tersine, Risale-i Nur’dan iman ve tefekkür dersi almış bir ehl-i hizmet, kâinattaki sistemin kusursuz işleyişinden aldığı nizam ve intizam dersini kendi hayatına ve yaptığı işlere de yansıtma gayreti içinde olur. Hangi işi ve hizmeti yapıyorsa en güzel şekilde yapmaya çalışır.

Ve kendi üzerindeki hiçbir vazifeyi başkasına havale etmek gibi bir kolaycılığa iltifat etmez.

Hatırlanacağı üzere, bir evvelki engel başkasının tenbelliğini örnek alıp fırsat bilerek kendi ataletini sürdürmekti. Burada ise kendi vazifelerini de başkalarına havale etme hali söz konusu.

Ama ikisi de aynı kapıya çıkıyor ve sahibini “zindan-ı atalet”e düşürerek sıkıntıya sokuyor.

Peki, bu altıncı engelin çaresi ne?

Burada işin püf noktası ve havalecilik hastalığından kurtulmanın formülü olarak Üstad, “Siz doğru yolda oldukça, başkasının dalâleti sizin hidayetinize zarar vermez” mealindeki Maide Sûresi 105. âyetini dikkatlerimize sunuyor.

Demek ki, herşeyde olduğu gibi bu meselede de öncelikle ve özellikle kendimize bakacağız.

Hidayet ve sırat-ı müstakim üzere olmak ve bu yolda sebat etmek. Hizmetimizi müstakim bir çizgide devam ettirme kararlılığı içinde olmak.

Şu bir gerçek ki, biz başkalarından değil, kendi yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan sorumluyuz. Kendi üzerimize terettüp eden bir vazifeyi başkalarına havale ederek sorumluluktan kurtulamayız. Bizim işimizi başkası yapmaz.

Buna ilâveten, Risale-i Nur hizmetinin prensipleri, bizi çok daha ince nüansların muhatabı kılar. Söz gelişi, hizmetle ilgili olarak bizim yapmamız gereken bir vazifeyi başkalarından beklemek şöyle dursun, tam tersine kendi işimizi tamamladıktan sonra diğerlerinin yardımına da koşmaya çalışmak, hedeflerimizden biri olmalı.

Aynı şekilde, Allah göstermesin, aramızda şu veya bu sebeple hizmete ara veren veya vazifesini aksatan kardeşlerimiz olursa, bir taraftan onu tekrar kazanmaya çalışırken, diğer taraftan aksattığı hizmetleri telâfi edip tamamlamaya gayret sarf etmek de bize düşen vazifelerden biri.

Velhasıl, nemelâzımcılık da, havalecilik de, bunların ortak paydası olan tenbellik de, ehl-i hizmetin dünyasında asla yeri olmayan şeyler.

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

“Sanal darbe'nin yıldönümü



Teknoloji geliştikçe, ‘darbe’ler de şekil değiştirdi. Gizli kapaklı başka darbeler ve müdahaleler de olmuştur, ama 1960’taki ‘kanlı darbe’nin Türkiye siyaset hayatında ayrı bir yeri vardır.

Bütün darbeler gibi 1960 darbesi de ‘millete rağmen’ ama güya ‘millet için’ yapıldığı açıklanan bir darbedir. İnsanoğlu, ‘unutma hastalığı’yla hastalıklı olduğu için çok kolay unutuyoruz. Hele 1960 yılının üzerinden neredeyse yarım asır geçmiştir. “1960’ta ne olmuştu?” sorusuna kısaca şöyle cevap vermek mümkün: “Milletin helâl reyleriyle üç defa üst üste iktidar olan bir hükûmet, silâh zoruyla alaşağı edilmiş ve bir başbakan ile iki bakan idam edilmiştir.”

Elbette ‘kılıf’ı hazırlanmadan ‘minare’ çalınmaz. İhtilâlciler de her zaman olduğu gibi önce ‘kılıf’ı hazırlamış ve daha sonra ihtilâl yapmışlardır. Belli bir dönem, insanları kendilerinin ‘haklı’ olduğuna inandırmaya çalışmışlar, ama uzun dönemde ‘foya’ları meydana çıkmış ve millet nezdinden mahkûm olmuşlardır. Bu, bütün ihtilâl ve darbeciler için geçerlidir.

Türkiye’de darbelerin başlangıcı kabul edilen 27 Mayıs 1960 sonrasında neredeyse her 10 yılda bir millet iradesine müdahale edilmiştir. Görenlerin, otomatiğe bağlandığını düşündüğü bu sürecin bir halkası da 27 Nisan 2007 tarihindeki ‘sanal darbe’dir.

Bakınız, aradan henüz bir yıl geçtiği halde o tarihte ne olduğunu bile unutmuş haldeyiz. Bu ‘unutma’nın belki faydaları da vardır, ama ihtilâlcilere hesap sorma anlamında hadiseleri ‘hatırlama’mız da gerekiyor. 27 Nisan 2007’de Genelkurmay’ın internet sitesine konulan bir ‘bülten’ kamuoyunda ‘sanal darbe’ olarak isimlendirildi. Bu bültende milletin kabul edemeyeceği değerlendirmeler ve yorumlar vardı. Bu bildirinin, niçin internete konulduğu ve kim tarafından kaleme alındığı uzun süre tartışıldı. Belki bu konu, önümüzdeki yıllarda yapılacak ‘yakın tarih’ çalışmalarında ortaya konulabilir...

27 Nisan’daki ‘sanal muhtıra’ sadece siyaseti değil, ekonomiyi de vurmuştu. Ekonomideki ‘yara’nın telâfi edilmesi belki daha kolaydı, peki siyasî hayatta açılan yaralar nasıl ve ne zaman tedavi edilebilecek? O tarihteki bildiri, siyaseti derinden etkiledi ve daha sonra yapılan genel seçim sonuçlarına tesir etti.

Bu ve benzeri darbelerin millete bir fayda vermediği her defasında görüldüğü halde, ihtilâlci anlayışın bu yanlışta ısrar etmesinin bir mânâsı var mı? ‘Gizli darbe’leri saymazsak, neredeyse her 10 yılda bir darbe/muhtıra yaşıyoruz. Her defasında da faturayı millet ödüyor. Yapılan her seçimde millet, ihtilâlcilerin dayatmalarına karşı çıkıyor.

Peki, ihtilâlcilerin yanlıştaki bu ısrarı niye? CHP’yi iktidarda görmek istiyor olabilirler mi? Niyetleri bu ise, şunu bilsinler ki; bu millet hür iradesiyle CHP’yi iktidara getirmez. İhtilâlciler, her 10 yılda bir ihtilâl yapacaklarına, “CHP niçin iktidar olamıyor?”un cevabını arasınlar...

Aslında bu sorunun cevabı, dün yapılan CHP kurultayında da görüldü. Milleti tehdit ve tenkid ederek bir yere varmak mümkün değildir. Siyasetçi, sadece ‘sözde’ değil, icraat ve ‘özde’ de millet dostu olacak. Millete şirin görünmek için seçim zamanlarında ve kurultaylarda ‘millet dostu pozisyonuna girmek’ yeterli olmuyor.

Bu gerçeği; hem CHP, hem de ‘sanal ve gerçek darbe’ heveslileri artık görsün...

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bir garip tartışma (!)



Dini siyasete alet etmek sözünü duymuştuk da, dinin futbola alet edilmesini ilk defa duyduk.

Olay şu: İki büyük rakip Fenerbahçe ile Galatasaray bu akşam karşılaşacaklar. Burada maçın kritiğini yapacak değilim. Onu Spor Müdürümüz Erol Doyuran yapacaktır. Ben burada bir bardak suda koparılan fırtınayı yazmak istiyorum.

Galatasaray’lı millî futbolcu, Türkiye gol kralı Hakan Şükür, Fenerbahçe-Galatasaray derbisi öncesi bir temennîde bulundu. “Taraftarlar stada kesici aletlerle değil, güllerle gelsin” dedi. Bu temennî çok güzel.

Bakın Hakan Şükür başka neler söylemiş: “Kutlu Doğum Haftası içindeyiz ve ona lâyık olmalıyız. Peygamberimize lâyık olmalıyız. Çocuklarımızı, gençlerimizi de Peygamberimizin hoşgörüsü etrafında hayata hazırlamalı, yaşantılarımızı ona göre şekillendirmeliyiz. Hafta sonunda Fenerbahçe ile önemli bir derbi müsabakası oynayacağız. Herkesin bu maçta içinde bulunulan haftanın atmosferi içinde hareket etmesini temenni ediyorum. Dostça ve centilmence mücadele etmeliyiz. Herkes dürüstçe elinden geleni yapmalı. Allah kime nasip ederse o kazansın…”

Vay bu temennileri sen mi dile getirirsin, irticaî faaliyetten dâvâ açılmasını isteyenden, hakkında soruşturma açılıp takımından atılmasını isteyene varıncaya kadar çiğ, ne dediğini bilmez ifadeler kullanıldı.

Bu cümleyle dinî siyasete alet ettiğini bile söyleyenler oldu. Bakarsınız bu hafta çıkacağı söylenen fakat henüz Meclis Genel Kurulu’na indirilmeyen TCK’nın 301. maddesinden bile dâvâ açılması için savcıları göreve çağıranlar bile olur.

* * *

Konu Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e kadar intikal etti. Gazeteci şöyle soruyor: “Hakan Şükür’ün ‘Kutlu Doğum Haftası’na yakışır bir derbi olsun’ açıklaması var. Sporun dinle karıştırılması!..”

Bakan ne cevap verdi dersiniz: “Hakan Şükür’ün bunu iyi niyetle söyleyebileceğini düşünüyorum. Tabiî, sizin söylediğiniz gibi, dinî duygularımızın karışmaması gerekir spor etkinliklerine. Ama, bu amaçla da söylediği kanaatinde değilim. Herhalde Hakan Şükür şunu ifade etmek istemiştir. Dostluğun, kardeşliğin ve centilmenliğin öne çıkacağı bir maç olsun temennisinde bulunmuştur. Sanırım kastı da budur…”

Bakan kalkıp, “Bu sözde ne var” demek yerine “Sanırım kastı da budur” diyerek niyet okumasını nasıl izah etmek lâzım? “Kutlu Doğum Haftası’na yakışır bir derbi olsun” cümlesinden kasıt başka ne olabilir ki? Burada spora dinî duygularımızı karıştırmayalım” demenin gereği var mıydı? Ama Şahin, hem eski spordan sorumlu Devlet Bakanı olunca, hem de şimdiki Adalet Bakanı olunca bunları söyleme gereği duydu belki de.

Burada gerek futbol camiasından, gerekse bazı siyasetçilerin ve yazarların yazdıklarına cevap verecek değilim. Gazetemizde bu yöndeki yazılara en güzel cevap verildi. Ben meselenin bu yönü ile ilgili görüşlerimi aktarmakla yetineyim.

* * *

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Biraz sağduyu… Birileri öküz altından buzağı aramaktan vazgeçmeli.

Nasıl ki, Hıristiyan ve Yahudi futbolcular dinlerini yaşamaları gerekirse, Müslüman bir ülkede böyle cümlelerin altında hınzırlık aramak kimseye bir şey kazandırmaz.

Dinini yaşamak isteyenlere karşı saygılı olunmalı…

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Ekmek savaşı



Petrol ve su savaşları günümüzde ekmek savaşına terk-i mevki etmiş gibi. Uluslararası Para Fonu (IMF) Başkanı Dominigue Strauss-Kahn, dünyada yükselen gıda fiyatlarının hükümetlerin yıkılması ve hatta savaşların patlak vermesi gibi korkunç sonuçlarının olabileceği uyarısında bulundu.

Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın (TİSVA) araştırmalarına göre Türkiye’de yılda yaklaşık 4 milyar ekmek çöpe gitmektedir. Türkiye’de her gün üretilen 120 milyon ekmeğin yaklaşık 12 milyonu israf edilmektedir. (Sabah, 19.10.2005)

ATO’nun araştırmasına göre ekmekteki israfın yıllık maliyeti 700 milyon dolar. Bediüzzaman Hazretleri, yıllar önce ahirzamanda açlığın hükmedeceğini, sebep ve kurtuluş çarelerini izah etmiştir. “Bu ahirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi, küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i ilahiyenin kıymetini takdir etmemelikten gelen bir isyan olduğundan, Adil-i Hakim, nimetinin, hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin…”

Altı milyar insanın bir buçuk milyarı aç olduğu gibi bir buçuk milyarı da çok yemekten hasta. Gelir dağılımının bozuk olması “yılan yuvası” olduğu için dünyada hüküm suren bu dengenin mutlaka düzelmesi gerekir. Yoksa yılan yuvası olarak tarif edilen böyle bir dengede dünya insanlarını rahat olması mümkün görünmüyor. Bu kadar aç insanın yanında kemal-i afiyetle yemek yenmez. İktisatlı yaşamak her zaman olduğu gibi hususan bu asırda çok öne çıkıyor. Aşırı tüketim insanlığın rahatını bozuyor ve bozacak. Özellikle zengin ülkeler tüketimlerini kısmak zorunda.

Çevre Mühendisleri Odası Başkanı Yılmaz Kilimli’nin açıklamasına göre; dünyanın en zengin yüzde 20’si, dünya kaynaklarının yüzde 80’ini tüketmektedir. Herkes bir Amerikalı kadar tüketse 5 tane daha dünyaya ihtiyacımız olurdu. Dünya nimetlerini böylesine fütursuzca bitirmeye dünya artık ‘dur’ demeli. Tabiî ki karşımızda “kendi menfaati için insan alemini ateşe veren hodgâm”lar var. (Kastamonu Lahikası, 80.) Nitekim bugün ateşe verdikleri gibi.

Beşerin ahir ömürde rahatı için bu kötü hasletini terbiye etmesi şart. Kötü bir haslet olan israftan kaçıp, “Ahlâk-ı aliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i İlâhiyenin medarlarından olan iktisat’a” yönelmeli. Yoksa bütün dünya insanları nimetlerin israfından doğan problemler zarar görecek, bugün gördüğü gibi.

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Syria are ‘Iraq déjà vu’



Yukarıdaki sözler Suriye’nin Washington’daki Büyükelçisi İmad Mustafa’ya ait. ‘Biz bu filmi daha önce görmüştük. Irak’ta da Suriye senaryosunu yaşamıştık’ mealine gelen sözler. Pek de yanlış değil. Bilindiği gibi İsrail’in Türk hava sahasını da kullanarak Deyr ez Zor yakınlarındaki tartışmalı Suriye askerî tesislerini vurmasının üzerinden epey vakit geçti. Tahdiden 6 Eylül 2007 tarihinde İsrail uçakları Suriye’nin anılan tesislerini vurmuş ve bu saldırıdan sonra Velid Muallim Türkiye’ye gelmişti. Suriyeliler olaydan sonra çelişkili açıklamalar yapmışlardı. İsrail tarafı ise kendi basınına sansür getirmişti.

Olayın üzerinden bu kadar zaman geçmesine rağmen neden Amerikalılar durduk yerde Suriye’de bombalanan tesislerin Kuzey Kore’lilerin de yardımıyla inşa edilen tamamlanmamış bir nükleer tesis oluğunu duyurdular. AP’nin haberine göre vurulmadan önce tesislerin faaliyete geçmesine aylar veya haftalar kalmış. Yani İsrailliler tesisleri faaliyete geçmesine ramak kala veya son aşamasında vurmuşlar. Böylece kendilerine göre büyük bir tehlikeyi beşiğinde savuşturmuşlar ve kendilerini emniyete almışlar. Suriyeliler ise tesislerde hava savunma sistemleri ve uçaksavarlar bile olmadığını hatırlatıp bunun iddiaların tekzibi mahiyetinde olduğunu söylüyorlar. Teknik ayrıntılar konusunda Amerikalılar arasında bile bir mutabakat yok. Peter Arnett gibi CNN’in tanınmış muhabirlerinden olan Christiane Amanpour, Deyr Zor’daki tesislerin Kuzey Kore’nin Yongbyon tesislerinden uyarlama olduğunu ve o modele göre yapıldığının ileri sürüyor. Bununla birlikte, Amanpour tesisin niteliği ve hangi aşamada olduğuna dair uzmanlar arasında bir mutabakatın olmadığını da nazara veriyor.

Genellikle İsrail ile Amerikalılar nükleer faaliyetler konusunda Suriye ile Kuzey Kore arasında bir işbirliğinin varlığına inanıyorlar. Bununla birlikte, Suriye tarafı bunun doğru olmadığını ve Kuzey Kore ile nükleer tesisleri geliştirme konusunda bir işbirliği içinde olmadıklarını ileri sürüyorlar. Amanpour’un da işaret ettiği gibi, Amerikan ve İsrail tarafının bu husustaki sabıkalarından dolayı bu iki ülkenin bu yöndeki iddiaları en azından kuşkuyla karşılanıyor. Bilindiği gibi Irak meselesinde de öyle olmuş ve Bush ve Blair Saddam Hüseyin’in elinde bulundurduğu kitle imha silâhlarını 45 dakika içinde harekete geçirebileceğini söylemişler ve bu ülkeye yönelik askerî kampanyayı bu zeminde yürütmüşlerdi. İmad Mustafa’nın da dediği gibi bu sefer niye öyle olmasındı? Bunun öncekinden farkı veya bugünü dünden ayıran ne olabilirdi?

***

İmad Mustafa iddiaları komik buluyor ve plutonyum zenginleşitrme yönündeki iddiaların saçma ve temelsiz olduğunu ileri sürüyor. Bunun ya Hollwood ya da Foggy Bottom (Amrikan hariciyesi) fabrikasyonu (imalatı) olduğunu ifade ediyor. Teknik ayrıntılar üzerindeki ihtilâflara mümasil ve paralel olarak zamanlama konusunda da birçok istifham var. Neden Amerikalılar durduk yerde meseleyi gündeme getirdiler ve Suriye’nin Kuzey Kore ile nükleer işbirliğine dair kuvvetli deliller oluğunu ileri sürdüler. Bu kuvvetli deliller varılan aşamanın kuvvetli olduğuna dair bir işaret taşımasa bile tesislerin mahiyeti konusunda Amerikalıların şüphesi yok. Suriye’nin BM Temsilcisi Bashar Caferi bunu Amerikan yönetimi içindeki bazı şahinlerin tutumuna bağlıyor. Ona göre, bu kesim kesinlikle Kuzey Kore ile nükleer anlaşmaya varmak istemiyor. Bundan dolayı da Kuzey Kore’nin Suriye’deki tesislerle bağlantısını gündeme getiriyorlar. Beşşar Esat bu iddiayı Katar’da yayınlanan El Vatan gazetesine yalanladı.

Peki yine aynı gazeteye neden durduk yerde Türkiye ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın gizli kanallarla Şam ile Tel Aviv arasında yürüttüğü mesaj trafiğini deşifre etti veya doğruladı? Neden İsrailliler bu iddiaları tekzip etmediler? İşin bu yönüyle alâkalı olarak da İsrail basını şöyle bir senaryoyu dillendiriyor. Suriye, Amerikan yönetiminin Suriye’nin nükleer faaliyetlerini gözetim altında tuttuğunu biliyor. Suriyeliler bu yönde üzerlerine gelen Amerikalıları savuşturabilmek amacıyla Türkiye’nin yürütmüş olduğu gizli kanal faaliyetini açığa vurdular ve ifşa ettiler. Bu ne derece isabetli bir bir yaklaşım herhalde bunu zaman tayin edecek.

6 Eylül saldırısından sonra Suriye Dışişleri Bakanı Muallim aniden soluğu Türkiye’de almıştı. Neden Türkiye’ye gelmişti? Bunu sadece Tük hava sahasının da ihlâline hamletmek doğru olmaz sanırım. Türkiye’nin köprü rolüne hamletmek daha doğru olur. Zira o yılın Nisan ayından itibaren Türkiye gizli kanallarla Suriye ile İsrail arasında dolaylı görüşmeler trafiğini yönetiyormuş. Galiba bu bağlamda ne olup bittiğini en iyi öğrenecekleri adresin Türkiye olduğunu düşünmüş olmalılar. Bu defa da ne ilginç bir rastlantı! Önceden ayarlanmış olsa da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan nükleer faaliyetlerle alâkalı Amerikan iddialarından ve Beşşar Esad’ın Al Vatan gazetesine Türkiye’nin arabulucu rolünü ifşa etmesinden sonra Şam’a gidiyor.

***

Gerçekten de Erdoğan hükümeti kalkıştığı şeyin nereye varacağını ve mahiyetini iyi biliyor mu? Barış mukabilinde Suriye, Golan Tepelerini istiyor. Ya İsrail? ‘İran mihverini terk et, Hamas’la bağlantını kes ve Meşal’i Şam’dan kov ve Hizbullah’a mesafeli dur’ diyor. Erdoğan’ın aracılık rolü üstlendiği sürecin veya pazarlığın sonucu buraya varıyor.

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sevdiklerimizi Allah adına sevdiğimizde



Sevdiklerini insan Allah adına severse bir anlam kazanır. Aksi halde hiçbir kıymeti yoktur.

Meselâ insan eşini de rahmet-i İlâhiyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduğu için sever ve sevmelidir. Sevgisini çabuk bozulan dış güzelliğine değil iç güzelliğine bağlar. Kadının en çekici, en tatlı güzelliği kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki huy güzelliğidir. En kıymetli ve en şirin güzelliği ise yüce, ciddî, samimî, nurânî şefkatidir. Bu güzellik ömrün sonuna kadar devam ettiği için eşe olan sevgi de ölünceye kadar devam eder.

Enbiyâ ve evliyayı Allah’ın makbul kulları oldukları için sevmek Allah adına sevmek demektir.

Hayatı Cenâb-ı Hakkın bize verdiği en kıymetli ve ölümsüz hayatı kazandıran bir sermaye, bir define cihetiyle sevmek, korumak, Cenâb-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmek Allah adına sevmektir.

Kısaca insan dünyayı ve içerisindeki yaratıkları mânâ-i harfiyle, yani Allah’ı gösterdiği, O'nu hatırlattığı için sevmeli, mânâ-yı ismiyle, yani kendi adlarına sevmemeli, “Ne kadar güzel yapılmış!” demeli, “Ne kadar güzeldir” dememeli. Kalbin içine Allah sevgisinden başka sevgilerin girmesine meydan vermemeli. Çünkü, “Batın-ı kalb, âyine-i Sameddir ve O'na mahsustur.” Yani Kalb Cenâb-ı Hakkın aynasıdır ve O'na mahsustur.” Şöyle duâ etmeli: “Allah’ım, bize sevgini ve Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle.”

Eğer sevgi böyle kullanılırsa, saydığımız bütün sevgiler hem elemsiz bir lezzet verir, hem ayrılığı olmayan bir kavuşma olur, hem Allah’a olan sevgimizi arttırır, hem meşrû bir sevgi, hem ayn-ı lezzet bir şükür, hem ayn-ı muhabbet bir fikir olur.

Buna bir padişah örneği de verilir aynı yerde. Nasıl ki yüce bir padişah sana bir elma ihsan etse onda iki sevgi, iki lezzet bulunur. Biri elma elma olduğu için sevilir, elmaya mahsus, elma kadar bir lezzeti vardır. Bu sevgi padişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bazan olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir, çabucak biter, yedikten sonra lezzeti dahi gider, bir teessüf bırakır.

İkinci sevgi ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifat-ı şâhânedir. Gûya o elma iltifat-ı şâhânenin nümûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini gösterir. Hem o iltifatın örtüsü olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elmanın lezzetinin üstündedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı saygı içinde bir muhabbettir.

Bunun gibi, bütün nimet ve meyvelere, zatları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gafilâne lezzet alınsa bu muhabbet nefsanîdir, lezzetleri geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın rahmetinin iltifatı ve ihsanlarının meyveleri oldukları düşüncesiyle sevse, o ihsan ve iltifatların lütuf derecelerini takdir ederek tam iştahla lezzet alsa, bu hem manevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.

Anlaşılıyor ki sevdiklerimizi Allah adına sevmeliyiz.

Peki, sevdiklerimizi Allah adına sevmek neler kazandırır bize?

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Şahs-ı mânevîye tâbi olmak



Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.”

“Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir. “

“Ben de bir ders arkadaşınızım...”

“Ben bir hiçim; Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır, Kur’ân’dan süzülmüştür. şeref ve hüsün Kur’ân’ındır. şahsımla, Risâle-i Nur iltibas edilmiş; meziyet, Risâle-i Nur’a âittir.”

Bediüzzaman’ın bu ve benzeri ifadelerinden neleri anlamamız gerekir?

O, bu çeşit ifadeleriyle, kudsî bir dâvâ olan Nur hizmetinin şahıslara endeksli ve kişilerin uhdesinde olmadığını beyan etmiştir.

Bu meyanda Bediüzzaman, “Büyük ve bâkî hakikatler, fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez” diyerek, bu konudaki düşüncelerini çok net bir şekilde nazarlarımıza sunuyor.

Görülüyor ki, o büyük insan, her şeyden önce iman ve Kur’ân hizmetinin selâmetini ve kalıcılığını düşünüyor. Diğer yandan da, insanların kusurdan, hatadan azade olamayacağını, bilerek veya bilmeyerek bazı yanlışlara girip Nur hizmetine zarar verebileceklerinin hesabını yapıyor Bediüzzaman.

Yine bu meyanda “Zaman, şahıs zamanı değil, şahs-ı mânevî zamanıdır. Risâle-i Nur’da şahıs yok, şahs-ı mânevî var” diyerek, şahs-ı maneviye yönelmemizi ve onu muhafazaya çalışmamızı tavsiye ediyor.

Şahs-ı mânevîden maksat, Nur hizmetinde bulunan yeryüzündeki bütün Nur hadimlerini temsil eden, onların bir nev'î sembolü olan, manevî şirkettir. Diğer bir ifadeyle camiadan, cemaatten meydana gelen mânevî bir varlıktır. İşte bu mânevî ortaklığa bağlanmakta, o doğrultuda hizmette bulunmak esastır.

Denilebilir ki, “Bediüzzaman’ın, kaleme aldığı altı bin sayfalık şaheserinde hiçbir payı yok mu?” Buna cevaben de, “Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binâen, Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîm’den bana ilâç ve tiryakları ihsan etti; ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım” diyor.

Evet, Allah’ın ihsan ettiği dehasıyla, feyziyle, faziletiyle, o harika istidat ve kabiliyetiyle, o zühd ve takvasıyla kendisini talebelerinin bir ders arkadaşı olarak gören ve bunu da iftiharla ilân eden bir büyük Üstaddan alacağımız çok dersler olmalı diye düşünüyorum.

Kaleme aldığı altı bin sayfalık şaheseri sahiplenmeyen; onca özellik ve güzelliklerine rağmen sürekli kendini kamufle eden, şahsını devamlı arka planda tutan, şahs-ı maneviyi nazarlara sunmakta ısrarcı olan böyle bir mürşidi, böyle bir müellifi İslâm veya insanlık tarihi gösteriyor mu, şahsen bilemiyorum.

Kısaca; Bediüzzaman’ın şahıslara değil, şahs-ı mânevîye bağlı olarak yapılmasını tavsiye ettiği hizmet tarzını tercih etmekten başka bir çare yok. En sağlıklı, en doğru, en istikametli, en kalıcı hizmet biçimi bu.

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Peygamber oğlu olmak yetmedi, bir ırka mensup olmak yeter mi?



Milliyetçilik, hele hele etnik ırkçılık, kafatasçılık kurtarır mı? Hz. Nuh’un (as) oğlu, peygamber olan babasına itaat etmedi. Tufan’dan kurtulacağını iddiâ etti ve boğulup gitti. Hz. Peygamberimizi çok seven ve koruyan (asm) amcası Ebû Talib iman etmedi, diğeri Ebu Leheb Kur’ân’da lânetlendi… Keza, kâinatın yaratılmasının müsebbibi Hz. Muhammed (asm), kızı Fatıma’ya (ra) “Kızım, baban Peygamber diye güvenme, ibadetlerini yap!” meâlinde nasihatte bulunur.

Demek ki, peygamberoğlu olmak, kızı olmak, amcası, akrabası olmak kurtuluş vesilesi değildir! Nerede kaldı ki, Türkoğlu, Kürdoğlu kurtulsun!

Milliyetçilik, ırkçılık, yani üstünlük duygusu, boş zalimce bir övgüdür. Zira, etnik âidiyet, insanın kabiliyet ve çabasıyla elde ettiği bir özellik değildir. Milliyetçilikte sadece gençliğe yönelik, hissî, büyüleyici ve geçici bir güç bulunur. Oysa, insanlık, sadece gençlerden ibâret değil. Toplumun büyük bir bölümünü teşkil eden çocuklar, ihtiyarlar, hastalar, sırf âhiretini düşünen dindarlar; problem, ıztırap, sıkıntı ve ölümler karşısında milliyetçilikten nasıl bir tesellî bulacak?

“Milletin selâmeti için her şey fedâ edilir” şeklindeki zâlimce prensip ırkçılığın yadigârıdır. “Devletin bekàsı için de her şey, hatta halkın hakları da fedâ edilir” prensibi de böyledir.

Irkçılık “ene” ağacının acı meyvesidir.

Sosyal hayatın ihtiyacından doğan müsbet milliyete gelince, onun ruhunu İslâm, aklını ise Kur’ân ve îman teşkil eder. Din, milliyetin hayatı ve ruhudur. Müsbet milliyet yardımlaşma ve dayanışmaya, adâlet ve insanlığa sebeptir. Bu milliyet, Resûlullahın (asm) lisanında, “Sizin en hayırlınız, sınırı aşıp günaha girmemek şartıyla milletini, aşiretini müdafaa edenlerinizdir” şeklinde ifadesini bulmuştur.

Bu milliyet, İslâmiyete hizmetkâr ve kale olur. Onun yerine geçmez.

“Hakikî unsuriyete değil, belki dil, din, vatan münasebâtına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zaten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dahildir.” (Mektubat, s. 314) Irkçılık hiçbir zaman din bağının yerini tutamaz.

Eğer, eğitim sistemimiz, hayat görüşümüz bu düşünceler istikametinde teşekkül ettirilebilseydi, şüphesiz ki, bugün ne PKK problemi, ne terör, ne başka bir sıkıntı yaşardık. Eğer yıllardır, Hulagu ve Cengiz’e sahip çıkılmasa, yerine müsbet milliyet, din kardeşliği yerleştirilebilseydi, bugün ırkçılık problemiyle mücadele etmek zorunda kalmazdık. Çünkü din kardeşliği, ırkçılığa mânidir.

Doğrudan doğruya Peygamberimizin (asm) sohbetine iştirak eden, nuruyla boyanma şerefine nâil olan ve ondan din kardeşliği dersleri alan sahâbîlerin hayatından konuyla ilgili birkaç kesit aktaralım:

Hz. Ebû Zer anlatıyor:

“Birgün Bilâl-i Habeşî ile tartıştık. Ona, ‘Senin aklın buna ermez, ey siyah kadının oğlu’ dedim. Çok üzülmüştü. Resûlullah’a şikâyet etmiş. “Resûlullah (asm), ‘Renginin siyahlığından dolayı, Bilâl’i ayıplayarak böyle böyle demişsin, doğru mu?’ dedi.

“Ben cevap veremiyordum, utancımdan hep yere bakıyordum. Resûlullah devamla buyurdu ki:

“Demek sende, İslâmiyetten evvelki cehâlet günlerinden kalma değer ölçüleri ve âdetleri var. Halbuki İslâm, insanları renkleri, şöhretleri ve servetleri ile değerlendiren o bâtıl itikad ve âdetleri kaldırıp parçaladıktan sonra yerine, ‘en şerefli insan, en büyük ve en muhterem insan, Allah’tan en çok korkan insandır’ hükmünü koydu. Riyasız, ihlâslı bir Müslüman olduktan sonra renginin siyahlığından dolayı bir mü’min ayıplanabilir mi?”

Ebû Zer Hazretleri ne yaptı dersiniz? Sadece bu utancıyla mı baş başa kaldı? Hayır.

Başını Bilâl-i Habeşî’nin evinin eşiğine koyarak, “Bilâl’in mübarek ayakları bu kaba ve anlayışsız Ebû Zer’in yüzüne basarak buradan geçmedikçe, bu eşikten başımı kaldırmam” demişti. Bilâl (ra), “Bu yüzler basılmaya değil, öpülmeye lâyık” deyip hakkını helâl ettikten sonra, başını eşikten kaldırıp kucaklıyor Ebû Zer’i (ra).

Avrupa Konseyi bünyesinde kurulan Irkçılıkla Mücadele Komisyonu Başkanı Frank Orton, “Avrupa’da giderek artan ırkçılığın sebeplerinden birisi de İslâm dini hakkındaki eksik bilgidir” demiş.

Batıyı geçiniz, eğer İslâmiyet, Türkiye’de gereği gibi bilinse, öğrenilse ve tatbik edilseydi, bugün ne ırkçılığa dayalı terör, ne de başka bir hastalık ortaya çıkardı. Müslümanlara düşen görev, İslâmın güzelliklerini, fiil ve hareketleriyle izhar edip göstermektir.

Ve AB’ye giriş, bir “tebliğ çıkarması”na çevrilebilir.

27.04.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Vehhabilik üzerine



Malatya’dan Osman Yıldırım:

*“Vehhabilik hakkında bilgi verir misiniz?”

İzmit’ten Vehbi Demircioğlu:

*“Vehhabilik nedir? Kimler vehhabidir?”

Vehhabilik, 1703’te Uyeyne’de doğup, 1787’de Riyad’da ölen ve Hanbelî Mezhebini İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye’nin yorumuyla ifrat ölçüsünde yaşayan Muhammed İbn-i Abdulvehhab’ın fikirleri etrafında oluşan inanç ve siyaset hareketidir. Necid’de doğmuş, Arabistan’da etkili olmuştur. Günümüzde Suudi Arabistan’ın resmî mezhebi hükmündedir.

Muhammed İbn-i Abdülvehhab, düşüncelerini Emir Muhammed’in gücü ile yaydı, Emir Muhammed de bu düşüncelerle Arabistan’a hâkim olma imkânını buldu. İbn-i Abdülvehhab’ın ölümünden sonra hareketin siyasî niteliği daha da ağırlık kazandı. Muhammed bin Suud döneminde başlayan toprak genişletme faaliyetleri, ölümünden sonra oğlu Abdülaziz zamanında da devam etti. 1811 yılında Vehhabilik adına hareket eden Suud Emirliği Halep’ten Hind Okyanusuna, Basra Körfezi ve Irak sınırından Kızıl Deniz’e kadar yayılmış bulunuyordu.

Osmanlılar Vehhabilik hareketi ile mücadele ettiler. Mekke, Medine ve Taif'i, Vehhabilerin elinden kurtardılar. Fakat 1901 yılında Osmanlılardaki karışıklıkları fırsat bilen Abdülaziz bin Suud, Vehhabi devletini yeniden kurdu. Hindistan İngiliz yönetiminin de desteğini sağlayan Abdülaziz bin Suud, 1916 yılında İngilizlerce Arabistan’da bazı bölgelerin hükümdarı olarak tanındı. Osmanlıların yenik düşmesiyle sonuçlanan 1. Dünya Savaşı’nın arkasından 1921 ve 1926 yıllarında Vehhabiler Hail, Taif, Mekke, Medine ve Cidde’yi de ele geçirdiler. 1926’da Abdülaziz bin Suud, Necd ve Hicaz Kralı olarak kabul edildi. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşmasının arkasından da tam bağımsızlığını ilân etti. Bu devlet, Suudi Arabistan Krallığı olarak bugün varlığını sürdürmektedir.

Vehhabiliğin dinî anlayışı, İbn-i Abdülvehhab’in üzerinde önemle durduğu tevhid etrafında yoğunlaşıyor. İbn Abdülvehhab’a göre tevhid, kullukta Allah’ı bir tanımaktır. Lâ ilâhe illâllah demek, Allah’tan başka tapınılan ve kutsal sayılan şeyleri reddetmedikçe bir anlam taşımaz. Allah kalple, dille ve davranışlarla birlenmelidir. Bunlardan birisinin eksik olması durumunda kişi Müslüman olamaz.

Vehhabiler Hazret-i Peygamber’in (asm) şefaat hakkı olmadığı, şefaat hakkının sadece Allah’a ait olduğu, bu sebeple Hazret-i Peygamber’den şefaat talep etmenin onu Allah’a ortak kabul etmek demek olacağı, bunun da şirk olduğu gibi ifrat görüşlere sahiptirler.

Vehhabiler velâyeti inkâr ederler. Vehhabiliğe göre Allah’tan başka birisinden himmet istemek, veliler diye tanımlanan bir sınıfın hayatta ve öldükten sonra tasarruflarının devam ettiğine inanmak, Allah’a duâ ederken evliyayı vesile kılmak, mezar ve türbelerde duâ ve ibadet yapmak, buralarda kurban kesmek şirktir. Sevap umarak Hazret-i Peygamber’in (asm) kabrini ziyaret etmek şirke sebep olur. Ölülere duâ, tevessül, falcılara, müneccimlere inanmak, Hazret-i Peygamber’in hatırasını yüceltmek, hırka-i şerif, sakal-i şerif ziyaretleri yapmak şirk koşmaktır. Göz değmemesi için nazar boncuğu takmak, muska takmak, ağaç, taş vb. şeyleri kutsal saymak, bir hastalık ya da belâdan kurtulmak, güzel görünmek vb. için boncuk, ip, hamayil gibi şeyler takmak ve taşımak, sihir, büyü, yıldız falı gibi şeylere inanmak, iyi kişilere, velilere tazimde bulunmak, onlardan yardım dilemek şirke sebep olan bidatlardandır. Cami ve mescitleri süslemek, minare yapmak bidattır.

Bediüzzaman’a göre Vehhabiler İslâm âlemini İngiliz siyasetine dayanarak aldattıkları için bid’at ehlindendirler. Fakat kaderin Vehhabilere meydan vermesinin bazı sebepleri vardır:

1- Kabir ziyaretleri ve evliyâ türbeleri sû-i istimal ediliyordu. Öyle ki, namaz kılmayanlar türbelere gidip kurban kesmekle kurtulduklarını sanıyorlardı. Ehl-i Sünnetteki bu müfrit hâl, o savaşçıların kendilerine musallat edilmesine yol açtı.

2- Evliya hürmetinin fazla olması şeriatın hikmetine uygun değildir. Çünkü şu gafil asırda esbâb-ı zahiriye fazla hükmettiğinden tevhidin safiyeti korunamadı. Evliya türbelerine birer mukaddes ziyaretgâh nazarıyla bakıldı. (Bediüzzaman’ın kendi kabrinin gizli kalmasını istemesinin hikmetini burada düşünelim.) Kader bu anlayışın yaşamasını istemedi.

3- Bu asırda enaniyet kalınlaşmıştır. Sanemperestlik ve heykelperestlik müthiş bir riyakârlıkla kol geziyor. İslâm büyüklerine mânâ-yı ismî ile bakmayı Şeriat istemiyor. Kader, bu yanlış anlayışı Vehhabilerle tadil etti.

Bediüzzaman’a göre Vehhabilerin seyyiâtları ile beraber medar-ı şükran yanları; namaza çok dikkat etmeleri ve şeriat hükümlerine uygun davranmaya çalışmalarıdır. Menbaı dahilde olduğu için bu hareketin yanlış fetvâları zamanla İslâm âleminin geniş havuzunda erimeye mahkûmdur.1

Dipnotlar: 1- Mektûbât, 615-623

27.04.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

‘DEST-BûSI ARZUSUYLA’



“Dest-bûsı arzusuyla ger ölsem dustlar Kûze eylen toprağım sunun anunla yâre su”

Fuzulî, Peygamber Efendimiz (asm) için yazdığı Su Kasidesi’nde, vasiyet verme hissiyle yazdığı bu beyitte, her hâl u kârda hayat hedefi olarak seçtiği vuslata ulaşma kararlılığı içindedir.

“Ey dostlar, benim hayattaki en büyük hedefim Peygamberimizin elini öpme arzusudur. Eğer bu emelime ulaşamadan ölürsem siz benim bedenimin toprağını kâse yapıp onunla ona su sunun” der.

Bu dilek tahakkuk edip beden toprağından yapılan kâse ile su ikram edildiği takdirde Peygamberimiz (asm)mübarek elleri ile kâseyi tutacağından şâir Peygamberimizin elini öpmüş olacaktır.

Ayrıca Peygamberimiz (asm) kendisine sunulan suyu içmek için çanağa doğru baktığında oradaki suda yüzünün aksini, yani kendisi için beslenen muhabbetin sâfiyetini, samimiyetini görecek ve şaire şefaat edecektir. Böylece şairin hayatî isteği de gerçekleşmiş olacaktır.

“Men lebün müştakıyam zühhâd kevser tâlibi

Nitekim meste mey içmek hoş gelür, hüşyâre su”

Bu beyitte tasavvufta teâmül olan ve mutasavvıfların ekseriyetinin riâyet ettiği bir hissi dile getiren şair, “Ben senin dudağının, yani dudaklarından çıkacak sevgi ve şefaat ifadelerinin hasreti içindeyim. Bazı sofu ve müttakî kişilerse Cenneti ve Kevser suyunu isterler” ifadelerini kullanır.

Cezbeye gelen bir mü’min, mütemadiyen kendisini cezbeye getiren hakikati arzu eder. Gönlündeki hareketleniş cezbeye gelmesine yetmeyen insanlar ise ferahlamak için su, yani Kevser isterler.

Bu fıtrî gerçeklerden hareket eden şair de Hak aşıklarının, zahidlerden farklı olarak meftun oldukları Allah’ın rızasını ve Peygamberimizin sevgisini bütün Cennet nimetlerinden üstün tuttuklarını ifade eder.

“Ravza-i kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr

Âşık olmuş gâlibâ ol serv-i hoş - reftâre su”

Diğer beyitlerde olduğu gibi burada da Divan Edebiyatının mazmunları kullanılarak mânâ dile getirilir. Zira selvi, Arap elifbasının ilk harfi olan ‘elif’e benzediği, o harf kendisinden önce ve sonra gelen harflerle birleşmeden yazıldığı, Allah lâfzının da ilk harfi olduğu için vahdetin, birliğin sembolü sayılır ve sadece Allah için kullanılır.

Bu edebî teâmülü nazara alan şair de “Su galiba o selvi boylu, hoş edalı güzele, yani ebedî güzellik kaynağı olan Allah’a âşık olmuş ki, her zaman O’nun Cennet gibi olan köyüne doğru akıyor” der.

Suyu, Peygamberimizin (asm) risâlet sıfatını nazara vermek için kullanan Fuzulî, onun Allah’ın rızasını kazanmak maksadıyla yaptığı ibadetleri bu hususta yapılması gereken yegâne hareket olarak görür ve örnek alınması gerektiğini ifade eder.

“Su yolun ol kûydan toprağ olup dutsam gerek

Çün rakibimdür dahı ol kûya koymam vara su”

Bu mısralarda zahiren “Benim, toprak olup suyun yolunu tutarak onun o köye varmasına mani olmam gerek, çünkü su benim rakibimdir” meâlinde bir mânâ ifade edilmektedir.

Su akarken toprak tarafından emilir. Toprak ancak o zaman hayat bulur, yeşerir ve verimli bir hâl alır. Toprak suyu ne kadar çok emebilirse o kadar bereketli ve verimli olur.

Bu itibarla beyitte toprağın, suyun yolunu tıkayarak gitmesine mani olmasından ziyade ondan daha çok istifade etme ve sulak olma çabası nazara verilir.

Su akarken, önüne çıkan toprağı da aktığı yere doğru götürmek isteyeceği için bu ifadeler şairin, Peygamberimizin (asm) Hadis-i Şerifleri ve Sünnet-i Seniyyeleri ile daha çok meşgul olmak isteğinin tezahürüdür.

Zira, su ne kadar yavaş akarsa, toprağa o kadar çok nüfûz eder.

“Serv ser-keşlük kılur kumri niyâzımdan meğer

Dâmenin duta, ayağına düşe yalvara su”

Şairin, “Eğer selvi kumruların yalvarışlarını kabul etmezse, su selvinin ayaklarına kapanıp eteğini tutsun ve onu razı etsin” gibi mânâları ifade ettiği bu beyitte Selvi Allah’ın, su Peygamberimizin (asm), kumru da şairin ve mü’minlerin mazmunudur.

Kumrular çoğu zaman selvi ağaçlarına yuva yaparlar, dallarına konarlar ve rüzgâr estikçe sallanan ağacın âhengine uygun olarak bir derviş gibi ‘Hu…’ yakarışını andıran ‘guguuk, guguuk’ sesleri çıkararak öterler. Su da umumiyetle selvi ağacının dibinden akar.

Şair ‘hüsn-ü ta’lil’ san'atı yaparak bu tabiî hâli adeta maddî bir tablo hâlinde tahayyül eder ve kulluklarını idrak eden insanların, Allah’ın affına, rızasına mazhar olabilmeleri için Peygamberimizin (asm) şefaatine muhtaç olduklarını anlatmak ister.

“İçmek ister bülbülün kanın meğer bir reng ile

Gül budağının mizacına gire kurtara su”

Fuzulî bu beyitte de yine tabiî unsurları kullanır. “Gül dalı bülbülün kanını içmek ister. Su bir yolunu bulup gül dalının damarına girerek gülün mizacını değiştirirse bülbül kurtulabilir” ifadeleri ile su ve gülden sonra bülbülü de Peygamberimizin (asm) kulluğunun sembolü olarak kullanır.

Edebiyatımızda gül sevilen güzelliğin, bülbül de seven aşığın mazmunudur. Peygamberimiz (asm) hem Allah tarafından, hem de insanlar tarafından en çok sevilen insan olduğu için gül, aynı zamanda Allah’ı ve insanları sevdiği, sevgisini Allah’a ibadet, kullara da şefkat ve şefaat şeklinde gösterdiği için bülbüle benzetilir.

Nitekim Bediüzzaman Said Nursî de “Bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mâhiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını lâtîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-î beşerin andelîb-i zîşânı ve ben-i âdemin bülbül-ü zü’l-Kur’ân’ı Muhammed-i Arabîdir” diyerek bu mazmunları nezih bir şekilde kullanmıştır.

Beyitte gülün, bülbülün kanını içmek istemesi, Hazret-i Muhammed’in (asm) İslâm dinini tebliğ etmeye başladıktan sonra savaşlarda yaralanması, bazı irşad gezilerinde taşlanması, geçeceği yollara diken atılması yüzünden vücudundan akan kanları telmih yoluyla hatırlatma isteğinin neticesidir.

Fakat nasıl başlangıçta bir diken gibi olan gül dalı, baharda sulanması sayesinde onun mizacını değiştirerek çiçeklerin açmasına vesile oluyorsa; Peygamberimiz de resûl olması hasebiyle kendine yapılan eziyetlere rağmen şefkat gösterip nice insanların hidayete ermesini sağlayarak onların mizacını değiştirmiştir.

“Tıynet-i pâkini ruşen kılmış ehl-i âleme

İktida kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtar’a su”

Su Kasidesi’nin nesib bölümünden methiye bölümüne geçişi sağlamak için söylediği bu girizgâh beytinde Fuzulî, Peygamber Efendimizle (asm) âlem arasında bazı münasebetler kurar.

“Allah senin temiz yaratılışını âleme nasip etmiş. Her varlık gibi su da sana doğru akıp Kur’ân’a uyarak berraklaşmış ve senin temizliğini âleme yaymış” diyerek hakikatleri sembollerle anlatmayı bırakır ve sözü bizzat Peygamberimize (asm) getirir.

Hakikati, doğruluğu, saflığı, temizliği, nefaseti, nezaketi temsil eden ve bu hasletlerini kendisine yakın olan varlıklara da aksettiren su bütün yeryüzünde bulunur. Canlılar yaşamak için suya muhtaçtır.

Onun için şair, Peygamberimizin (asm) dinini bütün insanlığa tebliğ ettiğini ve kendisine ittiba edenleri bütün kötü huy ve hareketlerden temizleyerek onları ebedî saadete lâyık bir hâle getirdiğini anlatmak ister.

“Seyyid-i nev-î beşer, deryâ-yı dürr-i istifa

Kim sebepdür mucizâtı âteş-i eşrara su”

“Âlemlerin efendisi ve beşeriyetin en şereflisi olan Peygamberimiz hususan seçilmiş müstesna inciler deryasıdır. Onun gösterdiği mucizeler kötülerin ateşine su serperek söndürmüş.”

Mezkûr beyitte bu gibi mânâlar ifade eden Fuzulî, Peygamberimizi (asm) içi incilerle dolu bir deryaya benzetir. Sünnet-i Seniyyeleri de onun insanlara dağıttığı inciler olarak vasıflandırır.

Böyle ulvî hakikatlerle milyarlarca insanı Cehennemde ebediyen yanmaktan kurtaran Peygamberimizin (asm), dünyaya teşrifi ile insanların mânen ebediyen yanmalarına sebep olan batıl dinlerin, inkârcı fikirlerin ve müfsit hareketlerin tesirinin kırıldığını anlatır.

“Kılmağ içün taze gülzar-ı nübüvvet revnakın

Mucizinden eylemiş izhar-ı seng-i hâra su”

Fuzulî bu beyitte “Hazret-i Muhammed (asm) envaî çeşit güllerin yetiştiği bir gülzar gibi olan risâletinin güzelliğini ziyadeleştirip herkese göstermek için taşa ve dikene su vermiştir” derken de onun bir başka hususiyetini nazara verir.

Zira Peygamberimiz (asm), ekseriyet itibariyle taş ve dikenden ibaret olan çöl toprağını Ravza-i Mutahhara hâline getirmiştir. İnsanlar bu mâddî ve mânevî güzellikleri görüp istifade edebilmek için bir gül bahçesine girer gibi akın akın çöle gitmektedirler.

Ayrıca bir bahçeye su verildiği zaman çiçeklerle birlikte taşların, toprakların ve dikenlerin de sulanması gibi Peygamberimizin (asm) rahmetinden inanmayanların ve ona zarar vermeye çalışanların da istifade ettiklerini anlatır.

Bilhassa cahiliye devrinde taş kadar katı ve diken gibi merhametsiz olan bazı insanların İslâm’la müşerref olduktan sonra bu huylarını bırakıp insanlığa örnek olabilecek kemalât halleri yaşadıklarını hatırlatır.

“Mu’ciz-i bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim

Yetmiş andan min min âteşe-hâre-i küffara su”

Hazret-i Muhammed’in (asm), hak peygamber olduğunu ispat etmek için bazı hususî hâllerde gösterdiği mucizelerin, sadece oradaki insanlara münhasır kalmadığını, onların mensup oldukları batıl dinleri ve düşünceleri de yıktığını ifade etmek ister.

Bu hakikati de “Onun mucizeleri öyle büyük bir denizdir ki, o deryadan binlerce ateşe tapan dinin ibadethanesine su gitmiş ve onların ateşini söndürmüş” diyerek dile getirir.

Bu beyitte telmih san'atı yaparak ‘Sava’nın takdis edilmiş küçük denizinin o doğduğu gece yere batması, Mecusilerin mabud ittihaz ettikleri ve İstahrabât’ta bin senedir daima iş’âl edilen, yanan, sönmeyen ateşin sönmesini de bir ibret levhası olarak gösterir.

“Hayret ilen barmağın dişler kim itse istima’

Barmağından virdüğü şiddet güni Ensar’a su”

Peygamberimizin su ile gösterdiği mucizelerinden birini anlattığı bu beyitte “Hazret-i Peygamberin bir savaş günü susuz kalan askerlerine parmağından su akıtarak onları susuzluktan kurtardığını kim işitse hayretler içinde kalıp parmağını ısırır” der.

Peygamberimizin (asm) gösterdiği diğer mucizelerin de bu mucizesi kadar harika olduğunu söyleyen Fuzulî, bunun aynı zamanda hayret edenlere hayat verme mânâsı taşıdığını da ima eder.

Peygamberimiz (asm); Zevra’da, Hudeybiye Savaşı’nda, Tebük Savaşında, Buvat Savaşında, Mute Savaşında ve daha pek çok yerde susuz kalan askerleri on parmağından çeşme gibi su akıtarak susuzluktan kurtarmıştır.

Çünkü onun (asm) mübarek eli, Bediüzzaman’ın tavsifiyle “Âb-ı Kevser akıtan on musluklu bir çeşme-i rahmet” hükmündedir.

27.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri