Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

“Andıkça Sen’i büyür hayalim”



Bunca güzelliğin ve onca zenginliğin içinde, herkes gibi ben de ‘sevgi fakiriyim,’ diye yakınıp durmaktayım. Nefsim, söylenip duruyor: “Seni seven kim? Biri var mı ki, acaba seni düşünen?” diye delleniyor işte, susturamıyorum. Bari sen konuş, ey kalbim! Ne oldu bu bahar, ne oldu böyle? Duygularım söz dinlemiyor…

Bir küçük el, kapımı tıklasa diyorum, bu bahar sabahlarının birinde. Kimin geldiğini bilmesem, yüzünü de görmesem. Bir avuç çiçekle bir çocuk, kapımda belirse, gülümsediğini hissetsem yeter. Elindeki bahar hediyelerini kokusundan tanısam, bu falan çiçek, şu filan filan çiçek diye tek tek ayırabilsem bu sevgi demetini.

Bir farkında olabilsem… Küçük elin avuçlarında bir bahçeyi tuttuğunun. Kapıma kadar gelen baharla bir uyanabilsem bu rüyadan… Ama olmuyor işte, olmuyor bir türlü, kapım örtülü kaç bahardır. “Sorulmayı sorulmayı, adım neydi unuttum” diyen ozan gibi bencileyin de, bir an yaşamak, hayatı bir nefes gibi içime çekmek ve o nefes ile sevgimin ateşini tutuşturmak isterdim, ama olmadı. Bu bahar da olmadı…

Olmadı, diye hüzünlendiğim bir sabah, penceremde kuşlar, rızkın kokusunu almışlar. Serptiğim küçük kırıntıları, neşeyle yiyip cıvıldaşıyorlar. İçlerinden biri, nöbetçi edasıyla çevreyi kolluyor. Arada bir başlarını uzatıp, camımı tıklıyorlar. Bir yandan rızıkları topluyor, bir yandan da sert zemine o küçük gagalarını ard arda vurup, keyif verici, ahenkli sesler çıkarıyorlar. Görülmeye değer. Neşeden çıldırmışlar. Yerlerinde duramıyorlar. Önce odamın önündeki küçük çınar ağacımın dallarına konuyorlar. Güvende olduklarını hissedince, oradan da hemen penceremin kenarına iniyorlar. Buraya güven duyup gelmeleri, günler sürdü. Yemyeşil bahçelerin gerisinde ise, kurnaz kargalar var. Onlar da telâş içindeler. Ne bulsalar, yuvalarına taşıyorlar. Kelebekler çeşit çeşit, sayıları da az değil. Ard arda sanki resmigeçitteler bu bahar bayramında.

Her şey olması gereken boyda ve boyada. Her şey birbiriyle müthiş bir uyumda. Çiçeklerdeki bin bir renk, kelebeklerdeki âhenk, ne güzel de yakışıyor. Dallardaki yapraklar ve çiçekler hepsi İlâhî bir uyum, bir denklik içinde. Ve penceremde kuşlar. Birbirine çok yakışmışlar. Bir şeyler oluyor buralarda, bu baharda. Bu oluşun habercisi sanki her şey. Adam gibi bir baharı, cennet gibi bir baharı görmeyeli, kim bilir kaç yıl olmuş?

Dağıstanlı o garip adamın yolu buralara düşseydi eğer, çiçeklerle donanmış ovaları, ormanları görünce, çılgına dönüp attığı o hayret nidasını, eminim bu manzara için de söylerdi: “Boyacı!.. Boyacı!.. Sen nerdesin?.. Nerdesin?..” diye.

Şuurla ve dikkatle bakınca, bir el bu esrarlı perdeyi açıyor, eşyayı gözlerimizin önüne seriyor. Dur ve düşün diyor. Düşünmek ve deşmek gerek. Tarlalar, bahçeler coşmuş her yer. Kokusu sinmiş baharın dört bir yana. Gelin gibi beyazlara bürünmüş, çiçek açmış ağaçlar. Bahar ayaklarımızın altına, rengârenk halılarını sere kaldıra geliyor. Öyle bir halı ki, üzerindeki bütün canlılarla beraber renkleri de her an yenileniyor. Kimin için acaba bu hazırlıklar? Kimin için olacak, elbette bizim için. Bu dünyada Rahman’ın, insandan daha seçkin bir misafiri yok ki. Ve penceremde kuşlar. Gör bunları, gör bu baharı diyorlar…

Penceremi tıkladılar bir sabah, “Bu bahar, senin için ve hisseden herkes için özel” dediler. Kapımı çalmayan küçük bir ele inat, bahar, gümbür gümbür girdi odacığıma. Penceremde kuşlar, baharı müjdelediler. “Böyle haksız ve yersiz niye üzülüyorsun ki? Koskoca baharı bir deste gül yapıp, önüne koyan ve dünya kadar büyük o sofranın başına takan bir Sevgilin var, bir Rabbin var ya,” dediler.

Kimse gelmese kapına, çalmasa hiçbir el, gam çekme gönül. Bahar, O’nun adına çiçekleriyle konuşuyor benimle. Çiçekler ki, Rabbimizin hediyeleri. Baharın elleriyle sunuyor. O, kapımızı çaldı mı böyle çalar işte. Bir çiçekle değil; bir baharla, bin bir baharla…

Bir şeyler oluyor bu bahar, buralarda. Bir şeyler oluyor, görmek gerek. Bizi seven Biri var, mesele O'nu fark etmek.

Güzelliklerini hiç esirgemeden sunan Rabbime, bu bahar hediyeleri için şükrediyorum. Topraktan odun, odundan yaprak, yapraktan çiçek, çiçekten meyve çıkaran Sani’im, Hâlıkım, Rezzak’ım, Sevgili Rabbim benim. Kullandığın renkler, açtırdığın çiçekler, seyrettirdiğin bütün güzellikler adedince Sana sonsuz hamd ediyorum.

Ey kalbim artık üzülme, boş yere kederlenme. Kısmetine razı ol. Bak, bu bahar, kırk senenin veremediklerini bir defada verdi. Bütün bu güzellikler senin için değilse, kimin için ey kalbim? Allah’ım dünyan çok güzel. Allah’ım, Sana olan sevgimi coşturuyorsun. Aşkımı arttırıyorsun. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Sen hangi dilden ve ne şekilde kabûl ettiysen katındaki makbul bir duâyı, benimkini de lütfen öylece kabûl et.

Kararmıştı dünyam, sönmüştü kalbimde bütün ışıklar. Dalların ucunda beliren tomurcuklar gibi, kalbim bu sabah sevginle uyandı. Sen’in sonsuz nimetlerine ve hediyelerine karşı, kırık dökük bir dille ne diyebilirim ki… Gözyaşlarımı yağmur gibi çiçeklerine akıtsam, sonra da zikreden her çiçeğin diliyle adını ansam, biliyorum azdır ne düşünsem, ne yapsam.

“Allah, gönderdiği çiçekler için bir cevap bekler” diyen Tagore, haksız değilmiş. Beni yarattığı her şeyden, herkesten çok seven Allah’ım! Sana cevabım budur: Dünya sergisi açıldığından beri, yarattığın her çiçek, her çiçekteki bin bir güzellik için sonsuz şükürler ediyorum.

Derdimin dermanı Sevgilim. Sana binler ruhumla ve kalbimle secdeler olsun, şükürler olsun. Bu küçücük ama, yarattığın kocaman kâinattan daha büyük olan kalbimi, sevginle rızıklandır. Ruhumuzu bu baharda doyurduğun gibi, ebedî baharın olan Cennette de doyur. Sevgilinin, Habibinin sofrasında, sevdikleriyle beraber bulundur. Senin için kimi sevdimse, kim varsa kalbimde ve dünyamda, bütün o sevdiklerimle beraber hepimizi orada da buluştur.

Bu susuzluk, bu açlık, bu hüzün başka türlü dinmez biliyorum. Yanlış yollardan ve yerlerden aklımı, kalbimi, ruhumu koru Allah’ım. Bu bahçelerdeki çiçeklerin ümitle beklediği Nisan yağmurları kadar, ben de hasretim, kuruyan kalbim de hasret Senin rahmetine. Rahmetini esirgeme lütfen. Şimdiye kadar hiç esirgedin mi ki? Dilimden öylesine çıktı işte, affet.

Sana ait bu kalpte, Sana ait bir sevgiyi hissetmek ne güzel Allah’ım. Gerçeği de böyle ise, bu güzel rüyadan hiç uyandırma beni. Meleklerinin zikrettiği dillerle, seyrettiği gözlerle şu kâinatta görünen ne varsa, onların adına Sen’i, bu baharda bir de ben anayım dedim… Kim varsa bu duyguyla duâlarıma katılan, onların da selâmını, sevgisini Sevgili Peygamberimin Mi'rac’taki ‘ibadekessalihin’ selâmı gibi, benim de duâmın içinde kabûl et Rabbim.

Bu bahar, bir şeyler oluyor buralarda, evet evet bir şeyler oluyor. Penceremde kuşlar, baharı müjdeliyorlar. Yüreğinizin penceresini siz de açın. Görün, yaşayın bu güzellikleri. Kim bilir kaç bahar oldu? Böylesine bir vuslata hiç ermediğim. Kaçırmayın derim. Sizi bahar kadar, kâinat kadar, belki ondan daha fazla seven biri var. Şefkatli bir Yaratanınız var. Ölümsüz baharı olan Cenneti, sizin için hazırlayan bir Rahman var. Hatırlatıyor kendini, kaçırmayın bu fırsatı, hiç olmazsa bu bahar… Kim bilir belki de bu bahar, son baharımızdır? Belki de dünyaya yeniden doğacağımız, ilk baharımızdır.

Bu yazıyı yazdığım gecenin sabahı, erkenden kapım çalındı. Alt kattaki komşumun, dünya tatlısı sevimli mi sevimli küçük kızı Rumeysa, gülümseyen yüzü ve her zamanki nezaketiyle karşımda duruyordu. Ellerinde sakladığı sürpriz bir hediyeyle beraber. “Aman Allah’ım!..” dedim. “Ne sabırsızmışım. Duâlarıma ne de çabuk cevap veriyorsun.”

Rumeysa, elinde tuttuğu çok sevdiğim o sarı çiçekleri uzatırken, ancak ikimizin duyacağı kadar yavaş bir sesle: “Yazar amca, bunları sana getirdim, alır mısın? Saksına diker misin?” demez mi. Kapıda donakaldım. Gözyaşlarımı zor tuttum. Mini mini elleriyle uzattığı bu hediyeleri, Rabbimden bilip aldım. Hiç unutmamak ve soldurmamak üzere onları gönül bahçeme diktim. Rumeysa’nın ardından odacığıma kapandım, doya doya ağladım.

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Risâle-i Nur'da gayba iman gerçeği



Ümit Bey: “Risâle-i Nur’un diğer dinî kitaplardan ve tefsirlerden farkı nedir?”

Geçmiş peygamberlerin mesajlarının özünü teşkil eden “İman-ı bilgayb = Gayba İman”, İslâmiyet’in binasını üzerine kurduğu temel inanç sistemidir. Kur’ân’da “Gayba İman”, hem hakikatin esası ve özü olarak hep el üstünde tutulan, hem en temel inanç birimi olarak hep nazara verilen ve önemsenen, hem gaye olarak gösterilen, hem sebep olarak zikredilen, hem insanlığın en büyük mânevî değeri sayılan, hem en umumî kulluk şartı olarak ön görülen en asil değerler bütünüdür. Bu vasfıyla Kur’ân, gayba iman hakikatinin, dünya nezdindeki son, dinamik ve en genç kalesi olarak, asırlardır milyonların elinden, dilinden ve gönlünden düşürmediği tek Mukaddes Kitaptır.

Gayba İman hakikatini birinci plâna alan Kur’ân, bu en asil inanç sistemini akıl temeli üzerine oturtmuş, akla sürekli atıfta bulunmuş, aklı referans kabul etmiş ve sürekli insanları akletmeye ve düşünmeye çağırmıştır. Yani Kur’ân, imanın mahalli olan kalple, düşünebilme yeteneğinin mahalli olan aklın izdivacına; yani imanı aklî verilerle bütünleştirmeye; yani araştırarak elde edilen doğrulardan beslenen bir iman perspektifine; yani tahkikî imana bin dört yüz seneden beri aynı sıcaklıkta, aynı tazelikte ve aynı değerde önem vermiştir. Esasen aklı olan insandan bunu istemek, hiç şüphesiz aklın Hâlık’ının—tâbir caizse—hakkı olmalıdır.

Ancak geçtiğimiz asrın başlarına gelindiğinde, salt pozitif değerleri sloganlaştırarak yola çıkan ve vahye karşı tamamen yabancı ve tamamen inkârcı veya şüpheci olan bir akıl ve düşünce kültürü, batıdan doğuya bütün dünyayı derin sarsıntılara uğrattı. Cesaretini felsefeden alan bu çiğ kültür, her ne kadar batıda Katolik Kilisesinin aklı tamamen gözden çıkaran ortaçağ uygulamalarına bir tepki olarak doğmuşsa da, ülkemize ve İslâm ülkelerine Kur’ân’ın “gayba iman” hakikatini inkâr ve tezyif tarzında yansıdı; Kur’ân’a karşı dehşetli bir şüpheciliğin ve inkârın yolunu açtı. Ne acı tecellîdir ki, muhakkak aklın referans alınmasını öğütleyen bir Kitap akıl silâhıyla vurulmaya çalışılıyor ve insanlık “makinelileşmek” adına inkâr uçurumuna sürükleniyordu. Akıl arsızlaşmış, düşünce edep ve disiplinden uzaklaşmıştı.

Oysa Kur’ân bunu asla hak etmemişti.

Öyleyse Kur’ân, “felsefe aklının” tahribatına karşı, ilmin, salim aklın ve iz’ânın tartışmasız verileriyle savunulmalı; bütün âyetlerinin temeline aldığı gayba iman hakikatine yeni ve çağdaş bir yorum zenginliği getirilmeli ve artık “tahkikî iman”, dünya insanının önüne bir aydınlık vesikası olarak konmalıydı.

İşte Risâle-i Nur böyle bir ortamda, “gayba iman” hakikatinin çağdaş bir davetçisi olarak gün yüzüne çıkmıştır.

Risâle-i Nur, Kur’ân’ın “gayba iman” âyetlerini ilimle temellendirerek; keşfe ve müşahedeye dayalı, ama burhanı, ispatı ve delili de elinden düşürmeyerek; kalbin itminanını önemseyen, ama akıl ve iz’anı da ikna ederek açıklayan ve yorumlayan bir dirayet tefsiri hüviyetiyle, alanında ilktir. Bu vasıflarıyla çağdaşları arasında da tektir.

Risâle-i Nur’a göre, kâinat büyük bir kitaptır. Kâinat kitabının tercümanı Kur’ân’dır.1 Kur’ân, daha da öte, kâinatın ruhudur ve şuurudur.2 Kâinatta zerrelerden kürrelere her şeyden muhtelif pencereler açılarak Allah’ın varlığından ve birliğinden ibaret olan tevhid inancına ulaşmak mümkündür.3 Allah’ın Ehadiyeti, Samediyeti ve diğer bütün isim ve sıfatlarının tecellîlerini tefekkür etmek aklın en asil ve en mühim vazifesidir.

Aklen sabittir ki: Âlemde her bir şey, bütün eşyayı kendi Hâlık’ına verir. Ve dünyada her bir eser, bütün eserleri kendi Müessir’ine verir. Kâinatta yaratılışla ilgili her bir fiil, bütün fiillerin kendi Fail’inin fiilleri olduğunu ispat eder. Varlıklar âleminde tecellisini gördüğümüz her bir İlâhî isim, bütün isimlerin kendi Müsemmasının isimleri ve sıfatları olduğuna işâret eder. Neticede her bir şey, doğrudan doğruya bir Vahdaniyet burhanıdır, Allah’ı tanımak ve bilmek için her şey bir penceredir. Her bir yaratılış fiili, ekser varlıkları ihata edecek derecede geniş, zerreden güneşlere kadar uzun bir Hallâkiyet, yani Yaratma Kanununun ucudur. O cüz’î fiilin sahibi kim ise, bütün mevcudatı ihata eden ve zerrelerden güneşlere kadar uzanan küllî kanunlar ile bağlanan bütün fiillerin Fail’i o olmak gerektir. Bir sineği ihya eden, bütün hayvanları îcad eden ve yeryüzünü ihya eden Zat’tan başkası değildir. Mevlevî gibi zerreleri ve atomu döndüren kim ise, bütün mevcudatı zincirleme olarak tahrik eden, güneşi gezegenleriyle gezdiren, aynı Zat olmak gerektir. Çünkü kânun bir silsiledir. Fiiller o kanunla bağlıdır.4

Her bir satırında doğrudan kâinat âyetlerini nazara vererek, okuyucusunun zihninde ve dimağında Allah’ın eserlerinden Allah’ın varlığına sayısız pencereler açan Risâle-i Nur, dikkatle mütalâa olunduğunda “zahirden hakikate” geçmek ve gayba tahkikî olarak iman etmek mümkün oluyor.5

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 330; 2- Sözler, s. 103; 3- Mektûbât, s. 317; 4- Mektûbât, s. 320; 5- Mektûbât, s. 27; Mektûbât, s. 340

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Alışılagelen olaylar arkasındaki olağanüstülükler



Atomdan galaksilere kadar akıl almaz, başdöndürücü, hayrete düşürücü bir düzenle iç içe yaşıyoruz. Ne var ki insan ülfet sebebiyle çoğu kere bu olağanüstülüklerin farkına; merak, heyecan, hayret gibi duyguların zevkine varamıyor.

İşte insanı fikren böylesine saptıran, ilim telâkki edilen ülfet ancak tefekkürle dağıtılabilir. Çünkü insanlar bir kısım olay ve varlıklarla devamlı içli dışlı oldukları, derinlemesine incelemeyip sadece görüp seyretmekle yetindikleri için zamanla onlara alışır, kendilerince malûm zanneder, bunlardaki sır ve incelikleri düşünüp de önem vermezler. Oysa ülfetlerinden dolayı malûm ve sıradan zannettikleri o şeyler birer harika ve birer mu’cizedir. Ama ülfet ettikleri için onları düşünemez, dikkate almaz; taşıdıkları gerçekleri, İlâhî tecellileri ve sırları detaylıca düşünemezler. Onun içindir ki bunların nazarında o harika şeyler mânâsızlıktan kurtulamazlar.

İşte tefekkür, Mesnevî-i Nuriye’de dikkat çekildiği gibi “cehl-i mürekkep, yani bilmediği halde kendini bilir zannetme üzerine serpilmiş ülfet” perdesini delip geçer. Âyetlerin, delip geçen birer yıldız gibi insanların alışageldikleri hadiseler altındaki olağanüstülükleri, mu’cizeleri ortaya çıkarmasındaki sır da budur.

Kur’ân’ın asrımıza bakan güçlü bir tefsiri olan Risâle-i Nur, aynı zamanda bir tefekkür hazinesidir. Onu tefekkürle okuyan kimse, her an Rabbinin sayısız nimetleriyle beslenip büyütüldüğünü düşünür, ne kadar büyük hazineler üzerine oturduğunu hisseder, Rabbini hatırlayıp şükür ve hamdin zevkini yaşar.

Evet, bir nimeti yiyen kişi, “Bismillah” derken, Rabbini hatırlar, O'nun ismiyle yemeye başlar. Bu bir zikirdir. Sonunda ise “Elhamdülillah” diyerek bu harika nimeti ihsan eden Rabbine karşı sonsuz hamd ü senâda bulunur. Bu da şükürdür. Ortada o nimeti yerken, bütün bunların Rabbinin birer lütuf, ikram, ihsan ve hediyesi, eşsiz birer mu’cizesi olduğunu düşünür. Lezzetini birden yüze çıkarır.

Evet, Risâle-i Nur Külliyâtı baştan sona tefekkür üsareleriyle doludur. Âyetü’l-Kübrâ, Yirmi Dokuzuncu Lem’a, 22. Söz, 1. Şuâ bunun en canlı örneklerinden biridir. Münâcât Risâlesinin satırlarında bile tefekkür ışınları parlar. Hülâsatü’l-Hülâsa, kâinatı bir zikir halkası haline getirip insanın gözü önüne serer. Herbir nev’in, geniş lisanlarıyla Allah’ı zikredip durdukları görülür. Fikir, bu nevîlerde tecellî etmekte olan sıfat ve Esmâ-i İlâhiyeyi ilmelyakîn derecede ihata edebilmek için çok çabalar, sonra tam görür.

İnsan gerçek mahiyetine baktığında ise onun kâinatı içine alır tarzda küçük bir harita, doğru bir nümûne, hassas bir terazi gibi yaratıldığını anlar. Öylesine kesin bir şekilde ve görürcesine Allah’ın isim ve sıfatlarını tasdik eder ki, son derece kolay bir tarzda ve uzun bir fikrî seyahata ihtiyaç duymaksızın tahkikî îmanı elde etmeyi başarır.

Demek oluyor ki Hakîm isminin bir tecellisi olan Risâle-i Nur, tefekküre büyük önem vermek suretiyle ülfet ve ünsiyet perdelerini bir bir yırtmış, nimetlerin değerini hissettirmiştir.

İhsan ve ikramların önemini kavrama noktasında bize böyle büyük bir nimeti lutfeden Rabbimize ne kadar hamd etsek az değil mi?

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ne diyeyim: Başörtüsü asla affetmez!



Başörtüsü asla affetmez! Milyonlarca mağdur başörtülülerin âhı, Arş-ı A'lâya çıkıyor! Ve başörtüsü, bir yorum meselesi değil ki, öyle veya şöyle anlaşılsın, yorumlansın. Kur’ân’da, iki yerde açıkça, “başörtüsü!” diye geçmektedir…

Dolayısıyla ona karşı yapılan haksızlıklar veya hafife almalar, asla affedilmez!

***

Anayasa Mahkemesi, 411 milletvekilini, dolayısıyla millet iradesini hiçe sayarak başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakan kanunu iptal etti!

Kime ne diyeyim?

AKP’nin acemiliğine, üniversitede başörtüsü çözümünü anayasa maddesiyle yapmaması yönündeki ikazları dinlememesine, her şeyi yüzüne gözüne bulaştırmasına ne diyeyim?

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, “Şüphesiz ki verilen kararlar, bir kısım insanımızı sevindireceği gibi bir kısım insanımızı da üzebilecektir. Bence verilen karar ne olursa olsun, ülkemizde birliğimizi beraberliğimizi ve birlikte yaşama azmiyle sevincimizi asla ortadan kaldırmamalıdır” diye tavsiyede bulunuyor.

Ne diyeyim?

Yani, başkan demek istiyor ki, “Biz sizi ateşe attık, ama, yanmayın ha!”

Ne diyeyim?

Yani, “Biz başörtülüleri üniversitelerden atarak ve sokmayarak bölünme ve parçalanmayı hızlandırdık, ama, siz sakın birlik ve beraberliğimizi bozmayın!” diyor.

Ne diyeyim?

Aslında başörtünün, başörtülünün başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi!

Ben başörtüsünü “füruat gören” ve 28 Şubat 1997 postmodern darbecilere destek veren hocalara, efendilere ne diyeyim!

“Rektörler başörtülülere selâm duracak” diyenlere ne diyeyim.

“Bedel ödemeye hazır değiliz!” deyip, iktidarını icraata tercih edenlere ne diyeyim…

Hiçbir hak ve hürriyet için, vatandaşın derdi için bedel ödemek istemeyen “hubb-u cah!” meftunlarına ne diyeyim…

Aslında başörtüsü yasağının devamının en büyük müsebbiplerinden birisi de yine maalesef başörtülüler! Ki, AKP iktidar olunca, “Bizdendir!” deyip, “şıp” diye tüm meşrû dirence ve hak arama şuuruna son verdiler! Kendilerinin talep etmediği bir hakkı, Anayasa Mahkemesi veya başka mahfiller onlara verir mi, niye versin?

Ve, başörtüsü, Kur’ân kursu, YÖK’ün yok edilmesi, imam-hatiplilerin, dolayısıyla meslek liselilerin katsayısı haksızlığı için bedel ödemeyenlere gerekli cezayı vermeyen; ancak, “ekonomik istikrar, TOKİ evleri, hastane, postane” için oy verenlere ne diyeyim?

“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” diyen felsefeyi benimseyip; sonradan, “Haksız, hukuksuz, hürriyetsiz yaşarım, ama, ekmeksiz, istikrarsız yaşayayam!” diyenlere ne diyeyim?

Ancak şunu söyleyebilirim:

Başörtüsü asla affetmez!

Niyazımız odur ki, İlâhî ikaz, bize bunu pahalıya satmasın!

07.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Mahkeme baskısı



Yaklaşık bir sene evvel ortaya atılan "mahalle baskısı"nın ne olduğu, bu tâbirin ne mânâya geldiği tam olarak anlaşılamadı, gitti.

Ne var ki, bir gün evvel hem ülke gündemine, hem de bir "demokratik hukuk devleti" olan Türkiye tarihine damgasını vuran "mahkeme baskısı"nın ne olduğunu bizimle birlikte dünya âlem de bütün açıklığıyla görmüş, tanımış oldu.

Anayasa Mahkemesinin 11 üyesi, millî iradenin tecelligâhı olan Meclis'teki 411 üyenin tasdiki ile alınmış olan "üniversitelerde başörtüsü" hakkındaki kararını görüştü, konuştu ve nihayet "HİÇ"e sayarak 2'ye karşı 9 red oyu ile iptal etti.

Bir bakıma denilebilir ki, atanmış olan 11 kişi, seçilmiş olan 411 kişinin iradî kararını bozdu, geçersiz kıldı.

Kararın sosyal etkileri hakkında mahkeme başkanı bizzat konuştu: "Alınan bu karar, insanlarımızın bir kısmını sevindirmiş, bir kısmını da üzmüştür."

Doğrudur. Ancak, sevinenlerle üzülenler arasındaki farkın "dağlar kadar" olduğu da şüphe götürmez bir gerçektir.

Ortaya çıkan tablonun, her ne kadar dünyada ikinci bir örneği yoksa da, buranın Türkiye olduğunu ve temel insan hakları konusunda dünyada emsâl kabul etmez bir ülke olduğunu unutmamak lâzım.

Meseleye bu açıdan bakıldığında, aslında neticenin böyle olacağı az çok belliydi.

Nitekim, bu noktada gerek parti gruplarını ve gerekse Meclis üyelerini vaktinde uyardık. Onlara açıkça ve defalarca "Meclis'in iradesini bürokrasiye teslim etmeyin" dedik.

Ayrıca dedik ki: "Bakın, yanlış yapıyorsunuz, riskli oynuyorsunuz, neticesi mâlum tehlikeli bir yola, hatta bir çıkmaz sokağa giriyorsunuz."

Evet, bütün bunları dedik. Dedik ama, bir türlü söz dinletemedik. Takip ettikleri usûlün hatalı olduğunu onlara bir türlü anlatamadık.

Bakalım, bu saatten sonra hükümetin, iktidar partisinin, muhalefetin ve nihayet Meclis'in tavrı ne yönde olacak.

Dileriz ve temenni ederiz ki, hiç olmazsa bundan sonra ciddî hatalar yapılmasın ve bilhassa Meclis iradesinin daha fazla örselenmesine imkân, fırsat tanınmasın.

Tarihin yorumu = 7 Haziran 1866

Anadolu'da bir ilk: Aydın-İzmir Demiryolu

Aydın–İzmir arasındaki 130 kilometrelik demiryolu hizmete girdi. 7 Haziran 1866'da açılışı büyük bir merasimle yapılan bu demiryolu, Osmanlı döneminde Anadolu'da inşa edilen ve hizmete sokulan ilk demiryolu işletmesidir.

Osmanlı döneminde, bu tarihten evvel de çeşitli merkezlerde demiryolu işletmeciliği ve ulaşımı vardı. Ancak, bunların tamamı Türkiye ve Anadolu sınırları dışında kalıyordu. Meselâ: 1856'da hizmete giren Kahire–İskenderiye Demiryolu ve yine aynı yıllarda inşa edilen Köstence–Tuna ile Varna–Rusçuk Demiryolu İşletmeleri gibi...

* * *

Aydın–İzmir Demiryolu hattının inşasına 23 Eylül 1856 tarihinde başlandı. Hattın inşaatını bir İngiliz firması üstlendi. İki ülke arasında yapılan sözleşmeye göre, bu 130 km'lik inşaat dört yılda bitirilmesi gerekiyordu. Ancak, planlanan işin bu kadarlık bir süre içerisinde tamamlanamayacağı ertesi yıl anlaşıldı. Bu sebeple, hattın inşası yeni bir konsorsyiuma devredildi. İçinde yine İngiliz firmalarının da bulunduğu bu yeni konsorsiyuma "İzmir'den Aydın'a Osmanlı Demiryolu Kumpanyası" ismi verildi.

* * *

İngilizler, Anadolu'da en çok bu bölgeyi önemsiyordu. Sebebi şuydu: Gayr–ı müslim unsurlar, başta İzmir olmak üzere en çok bu yörede yaşamaktaydı. Yekûnu yüz binleri geçiyordu. Ayrıca, İngiltere'nin ihtiyacı olan altın değerindeki tarım mahsülleri ile maden ürünleri bakımından burası bir nevi cennet gibiydi. İzmir Limanı ise, bütünü bu ürünlerin sevk edilebileceği tek ve en büyük liman hükmündeydi.

Vaktiyle Osmanlı'dan birtakım ticarî imtiyazlar koparan İngiltere, bu kozu sonuna kadar kullanmak ve Anadolu coğrafyasından en kârlı şekilde yararlanmak istiyordu.

* * *

Aydın–İzmir Demiryolu daha yapılmadan evvel, İzmir'de ithalat–ihracat işleriyle uğraşan 1060'tan fazla İngiliz tüccarı vardı.

Ancak, iç bölgelerde limana kadar yapılan ulaşım hizmetleri çok zor ve bir o kadar da masraflıydı. Hemen her şey devlerin sırtında, yahut öküz arabalarıyla limana taşınıyordu.

İşte, bölgede bir demiryolunu inşa etmenin en önemli saiklerinden biri de bu derece zor şartlarda yapılan ulaşım hizmetlerini kolaylaştırmak ve ticaret hacmini arttırmaktı.

Osmanlı hükümeti ise, iç bölgelere asker sevkiyatında, nakliye ve ulaşım hizmetlerinde ve bilhassa zaman zaman başgösteren iç isyanların bastırılmasında büyük kolaylık sağladığı için, demiryolu inşasına sıcak bakıyor ve bu sebeble yabancı firmalara bazı imtiyazlar veriyordu.

NOTLAR

1) Bir başka İngiliz şirketi tarafından, yine aynı yıllarda İzmir–Turgutlu–Afyon demiryolu hattı ile Manisa–Bandırma arasındaki 98 km'lik demiryolu hattı inşa edildi.

2) Yüz kırk yıllık İzmir–Aydın demiyolu hattının rayları, ilk kez 1958'de değiştirilerek yenilendi. Bu yıl, 20 milyon dolarlık bir bütçe ile rayları tekrar yenileme ve bu demiryolu hattını modernize etme (160 km hıza müsait olacak şekilde) çalışmalarına başlandı.

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

İnsan topluluk karşısında neden heyecanlanır?



Antrenörlerin dikkatine!

İnsan duygu taşıyor. Onun için korkuyor, seviniyor, heyecanlanıyor, utanıyor, sıkılıyor vs. Bu fıtrî duygulara karşı, “korkma, sevme, heyecanlanma, utanma, inat etme” demek, olmaz. Önemli olan bu duyguların nasıl kullanılacağını bilmektir.

O zaman önce bu duygularla bir tanışmak gerekmektedir.

Topluluk karşısındaki yaşanan heyecan için, “Neden?” diye sorduğumuzda, pek çok sebep ‘neden’ olabilmektedir.

Herkesin hayat bileşenleri farklı farklıdır. İnsanı etkileyen etkenler de değişiyor. Birisi için var kabul edilen bir heyecan faktörü, diğeri için değişiyor. Tabiî topluluk karşısında heyecana sevk eden ortak sebepler de var.

Meselâ bunlardan belki de en önemlisi ve belirleyici olanı 0-6 yaş dönemi çocukluk yıllarıdır. Bu dönem, antrenör ve antrenör yardımcısı eşliğinde, ne kadar yoğun antrenmanlarla geçirilmişse, o nispette hayata karşı hazırlık yapılmış olunacaktır.

Çocuk oyunundadır

Hayat antrenmanlarının yapıldığı ilk merkez ailedir. Çocuk nasıl antrenman yaparsa, hayatı da öylece yaşayacaktır.

Onun için çocuklar oyunlarındadır. Çocuk bebeğiyle nasıl oynuyorsa, ona ne diyorsa muhtemeldir ki hayatı da öyle yaşayacaktır. Dolayısıyla çocuğun hayata ilk dokunduğu yer, evidir ve oyuncaklarıdır. Onun için balkondan atacağınız bebeği için çocuk, kendisi atılmış kadar tepki verecektir.

Evde söz hakkı alan, görüşü dikkate alınan, önemsenen ve makul isteği yerine getirilen çocuk, varlığının bir anlam ifade ettiğini fark edecektir. Ya da tam tersi bir durum ortaya çıkacaktır. “Benim görüşüm alınsa da alınmasa da, bir önemi yok” yaklaşımı, çocuk için bir yıkımdır. Ve hayat boyu çocuk bu izleri üzerinde taşıyacaktır.

Önce ‘yapamam’ inancını yıkmak gerekiyor

İnsan bir emri ne kadar çok duyarsa, onun gücüne o nispette inanıyor.

Yıllarca olumsuz, negatif cümle ile (mümkün değil, yapamazsın, başaramazsın..) uyarılmış olan bir insan, bu uyarılardan daha çok sayıda ve nitelikte olumlu, pozitif cümle kurmalıdır ki (mümkün, neden olmasın, yaparım..) ortaya olumlu, pozitif bir sonuç çıkabilsin.

Yapamayacağına inanan için yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Önce bu algının değişmesi gerekiyor.

Hakikaten topluluk karşısında konuşurken veya soru sorarken, bizi heyecana sevk eden duyguyla tanışmamız gerekmektedir.

Çoğu zaman kendimize yaptığımız olumsuz, negatif, bozuk, kirli cümleler yapabileceklerimizi bile olumsuzlaştırıyor.

Her insanın güçlü olduğu bir nokta mutlaka vardır. Bu kendisine verilmiş kabiliyetlerdir. İnsan önce bunu fark etmelidir.

Böyle bazen en yakınımızdan da gelebilen ve dünyamızda çok ciddî hasarlar bırakan veya nice hayatların sönmesini netice veren cümleler, hep kendimizi korumamaktan kaynaklanmaktadır.

O zaman önce, beden ve ruhsal dünyamızın çevresine bir güvenlik koridoru (bariyer) oluşturmak gerekmektedir. Ta ki bize gönderilen cümle önce buraya çarpsın, ondan sonra biz bizim için faydalı bir unsur varsa alalım, yoksa zararlı ise, yıkıcı ise bırakalım orada kalsın.

Bizi olumsuzlaştıran, negatifleştiren kirli cümleler, kirli telkinler, kimden ve ne suretle gelirse gelsin, aynen iade etmek gerekmektedir. Bu, ben yıkıcı eleştiriye kapalıyım demektir.

Topluluk, bir güç merkezidir

Kabul edelim ki topluluk bir güç kaynağıdır (sinerji). Birey dâhi de olsa topluluktan daha güçlü olamaz. Buna şahs-ı manevî de diyoruz.

Topluluğa karşı yapılan konuşmalardaki heyecan faktörü, topluluğun bu gücünün bir sonucudur. Topluluğun bu gücünü yok farz eden, onları ciddiye almayan, onların bir değer taşıdıklarını düşünmeyen ilgili, haliyle topluluğun, kendisi hakkında negatif iç konuşmalarına muhatap olacaktır. Bu da onun hayat ritmini bozacaktır. Hayat ritmi bozulunca bu konuşma ritmini etkileyecek ve başarılı bir sonuca ulaşamayacaktır.

Güç, farkına varıldığında ve anlamlı olarak kabul edildiğinde faydalı bir unsur haline dönüşüverecektir.

Hiç kimse mükemmel değil

“En iyi iyinin düşmanıdır” derler. En iyinin sınırı bitmez. Çünkü her zamanın bile en iyi tanımlaması farklıdır. Bu noktada ölçü, “Ben bana düşeni yaptım.” vicdan rahatlığıdır.

Yanlış bir şey yapmadığınızı düşünüyorsanız, utanılacak bir şey yapmadığınıza inanıyorsanız, bir suçluluk psikolojisi içinde kendinizi suçlamanıza gerek yoktur.

Hatta öğrenmek amaçlı kaldırılan parmaklar, konunun uzmanından pek çok değerli ve güç elde edilmiş birikimi (bilgiyi) transfer etme, elde etme operasyonudur. Bilgiye kolayca ulaşma yoludur parmak kaldırmak.

Her şey birey içerisinde olup bitiyor. Kendinizi kontrol ettiğinizde, mesele bitiyor. Çünkü insanları kontrol etmek pek de mümkün değil.

Sen sana düşeni yap ve keyfine bak. Çünkü ne yaparsan yap, her faaliyetin tenkit edilecek bir tarafı mutlaka olacaktır. Ama her tenkit de bir fırsattır.

Belki de en önemli bir unsur olarak, nokta-i istinad ve nokta-i istimdadı unutmamak gerekiyor. Kendimize değil, her şeye gücü yetene, güvendiğimize dayanmalıyız. O zaman heyecanımız da haddinde kalacaktır.

Yine de bir sonucu kaybettiğimizde ondan alacağımız dersi de kaybetmemeliyiz.

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Ahmet Haşim’in “O belde”sinde



Lise yıllarında “Merdiven” şiiri dolayısıyla kendisini tanıma imkânı bulsam da, daha çok “O Belde” şiiriyle üniversite yıllarında ilgimi çekti. Evet; zor anlaşılan ve oldukça ağır terkiplerle kurulan bu şiirdir, beni Ahmet Hâşim’e yaklaştıran. Hele ki, dünyayı algılama biçimimizi sorguladığımız, idealizmimizin doruk noktaya ulaştığı ve kanımızın deli aktığı o dönemde, “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz” mısrasının içimde uyandırdığı duygu anaforunun o doyumsuz tadı, kalbimin en mutena köşesinde hâlâ yerini korur.

Düşünüyorum da; pozitivist bir duyarsızlığın kol gezdiği ve duyguların alabora olup aklın maddeden yana tavır almaya zorlandığı bu “efsunlu” çağda, ortaya çıkan değer anarşisine karşı “O Belde” şiiri, sanki ıztırabımın tamamını sayıklayan duyarlı bir ney üflemesi gibi sarmıştı yüreğimi. Nitekim ulvî duyguların yerine süflî duyguların revaçta olduğu bir tabloda, vurdumduymaz ve bir o kadar sorumsuz bir neslin yuvarlandığı boşluğu gören gözlerime en çok yakışan duygudur melâl. Belki de gittikçe eksik kalan en insanî yanımızdır. Ve bu duygu, “Sana yalnız bir ince tâze kadın / Bana yalnızca eski bir budala / Diyen bugünkü beşer / Bu sefîl iştihâ, bu kirli nazar / Bulamaz sende, bende bir ma’nâ” türünden düşüncelerle; maddeci ve kapitalist zihniyetin tasavvur ettiği kadın düşüncesinin ağır bastığı, süfli aşkların vitrine çıktığı, tüketim çılgınlığının insanları paraya esir ettiği, haktan yana tavır alanların budala sayıldığı, nefsanî arzu ve şehevî duyguların yönlendirdiği düşüncelerin hemen her şeyi mânâsızlaştırdığı hayat panoramasına âdeta bir manifesto hükmündedir. Sessiz de olsa, bir tepki koyma biçimi ve bir kabul etmeme duruşudur.

O Belde şiiri sadece karamsar bir ruh hâlinin vehimleri değil. Zira “Hazanda Bülbül” şirinde geçen,“Bir gamlı hazanın seherinde / Israra ne hâcet yine, bülbül! / Bil, kalbimizin bahçelerinde / Can verdi senin söylediğin gül! / Savrulmada gül şimdi havada / Gün doğmada bir başka ziyâda...” mısraları da, O Belde’de olduğu gibi, değişen medeniyet anlayışımız, dünya görüşümüz ve dahi bizi biz eden değerlerimize yabancılaşma trajedimize yakılan hisli bir ağıt hükmündedir. Sahi, “Gül Muhammed teridir” diyen medeniyet anlayışının yerinde yeller esmiyor mu? Gül, ne oldu da böylesi ulvî bir mânâ ile girdiği edebiyatta süflî aşkların malzemesi konumuna düşürüldü? Söz gelimi, Nakkaş Sinan tarafından çizilen portrede, Fatih’in elinde nazlı nazlı salınan gülün sembolize ettiği medeniyet anlayışı ile Orhan Veli’nin İstanbul’u Dinliyorum şiirinde şarkılar, küfürler ve lâf atmaların muhatabı olan kadının elinden yere düşen gülün sembolize ettiği medeniyet anlayışı arasındaki fark neydi?

Lise yıllarında henüz cicili bicili olmayan kitaplarda gördüğüm “Merdiven” şiiri, sanırım şimdi daha da anlamlı geliyor bana. Ne bileyim, “Eğilmiş arza kanar, muttasıl kanar güller / Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller / Sular mı yandı neden tunca benziyor mermer?” türünden ifadeler, eski zamandan kalma nadide değerlere kanayan “melâl” sahibi bülbüllere bir nev'î şefkat sayıklaması algılanabilir. Çünkü artık bülbüllerin hayata tutundukları dallar alev kesilmiş ve bu durum bülbüllerin yüreğini aralıksız kanatmaktadır. Yaşanan gerçeklik o kadar acıdır ki, insan kabul etmese de bir tükenişin acı çığlığı tadında, insana “Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta / Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta” mısralarını söyletir.

Evet, bu vesileyle 4 Haziran 1933 tarihinde ölen Ahmet Hâşim’i, 75. ölüm yıl dönümü dolayısıyla rahmetle anıyoruz…

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Gerçek demokrasi



Evvelce asker tarafından deruhte edilen darbe yapma işinin son dönemde yargıya devredildiği konuşulur ve tıpkı asker gibi yargının da eleştiriden kesinlikle haz etmeyen duruşu her fırsatta açığa vurulurken, gelişmiş Batı demokrasilerinde durum çok farklı.

TCK’nın hakareti cezalandıran 301 ve 125. maddeleri, yargı kurumlarına ve mensuplarına yönelik en sıradan eleştirileri dahi susturmak ve cezalandırmak için harıl harıl işletiledursun...

Ve yargıya intikal etmiş konularda, kamuoyuna mal olduğu halde ya baştan yayın yasağı konularak veya bir yasak olmamasına rağmen “yargılama sürecini etkileme” suçlaması ile açılan soruşturma ve dâvâların ardı arkası gelmezken...

Yahut Anayasa Mahkemesinden çıkan bir karar sonrasında herkesin, bütün kurum ve bireylerin hiç tartışmadan ve itirazsız o karara uymak mecburiyetinde oldukları iddia edilirken...

Batıdaki durum çok farklı.

Meselâ Amerikan filmlerinde hep görüyoruz:

Öyle dâvâlar oluyor ki, kamuoyunda aylarca tartışılıyor; taraflar oluşuyor; mahkemenin şu veya bu istikamette karar alması için kampanyalar açılıyor; açık hava toplantıları ve gösteri yürüyüşleri tertipleniyor; pankartlar taşınıyor; lehte veya aleyhte bütün fikirler açık bir şekilde sonuna kadar dile getirilip kıran kırana tartışılıyor.

Bütün aşamalarında halkın bilgi ve katılımına açık olan yargılama sonunda verilen karar bir kesimin adalet duygusunu zedelediği takdirde, bu da açık ve özgür bir şekilde dile getiriliyor.

Verilen karar eleştiriliyor, tartışılıyor, sonraki aşamalarda da aynı dikkat ve duyarlılıkla takip ediliyor, kararın istenen yönde düzeltilmesi amacıyla kamuoyu oluşturma ve iz sürüp yeni deliller bulma çabaları aralıksız sürdürülüyor.

Ama hiç kimse kalkıp da bütün bunlarla yargılama sürecine müdahale edildiği ve mahkemenin etkilenmeye çalışıldığı gibi bir suçlamaya yeltenmiyor. Aksine, yargı sürecinin kamuoyu katılımına bu derece açık olması ve şeffaf bir süreçte yürümesi demokraside ulaşılan merhalenin ifadesi ve tezahürü olarak yorumlanıyor.

Şu günlerde yine Amerika’da konumuzla çok yakından ilgili enteresan bir gelişme daha oldu.

California eyaletinde eşcinsel evliliğine izin veren bir kanunun yüksek mahkeme tarafından da onaylanması üzerine harekete geçen insanlar, düzenlemeyi referandum yoluyla iptal ettirmek için 700 bine yakın imza topladılar. Şimdi nihaî kararı referandum yoluyla halk verecek.

İşte gerçek demokrasi bu. Son söz halkın.

Öteden beri söylenir: Amerika’nın dünyadaki politikaları, tamamen sömürü ve hegemonya odaklı. Ama kendi içinde uyguladığı sistem, tıpkı Avrupa gibi, zaman içinde farklı kesimlerin çatışma ve mücadeleleriyle varılan uzlaşmalar sonucu, etap etap geliştirilerek bugünkü şekline getirilen, bilhassa birey hak ve özgürlüklerinin iyice yerleşip özümsendiği bir demokratik sistem.

Gerçi 11 Eylül, bu sistemin dışarıdan gelen Müslümanlar açısından ciddî şekilde zedelenmesine yol açtı, ama yine de bina edildiği temeller sağlam olduğu ve özellikle yerli Amerikan halkına bakan yönüyle büyük ölçüde ayakta durduğu için, başarıyla işlemeye devam ediyor.

Tabiî, kapitalist sistemden kaynaklanan hastalıkların ve manevî çözülmenin getirdiği sorunların bu demokrasiyi de içten içe çürütüyor ve çökertiyor olması, hadisenin ayrı bir vechesi.

Ahlâksızlığın, eşcinsel evliliği yasalaştıracak kadar gemi azıya alması ve üstelik bu durumun yüksek yargıdan vize alması karşısında toplumun “Bu iş bitti” deyip teslim bayrağı çekmek yerine, örnek bir duyarlılıkla harekete geçerek referandum yolunu açması ise, kıyamet alâmetlerinin çoğaldığı bir dünyada gelecek için ümit verici.

Amerika’nın kendi içerisinde uyguladığı demokrasiden hem toplum olarak, hem de sistem olarak almamız gereken çok önemli dersler var.

AB’den olduğu gibi...

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sular yukarı aksın!



Önce kısa bir özet: Türkiye Büyük Millet Meclisi bir anayasa değişikliği yaptı ve bu değişiklik üniversitede uygulanan başörtüsü yasağını sona erdirmeyi hedefliyordu. Değişiklik yapılırken ‘Bu yolla yasağın sona ermeyeceği’ şeklinde çeşitli ikazlar yapılmıştı. Fakat nihayetinde TBMM bu yönde karar verdi, Anayasa’nın bazı maddeleri değiştirildi.

Bu değişikliğe CHP itiraz etti ve konuyu Anayasa Mahkemesi’nin gündemine taşıdı. Anayasa Mahkemesi, 5 Haziran Perşembe günü aldığı kararla TBMM’nin yaptığı anayasa değişikliğini iptal etti ve yürütmenin de durdurulmasını istedi. Şu anda bu karar enine-boyuna tartışılıyor.

Karar açıklanmadan önce çok değişik yorumlar yapıldı. Hukukçular, mahkemenin sadece ‘şekil’ yönünde değerlendirme yapabileceğini, ‘esas’a girmeye hakkı olmadığını ve dolayısı ile TBMM’nin yaptığı anayasa değişikliğini ‘iptal’ edemeyeceğini söylüyordu. Ki, Anayasa Mahkemesi’nin ‘raportörü’ de bu yönde rapor yazmış, görüş bildirmişti.

Kamuoyu ise daha önce ‘olmaz’ denilen kararlara imza atıldığını gördüğü ve bildiği için endişeyle bekliyordu. Neticede ‘endişe’ gerçek oldu ve ‘olmaz’ denilen bir karara daha imza atıldı, tıpkı meşhur “367 şartı” gibi...

Karar açıklanmadan önce olduğu gibi, açıklandıktan sonra da tartışma sürüyor. En başta hukukçular karara itiraz ediyor. Millet ekseriyetinin ne düşündüğü de zaten ortada. “Millete soran mı var?” diyenler olabilir. Belki bu karar sorulmuyor, ama neticede bir noktaya gelindiğinde ‘sandık’ marifetiyle bu konu dolaylı olsa da millete sorulmuş olacak. Milletin bu ve benzer kararları kabul etmediği hem geçmişte görülmüş, hem de bundan sonra da ömrü olan görecek.

Hukukçu değiliz, ama dünya âlemin bildiği gibi ‘mahkeme’nin ‘kanun yapıcı’ olmadığını biz de biliyoruz. Bu şekilde kararlarla TBMM’nin ‘kanun yapma, anayasayı değiştirme yetkisi’ en azından sınırlanmış oluyor. Bunu âdil ve hukukî bulmak mümkün değildir.

Her zaman olduğu gibi ‘fildişi kuleler’de yaşayanlar, son kararı da sevinçle karşıladı. Bazı gazeteler, “Türbana son nokta”yı koydu. (Cumhuriyet, 6 Haziran 2008) Hemen ifade edelim ki, bu kararla ‘başörtüsü’ konusunda son nokta konulmuş olmuyor. Eğer ‘son nokta’dan “Artık başörtüsü yasağı ilel-ebed devam edecek. Başörtülüler başlarını açacak, yasak gündemden kalkacak. Millet de bunu kabul edecek” şeklinde bir anlam çıkarılıyorsa, bu mümkün değil.

Aksine, bu kararla; yasağın anlamsızlığı ve zorla dayatılamayacağı bir defa daha görülmüş olacak. Millet iradesine dayanmayan kararların uzun dönemde ‘tashih’ edildiği görülecek.

Alınan karar, millet vicdanında makes bulmamıştır. Elbette Anayasa Mahkemesinin bir üst mahkemesi olmadığına göre kararın gereği yerine getirilecek, ama bir yandan da bu krizin aşılması için çalışmalar yapılacak. ‘Şer’ görülen işlerde de bir ‘hayr’ yönü olduğunu kabul ettiğimize göre, bu karardan da netice itibarıyla bir ‘hayr’ çıkabilir. Ümit edelim ki; yeni, sivil ve bütün Türkiye’yi kucaklayan, milletin de sahip çıktığı bir anayasa gündeme gelsin. Siyasî iktidarın yapması geren ilk iş bu olsa gerek. Ertelenen ve ötelenen ‘demokrasi paketleri’ artık raftan insin, daha hür, daha demokrat, daha âdil bir ülkeye kavuşalım.

Bütün dünya mahkemeleri bir araya gelse ve “Sular tersine akacak!” diye karar alsa; bu karar gereği sular, dereler, çaylar, ırmaklar, nehirler ‘yukarı/tersine’ akabilir mi?

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Demokratik devlet”e yakışmıyor…



Anayasa Mahkemesi’nin Anayasanın iki maddesindeki düzenlemeyi “iptali”, yasadışı dayatılan yasağın yasayla kaldırılması yanlışlığını bir defa daha ortaya çıkardı. “Yasakçılar”ca âdeta “yasallaştırma” istismarına fırsat verdirdi. Bunlar daha çok tartışılacak; ancak “karar”ın bizatihi demokrasiye, hukuka ve Anayasaya aykırı olduğu ortada…

Doğrusu, kamuoyunda Mahkeme’nin Meclis’in yaptığı değişiklikleri “iptal” edemeyip, daha önce Yüksek Öğretim Kanunu Ek-17’de olduğu gibi “gerekçesi”ndeki yorumla yeniden yasaklama yollarına başvuracağı beklentisi vardı.

Lâkin Mahkeme’nin göz göre göre Anayasaya aykırı olarak Meclis’in büyük bir ekseriyetle çıkardığı kanunu esastan inceleyip “iptal” etmesi, her şeyden önce Anayasa’yı devre dışı bıraktırdı. Dahası, yasama yetkisini Meclis’ten alıp yetkisine katmakla, Türkiye’de ciddî bir hukuk ve millî hâkimiyet yetkisi ihlâl etti.

Zira Anayasa Mahkemesi’nin “görev ve yetkileri”ni belirleyen Anayasa’nın 148. maddesi, Anayasa Mahkemesi’nin kanunları, kanun hükmündeki kararnâmeleri ve Meclis İçtüzüğünü “şekil ve esas bakımından Anayasaya uygunluğunu denetleyeceği”ni belirtirken, Anayasa değişikliklerini “sâdece şekil bakımından inceleyip denetleyebileceği” hükmünü getirmiş.

Bu açıdan hukukçulara göre, Anayasa’nın başındaki “değiştirilemez ve değişmesi dahi teklif edilemez” maddelerini bahane ederek, “değişiklikler”in bunları kapsadığı yakıştırmasıyla yapılan bu iptalin öncelikle Mahkeme’nin “görev ve yetkisi”ni aşması olarak görülmekte…

YASAMA YETKİSİ DEVREDİLEMEZ

Meclis’in Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yaptığı değişiklikler ortada. Bunlarda doğrudan ya da dolaylı olarak “laikliği” ihlâl eden ya da ilgilendiren herhangi bir husus yok. Daha önce zaten metinde yer alan “kanunlar önündeki eşitliği” daha bâriz bir biçimde tahkim vurgulanıyor. “Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” cümlesi, “Kimse, kanunda açıkça yazılı olmayan hiçbir sebeple eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz” ibâresiyle daha açık bir biçimde takviye ediyor.

Buna göre daha önce Anayasa’ya şekil ya da esas bakımından aykırı olamayan bu iki maddedeki mezkur düzenlemenin Anayasa’nın “laiklik ilkesine aykırı” olduğunun ileri sürülmesi, alâkasız bir ilinti kurmakla, arkadan dolanarak “Anayasaya aykırılık” perdesinde “Anayasa hükmünün çiğnenmesi”nin açık bir örneği olmakta.

Keza Anayasa’nın ikinci maddesindeki “laiklik ilkesi”ne aykırılık iddiasıyla Mahkeme’nin bu Anayasa değişikliklerini “esas” bakımından incelemesi, Anayasanın “yasama yetkisi”ni hükme bağlayan 7. maddesine de açıkça tezat teşkil etmekte.

Çünkü yine Anayasanın 6. maddesine göre, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir; Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.” Ve devamındaki 7. maddede, “yasama yetkisi Türk milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir; bu yetki devredilemez” kaydı getirilmekte.

Bu esasa bütünüyle muhalif olarak, Anayasa’nın açık hükmüne rağmen, millet irâdesinin temsilcisi Meclis’in kararının yok sayılması, yargıçların yetkisini aşmasıyla Parlamento’nun üstüne yetki istimaline varmakta. Bu istismarla Parlamenter demokratik sistem üzerinde doğrudan bir vesâyet gölgesini düşürmekte…

BÖYLE BİR UCûBE OLUR MU?

Bu durum, Meclis’in uhdesinde ve yetkisinde olan anayasal değişiklikler dahil, başörtüsü ve benzeri laiklikle irtibatlandıralacak bazı konularda karar alamayacağı, anayasa ve yasaları değiştiremeyeceği gibi demokrasiye hiç yakışmayan bir zihniyetin tepeden inme emr-i vakisini gündeme getirmekte…

Sormak lazım; Anayasa Mahkemesi, sözkonusu iki maddedeki ibârelerin daha belirgin ifâdelerle vurgulanmasından ibâret olan değişiklikleri “esas”tan ele alıp “iptal” etmesiyle, açık bir biçimde Meclis’in yetkisini kullanmış bulunuyor. Bu “karar”, yine Anayasanın 6. maddesinin sonundaki, “Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz” hükmünü hiçe sayıyor…

Dahası, Anayasaya göre millet irâdesinin temsilcisi olan Meclis’in “yasama yetkisi”ni kullanırken, her halûkârda yargının tasvibini alması gerektiği bir çıkmaza sürüklemekte. Yasaları, hatta anayasayı dahi değiştirir ve düzenlerken, yine Anayasa’nın 153. maddesinin açık hükmüyle kanun yapma yetkisi olmayan ve hatta önüne gelen kanun ve kararnâmeleri “kabul” ya da “iptal” ederken “kanun koyucu gibi hareketle yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyen” Anayasa Mahkemesi ve yargıçların onayını alması gibi bir garabeti şart kılmakta…

Böyle bir ucûbe olur mu; ve bu demokratik bir ülkeye yakışır mı?

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

AKP’nin vakti doldu



Dünkü Vatan gibi gazeteler ve yazarları, 411 milletvekilinin oyuyla alınan başörtüsünü üniversitelere münhasıran serbest bırakma kararının Anayasa Mahkemesi tarafından iptalini AKP’nin kapatılma kararının bir mukaddimesi ve hatta erken ilânı oluğunu yazdılar. Bu kararla birlikte süreç netleşmiştir. İkinci adım AKP’nin kapatılmasıdır. İşin kötü yanı Vatan Gazetesinin bazı köşe yazarları rejimi değiştirme teşebbüsünden AKP kurmaylarının yargılanmasını da bekliyor ve temenni ediyorlar. Kanadoğlu da fetvayı bastı ve kararın zımnî olarak AKP’yi kapatma kararı oluğunu söyledi. Esasında, tezleri iflâs ettiğinden AKP kendisini bir yıldan beri kapatmış sayılır. Siyasetin bittiği Türkiye’de AKP’nin üzerinden uzatmanın da uzatması oynanıyordu. AKP’nin de zaten işlevi bitmişti. Tezi olduğunu varsaysak bile bütün tezleri bitmişti. Dolayısıyla kapanan bir yapıya sadece kilit vuruyorlar. Esasında Anayasa Mahkemesi’nin aldığı ve bu yönde alacağı kararlar resmî cenaze merasiminden başka bir şey değil. Geriye defin işlemi kalıyor. AKP kapatılma aşamasında zaten siyasî mevta ve kadavra idi. Onu yaşatan CHP ile sürtüşmesi ve kutuplaşma iklimi ve atmosferi idi. Yine de ANAP gibi halkın kapatması yerine resmî etkili ve yetkili mercilerin kapatması daha iyi. Sebebine gelince, bu onun başarısızlığını örtecek ve dine verebileceği zararı asgarî seviyeye indirecektir. İyi ki böyle oldu. Ya halk bıksaydı ve onların yaptıklarını İslâm’a mâl ederek yüz çevirseydi herhalde daha kötü olurdu. Her şeyde bir hayır var. Bu sadece AKP’nin tabela bazında bitişi değil bir yok oluşudur. Süreç ona doğru gidiyor. Zaten temsil ettikleri kaburgası olmayan düşünce iflâs halindeydi. Bu sürecin hitamında şüphe yok ki CHP de halkın elinden kurtulamayacaktır. AKP siyaseten biterken CHP ontolojik düzlemde yok olacaktır. Onu da halk kapatacaktır. Diyarbakır’da görüldüğü gibi CHP halkın vicdanında bitmiştir ve kapatılmıştır.

***

Tayyip Bey, Madrid’teki konuşmasıyla yaptığı hatanın bedelini ödüyor. Tam da Mustafa Karaalioğlu’nun yazdığının hilâfına oyunun kuralını değiştiren bu konuşma olmuştur. Sözkonusu konuşması her yönüyle yanlıştır. ‘Velev ki siyasî simge’ ifadesi bütün açılardan yanlıştır. Ve bu konuşmayla birlikte kendisinde güç vehmettiği anlaşılmıştır. Ve bu konuşma ve yüzde 47 oy AKP’nin ve kendisinin sonunu getirmiştir. Kimileri ek güç devşirmesiyle ve oyları daha da artırarak bu sürecin aşılacağını öngörüyorlar. Hâlâ anlamadıkları veya anlamak istemedikleri bir husus var. Çözümün sandığın ucunda olduğunu vehmetmeleri. Halbuki oylarını arttırdıkça kriz de aynı oranda tırmanmış ve artmıştır. Belki sadece dengeyi yakalasalardı başka türlü olabilirdi. Alternatifsizliklerinin alternatifinin yaşadıklarımız olduğunu bir türlü kavrayamadılar. Halbuki ihtiyaçları güç kadar itidal ve denge idi. Bunu kavrayamadıkları için güçleri zâfiyete inkılap etti. Sonra İslâmî kesimlerin anlayamadıkları bir mesele var. CHP’nin başörtüsüne atfettiği anlam ile onların atfettiği anlam madalyonun iki ayrı yüzünden ibarettir. 22 Temmuz seçimlerinden sonra yazdıklarıma bakanlar katiyetle göreceklerdir ki; fark devrim ve evrim farkı ve bir başka ifadeyle yasak ve içselleştirme süreçleridir. Sadece CHP sabırlı davranamadı ve bir de öteki tarafın kadrolaşması ürküttü. Dolayısıyla birbirine yaslanan ve istinat eden yapı çözüldü ve çöktü.

***

Bu açıdan başörtüsü üzerinden yapılan kavganın bir anlamı yoktu. İçeriği boş bir kavgaydı. Daha Anayasa Mahkemesi’nin kararından bir iki gün evvel Zafer Üskül, AİHM’nin türbanla derse girmek isteyen iki öğretmeni haksız bulmasına destek verdi: Kamu çalışanları dinî simge takamaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Fatma Karaduman ve Sevil Tandoğan adlı öğretmenlerin başörtüsüyle ilgili yaptığı başvuruya verdiği “ret” kararını haklı bulduğunu söyleyen AKP İstanbul Milletvekili ve TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Başkanı Zafer Üskül, “Benim inancıma göre kamu hizmetinde eşitlik önemlidir. Bu nedenle kamu çalışanları dinî veya etnik inançlarını ortaya koyacak işaret ve simgeler takamaz” buyurdular. Parçalı bir yasağı ve parçalı bir serbestiyi savunuyorlar. Meseleyi vicdanlarında çözüme kavuşturamamışlar.

AKP kendine yakın müesseseleriyle kötü rol modeli oluyor. Ali Müfit Gürtuna ile şahsî veya kadro çatışması içinde olsalar da aynı kültürel havzadan geliyorlar. Sayın Gürtuna’nın eşi ‘oh dünyalar varmış’ diyerek ‘başörtüsü safrasından’ kurtulduğunu ima ediyor. Acaba başörtüsü kendisinden kurtulmuş olmasın. Alın size ertesinde Reha Muhtar’ın köşesinden ‘Reha Muhtarlık’ bir değerlendirme daha: “Serpil Öcalan isimli, Türkiye’nin ilk tesettürlü spikeri ünvanını elinde bulunduran hanımefendi başını açmış, “yeni” haliyle Kanal 7 grubu içindeki “Ülke TV”de program sunmaya başlamış. Benim takıldığım nokta, spiker hanımın başını açması ya da kapaması değil, haberde yer alan bir cümle: “Ülke TV’de Ülke’de Bu Sabah programını yeni görüntüsüyle sunan Serpil Öcalan’ın başını açmasında kişisel tercihinin rol oynadığı öğrenildi.” Haber böyle yazıldığına göre, belli ki Serpil Hanımefendi, “Bu benim kişisel tercihim” demiş bulunuyor. Kusura bakmasın, 13 yıl önce haberleri türbanla sunarak Türkiye’nin ilk tesettürlü spikeri unvanını alan bir hanımefendinin, yine aynı hükümete yakın televizyon grubunda “Şimdi de açıldım... Ne yapayım kişisel tercihim” demesi bana çok manidar gelmekte...”

***

Başörtüsü meselesinde çözümün adresi hiçbir zaman AKP olmamıştır ve ilk günden beridir de böyleydi. AKP ihtiraslarının ve yanlış hesaplarının kurbanı olmuştur. AKP baştan beri yanlış bir tercih idi. Şeffaf olamadığı için dostu da olamamıştır. Ya düşmanı ya da rantiye üzerinden bendeleri vardı. Lütfen aynalara kızmayın, kendinize kızın. Dost acı söyler.

07.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

AYM vicdanları yaraladı



“Şok, şok… Karar bomba etkisi yaptı… Artık türban meselesi bitti… Bundan sonra kimse türbanı ile üniversitelere giremeyecek…” Anayasa Mahkemesinin kararı bazı (!) televizyonlarda böyle duyuruldu. Bir takım çevreler halktan çekinmeseler bu karara “Yaşasın artık başörtülüler üniversitelere giremeyecek” diyerek zil takıp oynayacaklar. Anayasa Mahkemesi, Meclis’te grubu bulunan AKP, MHP ve DTP’li milletvekillerinin 411 evet oyu ile yasalaşan başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini iptal etti ve yürürlüğünü durdurdu. Mahkeme kısa açıklamasında şöyle dedi: “9 Şubat 2008 günlü 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun’un 1. ve 2. maddeleri, Anayasa’nın 2, 4. ve 148. maddeleri gözetilerek iptal edilmiştir. Ayrıca yürürlüğü de durdurulmuştur…”

Kararın gerekçesi henüz açıklanmış değil. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, “Bu bir mahkeme kararı. Gerekçelerini görmek gerekir. Gerekçeyi görmeden değerlendirme yaparsanız, yanlış olur” dese de bu iki cümlelik açıklama değişmeyecek, yasakları kaldırmayacak.

Mevcut Anayasanın 148. maddesinde, “Anayasa Mahkemesi kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve TBMM İçtüzüğü’nün Anayasa’ya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler” denilmesine rağmen yüksek mahkeme anayasa değişikliklerini “şekil” yönünden değil, “esasa girerek” reddetti. Hatırlanacağı üzere, Anayasa Mahkemesi Raportörü raporunda mahkemenin “esasa giremeyeceğini” söylemişti.

Peki bu karar ne demek? Prof. Ergun Özbudun’un deyimiyle bu kararla TBMM’nin Anayasa değişikliği yapma hakkı elinden almıştır. Bu kararla bundan sonra anayasa değişiklikleri, “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddelerle kapsamına” sokulacaktır. Dolayısıyla Meclis’in yetkileri bu kararla kısıtlanmış oldu. Kuvvetler ayrılığı zedelendi.

Adına isterseniz AKP Diyarbakır Milletvekili Abdurrahman Kurt dediği gibi “cüppeli darbe” deyin, isterseniz TBMM İdare Amiri Adıyaman Milletvekili Hüsrev Kutlu’nun söylediği gibi “Hakim oligarşisi” deyin karar hukukî olmaktan uzaktır, siyasî bir karardır. Anayasa Mahkemesi 148. maddeye ters düşerek Anayasa’yı ihlâl edilmiştir. Özeti budur.

* * *

Bu arada şu bilgiyi de vermek lâzım. Bir süreden beri asker konuşmuyor, hep yargı konuşuyordu. Mahkemenin kararı ile ilgili Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, “Malûmun ilânıdır” dedi. Hava Kuvvetleri Komutanı Aydoğan Babaoğlu ise “Karar gökyüzünden nasıl görünüyor?” sorusuna “İyi görünüyor. Malûmu ilân ettiler. AİHM’nin kararları var. Başka bir şey çıkması anormal olur” cevabını verdi. Bu sözler askerin meseleye bakışını gösteriyor.

* * *

Bu karar şüphesiz ki, AKP’nin kapatılma dâvâsında da olumsuz yönde etkiyecek. Ama bu karar bir partinin kapatılmasından çok bütün Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Yıllardır on binlerce mağduriyet oluşturan başörtüsü yasağı bir çıkmaza sokulmuştur. Demokrasi, hak ve hürriyetler daha ileriye gitmesi gerekirken daha geriye götürülmüştür. Yasaklı Türkiye imajı iyice perçinlenmiştir. Yanlışlarla başlayan bir süreç, yasakçıların eline koz vermiştir. “411 el kaosa kalktı” diyenlere sormak lâzım: Kaos milletin vekillerinin kararı mı, yoksa Anayasa Mahkemesinin karar mı? Anayasa Mahkemesi “tarihî kararları”ndan birisini vermiştir. Bu tarihî karar milletin vicdanını yaralamış ve bu haliyle de tarih sayfalarında yerini almıştır. Halk gerektiğinde de cevabını verecektir. Hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Artık söz bitmiştir. Çözüm özgürlükçü, sivil, kuvvetler ayrılığı prensibini yerli yerine oturtacak yeni bir anayasadadır.

07.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır