"Gerçekten" haber verir 09 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

Bu sırrı kim çözebilir?



Bazen öyle anlar olur ki, o ânı yıllara değişmez insan. Küçücük bir şey, bir ses, belki de hayatımızı yeniler, tazeler.

Martı sesinden denize yaklaştığınızı anlarsınız ya, işte öyle bir şey. Olağanüstü bir ânın içine doğru çekildiğinizi hissedersiniz o zaman. Hayal değil gerçektir hepsi. Ama susarsınız, çünkü yaşadıklarınızı anlatmaya kelimeler yetmez.

Gerçekten yaşamak için, gafletten uyanmak gerekir. Bu imkânı bulan ve yakalayan; değişir, olgunlaşır. Yeniden doğuşun sırrına ulaşır. Sararmış otların baharı beklediği gibi, Rahman’ın rahmetini bekleyenlere cevap gelmekte gecikmez. Ve insan; “zamanı gelince” diye bir şey yoktur, bunu bir daha yakînen anlar. Ne yapacaksa şimdi, şu an yapmalıdır. Gecikmek, elleri kirli dev anasıdır. Dünyamızı ve diyarımızı terk etmelidir.

Balığın suya, kuşun maviye, gözün ışığa acıktığı gibi kalbimiz de sevgiye acıkır. Kalpler, sahibini özler. Kalpler ki, ancak O'nu (cc) anmakla tatmin olurlar. Hayatın gerçek tadını, O'nu anmakta bulurlar.

Sonra bir soru takılır aklına, saniyeler su gibi akıp gider o sorunun cevabının peşinden. Bir fecir vakti, odanızın penceresinden kâinatın uyanışını seyredersiniz, neşeyle ve coşkuyla. Birazdan koca bir şehir uyanacak, insanlar gerine gerine yataklarından kalkacak. Siz ise, günü erkenden karşılamanın sevinç ve huzurunu tâ içinizde duyacaksınız. Bir sabah vakti...

Çocukça sorular soracaksınız belki; “Güneş şimdi acaba nerede? Hangi şevkle, hangi ümitle doğacak bugün? Ne bekliyor acaba, hizmetine karşılık bizden? Altın ışıklarını birazdan üzerimize doğru serperken, duâyla mı karşılanmak ister?” Yıldızlar ise, şahit olan göklerin şehadet kelimeleri olan yıldızlar. Uzak, çok uzaktaki yıldızlar; “Ne yer, ne içerler, ışıkları nereden gelir, nasıl gezerler. Sema denizinin bu nuranî balıkları, hiç acıkmazlar mı?”

Hayaliniz birden denizlere de dalıp gidebilir o an. Belki de, “Balıklar rüya görürler mi acaba?” diye düşünürsünüz. Bir ses; “Balıklar rüya görmezler, denizler o kadar güzeldir ki...” der.

Ve siz binlerce sorunun arasında dalıp gitmişken, güzel sesli bir müezzinin okuduğu Sabâ makamındaki ezan-ı Muhammedî (asm) sizi sarsar, daldığınız tefekkürden uyandırır.

Hayret, ellerinizi dayadığınız mermerin soğukluğunu bile hissetmemişsiniz onca zaman... Serin seher rüzgârının yüzünüzü okşayışını da fark etmemişsiniz. Ve dâveti alır almaz seccadenize doğru yürürken; dudaklarınızda bir ezan duâsı ve ardından Necip Fazıl Kısakürek’in şu mısraları dökülür:

“Beni kimsecikler okşamaz madem;

Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!”

Ve işte insan bu sırrın peşine düştü mü o sabahlarda, içinin yıkandığını görür o masmavi sularda. Haydi der bir ses, haydi, kaldır ellerini; hasretle, muhabbetle ve bin iştiyakla “Allahu Ekber.” Selâm verip namazı bitirdiğinizde yine tefekküre dalıp, başınızı secdeden kaldırmadan duâya sarılırsınız; Sen ki, nimetlerini ücretle vermeyen, parayla satmayansın. Lütuf ve ihsanını başa kakmayan, akılları bulandırmayan, kalpleri usandırmayansın. Bu kadar muhtacın, bu kadar çok isteği, Senin sonsuz hazinenden hiçbir şey eksiltmez. Sen öyle Ganî, öyle cömertsin. Ey duâ edenlerin duâsı kendisini asla usandırmayan Allahım, Senin lütuf ve kerem elin, herkesin elinin üzerindedir. Allahım duâmı cevapsız bırakma. Hz. Muhammed (asm) ve mübarek nesline salât eyle. Duâlarımı kabul ederek elimden tut. Şüphesiz Sen, rahmeti geniş, keremi bol olansın. Rahman’sın. Sübhane Rabbiye’l-A’lâ’sın.”

Secdede sarsıldığını hissedeceksin derinden, belki de bunu duâlarının kabulüne bir işaret bileceksin. Düşünmek, fikretmek, eskilerin tabiriyle ‘tefekkür’ etmenin değerini bir kez daha anlayacaksın bu sabah. İnsanın düşünmek için, ibretle seyretmek için yaratıldığına o kadar çok delil var ki... Saymakla bitmez.

O güzel düşüncenin sonu nice bin hayır ile çoğala çoğala büyüyecek. Ellerin nur dolacak, yüzün gözün ışıl ışıl pür nur olacak. Güneşi içinde hissedeceksin o sabah.

Şeytan, Rabbinle arana girip parazit yapadursun yılma, yoluna devam et. Senin, Allah (cc) ile olan bağlantını hiçbir şey kesemez ve kesemeyecektir. “Düşündün de ne değişti, daha kaç yıl düşüneceksin ve ne değişecek bu dünyada?” deyip, seni o kudsî görevinden ayartmaya çalışacak. “Şunu yap, buna böyle bak” diye elinizdeki o büyük iman nimetini kıskanıp, kapmaya uğraşacak. Sakın ola ki, o kıymetli sermayeni eritmeyesin, yedirmeyesin, kaptırıp çaldırmayasın o kıskanç hırsıza.

Şu cümleyi yüzsüz yüzüne çarpıp, ne kazandığınızı gösterin ve kendisinin de neleri kaybettiğini: “Tefekkür teşekkürdür” deyin. Hamdinizi, şükrünüzü tazeleyin Rabbinize. Sizi bu ulvî ibadetten alıkoyup uzaklaştırmaya çalışan o sinsi ve hilebaz düşmanın hevesini kursağında bırakın. “Eûzü billahi mine’ş-şeytâni’r-racîm” söyleyin. Öyle yağma yok... Allah için uyanan bir kalp, Onun eserini hayran hayran seyreden bir ruh kolay pes etmez. Ve sonra imdadınıza Bediüzzaman Hazretlerinin 23. Söz’ünden bir bahis yetişsin, yoldaşınız olsun. Kulağınız o ifâdelerin mânâlarına hayran kalıp doyamayacak, tekrar tekrar okumak isteyecektir:

“Sonra görür ki, bir Rabb-i Rahîm, rahmetinin güzel meyveleriyle kendini sevdirmek ister. O da, O'na hasr-ı muhabbetle, tahsîs-i taabbüdle kendini O'na sevdirir.

“Sonra görüyor ki, bir Mün’im-i Kerîm, maddî ve mânevî ni’metlerin lezizleriyle onu perverde ediyor. O da, ona mukabil, fiiliyle, haliyle, kàliyle, hattâ elinden gelse bütün hasseleriyle, cihazâtıyla şükür ve hamd ü senâ eder.

“Sonra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudâtın aynalarında kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhâr edip, nazar-ı dikkati celb ediyor. O da, ona mukabil, ‘Allahü ekber, Sübhânallah’ deyip, mahviyet içinde, hayret ve muhabbetle secde eder.”

Evet, ne varsa sabahlarda var. / Bu sırrı sabahlar çözebilir ancak...

Merak etme, ne kadar karanlıkla doluysan o kadar da ışığın, yıldızın var demektir. O ışıkla tanırsın kâinatı ve onun Rabbini...

Ne kadar renkle doluysan ve de ışıkla; işte gerçek dünyan o kadardır. Pırıl pırıldır, apaydınlıktır.

İman hem nurdur ve hem de yüce bir kuvvettir anlarsın. Bir bakışta, bir nakışta fikrinin mekiği çalışır durur, gider gelir. O an, o saniye kendi hayat halının en önemli nakşını dokuyup durursun. Hayat halının üzerinde en anlamlı izleri ve işaretleri bırakırsın. Hem de düğüm düğüm süzülen gözyaşlarının eşliğinde. Bir sabah vakti...

Hayatı yaşamayan ölümü de bilmez. Rabbim, beni sabahları güneşleri içmeye, içime çekmeye çağır, sadece görmeye değil. Beni gözleri olup da göremeyenlerden, kulakları olup da duyamayanlardan ve kalpleri, akılları olduğu halde Sana inanmayıp, Seni bulamayıp savrulup gidenlerden eyleme. Değirmeni su döndürür, insanı da dili döndürür. Dilimi hayra yönelt, adımımı Sana yönelt. Yanlışa, gıybete, boş sözlere değil Rabbim.

Gönül, cenneti ve cemalini görmeyi çok ister ama günah komaz, şeytan peşimi bırakmaz. Ne olur beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsime ve şeytana bırakma Rabbim.

Sevgili Allahım, ben küçüğüm ama Senin rahmetin büyük. Kapında dileniyorum, istiyorum ama istemeyi de bilemiyorum bağışla, bütün günahlarımızı affeyle.

Duâmın içine bir küçük kıssayı da katmak istiyorum: Annesiyle beraber bir bakkaldan alış veriş yapan küçük çocuğa dükkân sahibi şeker kutusunu açıp, “İstediğin kadar al yavrum” der. Çocuk el uzatıp almaz, çekingen davranır. Bakkal, bir avuç şekeri kendi uzatır, verir. Dışarı çıktıklarında annesi;

“Yavrum, bakkal amca al dediğinde niye almadın?” der.

Çocuk:

“Anneciğim, benim ellerim ufak, bakkal amcamınkiler daha büyüktü. Onun vermesini bekledim,” der. İşte biz de bu çocuk gibiyiz Allahım. Sen bizim küçücük ellerimizle istemelerimize, o sonsuz büyük kerem elinle ve o sonsuz büyük rahmet elinle ver. Senin hazinen hiç bitmez... Küçük büyük verdiğin her nimete hamd olsun. Gönderdiğin o Sevgili Peygamberimize (asm) de salât ve selâm olsun.

Hz. Peygamberin (asm) en seçkin öğrencilerinden Enes bin Malik’e yaptığı bazı tavsiyeleri hatırlamanın tam sırası. Bize de rehberlik edeceğine inanıyorum. O mübarek sahabeyi de şefaatçi edip rahmetle anıyoruz.

“Allah Resûlü (asm) buyuruyor ki:

1. Ey oğlum! Yapabilirsen sürekli abdestli ol! Böyle yaparsan, abdestli iken ölürsen şehit olursun.

2. Ey oğlum! Yapabilirsen sürekli salâvat oku! Okuduğun sürece melekler sana salâvat etmeye devam eder.

3. Ey oğlum! Evinden çıktığında, gördüğün bütün kitap ehline selâm ver. Böyle yaparsan, affolunursun.

4. Ey oğlum! Ailenin yanına gittiğinde selâm ver! Böyle yapmak, senin için de, ailen için de bereket olur.

5. Ey oğlum! Abdest uzuvlarını tam yıka! Böyle yaparsan Allah seni sever, korur, ömrün uzar.

6. Ey oğlum! Yapabilirsen sabaha ya da akşama ulaştığında kalbinde kimseye karşı kızgınlık ya da hile olmasın. Bu ahiretteki hesabını kolaylaştırır.

7. Ey oğlum! Evinde iki rekât namaz kılabilirsen kıl! Bu benim sünnetimdir. Sünnetimi seven beni sevmiştir. Beni seven benimle birlikte cennette olacaktır. Büyüklerine saygı, küçüklerine sevgi göster ki, cennette benimle olasın.” (Tirmizî, İlim, 16; İbn Manzûr, Muhtasar, 5/67)

Evet; herkesin uyuduğu bir zamanda uyanan insanlar için önemlidir sabahlar. Bu sırrı sabahlar çözebilir. Şair Muzaffer Tayip Uslu (1922-1946) “Arzu” isimli şiirinde bunu çok güzel dile getirir:

“Bir sabah uyandığım vakit / Seyredebilsem penceremden / Kocaman gemilerle dolu / Kocaman bir limanı / Bir sabah uyandığım vakit / Rabbim diyebilsem içimden / Bir şeyler var bu sabahta / İnsana ‘yaşıyorum!’ dedirten.”

Sabah erkenden kalkmak ve düşünmek “Ben ne kadar küçüğüm, kâinat ne kadar büyük!” Bu kadar küçük insana, bu kadar büyük kâinat niçin hizmetkâr edilmiş? İnsana niçin bu kadar önem ve değer verilmiş? Dünyaya gelmemizdeki gaye ne ve yolculuk nereye? Acaba nereye gideceğiz?

Bu sırrı sabahlar çözebilir...

09.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Şaka değil,imtihanlardan imtihana…



ŞÖYLE bir silkinip kendimize gelmeli ve düşünebilmeliyiz:

Üniversiteye girecek genç, nasıl imtihana yoğunlaşır? İşi, gücü, düşüncesi artık ders çalışmaktır, dershaneden dershaneye koşmaktır… Sadece o mu?

Koleje girecek öğrenci… Parasız yatılı okumak isteyen… Asker olmak için… Emniyet görevlisi seçilebilmek için… Ve devlet dairesinde memur olmak isteyen, imtihana girecek. Çalışacak, terleyecek.

Peki, hiç düşündük mü; biz bu dünyaya niye geldik?

İmtihan olmaya değil mi? Kiminle ve ne ile imtihan oluyoruz?

Farkına varalım ki, her şeyimizle imtihandayız… Sazımızla, sözümüzle, susmamızla, susmamamızla imtihandayız. Nerede, ne zaman konuşmalı, nerede susmalı? Nefsimizle, şeytan ile imtihandayız…Cazibedar şeylerle imtihandayız. Annemizle, babamızla, çocuğumuzla, kızımızla, kardeşimizle, amcamızla, halamızla, dayımızla, teyzemizle, komşumuzla, arkadaşımızla imtihandayız…

Allah mal verir imtihan eder, mal alır imtihan eder. Sağlık verir imtihan eder, hastalık verir imtihan eder… Makam verir imtihan eder, mevki verir imtihan eder… Mûsibetlerle imtihan eder, nimetlerle imtihan eder. Zenginlik verir imtihan eder, fakirlikle imtihan eder, darlıkla imtihan eder, genişlikle imtihan eder…

Şöyle buyurdu kâinatın ve insanın Sahibi:

“Biz, kullarımızı her zaman imtihan ederiz.”1

“Bir deneme olarak sizi hayırla da, şerle de imtihan ederiz.”2

“Ey insanlar! Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan vesilesi kıldık; bakalım sabredecek misiniz?”3

“İçinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar sizi imtihan edeceğiz.”4

“Ey mü’minler! Yoksa siz, sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve beraberindeki mü’minler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman’ dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.”5

“Andolsun ki, mallarınız ve canlarınız konusunda imtihana çekileceksiniz; sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve müşriklerden birçok üzücü sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve takvâ gösterirseniz, muhakkak ki bu, (yapılacak) işlerin en değerlisidir.”6

“İşte orada iman sahipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.”7

“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, ‘Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir’ der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.”8

“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. (Ey Peygamber!) Sabredenleri müjdele!”9

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Mu’minûn, 30.; 2- Age, Enbiya, 35.; 3- Age, Furkan, 20.; 4- Age, Muhammed, 31.; 5- Age, Bakara, 214.; 6- Age, Âl_i İmran, 186.; 7- Age, Ahzab, 11.; 8- Age, Zümer, 49.; 9- Age, Bakara, 155.

09.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Raşit YÜCEL

ANADOLU'NUN SİNESİ



İNSAN önce en yakınları ile beraber oldu.

Önce kendisi,

Önce duygusu,

Önce nefsi,

Önce kalbi,

Önce hissi,

Önce vicdanı,

Önce iç dünyası...

Bu anlamda insan her zaman kendi iç âleminden çıkanları hayata yansıtır.

Pozitif mânâda canlanan hâl ve hareketler, hayatta olumlu seyri ile devam eder.

Bu insan, kendisi ile barışıktır.

Kendini sever, organlarını sever, hallerini bir nizam ve intizam içine alır.

Zira “insanın fıtratı mükerremdir, daima hakkı arar.”

Bu hakkı bulamayanlar, “hak” zannettiklerini hayatta uygulamaya başlarlar.

Bu defa negatif hâl ve hareketler, o insanın hayatından hallerine yansımaya başlar.

Bu insan çevresine ve kendisine birçok zararı yapar / yaptırır.

Hayatın her alanında bu manzaralara şahit oluruz.

“Ne kendi etdi râhat, ne âlem etdi huzur, / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubûr” sadaları ile gelip gider.

Fıtratın reddettiği her hayat hali, insanı kalben ve vicdanen rahatsız eder durur.

Pisliği misk-i amber diyerek, yüzüne ve gözüne bulaştırır.

“Kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor” sözlerine itimat ederek, her rastlanan gönle gönüldaş, her selâm verene yoldaş, her tebessüm edene arkadaş olunması, özellikle bu zamanda mümkün değildir.

“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür” sözlerine kulak verilmeli.

Özellikle mecazi sevgilerde buna sık sık rastlarız.

Fizikî güzelliğin iç güzellikle tamamlanmadığı dünyalarda, içeriden çıkan fenalıklar, dış güzelliği örtmektedir.

İşte hiçbir şey bizden uzaklarda değildir.

Her şey yakınımızdadır. Kâinatın uzak çöllerine gidip delil aramaya gerek yoktur aslında.

Biz tek başımıza bir âlemiz.

Bizden çıkan hayat halleri çevremize ya saadet, ya da felâket getirir.

09.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kaza namazı üzerine



Abdullah Er: “Geçmişte kılamadığım namazlarımı kaza etmek istiyorum. Kaza namazını, her vakit namazının arkasından kılabilir miyim, yani kıldığım vakit namazın arkasından bir günlük beş vakit namaz kılabilir miyim? Her vaktin arkasından olur mu? Sabah namazının kazasını öğleden sonra kılabilir miyim?”

Hayatımızda “farzlar” oldukça azdır. Farzların az oluşu, bizim için Cenâb-ı Allah’ın şefkat ve merhametinden başka bir şey değildir! Hatta Peygamber Efendimiz’in (asm), bizim için farz olur endişesiyle, birçok ibadeti halkın gözü önünde yapmaktan ve halkı “emir” kipiyle teşvik etmekten sakınması ilginçtir. (Meselâ teravih namazı buna en canlı örnektir. Allah Resûlü (asm) bir iki gecenin dışında halkın içinde terâvih namazı kılmamış ve bunun sebebini “farz olursa güç yetiremezsiniz!” endişesiyle açıklamıştır.1 Yine Allah Resûlü’nün (asm), zor gelir endişesiyle ümmetinin misvak kullanmalarını farz kılmaktan geri durmasında da2 bu rahmetin tecellîsini bulmak mümkündür. Hazret-i Âişe Validemiz (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm), Duhâ namazı konusunda da ümmete farz olur endişesi taşıdığını beyan eder.3 (Örnekleri arttırmak mümkün.)

Oldukça az olan farzları ise, “Allah’ın üzerimizdeki zimmeti” olarak algılamalı ve muhakkak edâ etmeliyiz. Yapılması kesin emir ifâde eden farzlar, bizi Allah’a yaklaştıran, feyizde ve sevapta eşi ve benzeri olmayan ibâdet biçimleridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Kulum kendisine farz kıldıklarımdan bana göre daha sevimli hiçbir şeyle Zâtıma yaklaşmamıştır”4 buyurur. Farzların hem zorunlu oluşu, hem de sevap ve feyiz açısından eşsiz oluşu; bütün dikkatimizi üzerinde yoğunlaştırmamız ve âdetâ farzları edâ etmeyi hayatımızın biricik gâyesi kılmamız için yeterli sebeptir. Tâbir yerindeyse, farzları edâ etmek için yaşadığımızı düşünmeliyiz.

Kaza borçlarımız, günlük farzlarımızla “aynı ölçüde” eşsiz ve benzersiz sevap ve feyiz kaynaklarımızdır. Günlük farzlarımızla birlikte, bizim için “yine farz ölçüsünde” feyiz ve sevap kazandırmaya kabiliyeti ve istidâdı bulunan bu ibâdetleri de, “uygulayabileceğimiz bir plânlama” ile yerine getirmeye bir an önce başlamalıyız.

Önce; “Bismillah” diyelim ve her gün sâdık kalabileceğimiz, uygulanır bir program yapalım. Sonra da, bu programı günlük takip etmeye başlayalım. Bir süre sonra kendimizin, “günlük farz” ve “kazâ farz” olmak üzere “hepsini birden farzlarımızı” yerine getirmeye—inşaallah—uyum sağlamış olduğumuzu göreceğiz.

Geçirdiğimiz bir namazın yalnız farzının ve vâcibinin kazâsı kılınır. Bunlar, sabah namazında iki rek’ât farz, öğle namazında dört rek’ât farz, ikindi namazında dört rek’ât farz, akşam namazında üç rek’ât farz, yatsı namazında dört rek’ât farz ile üç rek’ât vitir vâcip olmak üzere her gün için toplam 20 rek’ât namazdan ibârettir. Hepsini her gün bir arada kıldığımızda bile günlük sadece 20 dakikamızı alır. Düşünelim bir kere: Her gün yirmi dakika nerelere vermiyoruz ki?

Yapacağımız tek şey; farz için kamet etmek, “Niyet ettim Allah rızâsı için vaktinde kılamadığım en son (meselâ) sabah namazının farzını kazâ etmeye” diye niyet etmek ve sabah namazının farzını nasıl kılıyorsak kazâyı da aynı şekilde kılmaktır. Niyette zaman belirlemek için ya hep en son, ya da hep ilk dememiz yerinde olur.

Bu şekilde günlük beş vakit namazın kazâsını; ya her vaktin arkasından birer vakit de kazâ kılmak sûretiyle; ya da—buna vaktimiz müsâit olmadığında—yatsı namazının ardından bir günlük de kazâ namazı kılmak sûretiyle yapmaya niyet ettiğimizi düşünelim. (Şartlarımıza uygun başka çözümler bulmak da mümkün) Bu niyetimize sâdık kalarak ibâdetlerimize başladığımızda, belli bir süre sonra, yaklaşık olarak çıkardığımız kazâ borçlarımızı—İnşaallah—kolayca ödemiş oluruz. Oruç borçlarımızı da aynı yol ile ödememiz mümkün.

Cenâb-ı Hak, “Kulum beni nasıl tanırsa, ona öyle muâmele ederim”5 buyuruyor. Allah Resûlü (asm) ise bir hadislerinde, “Ameller ancak niyetlere göredir”6; bir diğer hadislerinde de Cenâb-ı Hakk’ın meleklerine “Kulum bir iyilik yapmaya niyet eder, fakat yapmaya muktedir olamaz ise, ona bu güzel niyetine mükâfât olarak, tam bir iyilik yapmışçasına sevap yazın”7 diye emrettiğini beyan buyurmaktadır.

Binâenaleyh, içimizden geçen hayır ve iyi niyeti,—ölüm gibi zorunlu bir sebeple—yapmaya muktedir olamadığımızda, Cenâb-ı Hakk’ın, bunu yapmış gibi kabul buyurmasını, merhametinden ve mağfiretinden umarız. Cenâb-ı Hakk’ı böyle bir merhametle bilmek, bizim kulluğumuzun şe’nidir. Ancak bizim niyetteki sadâkatimiz ve kararlılığımız, Allah’ın merhametine ve mağfiretine ermemiz için önemli bir faktördür.

Biz başlayalım. İnşaallah Cenâb-ı Hak imkân lütfeder.

Dipnotlar:

1- Buhârî, S. Terâvih, 2, 2- R. Sâlihîn, 1193, 3- Buhârî, 4/579, 4- R. Sâlihîn, 95, 5- Buhârî, Tevhid, 15 (Bedîüzzaman’ın tercümesiyle-Sözler, s. 39), 6- Buhârî, 1/1, 7- Buhârî, 12/2184

09.08.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (12)



Üstadın yakın bir hizmetkârı

Aslen Emirdağlı olan bahtiyar Nur talebelerinden biri de Bayram Yüksel’dir. Merhum Bayram Ağabeyle ilk karşılaşmamız, 1974 Temmuz’unda Malatya’da oldu. Isparta’dan ziyarete gelmişlerdi. Biz de o tarihte henüz lise mektebine gidiyor, yaz okuma programı için de Malatya’da bulunuyorduk.

Daha sonraki yıllarda muhtelif şehirlerde kendisiyle defalarca görüşme ve sohbetine iştirak etme fırsatını bulduk. Hatıralarından derlediğimiz notların bir özeti şudur:

“Üstad Hazretleri bana ve birkaç kardeşe daha gazeteyi hiç okutmadığı halde, Zübeyir Ağabeye hem okutur, hem de gerekli yerlere cevabî lâhikalar yazdırırdı.

“Üstadımız çok soğuk su içerdi. Vücuduna zerk edilen zehrin hararetinden buz gibi, hatta buzlu su içerdi. Çayları ise, limon damlatarak, taze limon olmadığı durumlarda ise, bir parça limon tuzu atarak içerdi.

“Aslen Emirdağlıyız. Fakat, çok merak ettiğim halde Hz. Üstad ile tanışmam ancak 1947 senesinde kısmet oldu. Bir sene sonra da Afyon Hapsinde birlikte bulunduk. Elhüccetüzzehra isimli risâle orada telif edildi. Tam bir gizlilik içinde. Yazılan kısımlar kâğıt parçacıklarından ibaretti. Bazen de bu parçalar kibrit kutusuna konuluyor, pencereden dışarı atılıyor. Sonra elden ele dolaşarak çoğalttırılıyordu.

“Üstad’a yakın durmamız, ona hizmet etmeye çalışmamız, görevli memurları kızdırıyordu. Bazı gardiyanlar, dayak atarak, şiddet kullanarak bizi caydırmaya çalışıyordu. Zaman zaman da, ‘Siz bu Kürt adama tapmaktan utanmıyor musunuz?’ denilerek, asabiyet damarımız münafıkane bir şekilde tahrik ediliyordu.

“Şükürler olsun, hapishanede hem risâleleri yazma ve okumayı, hem de Kur’ân-ı Kerim okumayı öğrendim. Tahliyeden sonra da Hz. Üstad’dan hiç ayrılmamaya gayret ettim. Tabiî, bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın hıfz ve inayetiyle oluyordu.

“Bir arada Ankara’ya gidecektim. 1950 senesiydi. Üstad, Afyon milletvekili Gazi Yiğitbaş’a hitaben bir mektup yazdı. Ben de götürüp teslim ettim. Mektupta şu ifadeler vardı: ‘Ezan-ı Muhammedi’yi (asm) serbest bırakmakla büyük bir kuvvet kazandınız. Aynı şekilde, Risâle-i Nur’un neşrine ve Ayasofya Camii’nin açılması için de çalışınız.’

“Gazi Yiğitbaş, Üstadımızdan dolayı bize de çok hürmet etti, yakından alâkadar oldu. Beni Meclis binasına götürdü, başka mebuslarla tanıştırdı, Üstad’ın dilek ve temennilerini onlara da anlatmamı istedi.

“1951’de askerlik çağımız geldi. Üstad, önce askerliğimizi tehir etmemizi arzu etti, sonra da lüzum kalmadı diyerek bir an evvel gidip bu vatanî vazifeyi yapmamızı istedi.

“O günlerde çıkan Kore Harbine Türkiye de iştirak etmiş ve asker göndermeyi kabul etmişti. Şansımıza Kore’ye gitmek düştü. Meseleyi Üstad’a açtım. O da Cevşen ile bazı risâleler verdi. ‘Bunları beraberinde götür, risâleleri Japon Başkumandanına ver. Ayrıca, orada lisan-ı hâl ile de hizmet et’ dedi.

“Korede, çok şiddetli çarpışmalar yaşandı. Ancak, her defasında Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle yara almadan kurtulduk. Üstad’ın himmetini daima hissediyordum.

“Askerliğimizi bitirip terhis olduktan sonra da, gelip Üstad’ımıza yakın yerlerde ve hizmetinde bulunmaya gayret ettik.

“Isparta’daki evde uzun zaman yanında kaldık. Bize hakikatli ve çok tesirli dersler verdi. Hemen her şeyi onun hizmetinde iken öğrendik. Ders nasıl yapılır, ibadetteki ciddiyet nasıldır, hep ona bakarak öğrenmeye çalıştık.” Tarihin yorumu = 9 Ağustos 1389 Kosova'da zafer ve şehâdet 1. Kosova Zaferi kazanıldı; aynı gün içinde Sultan Murad şehit edildi. Murad Hüdavendigâr, zaferden sonra cenk meydanını dolaşıyordu. Bu esnada Miloş Kabiloviç isimli Sırp askeri Sultanın elini öpmek ve ona birşeyler söylemek istediğini bildirdi. Bir anlık dalgınlıktan istifade ile üzerinde sakladığı hançerle Sultanı vurdu. Murad Han götürüldüğü çadırda vefat ederken, kaçmak isteyen Miloş yakalanıp parçalandı. 9 Ağustos Pazartesi günü, Hicrî takvim ile 15 Şubat 791 tarihine rastlar. Peygamberimiz gibi 63 yaşında vefat eden Sultanın şehid edildiği gece Berat Kandiliydi.

09.08.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Bir profesörün utancı…



Kadın ve erkeğin kahramanlık

davranışları farklı farklıdır

Geçen haftaki yazımızın son cümlesi, “Siz eşinizin, eşiniz sizin kahramanınız olsun.” şeklindeydi. Eşlerin birbirlerine nasıl ve hangi kriterlerde kahramanlık yapacağı, yine fıtratın tayin ettiği bir iş olacaktır. Haliyle ailede kadın ve erkekten beklenen kahramanlık davranışları aynı değildir. Din açısından kadının kahramanlık davranışları ‘sadakat ve emniyet’ olurken; erkekte, ‘merhamet, himayet ve hürmet’ esasları olmaktadır. Bu davranış alanları aynı zamanda bireylerin ailedeki rolleriyle de direkt alâkalıdır.

Yani kadın evde sadakat ve güvenin sembolü olurken, erkek merhametin, himaye etmenin, korumanın ve de hürmet etmenin sembolü olmaktadır.

Ailede kadın da erkek de kendi kahramanlık alanlarında varlık gösterebileceklerdir.

Ailede mutluluğun başkaca bir formülü yok gibi.

İbretlik bir hikâye

Eşlerin birbirlerinin kahramanı olma konusunda Doğan Cüceloğlu’nun başından geçen hadise dikkat çekici. Hikâyenin bütününden alınacak çok dersler var. Özetleyerek paylaşalım:

Cüceloğlu, Amerika’da bir üniversitede ders vermektedir. Onun dersini alan öğrencilerden Sally, çok güzel, başarılı, hanımefendi ve nezih kişiliği olan birisidir. Sally, bölümün bir pikniğinde hocasını erkek arkadaşı ile tanıştırır.

Cüceloğlu, saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu, çirkin, kısa boylu adamı gördüğünde şaşırır, ve içinden, ‘Benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştur acaba? der.

“O benim kahramanım, ben ondan çok şeyler öğrendim”

Cüceloğlu’nun öğrencisiyle arasında geçen diyalog ve ilgili yorumu şöyledir:

“Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?”

“Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık; o zaman tanıdım kendisini.”

“Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?”

‘Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu. Amerikan kültüründe, bu tür sorular kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre ben o anda Sally’nin mahremiyetine ‘burnumu sokuyordum.’

Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek, “O şahane bir insan; o benim kahramanım! Ben ondan çok şeyler öğrendim” dedi.

“O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu. Güzel bir kadının erkeğine, “Sen benim kahramanımsın” duygusu içinde bakmasının erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım. Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve o kişiyi kıskandım.”

İşte kahramanlık kriterleri!

“Nasıl yani?” dedim. Frank bir yetimhanede büyümüş. Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için, üniversite öğrencisi olunca, yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış. Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor, kitap okuyor, onları müzeye götürüyor. Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor. Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor, geceleri ona bakıyor.”

Öğrencisinin verdiği cevap karşısında Cüceloğlu şaşkınları oynamaktadır. Ve şu cümleleri kurar; “Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım. Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve karşımdakini hâlâ dış görünüşe göre yargılıyordum… İçimdeki pislikten utandım.”

Sally’nin davranışları

yetiştiği aileyi gösteriyor

Psikoloji profesörünün kendisini değerlendirmesine vesile olan bu diyalog, aslında kültürlerin insanlar üzerindeki etkisini de ortaya koymaktadır. Yani bir insan profesör olmasına rağmen, içinde yetiştiği kültürün izlerini hayatı boyunca taşırken, farklı kültürler gördüğünde de bundan ciddî şekilde etkilenebilmektedir.

Tabiî burada dikkat çeken noktalardan birisi, öğrencinin yetiştiği ailedeki oturmuş bazı kurallardır. Sally içinde yetiştiği ailenin çocuğudur. Dolayısıyla yansıttığı davranışlar ailesinden aldığı ve hayata taşıdığı davranışlardır.

Cüceloğlu bir alan uzmanı olarak işin peşini bırakmıyor. Bir şekilde müsaade alarak, öğrencisiyle birlikte öğrencisinin evine ulaşıyor. Cüceloğlu, öncelikle bu yeni tanıştığı ailede dikkat çeken unsurun güleryüz olduğunu gözlemler. Sonra Sally’nin babası George’un torunlarıyla konuşurken onların göz hizasında konuşmasına hayran kalır. Kendisine, ‘Torunlarınızla böyle mi konuşuyorsunuz?’ diye sorduğunda ise, George, biraz sorulan sorunun da şaşkınlığı içerisinde cevap verir: “Tabiî, onların göz hizalarında onlarla konuşuyorum. Onlar küçük insanlar! Sanırım bunu herkes yapıyordur, yoksa siz yapmıyor musunuz?” diyerek şaşkınlığını ifade eder. Bu şaşkınlık karşısında hocanın yaşadığı mahcup bir gülümseme olur.

Bir Amerikan ailesindeki kırmızı

çizgiler dikkat çekici

Ailde bir davranışın davranış haline gelebilmesi, o davranışın normal yaşanabilir, uygulanabilir bir davranış haline gelmesiyle mümkündür. Zaman zaman görülen, sürekliliği olmayan davranışlar kalıcı değildir. Bir Amerikan ailesindeki örnek davranışların ortak kabulle ve ortak uygulama ile meydana geldiği apaçık. Bu durumu, öğrencinin ailesi hakkında verdiği bilgiler anlatıyor:

Sally’ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum. “Evet” cevabını alınca, kendisi çocukken de babasının, onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum. “Evet, biz böyle biliyoruz. Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur; ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım. Biz böyle biliyoruz”, dedi.

Yaşananlar karşısında hoca hem şaşırır, hem de gözlemlerinden dersler çıkarır. Tabiî kendisini de yargılamaktan geri durmaz:

“Tüylerim diken diken oldu. Ben üniversite öğretim üyesiydim ve insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı, ama üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum. Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim, beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım. Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak, oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim.”

Davranışlar nelere

öncelik verildiğini gösteriyor

Bu Amerikalı ailede dikkat çeken başka bir özellik daha vardır. O da çocuklara verilen değerdir. Sally’nin oldukça varlıklı olan ağabeyi Brian, bir iş anlaşması yapmak üzere kendisiyle görüşmek isteyen Koreli bir iş adamının randevusunu reddetmiş. Gerekçe ise çok ilginçtir; “Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm. Bugün dört yaşındaki kızım Mary’le randevum var. Çocuklar çok çabuk büyüyorlar, eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve onlarla beraber zaman geçirme imkânı kaybolmuş.”.

Ortaya konan davranışlardan aile bireylerinin nelere öncelik verdiği anlaşılıyor. Çocuklarını en az işi kadar önemli gören bir ebeveyn yaklaşımında çocuk, kendisinin ne denli değerli görüldüğünü hissedecek ve hayatı öylece yaşayacaktır.

Davranış, sürekliliği oranında kalıcı sonuçlar taşıyacaktır.

Bir psikoloji profesörünün

aile içi iletişim ile ilgili itirafları

Bir aile kurulurken pek çok acemilikler yaşanıyor. Aile bireyleri birbirlerine karşılıklı pek çok acılar çektiriyor. Onun için pek çok ailede eşler birbirlerine birer kahraman gözüyle bakamamaktadır. Burada aile kurulurken aile olma bilincinin oluşumuna özen gösterilmesi gerekmektedir. Hatta bu konuda ‘evliliğe hazırlık okul’ları şarttır.

Sally’nin evinde yaşananlar Cüceloğlu’nu derinden etkiler ve şu düşüncelere yer verir: “Yine içim cız etti. Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu. Kendi çocuklarıma içim yandı. Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını, evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı, kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm. Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı. Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı. Ve son durak olarak ülkemin bütün çocuklarına içim yandı.”

Cüceloğlu kendisini etkileyen davranışları da şöyle yorumlar: “Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk, ‘Sen varsın, sen tabiîsin, sen değerlisin, sen güçlüsün ve sen sevilmeye lâyıksın’, mesajı alır ve çocuğun CAN’ı beslenir. Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba, ‘Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim’, mesajını güçlü olarak verir. Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil, sezgisel olarak alır ve aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru, ‘Ben sevilmeye lâyık biriyim!’ diye yoğrulur.”

Bu ailedeki davranışlar

İlâhî dinlerden beslenmiş

Biliniyor ki dünyanın neresinde olursa olsun, insanlar arası ilişkilerde bir güzellik, bir incelik varsa, burada mutlaka İlâhî dinlerin izleri vardır.

Yukarıda geçen aile davranışları, bir küçük inceleme konusu yapıldığında görülecektir ki, öncelikle bizim dinimizin ön gördüğü bir hayat modelidir. Belki de Amerika’daki bir ailede görülen İslâm izleri şunun sonucudur. Davranış pazarlarımız yer değiştirince, onlardaki çirkinlikler bizde; bizdeki güzellikler onlarda alıcı bulmuştur.

Böylece çok güzel çalışmalara sahip profesörümüz, Amerika’da bir ailede gördüğü güzel davranışları gündeme taşıyor. Bu güzel. Ancak aynı davranışların zengin örneklerinin bulunduğu İslâm tarihi muhteşem tablolarıyla dünyanın gündemine taşınacak günleri ve taşıyacak araştırmacıları beklemektedir. Bir davranış modeli olarak Hazret-i Peygamber (asm), dünyanın tanıyacağı en muhteşem ve en ileri örnekleri içermektedir. Ama alan uzmanımızın gözleri sadece başkalarının yansıttığı davranışları görmektedir. Böyle çalışmalar önce, engin bilgilere sahip bir alan uzmanı olarak Sayın Cüceloğlu’na yakışır.

Her davranışın doğup geldiği bir kültür temel vardır. ‘Davranışların arkasındaki din olgusu’, öncelikle psikoloji araştırmacılarının işidir. Kültürümüz üzerinde, davranışlar ile din düsturları arasında böyle bir araştırma var mı, yine Cüceloğlu’na sorulmalıdır.

Kültürel mirasımız daha çok yabancılar tarafından inceleme konusu yapılmaktadır. Onlar da araştırmaları sonucu buldukları güzellikleri ülkelerinde yaşanır hale getiriyorlar. Onlar için önemli olan kültür ögesinin insanlara olan faydasıdır. Yoksa nereden geldiği ve kimin olduğu pek de önemli değildir.

Zengin kültür kaynakları bulunan, ama onları işletemeyen, pazarlayamayan bir konuma düşmek, önce ülkenin aydınlarını üzmelidir.

Davranış pazarımız model

arayan değil, model olandır

Davranış pazarımız model arayan değil, model olan bir pazardır.

O zaman gelin, kahramanlarımızı ve kahramanlıklarımızı kendi derin kültürümüzün içinden çıkaralım. Bu hazine sadece bize değil, insanlık ailesine de yeter.

Bana katılıyor musunuz?

09.08.2008

E-Posta: [email protected]




Fahri UTKAN

Büyükşehir’de yaşamak !



Ben,

Büyük bir şehirde yaşayan!

Görmediklerim, gördüklerimden çoktur,

Tadamadıklarım da, tattıklarımdan

Meselâ,

Kokusunu bilmediğim bir sürü çiçek,

Gördüğümde tanımadığım orman dolusu ağaç var.

Yüksek dendiğinde, gökdelenlerin teras katı,

Manzara dendiğinde, tablo ve internetteki resimleri bilirim.

Stresli olduğumda başım döner, ama,

Hiç hatırlamam döndüğünü bol oksijen aldığımda.

Duş alır, yıkanır, suyu hissederim, ama,

Pekte hissetmedim çağlayarak akan bir ırmaktaki suyun gücünü.

Hasılı; pek yaşadım diyemem doyasıya tabiatla iç içe.

Siyaset, ekonomi vs gündemlerden bıkıpta,

Kafamı kaldırırsam; görünür ışıltılı reklâm panoları.

Milyarlarca yıldızlarla ışıldanmış sema yerine.

Yeşili (!) görmek için etrafa bakındığımda,

Yeşil duvarlardan başka bir şey görmem

Bir bülbülün veya cırcır böceğinin sesi yerine

Korna sesleri, metro gürültüsüyle teselli olurum.

09.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Halkı olan ordu



Fransız “Le Nouvel Observateur” gazetesinde yayınlanan bir röportaj, İsrail’in Filistinlilere yaptığı zulmü gözler önüne seriyor. Aslında bu zülmü bilmeyen ya da inkâr eden yok. Ancak bu durumun İsraillilerce de itiraf ediliyor olması ayrıca dikkat çekiyor.

“Kutsal Topraklarda Bir Safoğlan” isimli kitabın yazarı ve aynı zamanda zamanın Fransa Cumhurbaşkanı Mitterand’ın danışmanlığını yapmış olan yazar Regis Debray sormuş, öte yanda da İsrail Başbakanının diasporadan sorumlu danışmanı, Dünya Yahudi Kongresi Başkan Yardımcılığı gibi görevlerde bulunmuş olan yazar Avraham Burg cevaplamış. Bu bakımdan ortaya çıkan ‘netice’ herhangi bir ‘yazar’ ya da siyasetçinin tesbitlerinden daha farklı tesbitler olarak değerlendirilmeli.

Regis Debray’ın “Kitabınızda Yahudileri, Yahudi Soykırımı ile körleşmiş kimseler olarak görüyorsunuz. (...) Acaba soykırım, artık dini olmayanların dini mi olacak?” sorusunu Avraham Burg şöyle cevaplandırmış: “Siyonist ideoloji bu soykırıma el koydu ve onun sadece dünya tarihinde değil, Yahudi tarihinde de bir eşi veya benzerinin bulunmadığı kararını aldı. Bence yapılacak ilk iş, bu soykırımı Yahudi tarihinin içine tekrar dahil etmektir. Eğer onun tarihimizin bir parçası olduğunu kabul edersek (..) onu da içselleştirme imkânı bulabiliriz.”

Soykırımın mutlaklaştırılmasını reddeden Burg, şöyle devam etmiş: “Bu insanî bir meseledir. Naziler insandılar. Kötü insandılar, ama insandılar. Kurbanlar da insandı. İsrail devleti bugün bir kavşakta bulunuyor. (...) İsrail’in güvenliği konusuna gelince, askerî seçkinlerin çarçabuk siyasî seçkinlerin arasına kayıvermesiyle, bu güvenlik bir hedef olmaktan kopup bir probleme dönüştü. Şimdilerde biz bir genelkurmay başkanının bugünden yarına başbakan olup çıkıverdiği bir ülke olduk. Bu durum ise, İsrail’de ordunun artık halkın ordusu olmadığı, aksine halkı olan bir ordunun bulunduğu intibaı veriyor.”

Burg’un işaret ettiği noktaya daha önce işaret eden ‘uzman’lar da çıkmıştı. Meselâ İsrailli profesör bir makalesinde, “Devleti olan ordu” başlığını taşıyordu. Arzu edenler o yazıya da bakabilir... (bia.org......)

“Sağlıklı bir İsrail icat etmek lâzım, yoksa İsrail ortadan kalkar” diyen “Hitler’i Yenmek” kitabının yazarı Burg, şunları da söylemiş: “Askerî otorite dikeydir, yani yukarıdan aşağıyadır: Ben emir veriyorum, siz itaat ediyorsunuz. Demokratik otorite ise yataydır: Sizinle konuşuyorum, anlaşıyoruz ve kendisini ikna etmek ve bir mutabakat sağlamaya çalışmak için bir üçüncü şahsa gidiyoruz. Dikey otoriteye göre yetişmiş askerlerin ön intibak sağlanmadan yatay sorumluluklara geçmeleri ve devlet yönetiminin kontrolünü ellerine geçirmeleri demokratik süreç açısından tehlikelidir.” (Çeviri: Cemal Aydın, Mostar dergisi, Haziran 2008)

İsrail-Filistin meselesinde asıl sorumlunun Amerika başkanları olduğuna da dikkat çeken Burg, bu noktada da çarpıcı bir tesbitte bulunmuş: “Zaman zaman ben Amerikalı 165 milyon seçmenin her dört senede bir İsrail için en iyi başkanı seçmek üzere sandığa gittiği izlenimine kapılırım. (...) Şayet Beyaz Saray’da oturan kimse ‘dayakçı baba’ ise, ‘çocuklar’ da şiddet yanlısı olup çıkıyorlar. Umarım Kasım’da Amerika Birleşik Devletleri diyalog taraflısı bir adamı seçer.”

Son soru: Acaba, sadece Amerikalı seçmenler mi “İsrail’e en iyi başkan” seçiyor? Benzer yanlışı yapan başka ülkeler de var mıdır?

09.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Sıcak gündem…



Yaz sıcağında Türkiye’nin gündemi yoğun. İktidar partisini “kapatmama kararı”nın ardından Meclis tatile girse de, aylardır ötelenen iç ve dış sorunlar âdeta gündeme düşüyor.

Ekonominin kritik bir sürece sürüklendiği vasatta, alttan alta IMF ile yeni “stand-by anlaşması”nın hazırlıkları yapılıyor. Hazine ve Dış Ticaretten sorumlu Bakan bile, kolaycılığa kaçarak sadece Türk lirasını değerlendirerek enflasyonun aşağıya çekilemeyeceğini açıklıyor. Enflasyonda yüzde 120’ye varan vâhim bir hesap hatasıyla hükümetin yanıldığını itiraf ediyor.

Elektrik ve doğal gaz zammından sonra diğer zarurî maddelerde de zamlar âdeta otomatiğe bağlanmış; özellikle gıdada yüzde 100’lere varmış, başını almış gidiyor.

Diğer yandan kısa sürede “küçük ve kopya bir hücre”ye atfedilip kapatılan Amerikan İstanbul Başkonsolosluğu önündeki saldırıdan sonra Güngören’deki katliâmın tetikçi bölücü terör örgütün işi olduğuyla âdeta kapatılması dikkat çekiyor. Her biri ayrı bir fâciaya dönüşen orman yangınları, ciddî bir araştırma gerektiriyor.

Kezâ, günlerdir Konya’nın bir beldesindeki özel bir vakfa ait Millî Eğitim’den “izinli” öğrenci yurdunda, 18 yıl sonra meydana gelen müessif kaza üzerinden yeniden “irtica sendromu”na tutulan mihraklar, akıl ve iz’ân dışı isnatlarla dine ve dindarlara saldırı kampanyasını yürütüyorlar.

Patlamada ihmâli görülenleri soruşturmak yerine, vatandaşların kendi imkânlarıyla çocuklarına devletin vermediği din eğitimi vermesini ve dinlerinin temel kitabı Kur’ân öğrenimini hesâba çekiyorlar.

“KÜRESEL DALGA” VE “İFSAD ŞEBEKESİ”

Ve bütün bunların ortasında, bu kez Genelkurmay’ın “Çalışmalar devam ediyor, yetişmediğinden gündeme gelmedi” açıklamasına rağmen, sözde sivil siyasetin temsilcisi ana muhalefet partisince ısrarla Yüksek Askerî Şûrâ kararlarında bu kez “ihraç olmaması” tartışması başlatılıyor.

YAŞ’ın her defasında onlarca subay ve astsubayı sorgusuz sualsiz hayatlarını verdikleri mesleklerinden etmesini, yüzlerce yargısız infazı ve son altı yıldır Şûrâ Başkanı Başbakan ve Millî Savunma Bakanının “şerh” koymakla yetinip siyasî iktidarın buna hiçbir yasal tedbir almamasını hesaba çekmek yerine, “neden ihraç olmadı?” sorusu, doğrusu Türk siyasetinin çarpıcı garâbetini ele veriyor.

Gelinen noktada, Başsavcının Başbakan Erdoğan’ın “partisinden ihracı” talebiyle yeniden “kapatma dâvâsı” açacağı söylentileri arasında, vatandaşların, vakıfların, cami derneklerinin, çok sayıda kişi ve kuruluşun “fişlendiği” haberi, 28 Şubat sürecinden kalma “fişlenme”yi bir defa daha Türkiye’nin gündemine getiriyor.

Bu açıdan ülkeyi terör, kavga, kamplaşma ve kutuplaşmayla kargaşa, kaos, iç çatışma ve içsavaş ortamına sürüklemeyi amaçlayan “masonik yapılanma”nın kodları ve şifreleri tek tek çözüldüğünde, Türkiye’nin temel gündemi haline gelen “Ergenekon”un gerçekten ABD’den Türkiye’ye, yabancı istihbarat servislerinden yerli gladyo benzeri işbirlikçilere uzanan bir “ifsad şebekesi” olduğu açıkça su yüzüne çıkıyor.

İki bin beş yüz sayfalık ve dört yüz kırk klasörlük ekleriyle “Ergenekon iddianâmesi”, Kanada’daki hahamlara varan İsrail ve Amerikan ajanlarında bulunan çuvallarca belgelerle, Kuzey Irak’ta “ikinci İsrail” işlevi verilen kukla devletin ardındaki gizli elleri ele veriyor.

Bu araştırmayı yapan Uğur Mumcu’dan Orgeneral Eşref Bitlis’e varan fâil-i meçhuller üzerindeki örtüler kaldırıldığında, karanlık, girift ve karmaşık dehşetli ilişkiler aydınlandığında, doğrusu Hudson’dan İstanbul’a, Telaviv’den, Washington’dan Ankara’ya uzanan ve “Ergenekon”da düğümlenen “küresel dalga” açığa çıkıyor…

GERÇEK GÜNDEM GÜME GİTMESİN…

Ne var ki, biriken ve baş ağrıtan yoğun ve sıcak gündem hayhuyu içinde Türkiye’nin AB müzâkere süreci de savsaklanıyor.

ABD’nin tuzu kuru; neoconlar için varsa yoksa “İsrail’in güvenliği” ve ABD’nin küresel çıkarı. Türkiye’yi, Müslüman komşusu İran operasyonunda ortak etme ve bölgede hegemonya ve çıkar politikalarına âlet etme emelindeler. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sean McCormack’ın, Türkiye’de AKP hükümetiyle bundan önce de iyi çalıştıklarını, bundan sonra da iyi şekilde çalışmaya devam edeceklerini söylemesinin “anlamı” bu.

ABD’nin AKP ile çalışmasında ve Ankara’nın ABD ekseninde kalmasında, Türkiye’nin ve bölgenin hayrı yok. Hükümetin “destek hamûlesi”yle işbirliği içine girdiği ve bir buçuk milyon insanın öldürüldüğü Irak işgalinde bu vaziyet açıkça görüldü.

Türkiye, artık AB’ye sürecine bakmalı. Ankara, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM) Başkanı Lluis Maria de Puig’in iktidar partisinin kapatılmaması üzerine, “Türkiye’nin siyasî istikrar için, içinde yeni sivil anayasa hazırlığının da bulunduğu gerekli demokratik reformlar üzerine ivedilikle yoğunlaşması ve girişimlerinde Türkiye’ye yardımcı olmaya hazır oldukları” mesajına önem vermeli…

Gündem karmaşası içinde Türkiye’nin gerçek gündemi güme gitmemeli…

09.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır