"Gerçekten" haber verir 21 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Fahri UTKAN

İnsan, hisleri ve kabiliyaetleri



“CENÂB-I HAK ve Mâbûd-u Bilhak, insanı şu kâinat içinde rububiyet-i mutlakasına ve umum âlemlere rububiyet-i âmmesine karşı en ehemmiyetli bir abd ve hitâbât-ı Sübhâniyesine en mütefekkir bir muhatap ve mazhariyet-i esmâsına en camî bir ayna ve onu İsm-i Âzamın tecellîsine ve her isimde bulunan İsm-i Âzamlık mertebesinin tecellîsine mazhar bir ahsen-i takvimde, en güzel bir mucize-i kudret..”1 olarak yaratmıştır.

Yukarıdaki uzun cümleye baktığımızda, insanın birçok özelliklerinden altı tanesinin belirtilmiş olduğu görülecektir.

Yani, insan; kâinatta Allah’ın mutlak ve bütün âlemlerle ilgili rububiyetine karşı gerekli ubudiyeti gösterebilen bir kul, Allah’ın hitaplarına muhatap olabilen en iyi tefekkürün sahibi; Allah’ın isimlerinin, en büyük isminin ve her bir isminin en zirve noktasındaki tecellîlerini üzerinde, işlerinde ve yaratılışında en güzel şekilde gösteren bir varlık, bir kudret mu’cizesidir.

İşte bütün bu özelliklere sahip olarak yaratılan insan, ancak, “..iman ile kendisinde tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır” ve bu insan “.. kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havâs ve istidadındaki cihâzâtlar...”2 ile bu kıymetleri çok daha değerli durumlara çıkartabilir. “Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi; taallümle tekemmüldür, duâ ile ubudiyettir.”

Yani, kalbine konan letâif, aklındaki-dimağındaki havas ve istidatlarını ortaya çıkarabilmek için onlarca cihâzât, bu kıymetlendirmede yardımcı olacaktır.

Yine, 23. Sözde, insanın, bu dünyaya vazifeli bir misafir ve bir memur olarak gönderildiği ve bu memuriyet vazifesini hakkıyla yerine getirebilmek için birçok kabiliyet ve beceri ile donatıldığı belirtilmektedir. Bu vazifelerden birincisi, yazımızın başında da belirttiğimiz, bütün kâinattaki muhteşem idare ve terbiyeyi (rububiyeti) fark edip, bunun mükemmelliğini ve güzelliklerini görüp hayretle bakmaktır.

İkincisi; Cenâb-ı Hakk’ın kudsî isimlerinin nakışlarını, varlıklardaki sanatlarını görüp, bütün insanlara anlatmak ve onların ibretli bakışlarına göstermek.

Üçüncüsü; Rabbimizin isimlerinin mânevî hazine hükmünde olan mânâlarını anlamak ve onları takdir ederek kıymetlendirmek (Marifetullah’a ulaşmak).

Dördüncüsü; Cenâb-ı Hakk’ın kader kalemiyle yazdığı varlık defterlerinden dünya ve gökyüzündeki muhteşem varlıkların Allah’ın varlık ve birliğini göstermelerini tefekkür etmek.

Ve beşinci olarak da; varlıklardaki zînetleri, ince ve mükemmel san’atları, güzellikleri temâşâ etmek ve o güzelliklerin, mükemmelliklerin ve sanatların asıl sahibi olan Allah’ın marifetini anlamak ve O’na ulaşmaya çalışmaktır.

Onun için de, “İnsan bir yolcudur. O yolculuk ise; âlem-i ervahtan, rahm-ı maderden, gençlikten, ihtiyarlıktan, kabirden, berzahtan, haşirden, köprüden geçen ebed-ül âbâd tarafına bir yolculuktur.”

İşte insanın bu yolculukta uğradığı duraklardan biri olan, “..şu mahdut arz, .... en mühim sekeneleri olan ins ve cinnin kuvâlarına, sair zîhayatlar gibi fıtrî bir had ve hulkî bir kayıt konulmadığı için, nihayetsiz terakkî ve nihayetsiz tedennîye mazhar olmuştur.”3

İnsan nefsi ve sûreti itibariyle bir hiç hükmündedir, fakat vazife ve vazifesini yaptığında alacağı mertebe noktasında, “...şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı, şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı, şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündedir.”4

“...İnsan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömür”5 ve “.. kalb cüzdanındaki letâif ve akıl defterindeki havas ve istidadındaki cihâzât”tır.6

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 83, On Birinci Hakikat.

2- A.g.e.

3- Sözler, s. 164, 15. Söz, 3. Basamak

4- A.g.e.

5- Lem’alar, s. 13

6- Sözler, s. 83, On Birinci Hakikat

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

A'râftaki bahtiyarlar



Almanya’dan okuyucumuz: “A’râf Sûresinin 46. - 49. âyetlerinde bahsedilen A’râf ehli kimlerdir? Sıfatları nelerdir?”

Kıyâmet Gününde bütün insanlar ve bütün cinler Haşir Meydânında Allah’ın emriyle ve izniyle toplanacaklar. Akıllısıyla, delisiyle, kâfiriyle, Müslümanıyla, zâlimiyle, mazlûmuyla. Büyük Muhâsebenin yapılacağı, Mahkeme-i Kübrâ’nın kurulacağı, haşir ve neşir için hazırlanan büyük meydanda. Öyle ya; dünyâdan, zâlim izzetinde, mazlûm zilletinde kalarak göçüp gidiyor çoğu zaman. Zâlimin zillet içinde, mazlûmun da izzet içinde haşredilip neşredileceği, mahkeme edileceği, hesap sorulacağı ve mutlak adâletin meydana çıkacağı bir gün gelecek, bir meydan Allah’ın emriyle ve irâdesiyle açılacak.1

A’râf, sözlükte, yüksekliklerin zirvesi, tepelerin, burçların ve sûrların yüksek kısımları demektir. Konumuzla ilgili olarak A’râf, Cennet ile Cehennem arasında bulunan yüksek kısımların, burçların, tepelerin ve sûrların yüksek yerleridir. Bu mânâ ile “A’râf”, Kur’ân’da A’râf Sûresinde geçen bir tâbirdir. Bu sûrede “a’râf” hakkında bilgi verildiğinden sûreye de ad olmuştur. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “İki taraf (Cennet ile Cehennem) arasında bir perde vardır; (burada) a’râf üzerinde her iki tarafı da sîmâlarından tanıyan adamlar vardır. Cennetliklere: ‘Size selâm olsun!’ derler. Bunlar henüz Cennete girmeyen ve fakat orayı uman kimselerdir. Gözleri Cehennemlikler üzerine çevrilince de: ‘Rabbimiz! Bizi zâlimlerle berâber bulundurma!’ derler. A’râf ehli, sîmâlarından tanıdıkları (Cehennemdeki) bir takım adamlara derler ki: ‘Ne çokluğunuz ve ne de taslamakta olduğunuz büyüklük size hiçbir fayda sağlamadı. Allah’ın kendilerine hiçbir fayda erdirmeyeceğine dâir yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı?’ (Sonra Cennet ehline dönerek): ‘Girin Cennete! Artık size ne korku, ne de hüzün yoktur!’ (derler.)”2

A’râf ehli kimlerdir? A’râf’ta hangi vasıftaki insanlar bulunacaklardır? Ve A’râf’ta ne kadar kalınacaktır?

İyi ameli olanlar Cennete, kötü ameli olanlar da Cehenneme girmiş olduklarına göre, A’râf ehlinin kimler olduklarını tahmin etmek sanırım pek zor değildir; A’râf ehli, ortada olanlardır.

Amel bakımından ortada nasıl olunur?

Hiçbir peygamberin tebliğini duymamış olarak ölenler bu gruba girebileceği gibi; küçük iken ölen müşrik ve kâfir çocuklarının da bu grupta oldukları söylenmiştir. İyi ve kötü amelleri eşit olan mü’minler de A’râf ehlindendir. Dünyada hiç teklifle muhatap olmamış sırf mecnun ve delilerin de A’râf ehlinden olduğu görüşleri mevcuttur. Yani kalbinde Allah’a îman ve mârifet bulunmayan, ama inkâr da etmemiş olanlar; ibâdeti olmadığı gibi, isyanı da bulunmayanlar; sevapları da, günahları da olmayan veya eşit olanların A’râf ehlinden oldukları tahmin edilmektedir. Yine de “A’râf” tâbirini müteşâbih kabul etmek ve doğrusunu ve hakikatini Allah’ın ilmine ve takdirine bırakmak daha doğru olacaktır. Çünkü A’râf ehlinin kimler olacağı hususunda net bir bilgi bulunmamaktadır. Yukarıda zikrettiğimiz âyetlerde de A’râf ehlinin kimler olacağı açıklanmamıştır. Sâdece A’râf’ın varlığı kesindir ve Cennetle Cehennem arasında bir mevki olduğu da şüphe götürmüyor.

Ancak A’râf ehlinin, böyle amel bakımından ortada bulunanlardan meydana gelmiş olduğunu kabul eden âlimler de, burada A’râf ehlinin fazla kalmayacağını söylerler. İmam-ı Gazâlî’ye göre A’râf ehli, ehl-i necâttır; Cehennem azabından kurtulmuşlardır; bu kimseler bir müddet burada tutulacaklar, nihâyet Cenâb-ı Hak inşaallah onları da Cennet’ine alacaktır. Çünkü kıyâmet gününde Cennet ile Cehennem’den başka bir makam yoktur.3

Âyet ve hadislerde, ehl-i Cehennemin bir kısmının da günahları kadar yandıktan sonra Cehennem’den çıkarılacağı ve Cennet’e girecekleri müjdelenmiştir. Meselâ Buhârî ve Müslim’in zikrettiği bir İbn-i Mes’ut (ra) hadîsinde Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) Cehennemden çıkıp da Cennet’e gireceklerin en sonuncusunun hallerini beyan eder. Bu adam emekleyerek Cehennem’den çıkar. Azîz ve Celîl olan Allah, bu kimseye: “Git Cennet’e gir!” buyurur. Adam Cennet’e varır, ama Cennet’i dolu görür. Bunun üzerine: “Yâ Rabbi! Cennet’i dolu gördüm!” der. Cenâb-ı Hak: “Cennet’e gir! Sana dünyanın on misli kadar Cennet vardır!” der. O kul şaşırır, hayretinden: “Yâ Rabbi! Sen âlemlerin Melik’i olduğun halde bana gülüyor musun? Benimle alay mı ediyorsun?” der.

İbn-i Mes’ut der ki: “And olsun ki ben Allah Resûlünün (asm) bunu anlattıktan sonra azı dişleri görününceye kadar güldüğünü gördüm. Şöyle diyordu: ‘İşte bu, Cennet ehlinin makamca en düşük olanıdır!’”4

Cehennemden en son çıkan birisine, dünyanın on katı büyüklüğünde bir Cennet verileceği müjdelendiğine göre; hiç Cehennem’e girmemiş ve Allah’ın gazabına uğramamış A’râf ehlinin inşallah, ehl-i Cennet olduklarını Allah’ın rahmetinden ummaktayız.

Dipnotlar:

1- Sözler, 54; 2- A’râf Sûresi, 7/46, 47, 48, 49; 3- İhyâ, 4/57; 4- R. Sâlihîn, 1881

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Önsezimizi nasıl güçlendirebiliriz?



ÖNSEZİ, eskimez eski tabiriyle hiss-i kablelvuku. Anlamı, ileride meydana gelecek bir olayı akıl ve muhakeme yürütmeden hissedip sezme kabiliyetidir.

Aslında beş duyumuzun yanında altıncı hissi, önseziyi biliyoruz. Ancak bunların dışında isimlendiremediğimiz daha pek çok lâtifelerimiz, hislerimiz vardır.

Bediüzzaman, dış duyular ve iç meşhur duygulardan başka, insanda ve hayvanda “sâika” (sevk eden, götüren, sürükleyen altıncı) ve “şâika” (şevkli, istekli, arzulu yedinci his) nâmıyla, aynen işitme ve görme gibi iki diğer hissi, “önseziyi” ilmen tesbit ederek bulur.1

Filozof Bergson’un da üzerinde durduğu sezgi, kalbî bir duygudur ve güçlü bir imana sahip olan mütedeyyin, özellikle velilerde fazla inkişaf eder, kerametkârâne sonuçlarını gösterir. Doğrusu sıradan insanlar dahi “sadık (doğru) rüya” sayesinde evliya gibi, gaybî ve geleceğe ait şeyleri görebilirler.2

Dış duygularımızı ve iç duyularımızı (his ve lâtifelerimizi) geliştirirsek, bunların toplamından hâsıl olan altıncı, yedinci, sekizinci hisler ortaya çıkar.

Bazı insanlar, kalp aynaları parlak olup saf ve arı duru duygulara sahiptir; yaklaşan nesneyi, canlıyı, tıpkı bazı hassas insanların yağmuru nem-rutubet sûretinde önceden hissetmeleri gibi, telepatik bir dalga boyu şeklinde hissedebilirler. Belki de, o cisimlerin veya unsurların yaydığı dalgalar, “sâika ve şâika” (sevk edici, sürükleyici lâtif dalgalar), radara, alıcılara çarpar. Ve şuuruna varmaksızın ondan söz açarlar.

Herkes sık sık karşılaştığından tecrübe etmiştir: Birisinden söz ederken, o kişi âniden çıkagelir. Ki, bir atasözünde, “Kurttan söz edince topuzu hazırla, vur; zira kurt geliyor!” denir. Demek önsezi-Rabbânî lâtife denilen, hakikatleri hisseden ve mânevî zevkleri almaya yarayan his, duygu, onun geldiğini haber veriyor. Fakat akıl, şuur ihata edemediği, onun dalga boyunu kuşatamadığı için, kasten değil, farkına varmadan bahsedilir. Feraseti güçlü olanlar, bazen kerâmet gibi geldiğini haber verir.3

Kâinatın santralı olan kalbini inkişaf ettirenler ve onun şifresini yakalayanlar, pek çok olay ve meseleleri sezebilir, anlayabilir. Kâinatta cereyan eden olaylar, kalbimizde de yankılanır. Duygu ve kalp hâkimiyetini sağlayanlar, bu olaylardan haberdar olur. Melek, cin, hayvan, bitki türleri dâhil kâinatta var olan bütün elektro / biyo-manyetik dalgalar ve enerji boyutlarının bir santrali hükmündeki insan kalbi, elbette bitki ve hayvanlardan çok daha geliştirilebilir (sonsuz) bir sezgi potansiyeline sahiptir. “Önsezi” de diğer binlerce his, lâtife gibi; zikir, duâ, ibadet, tefekkür, vecd (trans, derin gevşeme), riyazet ve motivasyonla geliştirilebilir.

Maneviyâtı güçlü şahsiyetlerde, daha doğrusu nefsini temizlemiş, ulvî duygularını yüceltmiş kişilerde, özellikle velilerde önsezi fazla geliştiğinden onlarda bu his bir kerâmet gibi görülür. Çünkü onlar, tefekkür, ibadet, zikir ile akıl, zekâ, kalp gibi his ve duygularını inkişaf ettiriyor, duyarlılıklarını arttırıyorlar. Önsezinin oluşumuna telsiz, telsiz telefon, teleskop veya bilgisayar-internet örnek olabilir. Bu cihazları kullanıp haberleşme formasyonu kazananlar, pekâla çeşitli yerlerle irtibat kurabilir, birçok şeyi kullanmayanlardan önce haber alır veya sezerler.

Dipnotlar:

1- Mektubat, 28. Mektub, s. 333, 2- A.g.e., 3- A.g.e.

21.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Vehbi HORASANLI

“O goley”



Tuzla’da meydana gelen ve üç kişinin vefat etmesi ile ilgili kaza, ülkemizde insan hayatının ne kadar değersiz olduğunu bir kere daha ortaya çıkardı. Öyle ki kum torbası veya su dolabilen torbalar kullanmak yerine insanlar kullanılmıştır.

Üstüne üstlük birde hatalı dizayn sonucu düşme tip (free fall) filika mapaya takılmış, belirli bir açı ile düşmesi gerekirken dik olarak suya girmiştir. Ayrıca Norveçli bir firmanın ürettiği can salının camı yerinden çıkmış, işçilerimiz bütün bu hataların bedelini canları ile ödemişlerdir.

Kapalı tip can salı veya filikaların camları, düşmeye dayanıklı olmalıdır. Üretici yeterlilik standartlarına uymadığı için Norveç firmasından da hesap sorulması gerekmektedir.

Düşme tip can sallarını eğitim maksadı ile ben de kullanmıştım. Bu tip filikaları kullanırken önce bütün personelin filikaya yerleşmesi sağlanır daha sonra atılmadan önce filika boşaltılır. Zira gemiyi terk eğitimlerinde filikanın denize indirilmesi esnasında sık sık arızalar olabilmektedir. Daha fazla insan hayatını riske sokmamak maksadıyla böyle bir tedbir birçok kaptan tarafından uygulanmaktadır.

Eğitim esnasında, düşme tip can salı en az üç denizci ile indirilmek zorundadır. Çünkü bir personel serdümen (dümen yelpazesine kumanda eden denizci), iki personel de halatçı olarak bulundurulması gereklidir.

Nitekim ben de üç personel ile filikayı denize indirdim. Filika tamamen suya gömüldükten sonra tekrar su yüzüne çıktı. Motorunu çalıştırdıktan sonra gemi etrafında bir müddet testler yaptık ve tekrar gemiye çıkardık. Bu eğitimler, kullanılan malzemenin standartlara uygun olması sebebi ile daima başarılı bir şekilde icra edilmiştir.

Gemiyi terk eğitimlerinden farklı olarak bir de “ağırlık testi” adını verdiğimiz bir uygulama daha vardır. Bu maksatla can salına binmesi gereken maksimum sayıda personel için su torbaları kullanılır. Bu torbalar yerleştirildikten sonra su ile doldurularak olması gereken ağırlık ile denize indirilir. Bu sayede insan hayatı riske edilmeden gerçek şartlara uygunluk test edilmiş olur.

Gelin görün ki bütün bu saydığımız maddeler ihmal edilmiştir. Bunun en önemli sebebi yukarıda zikrettiğimiz gibi insan hayatına verilen değerin azlığı, bir başka deyişle insan hayatının ucuz olmasıdır.

Buna güzel bir örnek olması bakımından gerçek bir hikâyeyi anlatayım.

Eskiden milletvekili seçimleri esnasında iki partinin borusu ötermiş. Güneydoğu illerinde de bir ilde genellikle iki milletvekili seçilirmiş ve iki parti arasında bölüşülürmüş.

Bu seçimlerden birinde, bir ağa aday olmuş fakat sonradan anlaşılmış ki kendisini ikinci sıraya yerleştirmişler. Tabi ikinci sıradaki bir adayın seçilmesi neredeyse imkânsız gibi, zira nispi temsili sistem uygulanıyor. Fakat bizim ağa bu durumu kabullenememiş. Ne yapıp edip seçilmeyi kafaya koymuş bir kere.

Ne kadar uğraşmış ise aday listeleri belli olduğu için bir şey yapılamamış. Bu işlerden anlayan parti yetkilisine durumu anlatmışlar. Adamcağız “hiçbir şey yapmak mümkün değil” demiş. Tam odadan çıkacak iken parti yetkilisi tek bir yol olduğunu söylemiş.

Bizim ağanın gözleri dört açılmış. “Nedir?” diye sormuş. “Eğer ecel gelir de birinci sıradaki aday ölürse, o zaman seçilebileceğini” söylemiş.

Bizim ağa çok rahatlamış ve “Kardeşim daha önce bunu söyleseydin ya. O goley (O iş kolay)” demiş.

İşte bu olay, insan hayatının ne kadar ucuz ve değersiz olduğunu gösteriyor. Başta kız çocukları töre cinayeti olmak üzere insanlar, adeta cahiliye devrinde olduğu gibi kolaylıkla öldürülüyor.

Hâlbuki Kur’ân’da, bir masum insanın öldürülmesinin bütün insanları öldürmek gibi olduğu zikredilmektedir. Dinimize göre insan hayatı en kutsal değerlerin başında yer almaktadır. Bütün bu saydığımız olaylar, dinden ne kadar uzaklaştığımızı bize bir kere daha göstermektedir. Eğer dinî inancımız yüksek olsa, insana vereceğimiz değer de artar. Onları kum torbası gibi kullanmak yerine şefkatle, merhametle yönetmek gerektiğini anlarız.

Fakat heyhat… Ahirzaman fitne ve belâları o kadar çoğalmış ki. Üç kuruşluk mal ve para için insanları diri diri ölümün kucağına itiyoruz. Allah bütün milletimizi inançlı ve dinine uygun hareket eden kullarından eylesin...

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Alışkanlık



Zaman hızla ilerlerken, yaşanan olaylar da âdiyattan bir hâl haline gelir.

Alışkanlık eğer menfî anlamda bir insanda yerleşir ise, bu çok korkunç bir gelişmedir.

Dalâlet, küfür, isyan, günah, haramlar ve daha niceleri dünyamızda cirit atıyorsa, neticeleri de böylesine acı olurlar.

Şu şehit cenazeleri... Normal bir seyir haline geldi.

Üç kişi, beş kişi, on kişi, on iki kişi...

Bunları seyreder ve okur iken alışkanlık haline geldi ise, ateş ancak düştüğü yeri ve etrafını yakar.

Geriden o ateşe bakanlar, onun yaktıkları gibi elbette olamaz.

İşte “Alışmış kudurmuştan beterdir” derler.

İçki, fuhuş, kumar ve bütün şer işlerin failleri, bir alışkanlığın ve bulaşkanlığın acı neticelerini hayatlarında yaşıyorlar.

Toplum hayatımızda bunlar vardır.

Bütün ahlâkî zaafiyetlerin manzarası hep böyledir. “Alıştım, bırakamıyorum” diyenlerin bünyelerine bu illetler bir kene gibi yerleşmiştir.

Hem kendisini, hem de çevresindekileri zehirlemekten zevk alırlar aslında.

Ve güvenlik kuvvetlerinin müdahaleleri ile mahkeme ve cezaevlerinin varlığına güveniriz.

Modern dünyanın mâneviyâttan uzaklaşmış, ahlâkî zaafiyetin bünyesini sardığı insanlarından kurtulmak oldukça zordur.

“Kork Allah’tan korkmayandan” demişler.

Allah korkusu ve ahiret inancı olmayan zalim insanların pis ve rezil alışkanlıkları, sosyal hayatımızı alt üst etmektedir.

Kalplerde yaşatılacak mânevî yasakçıların olmayışı neticesi, cemiyetteki alışkanlıkları yok etmek oldukça zordur.

Kimseye zararı olmayan ancak kendisine zararlı olanlar ise yine bu kategoride değerlendirilebilir.

Alışkanlıklarımız bizi bitirmeden, biz onları bitirmeliyiz. Çare budur.

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Japon kızı Faize



Kalp, sevgi, korku, nefret, aşk, merhamet gibi daha birçok duyguları saklayan bir sır kutusudur. Bu duyguların tercümanı ise insandaki dil ve gözdür. Dil kelimelerle anlatır bu duyguları, göz ise yanaklardan aşağı akıttığı sıcak gözyaşlarıyla tercüman olur. Bazen gözyaşı kelimelerden daha etkili olur. Nasıl ki düzyazıya göre şiir daha etkilidir duygu olarak. Öyle de, gözden akan billur taneleri de kalbin şiiridir.

Gözyaşı vardır, sevincin alâmetidir. Gözyaşı vardır, korku ve hüznün işaretidir.

Gözyaşı vardır, merhamet ve şefkatin tecessümüdür. Ve gözyaşı vardır, Cehennem ateşini söndürür. Âlemlere rahmet olarak insanlığa gönderilen Efendimiz (a.s.m.), bu konuda şöyle buyuruyor:

“İki göz vardır ki onlara ateş dokunmaz: Biri Allah karşısında haşyetle gözyaşı döken göz; diğeri de hudut boylarında ve düşman karşısında uyanık duran gözdür.”

Bazı gözlerden bir damla dahi yaş gelmez. Yer gök ağlar, ama bu gözler ağlamaz! Maneviyattan uzaklaşan kalp hastalanınca, akıttığı irinler katılaşarak göz pınarlarını tıkar, sonra da kurutur. Kur’ân-ı Kerim bu kalpleri taştan daha katı olmakla vasıflandırır.

“Artık kalpleriniz taş gibi yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi vardır ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de vardır ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.” (Bakara Sûresi, 74. âyet)

Köpük köpük yukarıdan aşağı dökülen şelâle gibi, gözlerinden yaş akıtan bir Japon kızını tanıtmak istiyorum bu yazımda. İlâhî nurla aydınlanan kalbi iman gözyaşları döktürüyor Faize’ye. Allah için akan bu gözyaşlarını görünce, ben de kendi halime ağladım. İmanın tadını unutmaktan, âyette vasıflandırıldığı gibi kalbimin taşlaşmasından korkup ürperdim. Ve bir hadis-i şerifte denildiği gibi “Ürpermeyen kalpten, yaşarmayan gözden Sana sığınırım Allah’ım!” diye duâ ettim.

Geçen yıl Müslüman olan 28 yaşındaki Faize’nin ihtida öyküsünü katılaşmaya yüz tutmuş kalpler yumuşasın dileğiyle, kendi ağzından sizlere aktarmak istiyorum.

“Adım Chihiro Sato. İslâmla şereflenince Faize adını aldım. İslâmla olan serüvenim antropoloji okuduğum üniversite yıllarında başladı. İngilizcenin yanında ikinci bir yabancı dil almak için okuduğum üniversitenin Arapça bölümüne gittim. Kontenjan dolduğundan giremedim. Bunun üzerine Tokyo İslâm Merkezine giderek Arapça eğitimime başladım. Hocam Endonezyalı bir profesördü. Çok hoş bir insandı. Güzel bir hoca-talebe ilişkisi kurduk. Beni ailesiyle tanıştırdı. Hocamın aile içinde eşi ve çocuklarına olan güzel davranışları çok ilgimi çekti. Evde kavga gürültü yoktu. Sakin ve karşılıklı saygı üzerine kurulmuş olan bir yaşantıları vardı.

“Japonlarda insana saygı duymak çok önemlidir. Bu güzel ailede saygı ve ihtiramın varlığını görünce onları daha yakından tanımak istedim. Ziyaretlerim sıklaşmaya başladı. Onlar vasıtasıyla Endonezyalı ve Türk ailelerle tanıştım.

“Biz Japonlar çok çalışırız. Sosyal münasebetlere ayıracak fazla vaktimiz olmaz. Bu ailelerle tanışınca çok büyük bir değer kaybettiğimizi anladım. Müslümanları farklı kılan şeyin ne olduğunu öğrenmek için İslâm kültürünü araştırmaya başladım.

“O sıralarda, Amerika’daki 11 Eylül olayları oldu. Medya Müslümanları suçluyordu. Medyada gördüğüm Müslüman imajıyla, kendi tanıdığım Müslümanlar arasında fark olduğunu gördüm. Batı medyasının Müslümanları karalama kampanyası başlattığını anlamakta gecikmedim.

“Müslümanlara duyduğum ilgiyi fark eden Japon hocam ‘Niye Tokyo Arap-İslâm Araştırmaları Merkezine gitmiyorsun? Oraya git, daha fazla mâlûmat alırsın’ dedi. Bunun üzerine Japon Müslümanların da görev aldığı bu merkeze gidip, haftada üç gün derslere katıldım. Bu merkezde Türk ve Uzakdoğu Müslümanlarının dışında Arap Müslümanları da tanıma imkânı buldum. Onları da diğerleri gibi sevdim. Müslümanların yakın dostluğu sayesinde, ileride Müslüman olacağıma iyice inanmaya başladım. Bu arada okulumdan Müslümanların orucu hakkında rapor hazırlamamı istediler. Bir ay oruç tuttum. Tabiî henüz Müslüman değildim. Ve orucu sevdim.

“Yine bu arada tanışmış olduğum Japon Müslümanlar, Müslüman olmadan önce kendilerine birtakım ilâhî işaretlerin geldiğini söylemişlerdi. Ben de Müslüman olmak için hep bir işaret bekleyip durdum.

“Bekledim... Bekledim... Bekledim. Ama beklediğim işaret bir türlü gelmedi!. Herhalde Müslüman olmaya hazır değilim diye düşünmeye başladım. Ve kendimi çalışmaya verdim. Tipik bir Japon gibi sürdürüyordum hayatımı. Ama aradığım şeyin durmaksızın çalışmak olmadığını anladım. (Faize bu işaret bekleme olayını ağlayarak anlatıyordu.)

Bir müddet sonra bir aylığına turist olarak Tunus’a gittim. Bu gezide daha iyi Arapça öğrenmek için muhakkak bir Arap ülkesine gitmem gerektiğine inandım. Tokyo’ya dönünce gazetede Kuveyt Üniversitesinin dil bursu ilânını gördüm. Kuveyt’e gitmek istediğimi Japon hocama açıkladım. O da ‘Kuveyt’te ne yapacaksın? Cehennem gibi sıcak bir ülke. Sen Japonsun, oralarda yapamazsın. İlla gideceksen Mısır’a git; Ürdün’e git. Ama Kuveyt’i asla tavsiye etmem’ dedi.

“Hintli Müslüman olan bir başka hocama sordum. Müslümanları sevdiğimi ve İslâmı araştırdığımı bilen hocam ‘Fırsatı kaçırma’ dedi ve bana burs için gerekli olan referans mektubunu verdi. Bunun üzerine hemen dil bursu başvurusunda bulundum. Çok az şansım olmasına rağmen burslu talebe olarak Kuveyt’e gelmem kabul edildi.

Kuveyt Üniversitesi Dil Merkezinde Arapça okumaya başladım. Üniversitenin kız talebe yurdunda kaldığım için Müslüman kızlarla çok yakın ilişki kurdum.

Artık gece gündüz hep Müslümanlarla beraberdim. Yavaş yavaş örtünmeye başladım. Önce uzun kol, sonra başıma örttüğüm ince bir şal ile başladım işe. Allah’a ve kadere inanmıştım, ama bir türlü Şehadet getiremiyordum. Çünkü bana gönderilecek olan işareti bekliyordum. Ama her nedense bir türlü gelmiyordu. (Burada Faize gözyaşlarına boğuluyor.)

“Bir gün kızlarla beraber Kuveyt İslâm Tanıtma Merkezine gittik. Orada görevli olan İngiliz İman Martin Müslüman olmak için işaret beklediğimi öğrenince ‘Bu işaret olayı iyice abartılmış. Sen çoktan Müslüman olmuşsun. Şehadet getir’ dedi. Bunun üzerine Şehadet getirerek Müslüman oldum hamd olsun. (Gözyaşları devam ediyor.)

“Şimdi bir şirkette montaj müdiresi olarak çalışıyorum. Kuveyt’te kalıp dinimi tam olarak öğrenmek istiyorum. Namaz, oruç ve örtü, hiçbiri zor gelmedi bana. Sadece Kur’ân ezberlemek zor geliyor. On kısa sûre biliyorum. Şu sıralar ise Şuara Sûresini ezberliyorum.

“Ailemin tepkisine gelince. Tatilde karşılarına örtülü olarak çıktım. Medyanın vermiş olduğu mâlûm Müslüman imajından dolayı biraz ürperdiler. Ama alışacaklar inşaallah.”

Bu güzel ihtida öyküsünü aktardıktan sonra, Faize gibi Hakkı arayanların duygularına tercüman olan Seyyid Nizamoğlu’nun bir ilâhisiyle son vermek istiyorum yazıma:

Gece gündüz döne döne

İstediğim Haktır benüm

Allah deyüp yana yana

İstediğim Haktır benüm

Yoluna terk edip canı

Akıtıp gözümden kanı

Ah eyleyüp dünü günü

İstediğim Haktır benüm

21.08.2008

E-Posta:




M. Ali KAYA

Kardeşlik



AYNI anne ve babadan doğan çocuklara kardeş dendiği gibi, aynı inancı paylaşanlara da kardeş denilmektedir. Arapça “Ahi” kelimesinin karşılığı kardeşlik olduğu için aynı hedefe hizmet eden “Esnaf ve Sanatkârlar” kulübüne de Selçuklu ve Osmanlı döneminde “Ahi Teşkilâtı” adı verilmiştir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “İnananlar kardeştir”1 buyurarak inanç birliğinin insanları birleştirdiğine dikkatimizi çekmiştir. Bu sosyal hayatta çok önemli bir hadisedir. İnsanları sosyal ve siyasî bir amaca hizmet ettirmek için her şeyden önce fikir ve inanç birliğini sağlamamız gerektiğini ders verir. İnanç insanları ümitlendirir. Ümit ise her nevî faaliyetin enerjisidir.

Şüphesiz insanları birbirine bağlayan en sağlam ve köklü bağ “iman ve takva” esasından kaynaklanan kardeşlik bağıdır. İnanç bağı, akraba ve ırk bağından daha güçlü ve daha kapsamlı geniş olan bir bağdır. Irkı esas alan, sadece kendi ırkdaşı olan milyonlar ile bağ kurarken inanç bağı bütün insanlığı, ırk ve dil ayırımı gözetmeksizin milyarlarca insanla gönül bağını tesis etmiş olur. Gücü de, morali de o derece yüksek olur. Ayrıca inanç bağı ile insanlarla kardeşlik kuran biri, insanlara karşı daha adil olabilirken, ırk bağını esas alan kendi ırkını tercih edeceği için âdil davranamaz. Bu bakımdan “Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bölünüp parçalanmayın”2 âyeti bize gerçek birliğin inanç bağı ile birliği sağlamak olduğunu “Allah’ın ipi” cümlesi ile ifade etmektedir.

İnanç bağında adalet olduğu gibi eşitlik de mükemmel şekilde korunabilmektedir. İnsanlar Allah’a kul olma noktasında eşit oldukları gibi, insanlıkta da eşittirler. Hukuk karşısında da eşitliği sağlayan yine inanç birliğidir. İnsanları sınıflara ayıran, kölelere, işçilere ve köylülere ikinci sınıf ve parya muamelesi yapan anlayışların tümünü İslâmiyet ortadan kaldırmıştır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Şüphesiz Allah katında en üstün olanınız Allah korkusu ile günahlardan en çok sakınanızdır”3 buyurur.

Peygamberimiz de(asm) “Hiçbiriniz kendi nefsi için sevip arzu ettiğini mü’min kardeşi için de sevip istemezse iman-ı kemâle ermez”4 buyurarak, başkalarını kendi nefsine tercih etmeyen kimsenin imanının kemâle ermeyeceğini belirtmişlerdir. Hz. Ali (ra) “Senin gerçek kardeşin seninle beraber olan, sana faydalı olabilmek için kendi zararını göze alabilendir” diyerek fedakârlığın, arkadaşlığın ve kardeşliğin gereği olduğunu ifade etmiştir.

Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret ettiği zaman Medineli Müslümanların her birine Mekke’den gelen muhacirlerin birisini kardeş olarak vermiş ve aralarında kardeşlik akdetmiştir. Sonra da “Mü’minler bir vücudun azaları gibidir” buyurarak bir vücudun azaları gibi birbirlerine yardımcı olmalarını istemiş ve tarihte eşi ve benzeri görülmeyen bir kardeşlik sistemi kurmuştur. Yüce Allah Medinelilerin bu yardımseverliğinden memnun olarak onlara “Ensar”5 yani “yardım edenler” adını vermiştir.

Peygamberimiz (asm) parmaklarını birbirine geçirerek “Mü’minler kemerli binalardaki taşlar gibi birbirine destek olur”6 buyurarak toplumda yaşayan insanların birbirlerine destek olmalarını istemiştir.

Dinimiz inananlar arasında kardeşliğe önem verdiği için bu kardeşliğe zarar verecek olan hususları yasaklamıştır. İnsanlar arasındaki sevgi ve muhabbete en çok zarar veren “sû-i zan”dır. Su-i zan, bir kişi hakkında yanlış düşüncelere kapılma, peşin hükümle karar verme ve niyet okuma demektir. Dostlukları bozan, kardeşlikleri yıkan ilk ve en tehlikeli unsurdur. Bunun için yüce Allah, Kur’ân-ı Kerimde kesin olarak yasaklamıştır. “Ey iman edenler! Zandan çok sakının. Zannın bir kısmı günahtır. İnsanların gizli sırlarını araştırmayın. Bir kısmınız da bir kısmınızın aleyhinde konuşarak gıybetini yapmasın”7 buyurarak inananları ikaz etmektedir. Zannın bir kısmının günah olduğunu belirten yüce Allah, bir kısmının iyi olduğunu ifade etmektedir. Bu ise “hüsn-ü zan”dır. Hüsn-ü zan ise başkasını iyi bilmek ve herkesi kendinden daha iyi olduğunu bilmek ve öyle zannetmektir.

Sû-i zannın sonucu tecessüs, gıybet ve hakarettir. Bu ise yüz çevirmeye ve birbirinden uzaklaşmaya neden olur. Bunun önüne geçmek için Peygamberimiz (asm) “Birbirinize kin tutmayın, birbirinize haset etmeyin, birbirinizden yüz çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz”8 buyurur.

Burada “Ey Allah’ın kulları” ifadesi çok anlamlıdır. Peygamberimizin (asm) hitabı sadece inananlara değil, bütün insanlaradır.

Dipnotlar:

1- Hucurat, 49:10; 2- Âl-i İmran, 3:103; 3- Hucurat, 49:13; 4- Buhari, İman, 7; 5- Enfal, 8:72; 6- Buhari, Salât, 88; Mezalim, 5; Müslim, Birr, 65; Tirmizi, Birr, 18; Nesai, Zekât, 67; 7- Hucurat, 49:12; 8- Buhari, Edeb, 57; Müslim, Birr, 23; Tirmizi, Birr, 24

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

1 Phelps 8 Türk'e bedel...



Çocukluk yıllarında Amerikalı Mark Spitz’i tanımıştık.Yüzme’de altın madalyaları topluyordu o yılların olimpiyat yarışlarında. Şimdi de bir başka Amerikalı çıktı. Pekin Olimpiyatlarında. Şimdiye dek 8 altın madalya toplamış. Başbakan Erdoğan dün sitem etti. ”Bir Phelps kadar olamadık” diyor haklı olarak. Koca bir ülkenin Ramazan Şahin’in güreşte aldığı ilk altın madalya hariç, bir tek sporcunun aldığı madalya sayısına göre sekizde biri seviyesinde kalması elbette ki bizleri düşündürmeli.

“Adamlar yapmışlar abi” demekten başka bir tekniğimiz olamadı galiba. Hep başkalarının yaptıkları harikaları konuştuk. Zenginin malının züğürdün çenesi yorması meselinde olduğu gibi. Peki biz neden böylesine gerilerdeyiz? Kendimizi hep üçüncü dünya ülkeleriyle kıyaslarız. Sonra da “Bakın çağdaş Türkiye nerelere kadar yükseldi?”lerle kendimizi avuttuk. Hiç bir zaman için Cumhuriyetin kuruluş amaçlarından en önemlisi olan “yüzümüzü Batı’ya döndürmek” hedefini bu kıyaslamada gündeme getirmedik. Yani bir Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya hatta bir İsveç, Norveç hatta hatta bir Yunanistan, Romanya ile kıyaslamaya yanaşmadık. Varsa yoksa Afrika kıtasının kabile devletlerinden herhangi birisini kendimize kıyas aleti olarak gösterdik.

Değişen dünyada milliyetçilik, ulusalcılık gibi vatan çapında enaniyet, millet çapında onur ve kendini doğuştan büyük görme hastalığı artık tarihe karışıyor. Yukarıda belirttiğim gibi küçüklüğümüz hep “Bir Türk dünyaya bedeldir” vecizeleriyle geçti. Bu bizlere doğuştan Türk olan herkes dünyaya bedel işler yapabilir şeklinde anlatıldı. Oysa kimse doğuştan asil veya sefil sayılamazdı. Doğuştan farklı bir yaradılış içinde olamazdı. Çünkü hepimiz genler, kromozomlar, hücreler, sinirler, kemikler olarak aynı biyolojik özelliklerle donanmış olarak var edilmiştik. Derilere göre ayırım bile yanlıştı. Nitekim Hitler zamanındaki Berlin Olimpiyatlarında siyah derili sporcular “Üstün Alman ırkı“ mensubu rakipleri de dahil bir çok beyaz tenli sporcuyu geride bırakıp altın madalyaları toplamışlardı. Amerika’da “Köpekler ve zenciler giremez!” kuralı zencilerin her alanda üstün başarılarıyla kendilerini kabul ettirmelerinden sonra yerle bir oldu. Bu gün ABD’de Beyaz Saray’a, bir zenci olan Obama’nın taşınması bile şimdiden kanıksandı bile..

İşin sırrı ırk, üstün ırk değil. İşin sırrı gurur ve onur da değil. İşin sırrı insanoğlunun yeni tabirle kişioğlunun çalışması. Kur’ân, “Müslüman için ancak çalıştığı vardır” demeyip “Leyse lil insani illa ma se’a/İnsan için ancak çalıştığı vardır” buyururken bu aşikâr gerçeği, aşikâre ifade ediyor bin dört yüz küsur senedir. Kim çalışırsa o kazanır hükmü hakimiyetini devam ettiriyor. Yaşanan hadiseler zaten bunun te’yidinden başka bir şey değil. O halde kendimizi bir takım ütopik, uçuk ve komik, felsefî gibi görünen, ama aslında hüsnü kuruntudan başka bir şey olmayan bazı önyargılı saplantılardan kurtaralım.

Yeni nesiller ırk, özellikle faşizm anlamındaki ırk faktörünün bir anlam ifade etmediğini artık kabullenmeye başladı. Bu sadece bizde değil dünyanın her tarafında böyle. Kabul etsek de etmesek de fıtrattaki realiteler ve kanunlar icraatını gerçekleştiriyor. İnsanlar doğuştan ya da aidi olduğu ırktan değil, sonradan eğitilerek kazandığı davranışlardan ötürü bir şeyleri başarır ya da başarısız olurlar. Bundan sonraki olimpiyatlarda şampiyon olacak sporcular bayraklarını ait olduğu ırk adına değil, mensup olduğu devleti adına dalgalandırabilir ancak...

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Asker ve irtica



Yıllardır YAŞ kararıyla ordudan yapılan ihraçların Org. Yaşar Büyükanıt dönemine kadar olanlarında gösterilen gerekçe, genel olarak “disiplinsizlik” tabiriyle ifade edilmekteydi. “İrtica” da, başka birtakım ideolojik faaliyetler de, çete bağlantıları da, gayri ahlâkî davranışlar da bu kelimenin kapsamı içerisindeydi.

Özellikle 28 Şubat sürecinde çok artan “irtica” gerekçeli ihraçlarda, ilgili personelin namaz kıldığı, dindar olduğu, hanımı başını örttüğü için ordudan atıldığı şeklinde bir algılama oluştu.

28 Şubat döneminin Genelkurmay Başkanına atfen çıkan “Her namaz kılanı ordudan atsak, Askerî Şûrâya üye bulamazdık” gibi sözler dahi bu algılamayı değiştirmek için yeterli olamadı.

Ve bu konu, defaatle seslendirilen “İrtica ile mücadele, mütedeyyin kitleleri incitmeden yapılacak” taahhüdüne rağmen, dindarların askere bakışında sıkıntı kaynağı olmaya devam etti.

Bilhassa başörtüsünü “türban” diye adlandırıp “siyasal İslâmın ve irticanın simgesi” olarak gören yaklaşımdaki ısrar bu sıkıntıyı kanayan bir yara halinde büyüterek bugünlere getirdi.

Farklı sebeplere dayalı YAŞ ihraçlarının özellikle “irtica” gerekçeli olanlarının sürekli nazara verilip gündemde tutulması da işi katmerledi.

Bu arkaplan dikkate alındığında, son YAŞ’tan hiçbir ihraç kararının çıkmaması ister istemez dikkatleri çekerken, kendilerini bu yönde şartlandırmış olan laikçi cenahı çok öfkelendirdi.

“Çankaya kalesini kaybettik, şimdi asker de mi irtica karşısında teslim bayrağını çekti?” gibisinden provokatif değerlendirmeler yapıldı.

Oysa bu son derece önemli ve aynı ölçüde duyarlı konunun çok dikkatli ele alınması lâzım.

Bir defa, her YAŞ toplantısının, sadece ihraç kararı alınıyormuş ve bunların da çoğu irtica gerekçeliymiş şeklinde yorumlara konu olmasının öncelikle TSK’yı rahatsız etmesi beklenir.

Zira YAŞ, tayin ve terfiler başta olmak üzere orduyu ilgilendiren birçok konunun komutanlarca ele alınıp değerlendirildiği bir platform.

Orada konuşulanları ihraçlara ve irticaya indirgemek, ordunun başka bir meselesi olmadığı ve bunlara saplanıp kaldığı; dahası “irtica”nın TSK’ya sızmasının onca çabaya rağmen engellenemediği ve Genelkurmay’ın bu konuda çaresiz kaldığı gibi sonuçları da beraberinde getirir.

YAŞ ihraçlarının yargı yoluna kapalı olmasından kaynaklanan tartışma işin bir diğer boyutu.

Bu konunun bu şekliyle senelerdir çözümsüz vaziyette sürüp gelmesinin asker üzerinde meydana getirdiği yıpratıcı tesir gözardı edilemez.

Son YAŞ’ın ihraçsız bitmesi, bu tartışmalı uygulamaya ara verip meseleyi yeniden değerlendirme mülâhazasının bir neticesi olabilir mi?

Bilemiyoruz. Ve öyle olmasını umuyoruz.

Tabiî, öyle bir durumda işin daha derinlerdeki kök ve temellerine inilmesi, “irtica” kavramının yeniden irdelenip, eğer illâ kullanılmaya devam edilecekse yanlış anlama ve uygulamalara meydan vermeyecek şekilde çok iyi tanımlanması; dinin ve dindarların kast edilmediği konusunda halkı ikna edecek söylemler geliştirilip uygulamaların da bu yönde geliştirilmesi lâzım.

Bu çerçevede, “samimî dindar” geniş toplum kesimlerini bünyelerinde barındıran cemaat ve tarikatlara bakış tarzının değiştirilmesi, onları “irtica odağı” ve “yasadışı yeraltı örgütü” gibi görme yanlışının terk edilmesi bir zorunluluk.

Buna bağlı olarak, halkın büyük çoğunluğunu iç tehdit saydığı için devletle milletin arasını açan uygulamalara kaynaklık eden; hem sivil iradeyi devredışı bırakarak hazırlanıp öyle uygulandığı için demokrasiyle çelişen; hem de ciddî hukuk ihlâllerine sebebiyet veren gizli anayasaların bir an önce tedavülden kalkması gerekiyor.

Elbette ki, bunlar için yerleşik düşünce kalıplarının ve şablonların dışına çıkılıp, farklı bakış açılarını da kucaklayan yaklaşımlara ihtiyaç var.

Özkök’le Büyükanıt’ın ara ara verdikleri ipuçları bu yöndeki değişime mi işaret ediyordu?

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Aileye bomba atmayalım



Cemiyetleri ve ülkeleri ayakta tutan temel direklerden biri ve belki de en önemlisinin aile olduğu her halde kabul edilir. Avrupa’nın en büyük yanlışlarından biri de, ‘aile’ kavramına savaş açıp, ‘çekirdek aile’yi teşvik etmesiydi. Neredeyse bir asra yaklaşan yanlış uygulamalar, hem nüfus artışını sıfırladı, hem de ülkeleri geri dönüşü zor bir bataklığa sürükledi.

Avrupa, yaptığı yanlışın farkına vardı ve hatadan dönmeye çalışıyor. Ne yazık ki bizde, yanlışta ısrar eden uygulamalara rastlanıyor. Zaten aramızdaki bariz fark bu. Onlar hatalarını görünce, yüksünmeden doğruya teslim oluyorlar. Bizde ise, ‘hata’nın hata olduğu bile kabul edilmiyor. Ta ki, gemi karaya oturuncaya kadar...

Peki, ‘aile’ bu kadar önemli de, ‘aile’yi muhafaza için gereğini yapıyor muyuz? Bu soruya ‘evet’ cevabını vermek imkânsız. En başta TV kanallarındaki yayın anlayışı ‘evet’ dememize engel. Güya aileye hitap eden yayınlar yapılıyor, ama bu yayınları ailece izlemek mümkün değil. Sadece reklâmların sebep olduğu tahrip düşünülse, kökten sarsıldığımız anlaşılır. Bu sorumsuzluğun faturasını nasıl ödeyeceğiz?

Hadisenin üzücü olan yönü, kamuoyunda ‘aile televizyonu’ imajı yaymaya çalışan, belki de başlangıçta bu maksatla yola çıkan TV kanallarının da bu hataya düşmesi. TV izleyenler şahittir ki, kanalların ‘logo’su, işareti kapatılmış olsa hangi kanal olduğu anlaşılmaz hale gelmiştir! Para karşılığı feda edilmek üzere olan değerlerimizi nasıl koruyacağız?

Mehmet Altan da kendisiyle yapılan bir röportajda ‘aile’nin önemine vurgu yapıp şöyle demişti: “Bence insan doğasında aile çok önemli. Anne, baba ve doğulan ortam. Buradaki kültürel girdiler çok hayatî. İnsan doğasında bu ilk ortamın belirleyici olduğunu düşünüyorum.” (Sabah, Pazar eki, 29 Haziran 2008)

Altan, “Siz de Margaret Thatcher gibi ‘Toplum diye bir şey yok, yalnızca aileler var’ mı diyorsunuz yani?” sorusuna da şu cevabı vermiş: “Bu görüşe çok yanlış demem. Aile çok önemli bir şey. İnsanın kültürel kodlarını anne ve baba şekillendiriyor. Kendinin göremediğini başkalarının üzerindeki yansımalarından görürsün ve bence kendini en iyi 40 yaşından sonra tanımaya başlarsın. Bu noktada da anne ve babana dönersin.”

Karikatürize edilmiş şekliyle, “Toplum yok, aile var” diyorsak o halde dört koldan ailenin tahrip edilmesi karşısında niçin susarız? Hâli hazırda, ‘aileden sorumlu devlet bakanlığı’mız bile olduğuna göre, gerekli tedbirleri alabiliyor muyuz?

Elbette ailenin korunmasını ‘devlet’e havale edemeyiz. Mutlaka onların da yapması gereken çok önemli görevler var, fakat önce sivil toplum kuruluşlarının harekete geçmesi lâzım. Sivil toplum kuruluşlarının, aileyi muhafaza etmek maksadıyla kurulan dernek ve vakıfların ‘iş’lerini iyi yapması gerekiyor. Devleti de harekete geçirmek onların, bizim vazifemiz...

Aileyi tahrip eden her türlü müstehcenliğe ve alkollü içki reklâmlarına ‘karşı kampanya’ açarak ilk adımı atabiliriz. Nerdesiniz ‘tüketici hakları’nı savunmak için kurulan dernekler, vakıflar, STK’lar?

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

ABD, Müşerref’i neden gözden çıkardı?



Bu yek sorunun tek cevabı var. Ve cevap dolambaçlı ve felsefik değil. Gayet basit ve pragmatik. Amerikalılar Pakistan’da da Şah döneminden sonra İran’ın durumuna düşmemek için kısaca Müşerref’e sahip çıkmadılar ve yol verdiler. Kısaca kabahat enine boyuna Müşerref’in. Aslında, Amerikalılar yetki paylaşımı konusunda Benazır ile Müşerref’in arasını bulmuşlardı, ama Müşerref, Yeşil’in (Mahmut Yıldırım) uyardığı gibi ‘rabbena hep bana’ deyince kendisini ringin dışında buldu. Amerikalılar ‘teröre karşı savaşta’ diğer ortakları Kenya Lideri Kibaki ile Muhalefet Lideri Odinga arasında sancılı da olsa bu yetki paylaşım anlaşmasını kotarmaya muvaffak olabilmişlerdi. Müşerref ise yarı yolda ortağını öldürmeye kalkıştı ve bunu yaptı da. Dolayısıyla Müşerref ihtirasının kurbanı oldu. Hepsini isterken hepsinden mahrum oldu. Gecikmeli olarak genelkurmay başkanlığını bıraktı ve zayıflamasına rağmen yeniden kendisini cumhurbaşkanı seçtirdi. Zemin ayaklarının altından kaydığı sırada Benazır ile siyasî ömrünü uzatabileceği yerde dikensiz bir gül bahçesi hayaliyle bindiği dalı kesti. Amerikalılar yine de ondan vazgeçmiş değillerdi. Ama ondan daha akıllı davranmasını istiyorlardı.

Bunu Türkiye’deki tabloya da uyarlayabiliriz. Aslında ABD’nin Kemalistlerle bir alıp veremediği yok. Ama onlardan Müşerref’ten istediği gibi biraz daha esnek olmalarını istiyor. Hepsi bu. Bu çerçevede Newsweek dergisinin editörü Ferid Zekeriya: “Müşerref hem bizim için, hem de Pakistan için iyiydi’ dedikten sonra bir iç geçiriyor ve sonrasında değerlendirmesini şöyle sürdürüyor: “Ama zemin ayaklarının altından kayıyordu. Onunla birlikte Pakistan zemini bizim ayaklarımızın altından da kayma ihtimali geçiriyordu. Ya Pakistan’ı ya da Müşerref’i seçmek durumundaydık. Müşerref aleyhindeki hava bizim aleyhimize de dönmek üzereydi. Bunu dengelemek gerekiyordu. Ancak bazı diktatörler vaktin ayaklarının altından kaydığını bir türlü anlamak istemiyorlardı.” Eşfak Perviz Kayani de Amerikalılar gibi Müşerref ile Pakistan arasında bir seçim yapmak durumundaydı.

***

ABD bu keskin virajda haliyle Müşerref’i değil de Pakistan’ı seçme durumunda kaldı. Ferid Zekeriya’nın analiz ettiği noktadan devam ederek neden ABD’nin Müşerref’i gözden çıkardığını daha yakından anlayabilmek için gelişmelere göz atmakta fayda var. Pakistan’da Müşerref’in ipini çeken dört kişi oldu. Genelkurmay Başkanı Kayani, Nevaz Şerif, Asıf Ali Zerdari ve eski Yüksek Mahkeme Başkanı İftikar Muhammed Çavduri. Bunlar Müşerref’e karşı Pakistan cephesini temsil ettiler. Müşerref karşısında ABD politikasını değiştirenler de başta ABD’nin İslamabad Büyükelçisi Anne W. Patterson olmak üzere bazı sağduyulu Amerikalı yetkililerdi. ABD’de İran’ı bugüne kadar askerî darbeden koruyan nasıl Gates olmuşsa Müşerref’i de gözden çıkaranlar kimi Amerikalı akil adamlardı. Tabiî ki bu değişim bedelsiz olmadı. Anne W. Patterson Müşerref karşılığında Pakistanlı yetkililerden Müşerref gittikten sonra da Pakistan’ın ABD politikalarının değişmeyeceğine dair taahhütler almıştı. Bu taahhütleri Asıf Ali Zerdari vermişti. Bu taahhütler muvacehesinde Bush yönetimi Pakistan’ın ikinci bir İran olmasını beklemiyordu. Pakistan’ın İran yerine Güney Kore veya Filipinler modeline benzeyeceğini umuyordu. Filipinler’de Markos’dan da Amerikalılar Müşerref’ten kurtuldukları yöntemle kurtulmuşlardı. Desteği çekince ve altını boşaltınca Markos kendisini boşlukta bulmuştu.

***

Bu taahhütler asla tek yanlı ve sadece siyasilerden alınma değildi. Amerikan Genelkurmay Başkanı Amiral Mike Mullen de 18 Şubat seçimlerinin akabinde Pakistan’a en az üç defa gitmiş ve bunlardan Temmuz’daki olanı gizlilik vasfı taşımıştı. Bu ziyaretleri sırasında Eşfak Kayani ile görüşmüş ve ondan da Müşerref sonrasında ilişkilerin aynı şekilde süreceğine dair güvenceler almıştı. Bunun üzerine Müşerref’in ipinin çekilmesine razı olmuştu. Pakistan’ın Washington’daki elçisi Hüseyin Hakani de Capitol Hill ve Washington’daki düşünce kuruluşlarının kapılarını aşındırmış ve onlara Müşerref’in gitmesiyle bir şeyin değişmeyeceğini söylemiş ve kendilerini Müşerref’le bağlamamalarını istemişti. Hakani bu yönde hatırlı dostlarını ikna etmeyi başarmıştır. Bu baskı ve temaslarla, Amerika’daki Müşerref yanlısı devlet adamlarını ve uzmanları dengelemeyi başarmışlardı. Bush sonuna kadar Müşerref’te ısrar etmiş, ama en sonunda çabalarının onu kurtarmaya yetmeyeceğini görerek diğerlerinin veya değişimden yana olanların safına katılmıştı. Ama bir şartla: Müşerref’in cezalandırılmasını istemiyordu. Sonuçta, Pakistan ordusu üzerinden onu sağlamayı da başardı. Yine bu bağlamda Pakistan Başbakanı Yusuf Ziya Gilani de Washington’a giderek CFR gibi kurumlarda konuşmuş ve muhataplarını Müşerref sonrası için ikna etmeye çalışmıştı. Geride bir soru ve sorun kalıyor.

Müşerref bundan sonra ne yapacak ve nereye gidecek? Önce, Ertuğrul Özkök gibi bir umre gezisine çıkacak ve ardından da yeni ikametgâhını seçmeye karar verecekmiş. Kimbilir gözde mekânın gözde ve vip ziyaretçilerinden Ahmet Hakan, Ertuğrul Özkök ile Müşerref tavafta yan yana da gelebilirler. Bu buluşmadan da bir yazı konusu çıkabilir. Hepsine iyi şanslar diliyoruz.

21.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokratikleşme rafa mı kaldırılıyor?



Başbakan Erdoğan, Anayasa Mahkemesinin partisini “kapatmama kararı”yla Türkiye’nin ciddî bir bâdire atlatarak “demokrasi ayıbı”ndan kurtulduğunu ve belirsizliğin bittiğini söylemişti.

Erdoğan bu sözleri, kamuoyunda bundan böyle en azından başta “yeni anayasa” olmak üzere AB kriterleri çerçevesinde demokratikleşme ve özgürlüklerin genişletilmesi olarak anlaşılmıştı.

Ne var ki önce AKP’nin yeni anayasa değişikliğini yerel seçimler sonrasına ertelediği haberleri çıktı. Peşinden demokratikleşme ve insan haklarına dönük özellikle siyasî partilerin kapatılmasını zorlaştıracak 40 maddelik “mini paket”ten bahsedildi.

Nihayetinde, 12 Eylül ihtilâli anayasasında küçük değişikliklerle iktifa edileceği sinyalleri verildi. Sonunda da daha çok çevre temizliği, malî sistem, ticaret kanunu, marka kanunu, radyasyona tedbir, trafik sigortası ve benzeri alanlarda gelecek beş yılı kapsayan AB mevzuatı ile uyumu düzenleyen yasaları ihtiva eden “ulusal program”a ağırlık verileceği resmen açıklandı.

Gerekçe, “kapatma dâvâsı” sonrasında kamuoyunda tartışma meydana getirebilecek çalışmalardan sakınması…

Belli ki her ne kadar kararın ardından Başbakan Erdoğan, “durmak yok, yola devam” dese de, iktidar partisi Mahkeme’nin “ciddî ihtarı”nı nazara alarak yeniden “odak olmak”tan çekiniyor; AB’ye uyum yerine siyaset ve demokrasi dışı mahfillerle “uyumu” yeğliyor.

AKP, “MAYINLI ARAZİ”DEN

GERİ DURUYOR…

Bundandır ki siyaset kulislerinde “neo AKP”den bahsediliyor; partinin “dönüştürülerek”, söylem, eylem, kadro ve vizyonuyla “uysal” ve “carî sistem”le uyumlu, mâlum mihrakların hassasiyetlerine daha da duyarlı hale getirileceği değerlendirmeleri ağırlık kazanıyor.

Hatta bu maksatla yapılacak kabine yenilenmesinde, “kapatma iddianâmesi”nde icraatları “laikliğe aykırı” görülen ve çokça ismi geçen bazı bakanların ilk etapta daha değiştirileceği konuşuluyor.

Ankara’daki tesbit şu ki AKP siyasî iktidarı, Mahkemenin ağır uyarılı “kapatmama kararı”ndan sonra, fazlasıyla ürkek ve tutuk. Normalleşmeyi, demokratikleşmeden, temel hak ve hürriyetlerden ve özellikle inanç ve mânevî değerlerde dair özgürlüklerden vazgeçmek olarak algılıyor. Bilhassa yasadışı başörtüsü yasağının anayasal değişiklikle kaldırılması yanlışının “laikliğe aykırılığın odak eylemi” olarak serrişte edilmesiyle, kendince “mayınlı arazi”den uzak duruyor.

Dahası, bu süreçte YÖK yasasının temelden düzeltilmesini, Kur’ân kurslarındaki yaş yasağını kaldırılmasını, kanunsuz başörtüsü yasağı dayatmasına tedbir alınmasınıı, meslek okullarının imam hatiplerin üniversite sınavlarında maruz kaldıkları katsayı haksızlığını gidermesini, iktidara karşı kurulmuş bir “tuzak” olarak görüyor.

28 Şubat sürecinde “irtica tehdidi”yle ortalığı ayağa kaldıran ve Refahyol hükümetini ıskat eden bir kısım medyanın telkin ve gürültüsüne geliyor, sözkonusu hak ve özgürlüklere dair demokratik düzenlemelerden, din eğitimi ve öğretiminden fellik fellik kaçıyor.

Siyasî uzlaşmayı, en son porno yayınlarını sınırlayan, uyuşturucu ve kötü madde bağımlılığına ve sanal kumara karşı mücadeleyi esas alan genel başkan yardımcısı bir milletvekilinin “yasa teklifi”nin Başbakan ve partinin yetkili organlarınca “partinin tüzük ve programına” aykırı bulunmasının ilânı, bunun ilk sinyali…

“MİNİ PAKET”LERLE YAMALI DEMOKRASİ…

Keza Amerikan Newsweek dergisinde Washington Enstitüsünün kıdemli uzmanı Soner Çağaptay imzasıyla yayınlanan makalede, Anayasa Mahkemesi kararının ardından AKP’nin, “laik siyaset” ile “çoğunlukçu eğilimlerini güçlendirmekle ‘Mahkeme kararına karşı meydan okuma” arasında bir tercihle karşı karşıya olduğunun bildirilmesi, iktidar partisinin ne tür bir propaganda ve “korkutmalar”la karşı karşıya olduğunu ele veriyor.

Gelinen noktada iktidar partisini kapatmayan odakların, partiyi bir anlamda “teslim” aldığı ve bundan böyle “izinli” ve “vesâyetli” iş göreceği, Başşehirdeki siyaset mühendislerinin siyasî ve sosyolojik analizlerinde ortaya çıkıyor.

Anlaşılan o ki AKP, yeni dönemde yüzde 47 oy aldığı milletin değer ve hassasiyetlerini öncelemek yerine, zaman zaman kapalı kapılar arkasındaki “pazarlıklar”a da atfedilen “mayınsız arazi”de kalmayı tercih ediyor.

Partinin Genel Başkan Vekilinin ifâdesiyle, “cici parti AKP” kapatılmadı, lâkin âdeta programına “el konuldu”. Daha önce “seçim beyannâmesi” ve “hükûmet programı”yla söz verdiği, meydanlarda millete karşı taahhütte bulunduğu “âcil eylem plânı”nda deklâre ettiği, demokratik reformları ve özgürlükleri hep erteliyor, öteliyor…

Siyasî iktidarın, büyük bir iddia ile ortaya attığı “yeni sivil anayasa” ve topyekûn demokratikleşme ve özgürlükler yerine, parça parça yamalı düzenlemelerle yetinmesi, köklü programlar yerine “mini paket”le geçiştirmesi bundan…

Peki millet bunun için mi iktidara getirdi?..

21.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır