"Gerçekten" haber verir 26 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdil YILDIRIM

DUÂLARIMIZI PAYLAŞALIM



Duâ, duâ eller karıncalanmış;

Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış

N.Fazıl

Bir turizm şirketinin reklâm afişinde, “Güneşimizi paylaşalım” yazıyordu. Gerçi onlar “Cebinizdeki parayı paylaşalım” diyorlardı ama insanlara paylaşma duygusu ile yaklaştıkları için afişleri ilgi çekiyordu.

Paylaşmak duygusu, insanda bulunan en asil duygulardan birisidir. İnsan her zaman başkaları ile bir şeyler paylaşma ihtiyacı içinde olabilir. Yani paylaşmak bir ihtiyaçtır. İnsan yakınları, dostları ve sevdikleri ile bazı şeyleri paylaşarak bu ihtiyacını giderir.

Paylaşan insan mutlu olur, huzur bulur. Dertli ise, dostları ile derdini paylaşır, onların yanında olmasından kuvvet bulur, destek alır. Böylece ruhunun omuzlarındaki yük hafifleşir. Sevinçli ise, sevincini paylaşır, bu şekilde dostlarını da sevindirdiği için dostlarının sayısı kadar sevinci de artar. Kısacası, “Acılar paylaşıldıkça azalır, sevinçler paylaşıldıkça artar.”

Paylaşabileceğimiz en güzel şeylerden birisi de duâlarımızdır. Duâ eden insan mutlu olur. Çünkü duâ, bir taleptir. Bir arzuhaldir. Her şeye gücü yeten ve “her şeyin anahtarı O’nun yanında, her şeyin dizgini O’nun elinde” olan bir Zat’a müracaat ederek istek ve ihtiyaçlarını iletmektir. İnsanın istekleri hiç bitmediği gibi, ihtiyaçları da “hayalinin yettiği yere kadar” uzanmaktadır. Bu kadar âciz ve muhtaç olan insanın bu kadar fazla olan taleplerini ancak bir Kadir-i Mutlak olan Cenâb-ı Hak yerine getirebilir. İşte duâ, böyle yüce bir makama verilen bir dilekçedir.

Duâ ile Rabbimize dilekçemizi arz edip O’ndan bir şeyler isterken, isteklerimizi kendi nefsimiz ile sınırlı tutmaz, başkaları için de aynı şeyleri arzu ederek duâ edersek, bu durum Cenâb-ı Hak’kın hoşuna gider. Belki de bizim için olmasa bile, bizden daha hayırlı bir kulunun hatırı için o duâmızı kabul eder. Böylece hem bize, hem de duâmıza iştirak ettiğimiz insanlara rahmeti ile muâmele eder.

Peygamber Efendimiz (asm), “Bir Müslüman, kendisi için istediğini başkaları için de istemedikçe, kâmil mü’min olamaz” buyurmuşlardır. Öyleyse duâmıza bütün Müslümanları, hatta bütün insanları dahil etmek sûretiyle Allah’ın nimetlerini paylaşmayı arzu etmeliyiz. Cenâb-ı Hak’ın hazinesi pek geniştir. Bir insana verdiğini bütün insanlığa da verebilir ve hazinesinden hiçbir azalma olmaz. “Herkese aynı nimetten verirse benim payıma daha az düşer” gibi bir düşünceye gerek yoktur. Güneşin ışığından bütün insanlar yararlanırken, hiç kimsenin payı ötekinden daha az değildir.

Evet dostlar, duâlarımızı paylaşalım. Rabbimizden bir şeyler istemek, bir hâcetimizi arz etmek üzere elimizi açtığımız zaman, kendimiz için istediğimiz güzel şeyleri başka insanlar için de isteyelim. İsmini bildiğimiz kardeşlerimize ismen duâ edelim. Ola ki onların hatırı için Rabbim bizim duâmızı kabul eder de, hem kardeşlerimiz, hem de biz İlâhî affa mazhar oluruz. Bir kardeşimizle vedalaşırken, “Bana da duâ et” deriz. Veya birisi bize nezaketen “Bir isteğin var mı?” diye sorduğunda, “Duâlarınızı talep ediyorum” deriz. Bu şekildeki istek ve temenniler, duâlarımızı paylaşmaktır. Manevî bir dayanışma ve destek arayışıdır.

Yapmış olduğumuz ibadetlerde ve duâlarda hasıl olduğunu umduğumuz ecir ve sevabı, sevdiklerimize de hediye edersek, yine duâmızı paylaşmış oluruz. Bir sevdiğimize verebileceğimiz en güzel hediye, onun için yapacağımız bir duâ olabilir.

Elimizde bulunan kıt imkânlarımızı muhtaç bir kardeşimizle paylaştığımız zaman ne kadar mutlu oluruz. Hatta kendi payımızdan ve hakkımızdan fedakârlık yaparak kardeşlerimizin daha fazla istifade etmesini isteriz. Bu bizim huzurumuzu ve mutluluğumuz arttırır. Duâ ederken de kendimiz için istediğimiz bir nimeti diğer mü’min kardeşlerimiz için de istemek, bizi daha fazla mutlu edecektir.

Duâlarımıza bütün mü’minleri ve hatta bütün insanlık âlemini dahil eder, onlar için de Rabbimizden iyilik ve güzellikler istersek, hem duâmız kabule daha yakın olacak, hem de kalbimiz ve ruhumuz daha büyük bir huzur bulacaktır.

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mahşerde Peygamber Efendimiz (asm)



İstanbul’dan okuyucumuz: “Mahşerde Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) şefaati nasıl olacaktır?”

Allah Resûlü (asm) geçmişte getirdiği din ve hidayetle, gelecekte ise İnşallah şefaatiyle hadsiz şefkatini üzerimizde göreceğimiz bir Allah elçisidir. Onun (asm) Sünnet-i Seniyyesi bunun için önemlidir. Her sünnetinin bizi onun (asm) şefaatine bir adım daha yaklaştırdığını aklımızdan çıkarmamalıyız. Allah Resûlü (asm) mahşer gününde insanların girdiği sıkıntıları ve ümmetinin elinden nasıl tutacağını şöyle anlatır:

“Ben mahşer günü insanların efendisi olacağım. Bunun neden olduğunu biliyor musunuz? Allah evvelkileri ve sonrakileri toplar. Gözetici ve dâvetçi olan Allah, onları gözetir ve işitir. Güneş onlara yaklaştırılır. Halka güç yetiremeyecekleri ve tahammül gösteremeyecekleri bir tasa gelir ve şiddetli bir sıkıntı basar. İnsanlar birbirlerine, ‘Sizin içinde bulunduğunuz durumun nereye ulaştığını görmüyor musunuz? Rabbinize sizin için şefaat edecek bir kimseye bakmayacak mısınız?’ derler. Halkın bir kısmı bir kısmına:

‘Babanız Âdem’e (as) danışın’ derler. Mahşer halkı Âdem’e gelir:

‘Ey Âdem! Sen bütün insanlığın babasısın. Allah seni kudret eliyle yarattı. Ve sana ruhundan üfledi. Meleklere emretti de hepsi sana secde ettiler. Ve seni Cennetine koydu. Rabbine bizim için şefaatte bulunmaz mısın? Bizim halimizi ve sıkıntımızı görmüyor musun?’ derler.

Hazret-i Âdem (as):

‘Rabbim, bu gün, benzeri görülmemiş, bundan sonra da görülmeyecek derecede gazaplıdır! O beni Cennette bir ağaçtan yemeyi yasaklamıştı da ben isyan etmiştim. Ben bu gün nefsimi kurtarabilecek miyim? Siz benden başkasına gidiniz, Nuh’a gidiniz’ der. Mahşer halkı Hazret-i Nuh’a (as) varırlar:

‘Ey Nuh! Sen yeryüzüne gönderilmiş Resûllerin ilkisin. Allah sana çok şükredici kul unvanını verdi. Bizim ne hâl içinde olduğumuzu, başımızdaki sıkıntıyı görmez misin? Bizim için Rabbine şefaat etmez misin?’ derler.

Hazret-i Nuh (as):

‘Rabbim, bu gün, benzeri görülmemiş, bundan sonra da görülmeyecek derecede gazap etmiştir! Benim için kabul olunacak bir duâ hakkı vardı. Ben o duâyı kavmimin aleyhine yaptım da, kavmim helâk oldu. Ben bu gün nefsimi kurtarabilecek miyim? Siz benden başkasına gidiniz, İbrahim’e gidiniz’ der.

Mahşer halkı Hazret-i İbrahim’e (as) gelirler:

‘Ey İbrahim, sen Allah’ın peygamberi ve yeryüzü halkından Allah’ın halilisin. Bizim ne halde olduğumuzu, başımızdaki sıkıntıyı görmez misin? Bizim için Rabbine şefaat etmez misin?’ diye yalvarırlar.

Hazret-i İbrahim (as):

‘Rabbim, bu gün, bir benzeri görülmemiş, bundan sonra da görülmeyecek derecede gazaplanmıştır! Ben üç yerde yalana benzer sözler sarf etmiştim. Ben bu gün nefsimi kurtarabilecek miyim? Siz benden başkasına gidiniz, Musa’ya gidiniz’ der. Mahşer halkı Hazret-i Musa’ya (as) gelirler:

‘Ey Musa! Sen Allah Resûlüsün. Allah seni peygamberlik ve Zatı ile konuşmak şerefine eriştirdi. Seni insanlara üstün kıldı. Bizim için Rabbine şefaat et. Bizim ne hal içinde olduğumuzu, başımızdaki sıkıntıyı görmez misin?’ derler. Hazret-i Musa (as):

‘Rabbim, bu gün, benzeri görülmemiş, bundan sonra da görülmeyecek derecede gazaplıdır! Ben öldürmekle emr olunmadığım bir kişiyi öldürmüştüm. Ben bu gün nefsimi kurtarabilecek miyim? Siz benden başkasına gidiniz, İsa’ya gidiniz’ der. Mahşer halkı Hazret-i İsa’ya gelirler:

‘Ey İsa! Sen Allah’ın Resûlüsün. Allah’ın Meryem’le verdiği kelimesisin ve ondan gelen emirsin. Sen beşikte iken insanlarla konuştun. Ne olur, bizim için şefaatte bulun. Bizim ne halde olduğumuzu görmüyor musun?’ derler.

Hazret-i İsa (as):

‘Rabbim, bu gün, bir benzeri görülmemiş, bundan sonra da görülmeyecek derecede gazaplanmıştır! Ben bu gün nefsimi kurtarabilecek miyim? Siz benden başkasına gidiniz, Muhammed’e (asm) gidiniz’ der. Mahşer halkı bana gelir:

‘Ey Muhammed! Sen Allah’ın Resûlüsün ve Hâtemü’l-Enbiyâsın. Allah Teâlâ senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamıştır. Ne olursun, bizim için Rabbine şefaat et. Bizim ne halde olduğumuzu görmez misin?’ derler.

Ben giderim, Arş’ın altına varırım, Rabbim için secdeye kapanırım! Sonra, Aziz ve Celil olan Allah bana hamdinden ve güzel senalarından, benden önce kimseye bildirmediği güzel sözler bildirir. Ve:

‘Ya Muhammed! Başını kaldır! İste! Sana verilecektir! Şefaat et! Şefaatin kabul olunacaktır!’ denir.

Ben, başımı kaldırırım da:

‘Ya Rabbi Ümmetim! Ya Rabbi Ümmetim! Ya Rabbi Ümmetim!’ derim. Bunun üzerine:

‘Ya Muhammed! Ümmetinden hesabı olmayanları Cennet kapılarından Eymen kapısından Cennete koy’ buyurulur.1

Dipnotlar: 1- Nevevî, R. Sâlihîn, 1863

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Yalnızlıklarda yanmak



Yalnızlıkta yârânım, mânâ maidesinde dostum… Fitne çölünde, günah fırtınalarında metin destekçim ve dayanağım… Fısk çamuruna, zulüm derelerine düşmekten koruyan yakın arkadaşım… Fazilet yollarında güzel yoldaşım, kusurlarımın örtücüsü, gönlümün süruru civanmert kardeşim…

Hayırhahım, hizmet hatırlatıcısı, hakikat haykırıcısı, nefsimin kırıcısı, aklımın fikri, fikrimin iksiri, kalbimin komşusu… Muhabbetimin uhuvveti, uhuvvetimin muhabbeti, fedakârlığın zirvesi, zihnimin izinsiz misafiri…

Rahatımı rahatsız edebilecek kadar emin olduğum, eminlikte yetişemediğim enis dostum… Sevgimin sevgilisi, sessizliğimin sesi, sinemin sadık emaneti… Eman dediğimde yardım eli omuzumda, eyvah dediğimde benden önce davranan duyarlı yoldaşım…

Sıkıntılar sıktığında ferahım, refahımda refikim… Fikirsizlikte hikmetli hatırlatıcım, gevşeklikte ciddî uyarıcım… İncinsem de üzülmediğim, incitsem de üzülmeyen… Gönlü gönlümün hizasında, aklı aklımın ufkunda, vicdanı vicdanımla el ele… Buluşmamız bereket, ayrılığımız hüzün…

Açıklarımın kapatıcısı, acımın dindiricisi, sevincimin incisi; ona bunlardan daha hızlı olmak istediğim biricik, binicik ihtiyacım…

İhtiyaç duyduğumda hayali hazır, hazırımda huzurum… Hızır gibi hissettiğim, Yuşa gibi yakın bulduğum sadık dostum…

Duâma sorgusuz âmin diyen, duâsına sıdk ile âmin dediğim… Eli elimin yanında, elemini derinden hissettiğim, emelini elimde tuttuğum, yüzüne aşina, aşkıma ayan…

Nerede olduğunu bilmesem de yanımda, yanımın öbür yarısı, ömrümün ince teli, teşyicilerin en başı ve sonu… Sonsuzluk sevdamın sadık yaranı, yarınlarda bugünden yanımda, bu günlerden yarına hazırlayıcım…

Hızımın yavaşlatıcısı, yavaşladığımda hızlandıran, orta yolda ortak dostum, selim akıllı, sevecen gülüşlü…

Sustuğumda konuşan, konuştuğumda susan, dikkatli muhatabım… Muhatap olduğum her anda hatırladığım, hatıralarımda hep taze yaşayan, eskinin eskitemediği dirilikte duran…

Dursam da durdurmayan, durgunluğumda beni dinleyen, duâ dilencim, dâvâ dayanağım… Vurduğunda öbür yanağımı gösterdiğim, göğsümün övüncü, övüncümün incisi…

İncittim mi seni? Nerdesin, seni ararım kaybettiğim kalabalıklarda, kabalığın kalabalığında… Ne yaparım yalnız çöllerde, kum kalabalıklar ne kadar da yakıcı?

Eşik arayışlarında Hızır peşinde koşar gibi koşarım ardından… Hızır’ım da hazırım da sen olasın diye. Ya sen gel, ya ben geleyim, artık yanmayayım yalnızlıklarda.

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Kafkaslardan esen yeller



Kafkaslardan son zamanlarda barut, kan ve gözyaşı rüzgârları esiyor. Hemen yanı başımızda cereyan eden olaylar hepimizi üzüyor lâkin bu acı ve ıztırap verici olaylar çok yakında meydana gelecek olan güzel günlerin doğum sancıları olmasın sakın…

Bu kadar iyimser olmak bazı okuyucularımı şaşırtmış olabilir. Fakat bizi hiçbir zaman yanıltmayan Bediüzzaman’ın eserlerine bir parça göz gezdirdiğimizde birçok kişinin aynı kanaati paylaşacağını umuyorum.

Bundan yüz yıl önce Bediüzzaman İstanbul’dan Van’a dönerken deniz yolunu kullanır. Batum üzerinden Tiflis’e gelir. Burada bir Rus polisi ile meşhur bir konuşması vardır.

“Rus Polisi sorar:

- Niye böyle dikkat ediyorsun?

Bediüzzaman der:

- Medresemin planını yapıyorum.

O der:

- Nerelisin?

Bediüzzaman:

- Bitlisliyim.

- Bu Tiflis’tir.

- Bitlis Tiflis’in kardeşidir.

- Ne demek?

- Asya’da âlem-i İslam’da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstüne üç zulmet (karanlık) inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane (baskı perdesi) yırtılacak, takallüs edecek (çekilip toplanacak); ben de gelip burada medresemi yapacağım”.

Evet, Bediüzzaman’ın Rus polisine söylediği her şey bir bir gerçek oluyor. İslâm Âlemi yaşanılan hadiseler sonucu üst üste güzel gelişmelere maruz kaldı. Önce sömürgecilikten kurtulup bağımsızlığına kavuştu. Şimdilerde ise ekonomik olarak hızlı bir şekilde kalkınıyor. Üçüncü büyük inkişaf ise mânevî alanda ve özellikle Risâle-i Nur’ların etkisi ile bütün yeryüzünde etkisini gösterecek inşaallah.

Ruslar ise iki büyük felâketle karşılaştı. Birincisi “Bolşevik Devrimi” adı verilen ve Moğol yağmacılığı ile eş tutulabilecek kadar dehşetli bir katliâm yaşadı. Aradan 60 yıl geçtikten sonra bu sefer Sovyetler Birliği dağıldı. Dünyanın “süper gücü” olmuş bu komünist devlet, parça parça oldu. Kurulan devletlerin yarısı Müslüman’dı ve bir mermi dahi atmadan bağımsız olmuşlardı. Rusya ise büyük bir ekonomik çöküş yaşamış halkı perişan olmuştu.

Üçüncü büyük karanlık ise her halde yakında ortaya çıkacak, zira Rusya o kadar büyük yanlışlıklar yapıyor ki bu süre beklenilenden de çabuk olabilir.

Bu konuyu biraz açmakta fayda var. Çünkü birçok insan bunun nasıl olacağını anlamamış olabilir. Fakat Gürcistan-Rus Savaşı bize gerekli ipuçlarını veriyor. Olaylara şöyle biraz uzaktan ve kısaca bakmaya çalışalım.

Gürcistan, ABD başta olmak üzere Batı’nın dolduruşuna gelerek neredeyse bağımsız bir halde olan Güney Osetya’ya saldırdı. Amacı Acaristan’da (Batum civarı) olduğu gibi bu bölgeyi de ülkesine tamamen katmaktı. Fakat Rusya karşılık verdi. Bütün Gürcistan ordusunu adeta ezdi geçti. Güney Osetya yetmiyormuş gibi Gürcistan topraklarında ilerleyerek birçok bölgeyi işgal etti.

Poti limanı başta olmak üzere ülkedeki kara ve demiryolu taşımacılığı adeta durdu. Zaten fakir halde olan halk binlerce kayıp verdi ve iyice perişan oldu.

Fransa aracılığı ile ateşkes imzalandı ama Ruslar tampon bölge oluşturarak bölgedeki üstünlüğünü bir müddet daha korumaya çalışacak gibi görünüyor.

Gürcistan maalesef Batı’nın taşeronluğunu yaptığı yetmiyormuş gibi Hıristiyan fanatikliğinin akıl almaz örneklerini sergilemekten de geri durmuyor. Meselâ bayrağında eskiden hiç olmamasına rağmen şimdi 5 tane haç var. Acaristan halkı çoğunlukla Müslüman olduğu halde bayrağına zorla haç koydu. En önemli sembollerden bir tanesi bayraktır. Gürcistan’ın bölgedeki Müslüman halklara karşı bu şekildeki aşırı baskısı, tokat yemesini netice verdi. Nitekim “dinsizin hakkından imansız gelir” misâli bir başka Hıristiyan Ortodoks Ruslar, Gürcistan’ı harabeye çevirdi.

İnşallah Gürcistan yaptığı hatayı anlar ve yaptığı hatalardan dönerek Müslümanlarla olan ilişkilerini iyi yönde geliştirir. Aksi halde iyice perişan olması söz konusu.

Gelelim Rusya’ya… Bir kere Rus dış politikası akla ziyan bir politika. Kosova’nın bağımsızlığına karşı çıkıyor, lâkin Abazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığı için mücadele veriyor. İlginçtir, hem Abazlar hem de Osetler Müslüman Kafkas halklarından sadece iki tanesi. Bu iki ülke bağımsızlığını kazandıktan sonra ateş, bu sefer Rusların içine düşecek. Zira Kafkaslarda bulunan Dağıstan, İnguşya, Kabardin Balkar, Kalmukya, Karaçay-Çerkes, Kuzey Osetya ve Çeçenistan, Rusya Federasyonunu oluşturan birer Cumhuriyettir.

Bu Cumhuriyetlerin özerk yapısı, ileride Rusya’nın tökezleme anında büyük sorunlara yol açacaktır. 1980’lerdeki gibi Bağımsız Devletler Topluluğu olmaması için hiçbir sebep yok. Rusya, Güney Osetya’nın bağımsızlığını desteklemekle bir yerde kendi içerisindeki Kuzey Osetya ile birleşmesine zemin hazırlıyor.

Rusya tam bir çıkmazın içine düşmüş durumda. Bir taraftan Batı dünyası ile karşı karşıya kaldığı gerginlik, diğer tarafta çoğu Müslüman halkların oluşturduğu bağımsızlık talepleri. Adeta “Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” misali bir duruma düşmüş. Gürcü Milliyetçiliğine bedel Rus-Slav Milliyetçiliğini kaşıyarak kendi kendilerini bu hale düşürdüler. Allah, akıl fikir versin.

Kafkasya’dan esen rüzgârın ilk etapta getirmiş olduğu esintilerden bunları okumak mümkün. Elbette daha fazlası da var. Ama bize ayrılan bölümü fazlası ile aştık. Her ahvalde şu sözün hakikati ortaya çıkmaktadır: “Ümitvâr olunuz: Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslâm’ın sadası olacaktır.”

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Ramazan mukabeleleri ve Yeni Asya



“MUKABELE” sözcüğü; karşılık verme, karşılaştırma, yüzleşme ve karşı karşıya bulunma gibi anlamları ifade eder.

Bazen bize sunulan bir saygı ya da muhabbet ifadesinin karşılığı olarak “bilmukabele” deriz. Yani, “Bana gösterdiğin iltifatın aynısı ile karşılık veriyorum.” Hatta acele cevap vermemiz gereken uzun mesaj ve yazılara kısaca “bilmukabele” karşılığını verdiğimiz oluyor..

Ancak, arz etmeye çalıştığımız “mukabele” bunların ötesinde bir anlam ifade ediyor. Bu mukabele, çok ayrı ve özel bir mukabeledir. Her Ramazan-ı Şerif geldiğinde bu mukabele hatırlanır. Hz. Peygamber (asm) ile Hz. Cebrail (as) arasında gerçekleşen bu güzel âdet, mü’minlere ilham kaynağı olmuştur. Tıpkı bu iki hazret arasında icrâ edilen Kur’ân okuma ve tekrarlama âdeti gibi; mü’minler de asırlardır Ramazan-ı Şerifleri fırsat bilerek bulundukları mekânlara en yakın olan ehil okuyucuların meclislerine iştirak edip zayıf olan okuyuşlarını kuvvetlendirmeye çalışmaktadırlar.

Hatta–sadece–okuyuşu zayıf olanlar değil; serbest okuma kabiliyeti olanlar bile bu meclislere katılabilmektedirler. Bu meclisi, kimi zaman mahallemizin fedakâr imamı ya da müezzini organize eder; kimi zaman da, mahallinin kendisi ehil bir hafız bularak bu güzel geleneği sürdürür. Bazen de apartman sakinlerinin kendi mekânlarına dâvet ettikleri ehil okuyucular küçük çaplı Kur’ân sofralarının teşekkülüne vesile olur.

Mekân ve organize ne şekilde olursa olsun bütün bu faaliyetlerin birkaç maddede özetlenebilecek tek bir hedefi vardır:

1- Kur’ân-ı Kerim’in mânevî feyzinden yararlanmak. 2- Okuması zayıf olanların okuyuşlarını kuvvetlendirip serbest hale getirmek. 3- Teşekkül eden bu Kur’ân meclisleri sayesinde Kur’ân’ın mesajlarını anlamak ve yaşamak. 4- Ahirete intikal etmiş ve rahmete kavuşmuş dost, akraba ve yakınları bu mânevî sofralardan nasiplendirmek. 5- Ramazan vesilesiyle serbest hale getirilen okuyuşu Ramazan sonrasında da devam ettirmek. 6- Okunan Kur’ân’ı anlamaya gayret etmek. 7- Bu meclisler vesilesiyle bir araya gelen Müslümanların kaynaşma ve dayanışmasını sağlamak. 8- Bu kitlenin, ülke ve millet yararına olan hizmetlerde ittifakını sağlamak.

Bu liste elbette uzatılabilir. Ancak, şu kadarını söyleyelim ki:

Okumamızı kuvvetlendirmek için bu mukabelelere iştirak edelim. Katılmak isteyen aile fertlerimize imkân ve zemin hazırlayalım. Mukabelenin çok önemli olduğunu unutmayalım. Okuma esnasında tesbit ettiğimiz yanlışları tekrarlamamak için tedbir alalım. Mukabeleyi firesiz takip edelim. Okuyucu başı olan hocamıza saygıda kusur etmeyelim. Bu faaliyet vesilesiyle ilmin ve dinin izzet ve vakarını zedelemeyelim.

İşte, Yeni Asya, okuyucusunun bu ehemmiyetli faaliyetine çok güzel bir katkı sağlamak üzere tam da mevsiminde harika bir kampanaya başlatmış bulunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim mevsiminde, cüzler halinde, okuyucusuna takdim ettiği bu güzel ve anlamlı hediye, gazetenin çıkış amacına da uygun bir vazife icra edecektir. Taşıma, istenilen yere ve mekâna rahat götürebilme özelliğinin yanı sıra okunuşu rahat bir bilgisayar hattına da sahip olması hatim setini daha da cazip hale getirmektedir.

Böylece, günlük cüz takip eden ve çalışan okuyucu, günlük cüzünü çantasının kenarına yerleştirerek rahatlıkla beraberinde götürebilir. Mukabele takip edecek olan okuyucu da cüzünü alıp rahatlıkla Kur’ân ziyafetine iştirak edebilir.

Bu rahat ve kolay okunur hat sayesinde okuması yavaş olan kardeşlerimiz okumalarını sür'atlendirme imkânı bulacaklar ve İnşallah bir daha “ağırlaştırmayacaklardır”.

Kur’ân-ı Kerim’i ağır-aksak okumak “gerçekten haber veren” bir gazetenin okuyucusuna “gerçekten” yakışmaz.

Bu çok önemli kampanyanın başarılı geçmesi dileğiyle.

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Özgürlük âbidesinin yanında



Özgürlük âbidesinin yanı başında kahvemi yudumlarken ne kadar özgür olduğumu düşündüm. ABD’deydim, herkesin hayalinin içindeydim… Arkadaşlarımın çığlıklarını duyuyordum, “Senin yerinde olmayı çok isterim” diye… Ama bir an için her şey durdu ve ben bunu ne kadar çok isterdim, şimdi nasıl hissediyorum diye düşündüm.

Dünyadaki her şeyin bir sonu olduğu gibi, Kanada’daki kongre de iyi-kötü anılarıyla sona erdi ve herkes ülkelerine doğru yola çıktı. Saat başı yurt kapısına yanaşan otobüsler, bavullarıyla telâş içinde sağa sola koşuşan gençler… Birbirlerine adreslerini verip, “Mutlaka görüşelim” diyerek üzüntü içinde vedalaşanlar… Bütün bunlar dünyanın küçük bir örneği değil de neydi? Herkes güzel vakit geçirmek ve ne kadar çalışıp çabalarsa ve ne kadar örnek davranırsa o kadar güzel geri dönüş alıp, geleceğe yönelik olumlu durumlarla karşılaşabileceği iki haftalık bir zaman dilimi geçirmişti. Mutluluk içinde, temiz kıyafetlerle, heyecan içerisinde Quebec’e gelmişlerdi ve işte yine ayrılma vakti… Kaçış noktası olmayan bir ayrılık vakti... Ne olursa olsun ayrılacaktık… Ve herkes ülkesine, iki haftadır ektiğini belki biçeceği yere döndü. Kimi inanılmaz güzel çalışmalar, sayısız yeni insan, güzel fikirlerle geri dönerken, kimi de sadece boş zaman geçirmenin sefaletini ve elemini götürdü yanında.

Acaba dedim, burada kalsam neler değişir? Düşündüm, önemli olan mekân değil, insanlardı. Jonathan Swift, Güliver’i dünyanın her yerinde gezdirirken, ilginç hikâyelerle ve olaylarla da karşılaştırır bizi. Güliver’in gezdiği yerlerden birinde bazı insanlar alınlarında bir izle doğarlar ve bu iz bu insanların ölümsüz olduğunun habercisidir. Güliver çok sevinir bu duruma, “Ne güzel” der, içten içe ölümsüzleri kıskanır. Ama ölümsüz bir insanın doğması o halk için bir yastır aslında. İlk etapta bunun neden olduğunu anlayamaz Güliver, ama sonrasında o insanlarla beraber yaşadıkça anlar durumu. Acıdır ki, ölümsüz insanların bütün arkadaşları ve dostları ölmektedir ve dünya onlar olmadan ona hiç tat vermemektedir. Zaten devlet kanunlarına göre 80 yaşını geçmiş bir ölümsüz de ölü sayılmaktadır ve dünyada olmasının gerçekten bir mânâsı kalmamaktadır. Tıpkı bunun gibi, etraftaki bütün güzel insanlar ve o şehri, o mekânı birlikte tanıdığım insanlar gittikten sonra ben ha kalmışım, ha kalmamışım ne fark ederdi.

Bu düşünceler içerisindeyken, özgürlüğün de kişiye göre değişen, değişebilen bir durum olduğunu anladım. Kanada’dan ABD’ye, artık ülkemizde tedavülden kalkmış olan otobüslerle kalite standartları altında yolculuk yaparken, otobüste koltuk bulabilmek için hareket saatinden iki saat önce kuyruğa girmek zorunda kalırken, ya da bir yudum su bile ikram edilmezken, bir kere daha sorguladım özgürlük kavramını. Bir de New York sokaklarında, o ihtişamın, rengârenk binaların, ışıkların arasında, kenarında, ötesindeyken; ne kadar güvenli olduğumu düşündüm. Her yerde polis vardı, her şey denetim altındaydı, ama ben bir an için kendimi güvende hissetmedim. İşte o noktada, özgürlüğümün kısıtlandığını hissettim. Demek ki, özgürlük denen şey, etrafta olup bitenler, verilen haklar, kanunlar, tanınan sınırsız özgürlüklerle değil, kendini ne kadar güvende hissetmenle alâkalıymış.

Şimdi, dünyanın başka bir ucunda, Ramazan’a hazırlanırken, kendimi çok az özgür hissettiğim ABD’deki ilk günümün bir yanlış anlama olacağını ve de ABD’deki Ramazan’a dair güzel gözlemler yapıp, bunları bir yazı halinde sizlerle paylaşacağım günlerin gelmesini dört gözle bekliyorum.

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Yeni dünya sahnesinde ülkemin rolü



Türkiye, çok geniş bir coğrafyayı kucaklayan bir kültür ve medeniyetin halefine yakışacak bir misyona sahip çıkmaktan çoktandır vazgeçmişe benziyor.

Geçen hafta Kuzey Irak’tan gelen bazı Türkmenlerle sohbet imkânı buldum. Onlar anlattıkça ben insanlığımdan ve sözde Müslümanlığımızdan utandım. Onlar anlattıkça milliyetçiliğin nasıl bir akıl kaybına yol açtığını düşündüm. İşgal altındaki topraklarda hukuk ve adaleti ara ki bulasın. Ayrıntılarını televizyonlardan izleye izleye artık kanıksadığımız, sıradanlaştırdığımız insanlık dışı muamelelerin perişan ettiği hayatların hangisine yüreğimiz yandı? Sekiz ay boyunca başında bir çuval ile bir insan nasıl yaşayabilir? Günde bir iki kez yemek için çıkarılan çuvalların altında hilkat garibesine dönüşen zavallılar… Aylarca kesilmeyen saç-sakal ve tırnaklar… Bir metrekarelik alanda iki büklüm bir şekilde, aç-bîilaç, gizli hapishanelerde aylarca kalmaya mahkûm edilenler ve bunun sonucunda felç olanlar… Gasp edilen mallar, sonu gelmeyen dayaklar, tacizler, bitmek bilmeyen işkenceler… Zulümlerin mimarı ABD’nin kuklası bir Kürt yönetimi… Mumla aranan Saddam günleri… Bu insanlar hangi zulmü işlediler ki, kader kendileri hakkında böyle bir fetva verdirdi? diye insan soramadan edemiyor. Bir de, bu acılardan, İslâmın mümtaz beldelerinde yaşananlardan bîhaber olan ya da görmezden gelen bizler… Irak, Filistin, Afganistan, Pakistan derken acı bir tablo olarak ortaya çıkan İslâm âleminin hal-i pür melali… Onları umursamazca seyrederken kuzeyimizde patlayan bombalar ve acılara boğulan bir başka diyar Gürcistan. Yine kan, yine acı, yine gözyaşı… Küresel patronların güç gösterisiymiş bu; dünyanın dört bir yanındaki Sakson kölelerini andıran yardakçıları da efendilerini memnun edebilmek için kendilerine verilen rolü harfiyen yerine getiriyorlarmış. Bilirsiniz, Sakson köleleri efendilerinin isimlerinin yazılı olduğu tasmaları boyunlarından hiç çıkarmazlarmış. Bu neyin köleliğidir, bu kölelik hangi makamın, hangi mevkiin, hangi saltanatın devamı içindir? Bu saltanat bir gün onların da başlarını yer mi? Zaman en iyi hakimdir derler, hep birlikte göreceğiz, hep birlikte yaşayacağız.

Bizler… Bizler dediğim “dört nala kopup uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” bizler… Üç kıt'ada rüyaları yaşanır hale getiren, kılıçlarıyla kıt'aları, adaletiyle gönülleri fetheden bizler… Kuvvete dayanan medeniyetlerin aksine hakka dayanan medeniyetlerin mümessili bizler… Çatışmaya, kavgaya dayalı bir medeniyetin yerine; yardımlaşmayı, kardeşliği ve barışı esas alan, insan haklarını geçiniz, mabedlerinin duvarlarını kuş konakları ile süsleyerek hayvan haklarını bile en üst düzeyde garanti altına alan bir anlayışın mümessili bizler… Bizler, bütün bunları bırakıp çarpışmaya, kavgaya, ayrımcılığa ve sefahate dayalı bir medeniyetin temsilciliğine soyunmuşuz desem haksızlık mı etmiş olurum? Bizler çoktan havlu atmışız, rüyalarımızdan çoktan vazgeçmişiz desem, Müslümanlığa yakışmayan bir ümitsizlik içine mi düşmüş olurum? Gerçek şu ki, “Müslümanlar bir vücudun uzuvları gibidir” hadisinin işaret ettiği kardeşlikten, bu hadisin ifade ettiği anlamdan çoktan uzaklaşmışız. Komşusu can derdindeyken post derdine düşen bizler… Bir koyup üç alacakmışız. Tezkere çıkmazsa efendimizle aramızda telâfisi zor bir kriz çıkarmış. Boğazdan geçirirsin efendinin gemilerini, kriz telâfi edilir azizim. Küçük şeyler bunlar… İslâmın mamur beldeleri bombalanmış, yetimlerin ahı arş-ı âlâya ulaşmış, bir ümmetin kaderine ipotek konulmuş… Efendi’mden kıymetli mi? İnsanlık ile sınırlarını çoktan ihlâl edenler yeni dünya düzeninin sınırlarını belirlemeye çalışıyor. Ne acı!

Bizler… Siyasal İslâm ile Kemalizm arasında sıkışıp kalan bir ülkenin insanları olarak yeni rolümüzü ezberlemeye çalışıyoruz. Yeni rolümüz bellidir: Halkına güvenmeyen, demokrasiyi dışlayan, askerî ve bürokratik otoriterizmin sahiplendiği Kemalizm biraz törpülenecek. Dini siyaseten yorumlayan, ümmetin dirilişini siyasete bağlayan siyasal İslâmcılık da bu törpülenmiş Kemalizm’in kutsal mabedine dokunmayacak. Bu mabedin öğretilerine uygun davranmaya devam edecek—meselâ gençleri ahlâksızlık ve sefahatin pençesinden kurtaracak kanunî düzenlemelerden kaçınılacak, boyumuzu aşan sınır dışındaki işlere kafa yorulmayacak—biraz oradan biraz buradan kotarılmış bir değerler manzumesiyle kadim düşmanlar dostane, etliye sütlüye karışmadan, efendilerini üzmeden, aynı hizada diz dize oturmaya devam edecekler. Ne diyelim? Hayırlı oturmalar…

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Müzikle uğraşmanın sorumluluğu



Tasavvuf müziğiyle uğraşan bir san'atçı dostum bir gün demişti ki bana: “Eğer bugün uğraştığım, dinlediğim, ürettiğim müzik tarzı olarak dinî müziğimizi seçtiysem bunda annemim büyük payı vardır. Neden dersen, küçük bir çocukken annemin aldığı bir kasette “Bu aklı fikri ile Mevlâ bulunmaz" ilâhisi vardı. Çocuk dünyamda bu ilâhiyi çok sevmiştim. Öyle ki başka müzik türleri ben de artık bir türlü etkili olamadı. Bir çocuğun ruh dünyasını, müzik zevkini bu kadar etkileyen ve daha da önemlisi kişilik yapısı ve inanç dünyasını bu denli belirleyen şeyin dinlediği bir müzik eseri olduğunu görmek herkesi düşündürmeli. Kendi yaşadığım küçük bir hatırayı da yeri gelmişken paylaşmak istiyorum. İstanbul’da bir konferansı izliyordum. Ara verildiğinde salonda dolaşırken, orta yaşlı bir bey beni görünce “Ali Bey, Allah sizden razı olsun” deyince “Sizden de" dedim “ama hayırdır İnşallah" diye sorunca, “Benim evde iki tane haylaz oğlum var. Ne yaptımsa bir türlü söz dinletemiyor, hizaya getiremiyordum. Sizin “Hazan Yağmuru" kasetinizi dinleyince ikisi de öyle uslu oldular ki. Demek çaresi bir kasetmiş. Sağolun demişti de hem mahcup hem de memnun olmuştum. Bu küçük olay dahi ilgilendiğimiz müzik türünün, vermeye çalıştığımız mesajın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha idrak etmeme yardımcı olmuştu.

Çevremdeki ailelere şöyle bir bakıyorum da, meselâ çocuklarının daha çok yemek yemesi, üstlerini başlarını kirletmemeleri anneler için ne kadar önemli. Ancak ne yazık ki anneler, aynı özeni çocuğunun ruh sağlığını korumada kişiliğini oluşturmada en önemli etkenlerden biri olan doğru müziği dinletme konusunda göstermiyorlar. Değerli anne babalar, çocuğunuzun ruh dünyasında güzel izler bırakmak, kişiliğini oturtmak istiyorsanız lütfen doğru, güzel ve bizden olan müziklerimizi dinletin.

Bu hususta elbette biz müzik adamlarına da büyük görevler düşüyor. İnsanımıza hitap eden, dinlediğinde Rabbini, peygamberini hatırlatacak Allah’a kul olmanın değerini anlamasına vesile olacak besteler yapmalı şiirler yazmalı, bu eserleri güzel icra etmeliyiz. Derler ya küp içinde ne varsa dışına da onu sızdırır diye. Aklıma Dede Efendi geldi bir anda. Dede’yi müziğimizin zirvesi yapan sadece müthiş besteleri değildir bana sorarsanız. Hammamizade İsmail Efendiyi Dede Efendi yapan şey, inanmışlığıdır, Rabbine olan kulluğunda aczini hissetmesidir. Ömrünün son deminde “Artık bu oyunun tadı kalmadı” deyip hac vazifesini yerine getirmek üzere Mekke’ye gidip, Kâbe’yi tavaf ederken bestelediği “Yörük değirmenler gibi dönerler / El ele vermişler Hakka giderler. / Gönül Kâbesini tavaf ederler / Muhammed’in (a.s.m) kösü çalınır bunda” ilâhisini besteleyen Dede Efendinin hayat hikâyesi ibretli bir örnektir benim için. Bu son bestesinin ardından Kurban Bayramının 1. Günü vefat ettiğinde o gün enteresandır aynı zamanda onun doğduğu gündür. Tevafuğa bakınız. Kabri nerededir biliyor musunuz? Hz. Hatice Validemizin ayak ucunda. Müzik işte böyle bir şey. Müzik adamı ise Dede Efendi gibi olabilmektir.

Gelin bir de bugünümüze bakalım: Bir kasetle san'atçı sıfatını kolayca sahiplenmek ya da her yıla en az 2 kaset sıkıştırmak nasıl da kolay hale gelmiş. Bir türkünün, bir marşın, şarkının sözlerini değiştirip dinî kavramları kullanıp, bir de içine zikir katıp, dinleyiciye ilâhî diye sunmak bence büyük bir vebaldir, istismardır. Yine küçük bir hatıramı paylaşayım: 2004 yılıydı. Albüm çalışmamız için stüdyodaydık. Dinlenme arası verdiğimizde stüdyonun teknik sorumlusu ile sohbetimizde bize şunu söylemişti. “Geçenlerde biri geldi kaset yapmak üzere. Stüdyoda kaydını yapıyorduk. İlâhiyi öyle içli, öyle yanık okuyordu ki. Kayıt bitip de yanımıza geldiğinde, ‘Abi nasıldım. İyi ağladım mı’ demişti. ‘’Bunu anlatan teknik sorumlu arkadaş pek dindar olmasa da o arkadaşın bu tavrı çok ters ve itici gelmiş, hayret etmişti. San'at ne bu kadar ucuzdur, ne de o muazzez dinimiz, manevî değerlerimiz bu kadar istismara açıktır. Demem o ki müzikteki yozlaşma aslında müzik adamından başlıyor en önce. Tabiî dinleyicinin de buna zemin hazırlamaması lâzım.

Son olarak kul hakkı dedim de, gelin bir de olayın diğer boyutuna bakalım. Farkındaysanız artık eskisi kadar tasavvuf albümleri çıkmıyor, severek dinlediğiniz san'atçılar yeni birşeyler yapmıyor. Bunun sebebi san'atçının artık tükendiği verimliliğinin kalmadığı değil elbette. Temel sebep dinleyicinin internetten istediği san'atçıyı, dilediği eseri dinleme imkânı bulması ve bunu yaparken de hiçbir ücret ödemesi gerektiğini düşünmemesi yatıyor. Oysa bir markete gitsek en küçük bir kibrit, mendil vs alsak onun bedeli neyse ödemek zorunda olduğumuzun bilincinde olan bizler, sıra müzik eseri dinlemeye geldiğinde gidip parasını vererek orijinal bir albüm almak yerine internetten indirip dinlemek ya da korsan cd’sini almayı tercih ediyoruz. Kul hakkı derken titreyen bizler acaba bunun da bir vebal olduğunu san'atçının yapımcının beste sahibinin ve daha onlarca kişinin hakkına girdiğimizi unutuyor muyuz?

Belediyelerin Ramazan programları

ÖNÜMÜZDEKİ hafta mübarek Ramazan ayını idrak etmeye başlayacağız İnşallah. Her sene bu zamanlar bazı yazılarımızı belediyelerin Ramazan faaliyetlerine ayırmak durumunda kalıyoruz. Bunun temel sebebi ise Ramazan ayının manevî iklimine pek de uygun olmayan “etkinlikler”. Bu ayda nasıl bir program tercihi yapıldığını zaman gösterecek. Belediyelerimizin Ramazan ayını, eğlencelerle, pop, arabesk, fantezi müzik dinleterek mi, yoksa manevî havasına en uygun tasavvuf müziği, seminer, kültürel programlarla süsleyerek mi kutlayacaklarını göreceğiz. Bazı başkanlar ve kültür müdürlerinin kendilerine verilen yetki ve milletin parasıyla, medya da görünmek uğruna, siyasî hesaplarla hareket ettiklerini geçtiğimiz yıllarda çok gördük. Hani siyasilerin çok “kullandığı” bir tabir vardır: “Tüyü bitmemiş yetimin hakkı” diye. İşte bende o tüyü bitmemiş yetimi hatırlatayım istedim şimdilik.

Uluslararası Kâtibim Kültür ve Sanat Şenliği

ÜSKÜDAR Belediyesi’nin düzenlediği Kâtibim Kültür Sanat Şenliği 25 Ağustos Pazartesi günü başlamış durumda. Önceki yıllarda benim de bazılarına iştirak ettiğim bu şenlik artık uluslar arası bir boyut kazanmış hatta öyle ki 20. si düzenleniyor şu anda. Şenlik programı oldukça dolu ve kaliteli katılımcılarda var. Meselâ bugün saat 20:00 de genç tanbur ustası ve şef Dr. Murat Salim Tokaç’ı Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde dinleyebilirsiniz. Mustafa Sağyaşar, Zekai Tunca’nın yanı sıra bazı radyoların düzenlediği programlar, çocuklara dönük pek çok ülkenin katıldığı uluslar arası halk oyunları gösterisi, resim yarışmaları, engelliler özel programı Kastamonu ve Sinoplular gecesi de faaliyetler arasında. Tabiî katılan bazı isimlere daha bakınca böylesi bir niyetle yola çıkılan faaliyetlerde olmaması daha iyi olurdu diyebildiğiniz isimler ve programlar da var. Bence biraz daha titiz olunabilirdi. Madem bu bir kültür ve san'at şenliği ve uluslar arası bir muhtevada katılıyorsa hassas davranılmalıydı. Faaliyetler 30 Ağustos Cumartesi bitiyor.

GÖNÜLDEN DİLE

“Uyup şeytâna dil oldu hevâî

Ki nefsim işler oldu mâsivâî

İlahi derdime sen ki devai

Meded ya Rabbi gafletten uyandır.”

Tevhide Hanım

26.08.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Mustafa ÖZCAN

Obama şimdiden kaybetti mi?



Demokratlar genelde gök kuşağı olarak görülürler. Havzaları ve havuzlarında her renkten ve sınıftan insanı barındırırlar ve dolayısıya toplumsal barışın hizmetinde olan bir partidir. Ama çözülme dönemlerinde bu özelliği barışa değil, daha ziyade kamplaşmaya hizmet edebilir. Keza Demokratlar dış politikada da yumuşak gücü temsil ederler. Bundan dolayı iki Cumhuriyetçi başkandan sonra bir Demokrat başkanın Beyaz Saray’a yerleşmesi genelde herkes açısından bir şanstır. Hem dünya, hem de ABD açısından teneffüs devresi gibidir. Zira Cumhuriyetçi başkanlar iktidarları döneminde hem dünyayı, hem de ülkelerini oldukça yorarlar. Bundan dolayı aslında Bush’un sakil iki döneminin ardından başta Amerikan halkının da dünyanın da Demokrat asıllı bir başkana ihtiyacı vardı.

Bununla birlikte, iki nedenden dolayı Beyaz Sarayın yeni sakininin Demokrat Partili olması zor görünüyor. Bunlardan birisi Bush’un geride bıraktığı sakil miras ve gerilim atmosferidir. Krizler her zaman Cumhuriyetçilerin ekmeğine yağ sürmektedir. Nitekim, Gürcistan krizi genç ve dinamik Obama karşısında ihtiyar ve yaşlı McCain’i yeniden canlandırmıştır. Cumhuriyetçiler kaybettiklerini anladıkları anda manipülasyona ve kriz politikasına başvuruyorlar. Bundan dolayı çeşitli komplo iddiaları vardır. Buna göre, Gürcistan meselesi başlı başına yeniden Beyaz Saray’ı kazanmak isteyen ve kaybetmekten çekinen Cumhuriyetçilerin bir tertibidir. Obama’nın şansını azaltan ikinci neden de Cumhuriyetçilerin atakları olmayıp bilâkis Demokratların kendi kusurlarıdır. Amerikan toplumunun an azından siyasî yelpazede marjinal addedilen kesimlerini temsil eden bir kadın aday ile bir siyah adayın kıyasıya rekabetidir. Kimileri bunda da Cumhuriyetçilerin parmağını aramışlardır. Cumhuriyetçilerin parmağı olmasa bile bu tablonun Cumhuriyetçilerin işine yarayacağını kestirilebilmek için kâhin olmaya gerek yok. Bir kadın ile bir siyah aday adayı kendi aralarında keskin ve keskin olduğu kadar da yıpratıcı bir rekabete giriştiler. Bu rekabet havasından geride kalan olumsuz tortuları takım arkadaşlığı kurarak telâfi edebilirlerdi. Bu seçmenin güvenini tazelerdi. Bu da olmamıştır. Hillary yerine Obama yaşlı Biden’ı tercih etmiştir.

***

Bu yanlış tercihten dolayı kimileri ciddî ciddî şimdiden lehte yeni sürpriz gelişmeler olmazsa (McCain’e yönelik skandallar gibi) Obama’nın Beyaz Saray yarışı kaybettiğine dair bahse giriyorlar. Bunu üç nedene bağlıyorlar.

Birincisi: Obama kaybedecektir zira yeteri kadar Amerikalı değildir ve Amerikan değerlerini temsil etmemektedir. Bu sadece Obama’nın deri rengiyle de alâkalı bir durum değildir. Neticede WASP’ın dışından gelmektedir. Onun ötesinde İslâmiyetle geçmişe şöyle veya böyle bağlantıları olmuştur. Eski papazı ise Bin Ladin’den daha keskin bir Amerikan düşmanıdır.

İkincisi: Obama kaybedecektir zira azımsanmayacak bir oya ve kadın kitlesi desteğine haiz olan Hillary’yi dışlamış ve onun destek kitlesinden şu veya bu miktarda mahrum olmuştur.

Üçüncüsü: Takım arkadaşı olarak senatör Biden’ı seçmiş olmasıdır. Biden bir takım meziyetleriyle birlikte bir takım kusurları da olan bir şahsiyettir. Meselâ onun hoş özelliklerinden birisi zeki ve nüktedan birisi olmasıdır. Bununla birlikte, bu huylarını veya özelliklerini gölgeleyen başka özelliklere de sahiptir. Meselâ ağır sözlü veya açık sözlü olması bunlardandır. Bu diplomatik bir dile haiz olmadığı anlamına geliyor. Bir başka özelliği de intihalci olması (Mr Biden’s plagiarism of Neil Kinnock did not much matter in 1987 and does not matter at all now.). Bir diğer kusuru da gafkolikliği. Kimi Demokratlara ve bazı yazarlara göre Obama’nın takım arkadaşı Biden’ın varlığıyla yokluğu birdir. Obama’nın kampanyasına bir katkısı olması şöyle dursun zarar verme ihtimali bile vardır. Katolik aidiyetinin Katolik oylarının akışına katkıda bulunacağı tezi de pek isabetli bulunmamaktadır. ABD açısından ismi yıpranmış bir politikacıdır (The Times, William Rees-Logg, August 25, 2008: Biden is no threat to Obama - but no asset. In rejecting Hillary Clinton for a politician with a murky record, the presidential candidate may have lost the White House.)

Velhasıl Biden içeride ve dışarıda tükenmiş bir politikacıdır. Türkiye gibi bir müttefike bile tehdit diliyle konuşması onun Neocon üslûbunu ortaya koymaktadır. Ecevit’e, ’Kıbrıs’tan askerinizi çekmezseniz size zırnık yardım yok’ babından sözler sarf etmiştir.

Kanaatimce üçüncü dönem de Cumhuriyetçiler iktidarda kalırsa bu sancılı olmakla birlikte dünya açısından daha hayırlı olacaktır. Cumhuriyetçi politikaların kesintisiz bir şekilde sonuna kadar dibe vurması dünyanın hayrınadır. Bu durumda, Neocon politikaların ilânihaye ‘keskin sirke küpüne zarar’ misali iflâs ettiğini görebileceğiz. ABD toparlanma zamanı bulamayacaktır. Obama gelse içeride kutuplaşma olacak ve ABD sosyal ve siyasî gerilim odağı haline gelebilecektir. Fakat dışarıda toparlanma süreci yaşayabilecektir. Cumhuriyetçiler gelirse de Bush’un gerilettiği Amerika daha aşağı kümelere düşebilecektir. En azından heybeti ve gücü daha da sarsılacak ve yeni aktörlerin küresel bazda yerlerini almasını kolaylaştıracak ve buna imkân verecektir. ABD saldırganlığıyla başkalarının önünü açıyor. İşte tam bu sırada İslâm dünyası yeni bir çıkış yapmalıdır. Bunun için de yeni siyasî kuşaklara ve aktörlere ihtiyaç var.

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AB’ye dönüş?



Anayasa Mahkemesinin AKP hakkındaki kararını “Krizi çözmedi, sadece tesbit etti” şeklinde yorumlayan CHP lideri, iktidar partisine “Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmadığını fiiliyatınla ispatla, toplumu ikna edecek inandırıcı adımlar at” baskısını sürdürüyor.

Ve bu meyanda AKP’ye “Anayasayı değiştirmeyi sakın aklından geçirme” telkinlerine, aba altından sopa gösteren bir üslûpla devam ediyor.

AKP’ye baktığımızda ise “Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfleyerek yer” deyişine tam oturan son derece temkinli, silik ve çekingen bir tavrın, parti politikalarına iyice yerleştiğini görüyoruz.

Edibe Sözen’in “Gençliği koruma kanunu” taslağına gösterilen tepki bunun en tipik örneği.

Peki, bu iş hep böyle mi gidecek? Seçmen iradesinin, çifte çelik korse giydirilmiş AKP eliyle bloke edilmesi nereye kadar devam edecek? Bu sıkıntılı tünelden çıkış yolu bulamayacak mıyız?

AKP karşısında kitlelere ümit verecek siyasî bir alternatifin hâlâ çıkmayışı, yaşanan sıkıntının en önemli sebeplerinden biri. Siyasetteki muhalefet boşluğu hâlâ doldurulmayı bekliyor.

CHP ve MHP, mâlûm tavır ve çizgileri sebebiyle bu boşluğu dolduramıyorlar. Halkın nabzını tutabilen, samimî, dürüst, yapıcı, inandırıcı ve demokratik bir muhalefete büyük ihtiyaç var.

Öte yandan, AKP’nin de kapatma dâvâsı sürecinden doğru dersler çıkarmış olması lâzım.

Ama bunlar CHP’nin bahsettiği türden değil.

Tabiî ki, onların da Türkiye gerçekleri açısından dikkate alınması gereken tarafları olabilir.

Nitekim başörtüsü meselesini “velev ki siyasî simge olsun” çıkışıyla başlanıp anayasa değişikliği ile devam ettirilen talihsiz süreçte “perakende” olarak “çözme” girişiminin yol açtığı sonuçlardan alınması gereken çok önemli dersler var.

Ve haddizatında bunun için CHP’nin vereceği akıllara da AKP’nin ihtiyacı yok. Çözümü ısrarla talep eden, ama bunun ülke gerçeklerini dikkate alan akılcı stratejilerle sağlanmasını isteyen kesimlerin, söz gelişi Yeni Asya’nın iyiniyetli ve yapıcı teklif ve ikazlarına kulak verse, parti doğru bir istikameti tutturmakta hiç zorlanmaz.

Bu çerçevede, AKP iktidarının neredeyse dört yıldır ara verdiği AB reformlarını tekrar gündeme alması, çoktandır beklenen olumlu bir adım.

Hükümet, geçen haftaki toplantısında ele aldığı 3. ulusal program taslağını diğer partiler, ilgili kurumlar ve STK’ların görüşüne sunup kamuoyu ile paylaştıktan sonra, öngörülen yasal düzenlemeleri birer birer Meclise sevk etmeyi planladığını açıkladı.

Dört yıllık bir süreyi kapsayan ulusal programda yer alan 131 yasa değişikliğinden kısa vadede yapılacakların 1-2, orta vadedekilerin 3-4 yıl içerisinde tamamlanması hedefleniyor.

Bu demektir ki, önümüzdeki dört yıl büyük ölçüde AB reformlarında yoğunlaşacağımız bir sürece giriyoruz. Tabiî, içte ve dışta yeni engeller çıkmaz ve hükümet işin arkasında durursa...

İşin çok önemli bir diğer boyutu, ulusal programın muhtevası. Özellikle siyasî kriterler bölümünün, demokrasimizi düze çıkarmak ve geliştirmek için gerekli olan yeni adımları içermesi.

Bu çerçevede iki önemli başlık var. Biri asker-sivil ilişkilerinin AB kriterlerine uydurulması; diğeri yargı reformu. Umarız, bu iki konuda program tatminkâr ve cesur adımlar öngörüyordur.

Asker bahsinde dile getirilen hususlardan biri, askerî harcamaların Sayıştay denetimine alınması. Takip edebildiğimiz kadarıyla yıllardır gündemde olan bu konu, her AB paketi açıldığında hep söz konusu edilir. Ama “nedense” bir türlü sonuca varmaz. Bu defa da öyle olmasın!

Bilhassa yaşadığımız bir yıllık süreçte önem ve âciliyeti çok daha iyi anlaşılan yargı reformu meselesinde de, o cenahtaki kurumsal hassasiyetlerin hâlâ zirvede olduğu bir konjonktürde, böyle bir reformun nasıl şekilleneceği doğrusu merak konusu. Dileriz ki, dağ fare doğurmasın.

Yeni vakit ve enerji kayıplarına değil, kaybettiğimiz zaman ve enerjiyi telâfiye ihtiyacımız var.

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Fıtrata direnen ne kazanır?



Sosyal hayatın içinde olan hemen herkesin bildiği, gördüğü ya da şahit olduğu ciddî bir problem vardır. Kısaca ‘taciz’ olarak ifade edilen bu problem, çeşitli sebepler yüzünden cemiyeti tehdit eder duruma geldi. Bilhassa hanımlar, ‘taciz’ hadiselerinden dolayı ciddî sıkıntılar çekiyor ve bu yöndeki haberler medyada da yer alıyor.

Bu cümleden olarak, Sakarya Fen Lisesi’nde görevli bir öğretmen 14 KOBİ ve fabrikada çalışan bine yakın kişi üzerinde bir araştırma yapmış ve ürkütücü bir neticeye ulaşmış. Araştırmaya göre, imalat sektöründe çalışanların yüzde 39’unun ‘duygusal taciz’e uğradığı anlaşılmış. (AA, 8 Temmuz 2008)

Her ne kadar ‘duygusal taciz’in ‘cinsel taciz’den ayrı değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden uzmanlar olsa da, tamamen bağımsız olduğunu düşünmek de kolay değil. Çünkü başka zaman ve zeminlerde yapılan benzer araştırmalar, aynı şekilde ‘cinsel taciz’den dolayı hanımların ciddî sıkıntılar çektiğini ortaya koyuyor. Nitekim, bir danışmanlık şirketince İstanbul’da özel sektörde çalışan, 20-60 yaşlarındaki 1.200 kişiye yönelik ‘’kişilere karşı psikolojik, duygusal saldırı’’ konulu araştırma yapılmış. Araştırmayı yapan şirketin genel müdürünün verdiği bilgiye göre, ‘’İş yaşamında psikolojik tacize uğradınız mı?’’ sorusuna kadınların yüzde 73’ü, erkeklerin yüzde 35’i ‘’evet’’ cevabını vermiş. (AA, 4 Haziran 2008)

Türkiye’de psikolojik tacizin yaygın olduğu ama ‘tanımlanmayan bir suç’ olması sebebiyle çok fazla dile getirilmediği belirtilen araştırmanın diğer neticeleri ise şöyle:

‘’Psikolojik taciz rekabetçi iş ortamlarında bir silâh olarak yaygın kullanılıyor. Tacizcilerin eğitim düzeyi arttıkça yaptıkları psikolojik taciz artıyor ve çeşitlilik gösteriyor. Rekabetin fazla olduğu finans, perakende, medya, iletişim ve eğitim sektörlerinde taciz daha fazla görülüyor.’’

Aynı araştırma, psikolojik tacizin verimlilik ve performansı düşürdüğünü, şirketlere maliyetinin milyon dolarları aştığını da ortaya koyuyormuş.

Elbette hastalığı tesbit etmek yetmiyor. Asıl cevap verilmesi gereken şey, tacizin nasıl önlenebileceği sorusudur. Ne yazık ki araştırmalarda bu sorunun makul bir cevabı olmuyor. Araştırmayı yürütenlerin ‘öneriler’ bölümüne baktığınızda ‘havanda su dövmek’ten başka bir şey görmüyorsunuz. Meselâ 14 KOBİ çalışanları üzerinde yapılan araştırmanın ‘öneriler’ bölümünde şöyle denilmiş: “(...) Çok zarara uğradıklarını düşünüyorlarsa, mutlaka yeni kanuna göre dâvâ açma şansları var. Bununla ilgili kazanılmış dâvâlar var, devam eden dâvâlar olduğunu da biliyoruz.’’

Şimdi bu sözler ‘taciz’e uğrayanlara çare sunabilir mi? Taciz, bu şekilde önlenebilir mi? Ya da tacizle mağdur olana bu ‘reçete’ yeterli olur mu?

Sadede gelelim ve taciz ve benzeri her türlü kötülüğe karşı insanların kalplerine ‘yasakçı’ koyalım, onları ikna edelim. Aksi halde, bir sonraki araştırmada daha kötü neticeler çıkabilir.

Yol budur, bilmiyoruz başka çıkar yol!

26.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Zâlimlerin satranç oyunları”na gelmemek…



ABD ile “işbirliği”ne giren liderlerin peşpeşe devreden çıkması, dünyadaki diğer işbaşına getirilenlerin de akıbetini düşündürüyor; ve “işbirlikçi politikalar”ın gözden geçirilmesinin gereğini ortaya koyuyor. Washington’un önde gelen müttefiklerinden Pakistan eski Devlet Başkanı Müşerref’in “azli”ne kayıtsız kalıp ortada bırakması ve Güney Osetya’ya girmeye azmettirdiği Gürcistan Devlet Baştanı Mihail Saakaşvili’ye sahip çıkmaması, Washington’la “yakın işbirliği” içindeki Ankara’dakilere tam ders-i ibret.

Zira “Rusya cezasız kalmayacaktır” diyen Washington’un, bunu Karadeniz’e yerleşme ve Kafkasya ve Hazar havzasındaki enerji kaynaklarını ve hatlarını kontrol altına alma emelinde istimali, Türkiye dahil bütün bölgeyi ateşin içine itiyor…

Başbakan Erdoğan her ne kadar “Montrö’yu deldirtmeyiz” dese de, Gürcistan’a geçişine izin verilen Amerikan savaş gemilerinin “Montrö Boğazlar Anlaşmasına uygun olduğunu” iddia etse, oldubittiler, daha şimdiden ABD’nin Montrö’yü deldiğini ortaya koyuyor…

Başbakan’ın da ifâdesiyle Sözleşmeye göre Karadeniz’e kıyısı olmayan bir ülke, “30 bin tondan gazla gemi sokamaz, gemilerin toplam tonajı 45 bin tonu geçemez.” Oysa NATO tatbikatı çerçevesindeki iki savaş gemisinden sonra tonajı bu rakamları aşan biri Polonya diğeri Amerikan bayraklı iki savaş gemisinin ardından ABD şimdi iki gemiyi daha Karadeniz’e sokma peşinde…

“MENFAAT ÜZERİNE DÖNEN

SİYASET”İN CANAVARLAŞMASI…

Erdoğan, “Montrö’yü deldirtmeyiz’ dedik, onlar da mâkul karşılayıp ısrar etmediler” diyor. Lâkin ABD “sağlık malzemesi” ve “insanî yardım”la yüklü olduğunu söylediği savaş gemilerini peşpeşe Karadeniz’e yolluyor.

Sahi “ilâç ve insanî yardım”, neden kargo ve yük gemileriyle değil de ille de savaş gemileriyle gönderiliyor? Sonra bu savaş gemilerinin üç haftadan fazla kalmaları hususunda Türkiye ve diğer Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere hangi teminat verilmiş? Gelinen noktada bütün bu soruların cevabı belirsiz…

Belli olan, ABD’nin başta Türkiye olmak üzere Karadeniz’i ve Kafkasya’yı hegemonya ve çıkarları uğruna yeni bir fitnenin içine sürüklemesi. Ve ne yazık ki Ankara ve diğer bölge başşehirleri, bunu önlemek yerine tekellüflü te’villerle kamuoylarını yanıltmaya, oyalamaya uğraşıyorlar.

Gerçek şu ki, bir tek egemenlik ve menfaatini hedefleyen ABD’nin, son Kafkasya krizinde de, Türkiye gibi “stratejik müttefikleri”ne ve güya “dostları”na fütursuzca emr-i vakilerde bulunması, “zâlimlerin satranç oyunları”nın iç yüzünü deşifre ediyor.

Beşşar Esad’ın son Kafkasya krizinde Rusya’ya destek vermesine kızan ABD’nin, Türkiye’nin büyük bir hevesle soyunduğu İsrail ile Suriye arasında barış görüşmelerini kesmesi yönündeki haberler, bunun bir örneği.

Keza Ankara’nın öncülük ettiği, aralarında Rusya, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan’ın da bulunduğu bölge ülkeleri arasındaki “Kafkas İstikrar ve İşbirliği Paktı”nı Washington’un gönülsüz bakması, çıkarından başka bir şey görmeyen gözü dönmüş “canavar”a dönüşen “menfaat üzerine dönen siyaset”in sonucu…

“ECNEBİ ZÂLİMLERİN KILICIYLA, FERAH, FEREC (KURTULUŞ), SÜRUR VE FÜTÛHAT OLMUYOR”

Ankara, ABD için her türlü fedakârlığı göze aldı. AKP hükûmeti, Afganistan’da ABD’nin hegemonya ve çıkar savaşına askerî birlik göndererek tam destek verdi. Meclis’in irâdesi by pass edilerek Bakanlar Kurulunun kararıyla, onlarca hava deniz limanlarını, üslerini Amerikan askerlerine, savaş malzemesi ve mühimmatının nakil ve dağıtımına açmakla Türkiye’yi Müslüman komşu Irak’a karşı “savaş ülkesi” ve “cephe ülkesi” haline getirdi.

İncirlikten havalanan Amerikan savaş uçakları, Irak şehir ve köylerini bombaladılar. Millî Savunma Bakanı’nın açık ikrarıyla, yalnız İncirlik Üssü’nden havalanan Amerikan savaş uçakları, 2006’nın rakamlarıyla Irak üzerine 3995 sorti yaptı. Bakan’ın ifâdesiyle bu destek, çıkmayan “tezkere”yi fazlasıyla telâfi etti, ediyor.

İsrail’le çok geniş savunma işbirliklerini imzaladı. Tarımdan telekomünükasyona kadar bir dizi “ekonomik ve ticarî anlaşma” yaptı. Bizzat Başbakan, “Türkiye BOP’un eşbaşkanıdır” ilân etti. Cumhurbaşkanı’nın daha Dışişleri Bakanı iken, “Türkiye’nin Irak’ta ve bölgede ABD’nin yanında olduğu”nu bildirdi. Ne var ki Washington bütün bunları yeterli görmedi, görmüyor. Ankara’yı bölge politikalarında kayıtsız şartsız İsrail’in yanında “jandarması” görmek istiyor.

Bundandır ki İran’la daha önce mutâbakata varılan, İran ve Türkmenistan’dan gelecek 30 milyar metreküp gazın Avrupa’ya ihracını ve Türkiye’nin İran’da doğal gaz sahasını işletmesini ihtiva eden “enerji anlaşması”nı iptal ettiriyor. Türkiye’nin Irak’ta olduğu gibi İran’a yönelik saldırısında da “Müslüman komşu ülke” olarak yanında yer alması ve dayattığı her türlü yaptırıma katılması için baskıda bulunuyor.

Bu da yetmiyor; şimdi boğazlardan savaş gemilerini geçirip Karadeniz’e yerleşmekle Türkiye’nin başını bölge ülkeleriyle büyük bir belâya sokuyor.

Kısacası, “ecnebi zâlimlerin kılıncıyla, ferah, ferec (kurtuluş), sürur ve fütûhat olmuyor…” (Lem’alar, 155)

26.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır