"Gerçekten" haber verir 27 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Kalpte oluşan maraz



Maddî bedenin merkezi kalp olduğu gibi, mâneviyâtın merkezi de mânevî kalptir. Her ikisine de kalp denmesinin sebebi, maddî kalbin bedene yaptığı hizmetin, mânevî kalp tarafından mâneviyâta yapılan hizmetle benzer oluşundandır. Yani, maddî kalp sekteye uğradığı zaman nasıl insan hayatı sona ererse, mânevî kalp de inkârla sekteye uğradığı zaman, o insan hareket eden bir ölüden farksız hâle gelir.

Mânevî kalbe hayat veren sır imandır. İman, mâneviyâtla ilgili bütün duyguları ışıklandırır, kuvvet verir ve kemâle erdirir. Fikirlerin aynası olan dimağ ile hislerin aynası olan vicdandan meydana gelen mânevî kalp, iman sayesinde umum kâinatı aydınlık, vazifedar ve anlamlı görür. Bütün varlıklar, İlâhî isimlerin aynaları, kader kaleminin mektupları ve Kudret sıfatının cisimleşmiş kelimeleri şeklinde bilinir ve anlaşılır. Her şey aynı Yaratıcının eseri olmakla, birbirine dost ve kardeş şeklinde telâkkî olunur.

İnkâr ise, bahsi geçen hakikatleri ortadan kaldırır. Her şeyi tabiat ve tesadüfün oyuncağı, vazifesiz, anlamsız, âkıbeti hiçlik ve yoklukla bitecek olan sahipsiz varlıklar şeklinde gösterir. İnkârla kirlenmiş bir kalp, bütün âlemi mânen karanlıklar içinde görür. Her şeyi birbirine yabancı ve düşman telâkkî eder. Hayatın sonunu ebediyen yokluğa ve ayrılığa yuvarlanmak tarzında kabul eder. Böyle bir insanın vücudu saraylarda da olsa, kalp ve ruhu cehennemî azaplar içinde kıvranmaktadır. O insan, yaşayan bir ölüden farksızdır.

Kur’ân-ı Kerim insanlığı imana ve hidayete çağırmaktadır. Ölü gibi yaşayanları imanla dirilmeye dâvet etmektedir. Bu mânâyı ifâde için Bediüzzaman “Hidayet, büyük bir nimettir, vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir” der.

İman ile inkâr arasındaki nifak ise bir hastalıktır. Kalbin fesadıdır. Mü’min gözüktüğü halde, hakikatte münkir olma halidir. En tehlikeli durum, kalbin nifakla tahrip olmasıdır. Onun için, Bakara Sûresinin başında iki âyetle kâfirler anlatılırken, on iki âyetle nifak ehli târif edilmiştir. Onların vereceği zarardan kaçınılması söylenmiştir. Üstadın ifâdesiyle “Düşman, meçhûl olduğu zaman daha zararlı olur, kandırıcı olursa daha habis olur, aldatıcı olursa fesadı daha şedid olur, dâhilî olursa zararı daha azim olur. Çünkü, dâhilî düşman kuvveti dağıtır, cesareti azaltır; hâricî düşman ise, bilâkis asabiyeti şiddetlendirir, salâbeti arttırır. Nifakın cinayeti İslâm üzerine pek büyüktür. Âlem-i İslâmı zelzeleye uğratan nifaktır.” (İ. İ’câz, s. 137)

Ehl-i nifakın birinci vasfı yalancılık, ikincisi sözünde durmamak, üçüncüsü emânete riâyet etmeyip hıyânet etmektir. Yeryüzünde fesat çıkartıp bozgunculuk yaptıkları halde “Biz, ancak ıslah edicileriz” derler. Bu, ne kadar garip bir durumdur? Üstadın, Sünûhat eserinde verdiği misâlde anlatılan olay ilginçtir: “Meselâ, muhteris bir intikam veya müntakim bir hilâfla bir kere demiş: ‘İslâm mağlûp olacak, kalbi parçalanacak.’ Sırf o mürâi ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için, İslâm mağlûbiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur. (...) İşte size dehşetli bir günah ve zulüm ki, ancak haşirdeki mizan tartabilir.” (s. 69-70)

Âyet-i kerimede meâlen “Nifak ve hasetten kalblerinde, ruhlarında öyle bir maraz vardır ki, o maraz, hakkı batıl, hakikati hurafe telâkki etmeye sebeptir. Zaten fasit bir kalbden, bozuk bir ruhdan böyle rezaletlerin çıkması bedihidir” (İ. İ’câz, s. 88) denilmektedir.

Âlem-i İslâmiyet’te zuhur eden Süfyaniyet cereyanının en büyük özelliği, nifakla hareket etmesi ve aldatmakla iş görmesidir. Halbuki, ancak aldanan, aldatandır. O aldattığını zannetsin. Gerçekte aldanan kendisidir. Asr-ı Saadette olduğu gibi, asr-ı âhirde de nifak ehli türeyeceği ve İslâm’a darbe vuracağına âyetlerle işâret edilmiştir. Ancak, İslâm’a vurulan baltaların, dönüp vuranların başını parçalayacağı da haber verilmiştir.

Böylesine dehşetli ve kalpte oluşan nifak marazına düşmemenin ve kurtulmanın tek yolu, ihlâslı bir imana sahip olmak ve kalbi nifak kirlerinden uzak tutmaktır.

27.08.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

AHSEN-İ TAKVİM



Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Biz insanı ahsen-i takvîm sûretinde yarattık” (Tin, 95:4) buyurmaktadır. Âyette geçen “ahsen” en güzel anlamındadır. “Takvîm” ise doğrultmak, değer vermek, nizama koymak anlamında olup, ruh ve bedenin dengeli bir şekilde olmasını ve insanın dünya ve kâinat ile uyum içinde bulunmasını ifade etmektedir. Yaratılış bakımından insanın en mükemmel bir fıtrata sahip olduğunu ifade etmektedir.

“Hüsn” akıl, duygu ve hakikat noktasında güzelliği ifade etmektedir. “İnsanlara güzel söz söyleyin” (Bakara, 2:83) âyetinde güzel söze, yüce Allah “hüsn” demiştir. “Onlar sözleri dinlerler ve en güzeline uyarlar” (Zümer, 39:18) âyetinde “ahsen” kelimesi geçer. Böylece “ahsen” kelimesinin “en güzel” olanı ifade ettiği anlaşılmaktadır.

“İhsan” kelimesi de “hsn” kökünden türemiş olup “iyilik yapmak” ve “faydalı olmak” anlamına gelmektedir. Bu kişinin içindeki güzelliğin dışa yansıması anlamında olup, ilim ve güzel ahlâkın meyvesi olan iyiliklerdir. Her ağaç meyvesine göre isimlendirildiği gibi insan da ahlâkına ve başkalarına yaptığı iyilik ve ihsanına göre halk arasında isim ve şöhret kazanır. Bu da onun meyvesi sayılır. Allah insanı her türlü iyilik ve ihsanı yapabilecek kabiliyet ve fıtratta yaratmıştır. Bu sebeple iyiliği ve ihsanı emreden Allah’tır. İyilik yapacak fıtratta insanı yaratan ve kulun iradesini iyiye yönlendirdiği zaman onu iradesine uygun yaratan da Allah’tır. İnsanın buradaki fonksiyonu ise sadece iradesini hayra çevirmesi ve iyiliği Allah’tan istemesidir. Bunun için Kur’ân-ı Kerim “İyilik ve ihsan Allah’tan, şer ve kötülük ise nefistendir” (Nisa, 4:79) buyurur.

İhsan adaletin ilerisinde bir fazilet makamıdır. Zira adalet hak edeni vermektir. İhsan ise hak ettiğinin fazlasını vermektir. İhsanın en mükemmeli ve en üstünü ise “Hanif ve Tevhid inancı ile Allah’a teveccüh ederek teslim olmaktır.” (Nisa, 4:125) Bu sebeple “Allah ihsan sahiplerini sever” (Bakara, 2:195) ve “muhsinlerle beraberdir.” (Ankebut, 29:69)

Allah’ın yarattığı her şey en güzel şekilde yaratılmıştır. Zira yaratan Allah’tır ve Allah’tan ancak en güzel olan sudur eder. Bunun için Allah’ın yarattığı şeyin benzerini yapmak imkânsızdır. Allah’ın yarattığı her şey mû’cizedir. Allah insanı varlığın odak noktasına koyduğu ve kâinatı insan için yarattığından dolayı insan, Allah’ın en mükemmel varlığı ve mû’cizesidir. Bu da “Ahsen-i Takvîm” üzere yaratılmak demektir. Kur’ân-ı Kerim bu hakikatleri “Andolsun ki biz insanı en güzel şekilde yarattık” (Tîn, 95:4) âyeti ile ifade eder. Bu ifadenin içinde “Allah’ın insanı kendi eliyle yaratması”, (Sâd, 38:75) “tesviye etmesi ve ruhundan üfürmesi”, (Sâ’d, 38:72) “Rahman sıfatını en güzel şekilde gösterecek mahiyette yaratmış olması” (Buhari, Ezan, 11; Müslim, Birr, 32) ve “yeryüzüne halife kılması” (Bakara, 2:30) vardır. Abdulkerîm El-Ceylî, Allah’ın, insanı “insan-ı kâmil” olarak yarattığını izah ile bu kemâli hak etmesi için dünyada çalışması gerektiğini ifade eder.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, insanın “ahsen-i takvîm” üzere yaratılışını ve “ahsen-i takvim” makamına çıkışını, fıtratın gereği ve yaratılış amacına yönelmesi ile olacağını izah eder. Özetle şöyle der: Hayat vazifesi ve yaratılış amacı yalnızca terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmekten ibaret değildir. Allah’ın insana vermiş olduğu yüzlerce âlet ve binlerce kabiliyet vardır. Bunların amacı da dünya hayatını güzelleştirmek değil, ebedî olan ahiret hayatını kazanmak ve kabiliyetlerini inkişaf ettirerek Cennete lâyık hale gelmektir. İnsan duygu ve kabiliyetlerini iki temel amaca yönlendirmelidir ki ‘ahsen-i takvim’ denilen en mükemmel hâle gelebilsin. Böylece Allah’ın rızasını kazanarak Cennete lâyık bir ‘insan-ı kâmil’ olsun. Bu amaçlardan birincisi; Allah’ın bütün nimetlerini tadıp tanıyarak şükür vazifesini yapmaktır. İkincisi de, âlemde tecellî eden bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin bütün tecelliyâtının aksamını Allah’ın verdiği cihâzât vasıtası ile bilip tanımak ve tanıttırmaktır. Bu şekilde insan kâmil bir insan olur.

İnsanın bu hali alması ise “iman-ı kâmil” ve “amel-i sâlih” ile mümkündür. Amel-i sâlihin anahtarı ve birinci kapısı da, ibadetlerin bütün envaını câmî olan “beş vakit namaz kılmak” iledir. Namazın mânâsı ise, Rabbü’l-Âlemînin huzurunda aczin ve ihtiyacının çokluğunu bilerek, namazın erkânı ve ezkârı olan “Tekbir, Tesbih, Tahmid, Tehlil, İstiğfar ve Salâvat” ile ubudiyet vazifesini bihakkın îfâ etmektir. (Sözler, 2004, s. 206-208)

İnsan “ahsen-i takvim” mertebesinde yaratılmış olduğu halde kendi sû-i ihtiyarı ile esfel-i sâfilîne sukût etmektedir. İnsanın “ahsen-i takvîm” mertebesini muhafaza edememesinin önündeki en büyük engel “benlik” ve “enaniyet”tir. Benlik ve enaniyetin kaynağı gurur, bunun ilâcı da tevazudur. Tevazu ise kulun kendi aczini ve zaafını bilerek dergâh-ı İlâhiyeye iltica ile istiğfar, duâ ve niyaz etmesidir. İnsan, kul olduğunun şuuruna vararak iman, tasdik ve tevhid mertebelerinde terakkî ederek ubudiyet ile mukabele etse “ahsen-i takvimde” olduğunu gösterir. İnsan enaniyeti bıraksa, hayrı ve vücudu tevfîk-i İlâhiyeden istese, şer ve tahripten ve nefse itimattan vazgeçse, istiğfar ederek tam bir abd olsa o vakit onda bulunan nihayetsiz kabiliyet-i şer, nihayetsiz kabiliyet-i hayra ınkılâb eder; ahsen-i takvîm kıymetini alır ve âlây-ı illiyyîne çıkar. (Sözler, 511-512)

27.08.2008

E-Posta: [email protected]




Atike ÖZER

Kadınların temel görevi nedir?



TOPLUM kalitesinin seviyesini belirleyen etkenlerden birisi de şüphesiz ‘anne’dir. Kadının anneliği ölçüsünde toplum alçalır veya yükselir...

Toplumun huzuru ve mutluluğu için kadının üzerine düşen aslî vazife, kaliteli çocuklar yetiştirmektir. Ama bu asırda, bu gerçek sinsice unutturularak kadının fıtratı bozulmaktadır. Bu bozulmayla da toplumun vardığı nokta bataklığa dönüşmektedir. Kıpırdadıkça biraz daha batan toplum insanının hali düşündürücüdür.

Bugün toplumun geldiği nokta yürekler acısıdır. Yürekleri acıtan bu korkunç durum da, biz annelerin başı altından çıkmaktadır.

Modern hayatın dayatmaları, kadına anneliğini unutturma çalışmaları, çok yazık ki amacına ulaşmış görünüyor. Dinî hassasiyet içinde olan bizler bile zaman zaman bu tuzaklara yakalanıyoruz...

Kadın sömürü aracı olarak kullanılınca, ne “Ana gibi yar olmaz” diyenler kaldı, ne de “Cennet annelerin ayağı altındadır” vaadini dikkate alanlar!

Toplumun içinde bulunduğu sosyal görüş alanında kadınlar argüman olarak kullanılmaktadır. Kimileri kadını ikinci sınıf vatandaş olarak görürken, kimileri de dişiliğinin üzerinden rant elde etmeye çalışmaktadır... Bu iki anlayış da, acıdır ve her aklı başında insanın tüylerini ürpertir. Cahiliye âdetlerinden sayılan bu durum bugünkü kadının yaşadığı fecî hali gözler önüne sermektedir.

Yeni bir cahiliye dönemi yaşanıyor ve yeni bir Asr-ı Saadet özlemi çekiliyor...

Kadın, Allah’ın en güzel isimlerine aynalık yapmak için yaratıldı. Şimdi diri diri rant çukurlarına gömülüyor. Allah’ın bu müstesna eserinin böylesi çukurlara gömülüyor olmasına seyirci kalmak iman ve İslâm anlayışına uygun düşmüyor.

Bir kötülük gördüğümüzde elimizle, dilimizle düzeltmemiz emredilmiştir. Hiç değilse kalben buğzetmemiz istenmektedir. Kadını ve dolayısıyla anneyi bozmaya çalışanların sinsi oyunlarını fark eden anneler olarak elimizden geldiği kadar, dilimizin döndüğü kadar "Cennet annelerin ayağı altındadır” müjdesini hatırlayıp hatırlatmalıyız.

Bu çılgın duruma çözüm bulacak olan annelerdir. Annelerin ve değerli kadınların artık “bilge anne-bilge kadın” olmaya her zamankinden daha çok ihtiyaçları var. Okumak, yazmak, düşünmek, fikirleri ile var olmak annelerin temel görevleri olmalıdır artık...

27.08.2008

E-Posta:




Hasan YÜKSELTEN

Paranın unutturduğu Hipokrat yemini



“Tıp fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, insan hayatına mutlak sûrette saygı göstereceğime ve bilgilerimi insanlık aleyhine kullanmayacağıma, mesleğim dolayısıyla öğrendiğim sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı göstereceğime din, milliyet, cinsiyet, ırk ve parti farklarının görevimle vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlükle ve onurla yapacağıma namusum ve şerefim üzerine yemin ederim.”

(Hipokrat Yemini)

İLKOKULU okuduğum köyün öğretmeni aynı zamanda fahri sağlık görevlisiydi. İğne yapmak, serum takmak, pansuman, vs. gibi sağlık işlerini yapardı. Günün her saatinde köylüler kendisinin kapısını çalabilirdi. Gecenin yarısı da olsa hiç üşenmeden insanların yardımına koşan bu gönül insanı, kimseden asla para veya hediye de kabul etmezdi. Karşılık beklemeden yardım etmenin, diğergamlığın, almanın değil de vermenin yüceltildiği bir hayat tarzının örneğini ilk kez onun şahsında görme imkânım olmuştu.

O günlerin üzerinden uzun bir zaman geçmedi ancak bugün, vermenin değil de almanın öncelendiği bir hayat anlayışının içerisindeyiz. Dış dünyadaki çölleşmeye paralel olarak iç dünyalarda da yaşanan çölleşmenin neticesinde insanî değerler artık çok da umursanmıyor maalesef. Belki de bu yüzden, sürekli kendisini düşünmekten ötürü evhamlıdır modern çağ insanı. Sağlığın ve gençliğin kutsallaştırıldığı bir zamanda en çok da gençliğini ve sağlığını kaybetme ihtimaline karşı evhamlıdır. Nitekim eskiden bir şehirde bir hastane ihtiyaca karşılık verebilirken, bugün hemen hemen her semtte bir hastane olmasına rağmen, ihtiyaç karşılanamıyor. Hayat artık iki hastane odası arasında yaşanıyor. Eskiden evde doğup evde ölen insanlar artık büyük oranda hastanede doğup hastanede ölüyor. Ve insanların vehimlerinden faydalanan sağlık sektörü insanlara çok kolay tahakküm edebiliyor.

Günümüzde birçok sektör gibi tıp da ticarileşti maalesef. Fiziksel şartlar geçmişle kıyaslanmayacak oranda iyi ancak temel yanlışlık maddî yoksulluktan değil ruhlardaki ahlâk yoksulluğundan kaynaklanıyor. Satılık hastalıkların hastane koridorlarında doktorlar ve ilâç firmaları tarafından pazarlandığı bir zamandayız.1 Ülkemizde doktorluğun, idealist olan çok küçük bir azınlık haricinde, insanlığa hizmet için değil de, daha çok para kazanmak için tercih edildiği bir gerçek. Bunun sonucudur ki, hastayı insan gibi değil de, bir dosya numarası, bir hastalık ismi, bir müşteri ya da bir banknot olarak gören, insaniyetten uzak tavırlı, tüccar zihniyetli doktorlara her yerde rastlayabiliyoruz. Belki de bu yüzden eskiden itibar gören, saygı duyulan doktorluk mesleğine artık o kadar saygı duyulmuyor.

Tüketim çağında, heveslerinin peşinde modern fukara hayatı yaşayan günümüz toplumundaki yozlaşma sadece sağlık sektörüne has değil elbette. Ancak insanların üzerinde en çok titredikleri varlıkları olan sağlıklarıyla ilgili yaşadıkları problemler daha çok göze batıyor. İnsanın kendisini en aciz hissettiği, şefkat ve merhamete en çok ihtiyacı olduğu bir zamanda o insana tahakküm edilmesi, onun insandan ziyade ceset ya da banknot olarak görülmesi vicdanlarda derin bir yara açıyor. Her mesleğin stresi ve yoğunluğu olabilir ancak böyle olması kimseye karşısındakini aşağılama, denek olarak kullanma veya dolandırma hakkını vermez. Oysa ülkemizde kamu hastanelerine giden hastaların aşağılandığı, kobay gibi kullanıldığı, insanca muâmele görmediği, özel hastanelere gidenlerinse gereksiz test ve tahlillerle dolandırıldığı büyük oranda bir gerçek. Özellikle özel hastanelerde, sizden istenen test ve tahlillerin gerçekten gerekli olduğuna hiç emin olamıyorsunuz. Zira hastane yönetimi, doktorlara belli sayıda test yapmaları gibi bir zorunluluk dayatıyor. Toplumdaki temel ahlâk zaafı her alanda karşımıza çıkıyor. Karşılıksız yardımın en güzel örneklerini yüzyıllarca sadaka taşlarıyla, vakıflarıyla gösteren bu milletin, günümüzde bu kadar ahlâk fukarası bir duruma düşmesi insanı çok düşündürüyor. Sağlık sektörünün bir an önce materyalist anlayıştan insan odaklı anlayışa geçmesi gerekirken, her bireyin de kendi kapısının önünü süpürmesi gerekiyor.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, yine de ümitvâr olmamız gerektiğine inanıyorum. Çünkü az da olsa hâlâ insaniyeti unutmayan, idealist doktorlara rastlayabiliyoruz çok şükür. Ara sıra da olsa, meslek ahlâkını maddî değerlerden üstün tutan, mert yürekli, fedakâr, dürüst doktorları görmek, sağlık sektöründeki çürümüşlüğe karşı umutlarımızı yeşertiyor. Sağlık sektörü bu öncü doktorlar üzerinden kendisini temizleyecektir diye düşünüyorum. Birgün Hipokrat yemininin tekrar hatırlanacağını, bütün hastanelerin tüccar zihniyetinden kurtulup insanca muâmeleye döneceklerini hayal ediyorum. Ve ben hâlâ her doktora gidişimde fedakâr ilkokul öğretmenimi hatırlıyorum.

Dipnot:

1- Konuyla ilgili bakınız: Satılık Hastalıklar, Ray Moynihan / Alan Cassels, Hayy Kitap

27.08.2008

E-Posta: [email protected]





Mustafa ÖZCAN

Pekin’de nal toplayanlar



Olimpiyatlar bitti, ama tantanası bitmedi. Türkiye’de olduğu gibi karşılıklı suçlamalar gırla gidiyor. Sözgelimi İngiliz basınında ‘İyi miydik, kötü müydük?’ tartışmaları el’an devam ediyor ve bitecek gibi de değil. Ken’in yerini alan Ali Kemal’ın Boris’i de eleştirilerden payını alıyor. Gerçekten de İngiltere genel kabul gören kriterlere göre başarılı mı, değil mi bilmiyorum. Bununla birlikte İslâm âlemi genel olarak Pekin olimpiyatlarında nal toplayan toplulukların başında geliyor. Nedeni icraat yerine retoriğe önem vermesi. Tanıdık bir parti liderinin vaktiyle ağzı kalabalık bir milletvekiline söylediği gibi durum şu vaziyette: “Hitabet on, icraat sıfır…”

Pekin’de nal toplayan grupların başında Araplar geliyor. Gazetelere şöyle bir göz attığımda nedamet ve pişmanlık olduğunu görüyorum. Vaktiyle çalışmazsanız nedamet kaçınılmazdır. Arap basınından anlayabildiğim kadarıyla, 22 veya 23 Arap ülkesinden toplam altın madalya kazanan atletlerin sayısı ikiyi bulmuş. Bir de Fas’ın ve Cezayir’in ‘Biz de kazandık’ farfaralarına bakarsanız skor üçe dörde çıkar. Ama yine de yetmez. Bu iki talihli atletten birisi Bahreyn’li Reşid Remzi. Ciritte veya koşuda altın madalya kazanmış. Diğeri de Tunuslu atlet Üsame el Meluli. O da yüzmede rakiplerini geride bırakmış. Bu sonuç koskoca Arap âlemine yakışmıyor. İslâm dünyasının bu hali topyekûn bir perestroika ya da Özal’ın sevdiği tabirle reorganizasyonu gerektiriyor.

İşin siyasî cephesine baktığımızda ise Putin Gürcistan üzerinden bir altın madalya kazandı bile. Buna mukabil elenenlerden birisi de Saakaşvili oldu. O da siyasetin maçını iyi beceremedi. Yüzüne gözüne bulaştırdı ve Batılı dostları veya hakemler nakavt olmaktan kurtarmaya çalıştıysa da hâlâ durumu kritik.

***

Pekin’de nal toplayanlardan birisi de aga-yı muhterem Ahmedinejad oldu. İran da, Türkler ve Araplar gibi Pekin’de nal toplamış. Halbuki Pekin siyasî coğrafya olarak İran’ın yabancısı ve deplasman sayılmaz. Kendi sahasında oynuyor denebilir. Ama nedense atletler tutukmuş. Retorik yerine doping alsalardı belki biraz daha faydalı olabilirdi. Reformcular bunu fırsat bilerek aga-yı muhterem Nejad’ın üzerine yüklenmeye başladılar. Pekin’i vesile ederek onu yıpratmaya çalıştılar. Tam da seküler bir mantıkla. Eski reformcu Cumhurbaşkanı Hatemi: “Nejad birader retorikle ve ateşli konuşmalar ile meşgulken takımları ihmal etmiş ve yeteri kadar antreman yapamamışlar; atletler ilgisizlikten dolayı döküldüler” demiş. Buna mukabil Rehber Ali Hamaney Nejad’ın da Putin gibi aslında hükmen altın madalyayı hak ettiğini söyleyivermiş. Yani rakipleri karşısında Nejad’a sahip çıkmış ve ezdirmemiş. Sultanahmet Camii ziyaretinin çıkışında söylediği paralelde siyasî başarılarından ötürü onun da bir altın madalyayı hak ettiğini ima etmiş. Rehber sonrasında şöyle demiş: “Nejad sayesinde Batı’nın laik rüzgârları İran’ın içine doluşamadılar. Ona sadık bir bekçi olarak İran’a laik rüzgârların girişine asla müsaade etmedi. Engel oldu. Başka meziyet olmasa bu bile yeter….” Mesele bu bağlamda ele alınınca ve savunulunca artık kimseye başka veya hilâfına söz etmek düşmez.

***

En matrak tartışma ise bizde oldu. Olimpiyatlarda atletlerimize nezaret eden Gençlik ve Spor Müdürü Mehmet Atalay ile İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş arasında ‘hezeyanlı’ tartışmalar ve suçlamalar oldu. İki taraf da kusuru birbirinin üzerine atıyordu. İki taraf da açıklamalarıyla toz duman kaldırdı. Her iki taraf da Türk atletlerin nal toplamasını birbirinin ihmaline bağladılar. Atalay ihmalin ötesinde yeni bir sistem denediklerini ve yani çaydan geçerken at değiştirdikleri için bu sonuca maruz kaldıklarını söyledi. İkinci Mahmutluk bir cevaptı bu. Yeniçeri kaldırılınca onun yerine geçen Asakir-i Muhammediye-i Mansurayı cepheye süren padişah yeni ve deneyimsiz ordunun cephede nal toplaması karşısında herhalde “Bunlar acemidir” demekten başka söz bulamamıştır.

Bu meselede hangi taraf haklı en iyisini kendileri bilir. Bununla birlikte, Atalay daha önce de sabık görevlerinde Ali Müfit Gürtuna ile sürtüşmüştü. Kimbilir belediye başkanlarıyla sürtüşmeden keyf alıyor olabilir. İnşaallah huy haline gelmemiştir. Veya kimilerinin söylediği gibi bilvekâle bir göndermede olabilir. Bu durumda atletlerin nal toplaması işin bahanesi gibi geliyor insana. İç çekirdekte kılıçlar mı çekildi ne? Bununla birlikte kimileri bu başarısızlık öyküsünden dolayı Atalay’ı istifaya dâvet ettiler. O da muhatabı yanlış seçtiklerini ima etti haklı olarak. Pekalâ ‘Kendim gelmedim ki kendim gidiyim’ demek istemiş olabilir. ‘Bizim de teknik direktörümüz var (siyasî demek istiyor) biz ona karşı sorumluyuz o ne derse o’ dedi.

Demek ki gazeteciler yanlış adres seçmişler. Bu durumda başbakana şöyle bir sual tevcih etmeleri gerekirdi: Siz astınız olan Mehmet Atalay’ı görevden almayı düşünüyor musunuz? Acaba Atalay teknik direktör derken bakanı kastetmiş olabilir mi? Zira sadakat olarak her ne kadar başbakana bağlı ise de resmî olarak bakana bağlı görünüyor. Neticede, hezimet sahipsiz kaldı. Zafer olsaydı birçok sahip bulunurdu pekâla. Belediyelerle Atalay anlaşamadığı için sorumlu ortada yok. Bu durumda Atalay’ın sorumlusu başbakan ya da bakan olduğuna göre sorumlu onlar olmuş olmuyor mu? Her neyse. Galiba Atalay gibilerin emniyet sübobu başarıdan ziyade sadakatla bağlı oldukları üstleri. Biraz da bu sadakati mesleklerine gösterseler ülkemiz için daha iyi olmaz mı?

27.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

“Unutulan” taahhüt



Şimdiye kadar birçok kez yazdık, ama netice çıkmadığı için yine hatırlatmamız gerekiyor. Erdoğan’ın, 3 Kasım 2002 gecesi seçim sonuçları belli olduktan sonra kameralar önünde yaptığı taahhüt hâlâ hafızalardan silinmiş değil:

2004 Mart’ındaki yerel seçimlere kadar, seçim ve siyasî partiler kanunlarını değiştirmek.

“Yüzde 36 oyla Meclisteki sandalyelerin yüzde 65’ini elde edecek olmanız sizi rahatsız etmiyor mu?” gibi bir suale cevap olarak bunu söylemişti AKP lideri ve bu cevabından çıkan anlam, seçim ve siyasî partiler kanunlarındaki antidemokratik maddeleri temizleyecekleri istikametindeydi.

Ama ne var ki, o sözler söylendikleriyle kaldı.

Mart-2004’teki yerel seçimler de, Temmuz-2007 genel seçimleri de eski sistemle yapıldı. Siyasî partiler kanununa da hiç dokunulmadı bile.

Oysa Türkiye’de demokrasinin sağlıklı işleyişini engelleyen en önemli sebeplerden ikisinin bu 12 Eylül yadigârı kanunlar olduğu biliniyor.

Yine 12 Eylül ürünü anayasada siyasî partiler “demokratik hayatın vazgeçilmez unsurları” olarak niteleniyor, ama hem aynı anayasada, hem de ona paralel olarak hazırlanan siyasî partiler kanununda partiler resmî ideolojinin amansız cenderesine hapsedilirken, parti içi demokrasiye imkân tanımayan düzenlemelere yer veriliyor.

Kendi içlerinde demokrasiyi hakim kılamayan ve tabanın taleplerini dikkate almayan dar kadrocu lider sultasına dayalı siyasî partilerle de gerçek anlamda bir demokrasi tesis edilemiyor.

Benzer sıkıntı seçim sistemi için de söz konusu. Zaten bunlar birbiriyle bağlantılı konular.

Gerek genel, gerek yerel seçimlerde aday listeleri liderle çevresi tarafından belirlendiği ve bu yapılırken çoğu zaman tabanın ve seçmenin talepleri dikkate alınmadığı için, partiler de, onların teşkil ettiği Meclisler de halktan kopuyor.

Tabanından ve halktan kopan parti yönetimleri ise, konjonktürel rüzgârlara bağlı olarak bazan çok yüksek oranlarda oylar alıp iktidara gelseler bile, tabanın ve halkın gücünü arkalarında hissetmedikleri için, iktidarda zaafa düşüyorlar.

Bediüzzaman’ın Münâzarât’ta tek adam yönetimiyle meşveret ve Meclis sisteminin farkını anlatırken verdiği misal, bu konuda da geçerli.

Bir ince teli rüzgâr her tarafa çevirebilirken, icma ve ittihadla hâsıl olan sağlam halatın değme şeylerle kolay kolay sarsılmayacağını ifade eden bu örnekten sonra Said Nursî şöyle diyor:

“Eski padişahların iradesini Ermeni rüzgârı ve ecnebi havası veya vehmin vesvesesi esmekle çevirebilirdi. ...Şimdi kapı açıldı, tamamı ileride.

“Üç yüz ârâ-yı mütekabile ve efkâr-ı mütehalife (Meclisteki üç yüz milletvekilinin farklı fikir ve görüşleri), hak ve maslahattan başka birşey ile musalâha etmez veya sükût etmezler.” (s. 26)

Devlet idaresi başta olmak üzere bütün sosyal yapı ve oırganizasyonlarda geçerli olan bu çok önemli prensip, partiler için de hayatî önemde.

Eğer demokrasimizin en kronik problemlerinden birini ifade eden “Anadolu’dan oy almak Ankara’da iktidar olmak için yetmiyor” sözü bugün dahi büyük ölçüde geçerliliğini koruyorsa, sebeplerinden biri bu gerçekle yakından alâkalı.

Tabanıyla ve halkla arasına mesafe koyan bir parti yönetimi, aslında kendi dayanağını ortadan kaldırarak, gerek içeride, gerek dışarıda, gerek siyasetten, gerekse siyaset dışı mahfillerden gelecek açık veya örtülü müdahale, baskı ve tazyikler karşısında konumunu zayıflatmış oluyor.

İhtilâl yönetimlerinin eseri olan yasal düzenlemelerin bu sonucu ortaya koyacak şekilde hazırlanmasında şaşılacak birşey yok. Ama garip olan, aynı yapı ve sistemin, çeyrek asır sonra dahi sivil siyasetçiler eliyle sürdürülüyor olması.

Bu itibarla, demokratikleşme diyorsak evvelâ siyasetin demokratikleştirilmesi ve bunun için gerekli adımların bir an önce atılması gerekiyor.

Şimdiye kadar ertelenmesi siyasete, demokrasiye ve Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmadı. Ama çok şey kaybettirdi. Yaşadıklarımız meydanda.

27.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Makbul bir tövbe için



Kırıkkale’den okuyucumuz: “Makbul bir tövbe nasıl yapılır? Bir tövbenin kabul olması için gerekli şartlar nelerdir? Tövbemizin kabul edildiğini anlayabilir miyiz?”

Mânevî değeri yüksek gün ve gecelerin geçit resmi yaptığı bir zaman dilimini yaşıyoruz. Elimizi açıversek, gönlümüzü açıversek, günahlarımızdan pişmanlık duyuversek, Rabbimiz bizi İnşallah bağışlayıverecek! Makbul bir tövbe arıyorum diye bir takım şart ve kurallarda boğulmaya hiç gerek yok. Eğer kalbimizde günahtan dolayı hüzün oluşmuşsa, üzüntü hissediyorsak, pişmanlık duygusu gözlerimizi karartmaya ve yaşartmaya başlamışsa, biz makbul bir tövbe için gerekli adımı zaten atmışız demektir. Geriye tövbemizi tamamlamak kalıyor.

Tövbemizi tamamlamak için: 1- Günahımıza gerçekten pişman olmalıyız. 2- Elimizden geldiğince tövbemize bağlı yaşamalıyız, 3- Farz ibadetlere derhal başlamalıyız ve mümkün mertebe farzlarda eksik bırakmamalıyız. 4- Üzerimizde kul hakkı varsa ödemeli ve helâlleşmeliyiz, 5- Allah korkusu olan kimselerle oturup kalkmalıyız. 6- Allah korkusu olmayan kimselerle düşüp kalkmaktan sakınmalıyız. Bu davranışları başardığımız gün, tövbemizin makbul sayıldığını ve Allah tarafından kabul edildiğini varsayabiliriz. Artık makbul sayılmanın da şükrünü eda niyetiyle, mümkün mertebe takva içinde yaşamaya devam ederiz.

Ka’b bin Malik (ra) ile birlikte üç sahabî Tebük seferi ile ilgili Peygamber Efendimizin (asm) çağrısına her nasılsa zamanında katılmamışlar, geri kalmışlardı. Daha sonra arkadan orduya yetişmekte de geç kaldılar ve nihayet kadın, çoluk, çocuk, yaşlı ve birkaç münafıkla birlikte Medine’de kalıverdiler.

Sefer dönüşünde Peygamber Efendimiz (asm), özrü olmadığı halde Tebük seferine katılmayan Ka’b bin Malik’i (ra) affetmedi; onu Allah’a havale etti ve Allah’tan bir hüküm gelinceye kadar Müslümanların onunla konuşmasını yasakladı.

Peygamber Efendimizin (asm) bu şiddetli kararı, Kâ’b bin Malik’i (ra) çok derin üzüntüye ve gözyaşlarına boğdu. Dünyası başına yıkıldı. Ağlayarak ve Allah’tan af umarak tövbe etmeye başladı.

Fakat günler geçiyor, Allah’tan bir haber ve hüküm gelmiyordu. Allah’ın hükmü geciktikçe de, her geçen gün dehşetli bir kâbusa, her geçen dakika dayanılmaz bir ıztıraba dönüşüyordu. Gözyaşları sel olup aktı.

Elli gün böyle gözyaşlarıyla, pişmanlıkla ve tövbe ile geçti.

Nihayet ellinci gün, sabah namazından sonra o ebedî müjde geldi.

Kâ’b bin Malik’i (ra) dinleyelim:

“İşte tam bu sırada Seli’ Dağı üzerinden birisinin, en yüksek sesiyle:

“Ya Kâ’b bin Malik! Müjde!” diye olanca kuvvetiyle bağırdığını işittim. Hemen secdeye kapandım.

“Meğer ellinci günün sabah namazından sonra Resûlullah (asm), Allah’ın bizim tövbemizi kabul ettiğini ilân etmiş de halk bize müjdelemeye koşmuş! Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişler. Bana da müjdelemek için Zübeyir bin Avvâm kısrağını sürmüş. Eslem kabilesinden bir koşucu olan Hamza bin Amr da koşup Seli’ Dağının üstüne çıkmış ve bunun sesi bana kısraktan daha çabuk gelmişti.

“Müjdeci bana gelince, üzerimdeki iki elbisemi çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim! Vallahi o gün, bundan başka elbisem yoktu! Kendim Ebu Katâde’den emanet iki elbise aldım ve giydim. Hemen Resûlullah’a (asm) koştum.

“Halk bölük bölük beni karşılıyorlar, tövbemin kabulünü tebrik ediyorlardı. Bana:

“Allah’ın tövbeni kabulünü tebrik ederiz!” diyorlardı. “Mescide girdim. Resûlullah (asm) mescitte oturuyordu. Etrafında halk yer almıştı. Talha bin Übeydullah (ra) ayağa kalktı, koşarak geldi, benimle musâfaha yaptı ve beni tebrik etti.

“Resulullah’a (asm) selâm verdim. Resulullah’ın (asm) mübarek yüzü sevincinden parlıyordu. Bana:

“Annenin seni doğurduğu günden beri geçen günlerin en hayırlısı olan bir günün hayır ve saadeti ile sana müjdeler olsun!” buyurdu. Ben:

“Ya Resulallah! Bu müjde senin tarafından mı? Allah tarafından mı?” dedim.

Resul-i Kibriya Efendimiz (asm):

“Hayır! Doğrudan doğruya Allah tarafından!” buyurdu. “Resûlullah (asm) sevindiği zaman mübarek yüzü bir ay parçası gibi parlardı. Biz de onun (asm) bu sevimli simasından, sevinçli bir vahiy geldiğini anlardık. Resulullah’a (asm):

“Ya Resulallah! Allah’a ve Resûlüne teslim edilmiş halis bir sadaka olmak üzere, tövbemin kabulü karşılığında bir şükür ve teşekkür olarak, malımın tamamından sıyrılıp çıkacağım!” dedim.

Resûlullah (asm): “Malının bir kısmını kendine koy! Bu senin için daha hayırlıdır” buyurdu. Ben de:

“Şu Hayber’deki hissemi alıkoyayım. Ya Resûlallah! Allah beni bu badireden ancak doğruluğumla kurtardı. Hayatta kaldıkça doğru söylemek de tövbemin tamamıdır!” dedim.1

Dipnotlar:

1- Müslim, Tevbe, 9

27.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır