"Gerçekten" haber verir 13 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP ve Atatürk



Erdoğan’ın, “Obama gibi geldi, Bush’a benzedi” eleştirisine cevap verirken, “Ben ne Obama’yım, ne Bush’um. Ben Tayyip Erdoğan’ım” deyip, “İllâ birilerine benzetecekseniz, Atatürk’ten başlayın, Kanunî’lere, Yavuz’lara, Fatih’lere, Osman Gazi’lere kadar gidin” diye devam eden son çıkışı, hem başından beri saklamayıp “Lider olunmaz, lider doğulur” diye açığa vurduğu “ego”sunun daha da güçlenerek devam ettiğini, hem de Atatürk’ü Osmanlı padişahlarıyla eş tutan tuhaf anlayıştan vazgeçmediğini yeniden gözler önüne sermiş oldu.

M. Kemal’in Kanunî, Yavuz, Fatih ve Osman Gazi’yle nasıl bir ortak noktası ve benzerliği var ki, Erdoğan bu isimleri birlikte zikredebiliyor?

Bir defa dünya görüşleri tamamen farklı. Adı geçen padişahlar i’lâ-yı kelimetullahı misyon edinmişken, Atatürk’ün gerek İslâma, gerek Osmanlıya bakışı onlarınkinin tam tersi değil mi?

Bu çıkışı, bir taraftan millî görüşü Hz. Àdem’le başlatıp, bütün peygamberleri ve İslâm tarihinde Osmanlı padişahlarının da dahil olduğu cihangir sultanları millî görüşçü olarak nitelerken Atatürk için de “Hayatta olsaydı partimize katılırdı” diyen Erbakan’ın yaklaşımını Erdoğan’ın da içselleştirdiğini gösteren bir örnek.

Demek ki, şimdiye kadar her fırsatta tekrarladığı “Değiştim, millî görüş gömleğini çıkardım” söylemlerine rağmen, temelde bir değişme yok.

Öte yandan Erdoğan, kendisi için zaman zaman yapılan Atatürk benzetmelerinden de rahatsız olmak şöyle dursun, ziyadesiyle memnun olduğunu, hattâ “gurur” duyduğunu söylemişti.

İktidarının ilk günlerinde İsrailli diplomat Alon Liel’in dile getirdiği “Erdoğanizm Kemalizmin güncellenmiş versiyonudur” iddiası için yorumu sorulduğunda böyle bir cevap vermişti.

Aynı şekilde, hayli zaman önce yaptığı Avustralya-Yeni Zelanda gezisinde “Türkiye’de Atatürk’ten sonra lider gelmedi, ikinci lider sizsiniz” diye bağıran kişiye, “Modernleşmede en büyük liderimiz Atatürk’tür. Onu aşmanın değil, örnek almanın gayreti içindeyiz” demişti.

Şimdi de kendisini önceki tavrıyla Obama’ya, son geldiği noktayla Bush’a benzetenlere “İllâ birine benzetecekseniz Atatürk’e benzetin” diyor.

Erdoğan’ın bu Atatürk tutkusu, şahsıyla da sınırlı değil. Geçen dönem Meclis Başkanlığı yapan, partinin ağır toplarından Bülent Arınç’ın ve 28 Ağustos 2007’den beri Çankaya’da oturan Abdullah Gül’ün de benzer beyanları mevcut.

Daha ötesinde ise kurumsal sahiplenme söz konusu. Nitekim AKP’nin 2002 seçimi öncesi açıkladığı programında Atatürk ilke ve inkılâpları “toplumun ortak paydası” olarak niteleniyor.

Geçen yıl 22 Temmuz seçiminden kısa süre önce yapılan parti kongresinde de Erdoğan “Atatürk ilkelerini, Cumhuriyet değerlerimizi her türlü gündelik siyasî tartışmanın üzerinde tutarak, ayrıştırıcı değil, birleştirici, milletimizin bütün fertlerini kucaklayan bir mutabakat zemini haline getirmeliyiz” ifadelerini kullanmıştı.

AKP’nin seçim kampanyası çerçevesinde hazırlanan medya reklamlarında da aynı ifadelere yer verilmiş ve bunlar defaatle yayınlanmıştı.

Yakınlardaki bir örnek de, Erdoğan’ın geçtiğimiz Nisan ayı sonunda partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada şu şekilde yer almıştı:

“Atatürk, devrimleri millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün olmadığına inanmış; yeni düzeni millete dayatmayı değil, benimsetmeyi amaçlamıştır... Atatürk ilke ve inkılâplarının koruyucusu, onları hayata geçiren TBMM’dir, bir bütün olarak Türk milletidir.” (aa, 23.4.08)

Anayasa, Cumhurbaşkanına ve milletvekillerine metazori “Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı kalma” yemini ettiriyor. AKP’nin, daha yola çıkarken söz verdiği halde altı yıllık iktidarı boyunca değiştirmeye yanaşmadığı Siyasî Partiler Kanunu da partilere aynı bağlılığı dayatıyor.

Ancak görünen o ki, AKP’lilerin Atatürk tutkusu zoraki değil, içselleştirilmiş bir bağlılık...

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Atatürkiye’nin radikal lideri’



Mesih, Melekut saltanatından bahsediyor. Buna mukabil, Mustafa Kemal’in hayatını kaleme alan, hayatını inceleyen ve onun misyonunun özüne varan Erol Mütercimler ile Can Dündar ikilisi zaman zaman birbirlerine muhalif görüşler serdetseler de nihayetinde misyonunu iki kelimede özetliyorlar: Gök iktidarını yere indirdi. Veya semavî iktidarı arzîleştirdi. Bu tesbite kızanlar ise Can Dündar’ı şöyle suçluyorlar: Mustafa Kemal’i efsanelerden arındırmak adına onu mualla mevkiinden indirdi ve zaaflarla malul bir fani ve beşer suretinde gösterdi. Buna hakkı yok...

Son sıralarda Mustafa belgeseliyle ilgi tartışmaların odağında bu farklı bakış açılarının çatışması var. Mustafa’nın bazı yönlerinin gizli kapaklı kalmasını isteyenler sansürden medet umuyorlar ve yer yer Can Dündar’ın, sansürlenmiş hayatını deşifre ettiğinden dem vurarak ona kızıyorlar. Halbuki Can Dündar da sansürlenmiş alana kendisinin de fazla dalmadığını itiraf ediyor. M. Kemal’in misyon adamlığının ilelebet yaşaması için bazı şahsî ve özel hayatına müteallik yönlerinin deşilmemesini ve açılmamasını istiyorlar. Bu yönlerinin saygıyı zedelemeyecek şekilde gizli kapaklı kalmasından yanalar.

İlginçtir, Can Dündar, Mustafa Kemal’i Radikal gazetesinin ilk çıktığındaki reklâm imgesinden hatırladığımız bir şekilde ‘radikal’ bir lider olarak tanımlıyor. Onun radikalliği ise dine karşı duruşunda ortaya çıkıyor. Erol Mütercimler asıl gayesinin gök iktidarını yere indirmek olduğunu söylemesine rağmen yine de Mustafa Kemal’i ‘din aleyhtarı’ göstermemekten dolayı paylıyor. Kaziyesini ispat sadedinde İnönü’ye Uhud Savaşı’nın bir deha ürünü olduğunu söylediğini aktarıyor. Toktamış Ateş de aynı şekilde Mustafa Kemal’i dindar biri olarak tasvir ediyor.

Denilebilir ki, 28 Şubat süreci sonrasında en fazla Kemalistleşen kitle dindar kitle olmuştur. Geçmişte bu gibi meseleleri dindarlar kurcalardı. Şimdi ise bu meselede en fazla duran ziyadesiyle onlar. Daha ziyade liberaller bu meseleyi kurcalıyor veya mıncıklıyorlar. Aksine, son yıllarda İslâmî kesimlerin neşrettiği eserlerde Mustafa Kemal portresi gayet olumlu ve dindar bir surette resmediliyor. Buna dair birçok delil var.

***

Can Dündar gibi zülfiyare dokunanlar veya dine mesafeli olduğunu savunanlar sansürleniyor. Yazdıkları kitapları da bastıramıyorlar. Bu bağlamda, yeni İslâmcı yazarların yazılarında olumsuz portre olarak öne çıkan isimler ya İsmet İnönü ya da Enver Paşa. Stalin-Lenin münasebetinde olduğu gibi, kimi dine karşı icraatlardan dolayı münhasıran İsmet İnönü paylanıyor. Birkaç ay önce Osman Zeki Soyyiğit ile bir kitap çarşısının çıkışında karşılaştık. Tirmizî gibi hadis koleksiyon ve mecmualarını dilimize kazandırmış ve bihakkın Arapça’ya vâkıf bir zat. Mustafa Kemal’in dine bakışıyla alâkalı olarak bir kitap telif ettiğini ama kimsenin basmaya yanaşmadığından söz etti. Neden böyle bir kitap yazdığını da başından geçen bir olayla aktardı. Yedek subay olarak orduda görev yaparken bölük komutanı kendisinden Mustafa Kemal’in dine bakışıyla alâkalı bir çalışma yapmasını ister ve bunun bir etkinlikte okunacağını söyler. Osman Zeki Soyyiğit gayet hamasî bir çalışma hazırlar. Komutan ilmî olmamış diye buna kızar. Bunun üzerine Osman Zeki Bey elinde yeterli materyal ve kaynak olmadığından yakınır. Ve bu hususta hem kaynak, hem de süre verilmesini ister. Komutan çok sınırlı da olsa Osman Zeki Bey’e süre verir. O da gider ordu evi ve benzeri mekânlarda kütüphanelere başvurur ve adeta kendini kütüphaneye kapatır. Eline Afet İnan’ın bazı kitapları geçer. Burada Mustafa Kemal kendi el yazısıyla dinî düşüncelerini ve kanaatlerini açığa vurmaktadır. Bunlar üzerinde derinleştikçe işin rengi değişir. Mustafa Kemal’in dine bakış açısının müsbet değil menfî yönde olduğuna kanaat getirir. Bu defa araştırması bu yönde ilerler. Ve çalışmasını tamamladığında komutanına gelir ve çalışmasını takdim eder. Komutan çalışmayı alıp okuyunca adeta başından kaynar sular boşalır. Bu defa da çalışmanın daha ilmî olduğunu teslim eder ama ideolojik olarak karşı çıkar. Der ki: “Bizim tanıdığımız Mustafa Kemal bu değil. Bir yanlışlık olmalı…” Osman Zeki Hoca da kendisinin kaynakların bir yalancısı olduğunu söyler ve kaynakları takdim eder. Bunun üzerine komutan ikinci çalışmadan vazgeçer ve biraz daha derli toplu olmak kaydıyla birincisini yeniden düzenleyip getirmesini söyler. Bu yaşanmış bir hikâyedir. Ve yaşlılık döneminde de askerlikte yaptığı çalışmayı gözden geçiren Osman Zeki Soyyiğit çalışmasını ikmal ederek kitap hacmine ve boyutuna getirir. Lâkin karşısına olumlu cevap veren bir yayıncı çıkmaz. Bu arada, Mustafa Kemal’in dine müsbet bakışıyla alâkalı onlarca kitap basılır ve yadırganmazken Can Dündar ve Osman Zeki gibilerin çalışmaları tepki toplar. Mustafa’nın karşısına çeşitli alternatiflerle çıkarlar. Bunlardan bazıları ‘Atatürkiye’ gibi temsiller veya müzikler olur. Ve gerçekten de son yıllarda Türk bayraklarına Mustafa Kemal gömmesi de ‘Atatürkiye’ imajını tamamlar niteliktedir. Hadi Uluengin de bundan biperva şekva etmektedir: “EVET, henüz bir “Mustafa” filmini dahi kaldıramayacak ölçüde “kemale ermemiş” olan ve üstelik, dehşet bir totaliter ruhla “çocuklarınızı sinemaya göndermeyin” çağrısı bile yapabilen bu hazin ve pejmürde zevât her şeyden önce, yukarıdaki “ilâh”ı, “put”u, “totem”i yaratmakla, “aydınlama düşüncesi”nin en can alıcı noktasına en baştan tecavüz ediyor. Zira “aydınlanma” en önce, düşüncenin laikleşmesi; yani “lâ-dinileşmesi” demektir! “Mukaddes”in sorgulanması ve “ilâhî”nin dünyevileşmesiyle başlar. Bu, a-be-ce-dir! Oysa, dogmaları, tabuları, ibadetleri; artı, “gülmeye vakit bulamayan” (!) heykelleri yahut “gökte oluşan bulut sergileri”yle bir “seküler din” üreten “Kemalistler” aslında “aydınlanma”nın değil, aksine, onun öncesinin zihin şemasından medet umuyorlar. “Dünyevi”yi “semâvi” kılarak, tabir caizse, bir “laik kilise” teokrasisi dayatıyorlar. Ve de tabiî, bütün kiliseler gibi, “aydınlanma düşüncesi”ni ve Kemal Atatürk’ü baş tâcı etmelerine rağmen yukarıdaki “dinîliği” asla kabullenmeyen hür fikirli insanları, kara Katolik Vatikan’a taş çıkartacak biçimde “sapkın” (!) ilân ediyorlar. Aforoza yelteniyorlar…”

McChartist ve Jakoben anlayışın son kalıntıları veya statüko zaptiyeleri Yağmur Atsız gibileri geçmişte bu veya benzeri nitelikli yazılarından dolayı yargılıyorlar. Atatürk sansürlendi mi? Can Dündar’a ve Hasan Celal Güzel’e göre evet. Mustafa Kemal’in hazırlatmış olduğu Medeni Bilgiler kitabının başına da bu cinsten sansür olayları gelmiştir. Hasan Celal Güzel de 12 Eylül rejimi ve Evren Paşa’nın Mustafa Kemal’i sansürlediğini söylüyor. Yağmur Atsız’ın yazısı da bunları doğruluyor. Her devirde Mustafa Kemal yeniden tanımlanmış. Hasan Celal Güzel Evren’in tepkisini çeken yazısında kendisiyle gerçekleştirdiğini ileri sürdüğü diyalogla alâkalı şunları kaydediyor: “Evren, ‘Bunlar açıklanırsa Atatürk düşmanları bu belgeleri onun aleyhinde kullanırlar diye endişeliyim” dedi. Ben, Atatürk’ün İzmir’de içki içtiği lokantada perdeleri açtırmasını örnek göstererek, açıklığın daima daha iyi olduğunu eğer bu arşivler açıklanırsa bilâkis bazı mahfillerin aleyhteki dedikodularının azalacağını söyledim. Ayrıca, eğer bu belgelerin açıklanması istenmezse 2038 yılına kadar, yani vefatının 100 yıl sonrasına kadar gizlenebileceğini anlattım…” Bu örnekte en dikkat çekici özellik Can Dündar ve Mütercimler’i doğrulayan bir biçimde semâvî iktidarı arzîleştirme teşebbüsüdür. Bu bağlamda, tam da şeair-i İslâmiye’nin izharına muhalif hatta indisarını yani silikleşmesini ve yok olmasını esas alan bir yaklaşımın ürünlerini görüyoruz. Ezan ve sair şeair üzerinde yapılan tasarruflar ve reformlar da bunu teyit etmektedir. Altemur Kılıç gibi Kemalistler ‘Mustafa’ filmine insanî tarafından ziyade ‘zaaflarını sergilemeye çalışmış’ diye kızıyorlar. Efsaneden insana dönüşmesine karşı çıkıyorlar. Bu da iki Kemalist bakış açısını karşı karşıya getiriyor. Birisi modernist ve tutucu, korumacı-kollamacı diğeri ise post modernist tabuların yıkılması gerektiğine inanıyor ve asıl yeniliğin bu olduğunu düşünüyor.

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Başka hukukçular da konuştu



Meğer hukukçular, konuşmak için sebep/vesile arıyorlarmış. Dün “Bir hukukçu konuştu” diyerek, beklentiler nisbetinde konuşmayan hukukçulara serzenişte bulunmuştuk ki; birden çok hukukçunun konuşmalarıyla karşılaştık.

Bilkent Üniversitesi ve Alman Uluslararası Hukuki İşbirliği Vakfınca Bilkent Otel’de düzenlenen ‘’Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler’’ konulu sempozyum, çok önemli bir konunun tartışılmasına vesile olmuş görünüyor. Sempozyumda 1982 Anayasası’nın “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” maddeleri tartışılmış.

Tartışmaya katılan hukukçular “değiştirilemez maddeler”in hukuk anlayışıyla örtüşmediği noktasında ittifak etmişler. Sempozyumda konuşan eski Federal Alman Anayasa Mahkemesi Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Winfried Hassemer, ‘’Anayasalarda değiştirilemez hükümlerin olması demokrasi açısından kabul edilemez. Değiştirilemez hükümler yasaların uyum sağlayabilirliğini yok eder, böylelikle sosyal uyum gerçekleşemez. Oylanamaz birşeyi ortaya koyarsak demokrasi sona ermiştir” demiş.

Anayasa Mahkemesi’ne açılan pek çok dâvâda görüşlerine müracaat edilen raportör Osman Can da ‘değiştirilemez maddeler’ anlayışına ağır eleştiriler yöneltmiş. Anayasanın değiştirilemez maddeleri ile diğer maddeler arasında hiyerarşi kurulamayacağını hatırlatan Doç. Dr. Osman Can da, anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmanın kaçınılmaz olacağını ifade ederek, ‘’Çünkü her bir anayasa değişikliği o anayasaya aykırıdır, her bir yasa değişikliği o yasaya aykırıdır, ama aykırı olduğu unsuru çıkarır atar’’ demiş.

Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun da Anayasa Mahkemesi’nin, üniversitelerde başörtüsü serbestliği getiren Anayasa değişikliğine ilişkin iptal kararını eleştirmiş. Anayasa Mahkemesi’nin, başörtüsüne yönelik Anayasa değişikliğine ilişkin son kararında “Yetkisini aştığını” kaydeden Prof. Dr. Özbudun, şöyle konuşmuş: “Anayasa Mahkemesi, bu kararla yetki aşımında bulunmuştur. İdare hukukundaki deyimiyle bu bir yetki gasbıdır. Çünkü mevcut Anayasa, Anayasa Mahkemesi’ne, anayasa değişikliklerini esas bakımından denetleme yetkisi vermemektedir, şekil denetiminin ne olduğunu da sınırlandırmaktadır. Mahkeme, Anayasa’nın kendisine vermediği yetkiyi sahiplenmiştir. Bu karardan sonra artık Türkiye’de tâli kurucu iktidarın Anayasa değişikliklerini yapma yetkisi tamamen Anayasa Mahkemesi’nin takdirine kalmıştır.”

Konularında ehil oldukları inkâr edilemeyen hukukçuların bu eleştirilerine acaba yasakçılar ne diyecek? Muhtemelen onlar da yaptıklarının yanlış olduğunu biliyorlar. Biliyorlar fakat bir inad uğruna hukuk gemisini yanlış rotaya sürüklüyorlar.

Düzenlenen sempozyum sebebiyle doğruları dile getiren hukukçular bu görüşlerinde ısrarcı olmalı ve her imkân ve fırsatta bunları dile getirmelidirler. Önümüzdeki günlerde bu doğrulara başka eller ve sözler de destek olursa yanlışta inad edenler de insafa gelir.

“Bunlarda insaf ne arar?” diyorsanız, siz de haklısınız. Ama buna rağmen doğruları söylemeye, anlatmaya, hatırlatmaya devam...

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Azınlık” ve “ayrımcılık” çarpıtması…



AB İlerleme Raporunda, “Türkiye’nin kültürel çeşitliliğini güvenceye almak ve azınlıklara saygı ve korumanın güçlendirilmesi”yle ilgili hiçbir ilerlemelerin olmadığından hareketle, “azınlık hakları”nın yeniden gündeme getirilmesi, en çarpıcı başlıklardan.

Ne var ki “azınlık” ve “ayırımcılık” meselesinin yine “eşcinseller”e indirgenmesi, raporu hazırlayan AB Konseyi’nin Türkiye’nin değerleri hakkında yanlış bilgilere sahip olduğunu bir defa daha gösteriyor.

Şu işe bakın; raporda, “kültürel haklar” hatırlatılırken, özel kursların da kapanmasıyla okul sisteminde Kürtçe öğrenmenin yolunun kalmadığı gibi talî problemlerle uğraşılıyor. Ama Müslüman çoğunluğun “dinî özgürlükler sorunu” ile ilgili bir paragraf yok…

Hükümetin “GAP planı” açıklamasına yer verilen raporda, Suriye sınırındaki kara mayınlarının ciddî bir sorun olmayı sürdürmesine dikkat çekilmesi ve siyasî iktidarın terör yüzünden göç edenler ve “koruculuk” hakkında genel bir stratejisinin olmadığının belirtilmesi, İlerleme Raporunda iletilen önemli hususlardan.

Ancak raporda “ayrımcılığın”, İstanbul’da Romanların evlerinin yıkılmasına ve salt “Kürt nüfusunun haklarını ve özgürlüklerini tam olarak kullanması”na inhisar edilmesi, basın özgürlüğü ve medyanın durumunun salt “Roj Tv’nin kapatılmaması”nın misal verilmesi, Türkiye’de ecnebî tezgâhıyla tahrik edilen etnik kışkırtıcılığı su yüzüne çıkarıyor.

“Leyla Şahin dâvâsı”ndan, sırf inancını ifâde ettiği için yargılanıp hapis cezası alan “İlâhî ikaz” dâvâlarından bahsedilmeyip sürekli “Leyla Zana dâvâsı” benzeri “terör örgütü”yle ilintili olarak “Kürt meselesi”nin öne çıkarılması, başvurulan çarpıklığın vahametini gösteriyor…

ALEVİLER “AZINLIK” MI?

Raporda başta yasadışı başörtüsü yasağı ve Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında çocukların dinlerinin temel kitabını öğrenmelerini engelleyen “yaş yasağı” olmak üzere Müslüman çoğunluğun dinî özgürlüklerinden tek kelime bahsedilmezken, “inanç özgürlüğü” başlığı altında Ankara’nın AİHM’in zorunlu din dersleriyle ilgili kararını uygulamaya çağırılması, sözkonusu çarpıklıklardan biri.

Rapordaki en vahim tanım, tıpkı bu milletin asıl unsuru olan Kürtler gibi Alevilerin “azınlık” gibi gösterilmesi. Alevilerin, Avrupa Konseyi’ne yaptığı başvuruyu da hatırlatan raporda “Alevî çocukların bu derslerden muaf tutulması” yönündeki kararının Türkiye’deki tahriki ve yankıları, AB ve AİHM’in bu hususta ne denli şaşırtıldığının açık bir göstergesi.

“Laiklik ekseninde Alevilik” teziyle, Türkiye’de devletin denetim ve gözetimi altında verilen “din kültürü ve ahlâk bilgisi” derslerinin dahi çok görülüp “kaldırılması” talebinin AİHM’in “kararı”na dayandırılması, Ankara’nın AB’yi ne denli ihmal ettiğini bir defa daha ortaya koyuyor. Dahası, AİHM’in İslâmiyeti Hıristiyanlığa kıyasla, Aleviliğin Müslümanlıktan ayrı bir mezhep ve hatta din olarak gördüğünü açığa çıkarıyor.

Geçtiğimiz yıl “AKP’nin Alevî açılımı” diye Başbakan Erdoğan’ın danışmanı AKP milletvekili Reha Çamuroğlu’nun bazı Alevî dernekleriyle Bilkent Otelinde organize ettiği ve Başbakan’ın katıldığı “iftar yemeği”nde âlây-ı vâlâ ile ortaya atılan “talepler”in “ilerleme raporu”yla yeniden gündeme getirilmesi, siyasî iktidarın zaafiyetini su yüzüne çıkarıyor.

Bazı Alevî derneklerinin bütün Aleviler adına “eşit yurttaşlık” sloganıyla dile getirdikleri taleplerin başında, “din derslerinin kaldırılması”nın yanı sıra, “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın lağvedilmesi”, “Cemevlerine ibâdethâne statüsü verilmesi”, “Alevî köylerine cami yapılmaması”, “Alevî köylerindeki Diyanet’e bağlı imamların başka yerlere gönderilmesi” gibi istekler, doğrusu “Alevilik İslâm’dan ayrı mı?” ve “Hangi Alevilik?” sorularını sorduruyor…

ALEVİLİK İSLÂM’DAN AYRI MI?

Belli ki Danıştay’ın, “Sünnîliği” kastederek “din derslerinde bir mezhebin bilgilerinin verildiği” iddiasıyla başlayan ve İslâm’daki amelî ve itikadî mezheplerin Hıristiyanlıktaki gibi farklı bir itikadı ve ameli getirmediği bilgisine sahip olmayan AİHM’in şaşırtılmasıyla ortaya çıkan çarpıklık, burada da nüksetmiş.

Oysa Rafiziliğe varan bazı müfrit azınlıklar hariç, temel Alevilik kaynakları da Aleviliğin İslâmın içinde olduğunu ortaya koymakta. Aleviliğin İslâm tarihinden, İslâmın özünden olduğu belirtilmekte.

Bu açıdan Aleviliği İslâmın dışında ayrı bir inanç olarak görmek, Müslümanlığı bilmemektir ve en başta Alevilere haksızlıktır…

Zira Alevilik, Müslümanlığın iman ve İslâm esaslarında hiçbir farklı olmayan aynı inanç ve ibâdetle mükellef, temelde bütün Ehl-i Sünnet ve Cemaat gibi Hz. Ali’nin haklılığını ve Ehl-i Beyt muhabbetini esas alan Müslümanlığın ta kendisidir.

Bundandır ki Aleviliğin Müslümanlıktan farklı bir din gibi sunulması, Aleviliği İslâm’dan ayrı gösterme tuzağına düşülmesidir. İslâm’ın ortak paydasının ve bilgisinin Sünnîliğe hasredilmesi, Alevileri Müslümanlıktan koparma ve hatta çatıştırma komplosunun bir parçasıdır…

Gerçek şu ki “Alevîlik ve Bektaşiliği İslâm’dan ayrı bir din olarak kabulü” çabası, mezhebî farklılıklar üzerinden iftirak projelerinin bir uzantısıdır. Tarihteki “Osmanlı–Safevî” kavgası gibi, Müslümanlar arasında etnik farklılıkları ve mezhebî ihtilâfları kışkırtma oyunudur.

İslâm coğrafyasını ufacık güçsüz devletçiklere bölme ve parçalama senaryosudur. Dinleri bir, Peygamberleri bir, kitapları bir, kıbleleri bir, vatanları bir, bayrakları bir olan insanları birbirine düşürme tezgâhıdır. Kargaşa ve kavgaya zemin hazırlama desîsesidir…

Ankara bu oyuna karşı dikkatli olmalı…

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Bomba değil, kitap atalım



Bediüzzaman Said Nursî, 2. Cihan Harbi zamanında On Birinci Şuâ isimli risâlede talebelerine yazdığı bir mektupta harbin gidişâtıyla ilgilenmenin anlamsızlığını, asıl önemli olan dâvânın iman ve ahlâk buhranıyla uğraşma dâvâsı olduğunu ifade sadedinde “Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek. (...) ...biz Risâle-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var” (Şuâlar, s. 184) der.

Risâle-i Nur okudukları için hapishanelere atılmaları karşısında da sadece ümit ve şevk verme sadedinde değil geleceği de okurcasına talebelerine şu müjdeleri verir: “Hem korkmayınız, Risâle-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebusları ve erkânlarının ellerinde mühim risâleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslâhhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.” (Şuâlar, s. 185)

Bugün, yapılan okul sayısının açılan hapishane sayısıyla ma’kusen mütenasip olması gerekirken maalesef hapishane sayısının okul sayısıyla yarıştığı, hapishanelerin tıklım tıklım dolu olduğu bir sosyal çelişkiyi yaşıyoruz.

Çelişkiler bundan ibaret değil aslında. Asıl çelişkiyi en çok muhtaç olduğumuz iman ve ahlâk değerlerini göz ardı ederek, maddî boyuttaki yatırımlarla ve tedbirlerle uğraşarak yaşıyoruz. Eğer bir zamanlar Risâleler ülkemin dört bir yanında serbestçe okunsaydı ve risâleleri okuyanlar hapishanelerde süründürülmeseydi ve daha da önemlisi “gizli teşkilât kurma, vatanı ele geçirme, vs.” gibi boş ithamlarla sakıncalı vatandaş ve sakıncalı eserler olarak görülmeselerdi, bugün bir çok badireden uzak bir şekilde yaşıyor olacaktık.

Sözgelimi bir PKK belâsına karşı adeta bir panzehir olan risâleler ve nurcular baskı ve dışlanmışlıklara rağmen Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki hizmetlerine devam etmeselerdi o bölgede durum çok daha vahim olacaktı. Hiç kimse PKK ile mücadelenin sadece silâhla, topla-tüfekle sürdürülebileceğini iddia etmesin. Bu iş silâhı, bombayı aşmış bir boyuttadır. Hatta silâh ve bombalar yarayı derinleştirmeye yol açan birer beyhude tedbire dönüşmüştür. Tabiri caizse dağlara taşlara o kadar bomba atılacağına Risâle-i Nur Külliyatı atılsa, dağıtılsa sanırım çok daha olumlu sonuçlar alınır. Çünkü Türk/Kürt kardeşliğini en çok vurgulayan, müsbet hareketi en çok tavsiye eden, bir zalim için bir çok masumun haksız yere öldürülmemesi için adalet-i izafiye kavramı yerine adalet-i mahzâ kavramını en çok ısrarla tez olarak savunan ve adalet-i mahza anlayışını hem devlet ve toplum çapında, hem de şahsî planda uygulatmayı en çok önemseyen prensipler ve tesbitler risâlelerde yer almaktadır. Ve işin ilginç yanı bütün bunları yaparken ne devlete yaranma, ne de başkalarına kendini beğendirme veya makam-mevkilere gelme gibi amaçlar için değil sadece ve sadece Allah için bunları yapma gayesini gütmüş olmasıdır.

Akil adamlarımızın bir kere daha düşünüp, Risâleleri önyargılardan uzak bir biçimde inceleyip, bu vatan ve millete hatta bütün dünyaya vermeye çalıştığı mesajları objektif biçimde anlamaya yönelmeleri ne kadar da güzel ve yerinde bir hareket olurdu.

Not: Çalışkan ve gayyur bir kardeşimizin çocuklar için hazırladığı “Risâle Çocuk” sitesini görmelerini okuyucularıma tavsiye ederim. Bulmacalarıyla, hikâyeleriyle, vecizeleriyle ve zengin muhtevasıyla çocuklarımızın eğlenerek öğreneceği bir siteyi kurdukları için site yetkililerini kutluyor, başarılar diliyorum. Z.A.

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Züleyha...



Su perisi, en büyük âşık, âlemin en yaralı kadını. Tanıdık bir yüz, herkesten biri ama hiç kimse. O, gizli kalan tarafımız, sakındığımız. Söyleyemediğimiz en gizli sırrımız.

Âşık olduğumuz, inkâr ettiğimiz, itiraftan korktuğumuz.

Züleyha…

En cesur halimizken en yitip gidenimiz.

Olmayanımız, görmeyenimiz, imkânsızımız… İçimizde inceden sızlayan, her sızıda bin “ah” çekişimiz. Yani vurgun yediğimiz, vurulurken ses vermeyenimiz.

Züleyha…

Hükümsüz duygularımız, kesip fırlattığımız yanımız.

Bekleyen, beklerken defalarca ölenimiz, en cesurumuz, en kadınımız, en yüreklimiz.

Büyüklüğünün tarifi olmayan bir yangında, kavrulanımız. Sabırsız olan, bekleyemeyen, en umutsuz anda en umutlu olanımız.

Züleyha…

Yetmiş deve mücevheri sevdiğini “gördüm” diyene, feda edenimiz. “Onu gördüm” diyen her dili, her gözü mukaddes sayanımız.

Aşkı uğruna dünyayı eliyle itip, bir defa bile dönüp bakmayanımız.

Onun bir defa yüreğine sapladığı bıçak, bize binlerce defa saplamak için emanet edenimiz.

Yani en kanayan yanımız.

Züleyha…

Dilinde tek isimle gezenimiz. O, aşktan utandırıp, “bir daha böyle sevilmez.” dedirtenimiz.

Zindanlarda çürüyenimiz, her gün, gün doğmadan batanımız. Yıldızların bakmaktan çekindiği en bakir tarafımız. Kimsenin bilmediği, tanımadığı yüzümüz; yüreğimizin hicap perdesi.

Sevmekten usanmış, çürümüş zerrelerimizin ab-ı hayatı.

Züleyha…

Baktığı her yüzde aynı cemali görenimiz. Kendimizden bile sakladığımıza gark olanımız.

Bütün servetini yoluna harcadığı, bir söze bir ömür bağışlayanımız..

Züleyha…

En cesurumuz, en yiğidimiz, en cüretkârımız. O aşkı ilk ve en son yaşayanımız.

Kolay mı?

Cihana değer bir güzele gönül vermek,

Kolay mı?

Bu kadar ağır yükü taşımak. Ve bütün şehir karşındayken, sahip çıkmak sevdaya,

O bizim bırakmak istemediğimiz halde, çöllerde bırakıp kaçtığımız.

Züleyha …

Sadaka yerine istenilen gülümsememiz.

Anlayamadığımız en çılgın yanımız. En acımasızımız, “sevdim” dediğinde her şeyi bitirenimiz. Onsuz sabah edemezken, zindanlara giren en zalim yanımız.

Hem çok sevdiğimiz, hem korktuğumuz. İmrendiğimiz, keşkeleri sırtına yüklediğimiz…

Severken arkasında olduğumuz, destek verdiğimiz..

Ama kavuşamayınca yerlere attığımız,

Yanaşmadığımız, sahip çıkmadığımız yanımız o.

Züleyha; bir daha asla yaşamayacak kadın yanımız.

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KAPLAN

Ah zaman veya yenilmek



Zor…

Çok zor!

Hem:

Kabullenmesi zor.

Ve hem de yenilmek zor.

Hani ya:

İlk çocuğunuz olur..

Binlerce kere şükredersiniz…

Ve:

Yumruk kadar gelir dünya size; bildiğiniz yumruk kadar!

Heeeeyt! Köroğlu gibi bir şeysinizdir artık.

Hani ya:

Ana-babanıza..

Kardeşinize…

Eşiniz-dostunuza tez elden “ajans” uçurursunuz:

“Nur topu gibi bir kızım olduuuuu……”

Yahut:

“Tosun gibi bir oğlumuz olduuuuuuuu……” diyerekten bu muştulu haberi yüzünüzdeki en samimî ifâdeden bîhaber paylaşıverirsiniz!

Göğsünüz kabarık!

İçiniz coşkulu..

Âdeta:

Yüreğiniz yerinden fırlayacakmış gibicesine…

***

Hani ya:

O ara, evli olmayan kardeşleriniz size daha garip ve de mânâlı ifâdelerle bakakalırlar.

Bu duygulara uzak oldukları için pek de anlamazlar sizi!

Şaşakalırlar…

“Ablam coştu, ama bu kadar da olmaz ki!”

Yahut:

“Ağabeyim amma da abarttı ha! Bir doğum nihâyet bu!” derler.

Çünkü:

Her şeyin; ama, her şeyin bir vakti vardır.

Eşyanın tabiatı gibi…

Gün olur..

Devran gelir…

Onlar da yaşlarının gereğini yaşarlar….

Her şey yerli yerine oturur o zaman!

Ancaaaak….

Oturan şeyler arasında, hiç de alışık olmadığınız şeyler de vardır:

Saçlarınıza düşen aklar.

Dizlerinize oturan ağrılar..

Sızlayıp dökülen dişler…

Tel tel azalan zülüfler….

Bel veren omurgalar!

Kırışan eller!

Bozulan ciltler!

Amaaaa……

Nurlanan sakallar.

Pırıldayan simalar..

Yaşlandıkça mânâsı artan davranışlar…

O yaşa gelmenin şükrü!

Müslüman olmanın doyumsuz güzelliği!!

Gün gelip:

Peygamberimize komşu olmanın arzu dolu bekleyişi!

Hele hele:

Yüce Rabbimizin rızasını kazanabilmenin tatlı tatlı nazı…

Allah’ım..

Güzel Allah’ım ne olur beni ve nur kardeşlerimi cennetinle şereflendiiiiiiiiir!

Ne oluuuuurr!

Rahmet Sahibi, Yüceler yücesi ne oluuuuuuurrr!

Cehennem ateşinden uzak tut bizleri!

Cümlemizi cennetinde Rüyet-i Cemâlinle şereflendir yüce Allah’ım…. diyenler asla yaşlanmazlar!

Zamana da yenilmezler.

Asla… Asla!

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah'ın hoşlandığı şey



Allah’ın hoşnutluğunu, rızasını aramak kadar önemli birşey bulunmaz dünyada.

Peki, Allah nelerden hoşlanır?

Aslında, Allah’ın hoşnut oldukları, saymakla bitmez. Bunlardan birisine bir hadis-i şerifte şöyle dikkat çekiliyor:

Allah Resûlü (asm) buyuruyorlar ki: “Allah’ın lütuf ve fazlını isteyiniz. Çünkü Allah kendisinden birşeyler istenilmesinden hoşlanır. En üstün kulluk, kurtuluşu beklemektir.”1

Demek Cenâb-ı Hak kulunun kendisinden birşeyler istemesinden hoşlanıyor. Hoşlanmadığı şeylerden biri de O’ndan istememek. Hatta gazap eder Allah yalvarıp yakarmayan, duâ etmeyen, istemeyen kimseye.2

Yüce Rabbimiz “Duânız olmazsa ne öneminiz var?”3, “Duâ edin, icabet edeyim”4 buyurmuyor mu? O halde kul için duâ etmek, istemek, yalvarıp yakarmaktan başka yapabilecek birşey yoktur.

İsteyeceğiz, yalvarıp yakaracağız. Hem de her zaman. Sadece sıkıntı ve musibet anlarında değil, bolluk ve rahatlık dönemlerinde de. Bu bizim şiârımız olacak. Bolluk ve rahatlıkta duâ edelim ki, sıkıntı anlarında da istemeye yüzümüz olsun. Allah Resûlü (asm) “Kim sıkıntı ve belâ anlarında duâlarının kabul edilmesini isterse, bolluk ve rahatlık dönemlerinde bol bol duâ etsin”5 buyurarak bu gerçeğe dikkat çekmişlerdir.

Yunus Aleyhisselâm’ın balığın karnındayken yaptığı duâ ve duâ sonrasında ulaştığı rahatlık, genişlik dönemlerinden itibaren devam ettirdiği duâsıydı. O sadece balık tarafından yutulduğunda değil, diğer zamanlarda da yapageldiği, “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum”6 duâsıydı. Kur’ân-ı Kerim bu gerçeğe “Eğer çok tesbih edenlerden olmasaydı, kıyamete kadar balığın karnında kalıp gitmişti”7 buyurarak dikkat çeker.

Fatiha Sûresini sık sık tekrar ettiğimiz gibi diğer duâ ve tesbihlerimizi de tekrar tekrar yapmayı prensip edindiğimizde Rabbimizin lütuf ve ihsanlarını görmekte gecikmeyeceğiz.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât: 116.

2- Tirmizî, Daavât: 72.

3- Furkan Sûresi: 77.

4- Mü’min Sûresi: 60.

5- Tirmizî, Daavât: 9.

6- Enbiya Sûresi: 87.

7- Saffat Sûresi: 143-144

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Aşk ve kulluk



Abdullah Bey: “Değer bakımından aşk mı önde, akıl mı?”

Kalbimizin en değerli amellerinden birisi muhabbettir. Kalbimiz muhabbet ile mükelleftir ve muhabbet ile imtihandadır. Muhabbetin zıddı husumettir ve Müslüman’a husumet, yani düşmanlık haramdır.

Kâinatın Sahibi, “Habîbim” dediği kâinatın Sevgilisinin (asm) nurunu her şeyden evvel yaratmış; sonra o mukaddes muhabbetin hatırına şu koca kâinatı halk etmiştir. Kâinatı bir ulu çınar ağacına benzetirsek; Habîbullah’ın (asm) nuru, bu çınarın çekirdeği; Habîbullah’ın (asm) kendi mübarek varlığı da, en değerli meyvesi olur.1 Demek muhabbet, şu kâinatın varlığının sebebidir, kâinatın ferdleri arasındaki irtibat ve manevî bağdır, varlıkların nurudur ve hayatıdır.2 Onun için Müslüman; melek olsun, insan olsun, hayvan olsun her varlığa bedelsiz, karşılıksız ve sırf Allah rızası için muhabbet duymakla yükümlüdür. Onun için kalbimizde kin ve nefrete yer olmamalıdır. Onun için Müslüman’a düşmanlık yapmak haramdır, kırgınlık haramdır, dargınlık haramdır; muhabbet ise Allah’ın emridir.

Muhabbetin de diğer duygularımız gibi üç hâlinden söz etmek mümkündür: İfrat hali (aşırısı), tefrit hali (yok hali) ve itidal hali (normal hali). Muhabbetin ifrat halini, “aşk”la tanımlayabiliriz. Nitekim Bedîüzzaman (ra), “Aşk, şiddetli bir muhabbettir”3 der. Tefrit hali, kalbin sevgisiz, kin ve nefretle baştanbaşa doldurulmuş olmasıdır. İtidal hâli ise, aklın ve iradenin hâkim olduğu sevgilerdir.

Hiç şüphesiz muhabbetin her üç hâli için de helâl-haram sınırı söz konusudur. Ancak itidal halinde akıl ve irade tarafından yönetilmesi, diğer iki hâle nazaran daha kolaydır. İfrat hâlinde akıl ve irade genelde muhabbetten geri planda kalır. Bu, dünyevî aşk için de, İlâhî aşk için de böyledir. Meselâ dünyevî aşk ile başı dönmüş bir âşık, sevgilisinin yüzünü güneşten daha parlak görmekle akıldan uzaklaştığı gibi; İlâhî aşkı (aşk-ı hakikî) yaşayan, meselâ Fatih Sultan Mehmet zamanında yaşayan meşhur Cibali Baba gibi, yine zaman zaman akıl terazisinden uzaklaşabilmektedir.

Fakat ne var ki, İlâhî aşkta hiç olmazsa gönül, Allah için, Allah’tan başka her şeyden geçmekte, maddeyi Allah için terk etmekte; Vedûd İsminin gölgesinde Allah’a yaklaşmakta ve neticede biraz naz içerse de bu hâl kulluk ile büsbütün çelişmemektedir. Dolayısıyla aklın kontrolünü elden bırakmamak şartıyla İlâhî aşk (aşk-ı hakikî) hem caizdir; hem de bir ölçüde feyiz ve kemâlât kaynağı olabilir. Aklın kontrolünden çıkarak hata yaptığında; Cenâb-ı Hak tarafından günahtan ve sorumluluktan muaf da tutulabilir. Çünkü akıl terazisini Allah’a olan aşkından dolayı kaybetmiştir.

Ancak İlâhî aşka tutulanlar her ne kadar hatadan mazur sayılsalar da, yolları herkese feyiz ve olgunluk kaynağı teşkil etmez, herkese kurtuluş vesilesi olamazlar. Çünkü en büyük muhabbet sahibi olan Resûl-i Ekrem Efendimizin (asm) Allah’a olan bağlılığı, her şeyden önce kulluktan ibaretti. Nitekim bu gün biz bile, onun Allah’ın kulu olduğuna şahitlik etmekteyiz. Şu halde esas olan aşk değil, kulluktur.

Dünyevî aşklara gelince; bu, Allah’ın dışındaki sevgililerden herhangi birisine duyulan bir ilgi ve muhabbet yoğunluğundan ibarettir. Tehlike boyutu alabildiğine büyüktür. Çünkü yine akıl baştan gitmekle beraber; sevilen şey fani olduğundan o derin sevgiye değmemekte; dolayısıyla bu muhabbet yoğunluğu kalpte derin yaralar açmaktadır. Öyleyse Yaradan’ın dışındaki şeyler, ya Allah rızası için sevilmeli, ya Allah’ın sevgisine vesile yapılmalı, ya da asla sevilmemelidir! Bu ölçüleri koruyabilmek için ise; âşık, aklı, iradeyi ve ahlâkı elden bırakmamalıdır. Zira aklı, iradeyi ve ahlâkı baştan alan bir tutku ile âşık, haram-helâl ölçüsünü kaybedebilecektir.

Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unda sergilendiği şekliyle; ileri derecede dünyevî aşkın, sonunda İlâhî aşka dönüşebilmesi için, yine aklın ve ahlâkın hakem olması şarttır. Zira sevdiği şeyin fani olduğunu ve bu şiddette sevgiye değmeyeceğini; böyle bir aşk ile ancak bâkî olan Allah’ın sevilebileceğini neticede akıl ve irade tartacak, değerlendirecek ve kalbi yönlendirecektir.

Şu halde; aklın, ahlâkın ve edebin ön planda olmadığı bir dünyevî aşk caiz değildir. Eğer dünyevî aşka düşülmüşse; akıl, irade, ahlâk ve edep mahkûm değil; kalbe ve davranışlara hâkim olmalı ve yön vermelidir. Yani gönül ferman dinlemelidir.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s.99

2- Sözler, S.323

3- Mektûbât, S.37

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nurcuların 'Şark hizmeti'



Risâle–i Nur Külliyatını isteyerek, severek ve benimseyerek okuyanlar için kullanılan Nurcu/Nurcular tâbiri, bizim tesbitlerimize göre 1948'de cereyan eden Afyon Ağır Ceza Mahkemesindeki duruşmalar esnasında ortaya çıktı.

Hatta öyle ki, mübaşirin bir ara "Nurcularrr içeri!" diye bağırdığı bile rivâyet edilir.

Rivâyetler bir yana, Cumhuriyet gazetesi başta olmak üzere, o dönemin sayılı gazetelerinde ve hatta devlet tekelindeki radyo haberlerinde "Nurcular" tâbirinin kullanılması da yine 1948'den sonra vaki olmuştur. Konu başlığı ise, genelde şöyledir: "Nurcular yakalandı", yahut "Nurcular mahkemeye çıkarıldı", vesaire...

1935–1985 yılları arasındaki beraat kararları yaklaşık bin beş yüz kere tekerrür etmesine ve mesele "kaziye–i muhkeme" haline gelmiş olmasına rağmen, bu tür yayın organlarının hiçbirinde bir tek defa olsun "Nurcular beraat etti" haberi yer almış değildir. Her ne ise...

Gariptir ki, sonradan ortaya çıkan ve kamuoyunda da umumî kabul gören "Nurcular" tâbirini Nur Külliyâtının müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de tasvib ve tensib ederek kullanır. Altı bin sayfalık Nur Külliyâtının muhtelif yerlerinde yüz kırktan fazla "Nurcu/Nurcular" tâbiri zikrediliyor.

Buna mukabil, yine gariptir ki Külliyatın hiçbir yerinde "Nurculuk" tâbiri geçmiyor. En azından Üstad Bediüzzaman'ın bu tabiri eserlerinde hiç kullanmadığını görüyoruz. Bütün Külliyâtı aradık taradık, ancak bu tabiri bulamadık.

Bu acip halin, mutlaka bir sebeb–i hikmeti vardır. Meselâ "Nurcular" denince, akla ilk gelen şey, bir tek şahıs değil, belki bir "şahs–ı mânevî"dir. Ki, Üstad Bediüzzaman'ın bilhassa istediği şey budur. Yani, temsil ettiği dâvâ ile alâkalı olarak kendi isminin ve şahsının değil, "şahs–ı mânevî"nin ön plâna çıkmasını istiyor. Bu mühim nokta, diyebiliriz ki, kat'iyyet peydâ etmiştir.

Buna mukabil "Nurculuk" tâbiri ise, meselenin cahili olan pekçok kimsenin zihninde farklı çağrışımlar meydana getiriyor: Tarîkat, teşkilât, örgüt gibi...

Oysa, hakikatte bir şahs–ı mânevîye dahil olan Nurcuların ne bir tarîkatı var, ne teşkilâtı, ne de maddî, dünyevî, siyasî, yahut ideolojik bir örgütleri... Nurcuların, ayrıca "halk–çılık", "milliyet–çilik", "devlet–çilik", hatta "din–cilik" ve "İslâm–cılık gibi "–cılık"lı, "–culuk"lu tâbirlerden hoşlanmadığını da burada hatırlatmış olalım.

Hasılı, bu vatanda ve dünyada "Nurcular" diye bir realite var; ancak, "Nurculuk" diye herhangi bir maddî organizasyon yoktur.

Şimdi, aşağıda göreceğiniz iktibasları okurken de, lütfen buraya kadar sıraladığımız hususları hatırdan çıkarmamaya gayret edin. Aksi halde, ortada iyi niyet olsa bile, yine de bazı yanlış anlaşılmalar ve yanlış çağrışımlar meydan alabilir. Yanlışlara mahal verilmemesini bilhasa istirham ederek asıl konuya giriyoruz.

Terör bitsin isteniyorsa eğer...

Bediüzzaman ve Nur Talebelerinin ülke çapındaki hizmetlerinden tâ yıllar önce de sitayişle ve takdirle söz eden akademisyen yazar Halit Kakınç, Akşam gazetesindeki dünkü yazısında yine aynı yöndeki düşünce ve kanaatlerini merdane bir tavırla ortaya seriyor.

Yazısının hemen başında açık bir dille herkese şunu soruyor: “Siz, Türkiye’nin ülkesine bağlı bir vatandaşı olarak, terörün–adı konmamış bu iç savaşın sona ermesini istiyor musunuz?”

Bu soruya yine net ve kesin bir ifade ile "Ben istiyorum" diyen Kakınç, yazısının devamında ise, "terörün çaresi" olarak baktığı "Nurcuların hizmeti" noktasında kendince bildiği ve inandığı gerçekleri şu sözlerle dile getiriyor:

"Doğu’da ve Güneydoğu’da, Nurculuk, etkin bir tarikattı. Çünkü, fikir babası Said–i Nursî Kürt kökenli idi. Nurcular, bir evde bir araya gelir, Said–i Nursî’nin Nur Risâleleri adı verilen kitaplarını okurlardı.

"Devlet, her bölgedeki koşulları ayrı ayrı değerlendirerek buna uygun politikalar geliştireceğine, her yeri ve hepsini aynı sepete koydu. Hassas bölgelerde yaygın olan Nurculuğu bitirdi.... Tabiat, boşluk kabûl etmez diye bir yasa var. Aynen öyle oldu. Nurcular’ın yerini PKK aldı. Yerel halk korkutuldu, susturuldu. Ayrılıkçı tohumlar ekildi. Gencecik fidanlar devşirilerek dağa çıkarıldı. Terörist yapıldı.

"Dindar sayılmam. Deist’im. Yani, Nurcu değilim... Bağışlayın... Olay şudur: Said–i Nursî, bölge insanına terörden uzak durmalarını telkin ediyordu: 'Bir evde, yahut bir gemide, bir mâsum on câni bulunsa, Kur’ân’ın adâleti, o mâsumun hakkına zarar vermemek için, o evi, o gemiyi yakmayı (batırmayı) men ettiği hâlde, on mâsumu bir tek câni yüzünden mahv için, o ev, o gemi yakılır mı? Yakılırsa en büyük zulüm, en büyük hıyanet ve gadir olmaz mı? Dinin şiddetle men ettiği şey, fitne ve anarşidir. Çünkü anarşi, hiçbir hak tanımaz. İnsan ahlâkını, canavar hayvan ahlâkına çevirir.” (Akşam, 12 Kasım 2008)

Said Nursî'nin veciz daha başka sözlerini de nakleden Halit Kakınç, netice itibariyle Nurcuların ve okudukları Nur Risâlelerinin anarşi gibi teröre karşı da çok büyük bir tesir gücüne sahip olduğunu ve bu mânevî/gönüllü hizmetin bilhassa Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinde canlandırılması gerektiğini dolambaçsız bir ifade ile nazara veriyor. Tebrikler sayın Kakınç.

Aynı çarpıcı gerçeği, bundan tâ 30 sene evvel de Tercüman gazetesi yazarı sayın Ergun Göze köşe yazısında nazara vermişti. (Bkz: Agg, 7 Nisan 1979)

Biz de sayın Göze'yi o zaman tebrik etmiş ve kupürde gördüğünüz şu mesajı Siirt'ten göndermiştik: "...Şark'taki Nur Talebelerinin hizmetini takdir eden yazınızdan dolayı, Risâle–i Nur'la imanını kurtarmış Şark'lı bir üniversiteli olarak, sizi arkadaşlarım nâmına tebrik ediyorum."

Allah, sayın Göze ve sayın Kakınç gibi hakperest aydınların sayısını çoğaltsın diyor ve bir–iki noktaya daha açıklık getirerek bitirmek istiyoruz.

Said Nursî'nin Şark'taki etkinliği, onun sadece zahirî Kürtlük menşeinden kaynaklanmıyor. Şark'ta, Garp'ta ve dünyanın her yerinde, onun eserlerini ihlâs ve sadâkatle okuyanların ortak kanaati şudur: Bir imân fedâisi olan Hz. Bediüzzaman, aynı zamanda Kur'ân'ın mübelliğ bir müfessiri, Resûlullah'ın hakikî bir vârisi olup büyük bir İslâm âlimidir.

Kezâ, o zât hakikatte evlâd–ı Resûldür. Neseben seyyid ve şeriftir. Bunda şahsen zerre kadar bir tereddüdüm yoktur. Delilim ise pekçoktur. Arzu edenlerle bunları memnuniyetle paylaşırım.

Son not: Darbeciler, her defasında Nurcuların üzerine giderek dâvâlarını bitirmek/söndürmek istediler. Ancak, onların kendileri sönüp gittiler de, Nurcuların kudsî hizmeti aynen devam etti ve ediyor. Yoksa, şimdiki durum çok daha vahim olabilirdi.

13.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kur’ân, herkese inanç, hatta inançsızlık hürriyeti tanır



Risâle-i Nur’un her meselede olduğu gibi, irşad ve tebliğ meslek ile meşrebi, Kur’ân’a dayanır. Hiç kimse, İslâmiyetin kendisine zorla ve şiddetle tebliğ etmeye izin verdiğini söyleme hakkına sahip değil. Çünkü, İslâmiyet baştan ayağa rahmettir, sevgidir, şefkattir, güzelliktir, letafettir, yumuşaklıktır, nezakettir, nezahettir, kolaylıktır.

Ve İslâmiyet hürriyettir. Başta inanç, düşünce, din ve vicdan hürriyeti olmak üzere bütün hak ve hürriyetleri kemâliyle tanımıştır. Dolayısıyla tebliğ edenlerin, şiddet ve zorlamaya başvurmadan, müsbet hareket, nezaket ve nezahete, iki yönden mecburiyeti var:

1- Kur’ân’da böyle ferman ediliyor. Dünya imtihan meydanıdır. İnsanlar hür irade sahibi kılınmıştır. Yani dilediği gibi inanma ve hareket etme serbestisi tanınmıştır. Din, inanç, vicdan ve hatta inançsızlık hürriyeti verilmiştir:

“Sizin dininiz size, benim dinim bana.” 1 “Dinde/inançta zorlama yoktur.” 2 “Sizi yaratan Odur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min.” 3, “De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” 4

Peygamberler, hak ve hürriyetleri ihya için gönderilmiş, mücadelesini vermiş. Binlerce hadîs-i şerîf, hak ve hürriyetleri, en ince detayına kadar nakış nakış işler. Vedâ Hutbesi, temel hak ve hürriyetleri sıralar. Peygamber Efendimiz (asm) kâinatın yaratılmasının sebebi olduğu halde, hidayete erdirme, bekçilik, gözetleyicilik yapma ve zorla kabul ettirme vazifesi ve imtiyazı yoktur! Kur’ân’da, onun (asm) şahsında bütün mü’minlere hitaben “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?” 5 denilir.

Diğer taraftan Asr-ı Saadet muhteşem model bir hak ve hürriyetler laboratuarıdır: Çapulcu, kan dökmekten zevk alan, diktatör, kızlarını diri diri gömecek kadar vahşi, bütün kötü alışkanlıkların bağımlılık haline geldiği insanları karıncayı ezemeyecek bir nezaket ve nezahete kavuşturdu.

Âhirete/dirilişe imân, yani hesap, adâlet, mîzan, sırat, cezâ, Cennet, Cehennem vs. gibi mefhum ve hakikatler direkt hak ve hürriyetlerle ilgilidir.

2- Yolunu şaşırmış, Kur’ân ile muaraza eden felsefî akımların tamamının birleşmesinden hâsıl olan Deccalizmin tahribâtı, ifsat ve zındıka komitelerinin ahlâksızlıklarına karşı mücadele ancak “mânevî cihad” ve “müsbet hareket”le mümkün.

“Karıncaya ayak basmayı, insanlara sert, haşin bakmayı, asık suratla karşılamayı, eziyet etmeyi; arkadan konuşmayı, gıybeti bile dehşetli günah” sayıp, sözlü şiddetten dahi men eden İslâmiyet, nasıl şiddetin kaynağı olabilir?

Buna rağmen, kişiler, gerek söylem ve gerekse davranışlarıyla İslâmiyetin istibdada/baskıya yatkın olduğunu îmâ dahi ederse, Kur’ân’a, Sünnet’e perde olduğu gibi; İslâmiyete büyük bir iftira da eder.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Kâfirun, 6.

2- Kur’ân, Bakara, 256.

3- Kur’ân, Tağabun, 2.

4- Kur’ân, Kehf, 29.

5- Kur’ân, Yûnus, 99.

13.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır