"Gerçekten" haber verir 14 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Cevher İLHAN

‘Vekilini kendin seç’ kampanyası…



Yarınki Demokrat Parti Kongresine, önseçimi esas alan ve kayıtlı parti üyelerinin ve seçmenin tercih ve talebini önceleyen bir “tüzük taslağı” sunulacak.

Yarınki Demokrat Parti Kongresine, önseçimi esas alan ve kayıtlı parti üyelerinin ve seçmenin tercih ve talebini önceleyen bir “tüzük taslağı” sunulacak.

Ne var ki bu “tüzük çalışması” da mevcut yasaların çerçevesinde kalmakta. Bundandır ki seçmenin tercihini tam olarak ortaya çıkaran, Avrupa Birliği ilerleme raporlarında sık sık dikkat çekilen ve “AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin Türkiye Ulusal Programı”nın başında yer alan siyasetin demokratikleşmesi için, evvelâ Siyasî Partiler ve Seçim Kanununun düzeltilmesi gerekiyor.

Gerçek şu ki yasal altyapısı ve hukukî temeli olmadan partilerin yapacağı tüzük tâdilatları yetersiz kalıyor. Çünkü ne kadar iyi hazırlanırsa hazırlansın, yapılacak tüzüklerin meriyetteki Siyasî Partiler ve Seçim Kanunu sınırları içinde kalması zorunlu oluyor.

Bu açıdan Türkiye’nin terörden yolsuzluklara, ekonomik krizden siyasî polemiklerle iç ve dış tartışmalara odaklandığı bir süreçte Şanlıurfa’da başlatılan “Vekilini kendin seç” kampanyası, Anadolu’nun bir köşesinde yakılan anlamlı bir demokrasi meşâlesi…

Demokrat Parti Şanlıurfa İl Başkanı Mahmut Cevheri, ülkenin sorunlarının çözülebilmesinin ilk şartının “demokrasiyi yaşatmak” olduğunu söylüyor. “Demokrasiyi yakaladığımız zaman ülkenin sorunları tek tek çözülür” ümidini dile getiriyor. Bunun için sağlam bir demokrasi adına yakılan demokrasi meşâlesinin bütün yurtta yayılmasına çalışıyor. Bu kampanyanın ülke kamuoyunun gündemine gelmesini istiyor.

İlde çeşitli siyasî partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının katıldığı bir komite kuran ve “vekilimi ben seçmek istiyorum” isimli bir internet sitesi açan Mahmut Cevheri, halkın kendi vekilini seçmesini, demokrasiye doğrudan sahip çıkma hadisesi olarak târif ediyor. Ankara’daki siyasetin bunu önemsemelerini istiyor. Bunun Türkiye’nin demokrasi mücadelesi olduğuna inanıyor ve demokrasinin gereğine inananların konuya ilgisini bekliyor.

Cevheri, terörün, bölücülüğün önlenmesinin, devasa sorunların halledilmesinin gerçek bir demokratik vasatta “toplumsal ortak akıl”la “ortak payda”da buluşulmasına bağlı olduğunu anlatıyor. Hak ve hukukun ancak bu demokrasi zemininde elde edilebileceğini nazara veriyor.

“SORUN, SİSTEMİN ÂRIZASINDAN…”

DP İl Başkanına göre, Siyasî Partiler Kanunu ve tercih sisteminin getirilmesiyle halkın kendi vekilini seçmesi, Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu en temel yasalardan ve demokrasinin olmazsa olmazlarından… İnsanın farkının düşüncesi ve irâdesi olması hasebiyle kendi “vekilini” seçmenin en mâsum hakkı olduğunu açıklayan Cevheri, “Kendi irâdesini istediği gibi sandığa yansıtmayan, kendi istediğini seçemeyen seçmen bir bakıma özgür değildir. Önüne konulanı seçmek durumunda kalmak, başkalarının belirlediği seçeneklerle karşı karşıya bırakılmak, özgürlük değildir” nitelemesini yapıyor.

Mahmut Cevheri’ye göre, “Bugünkü sistem, millet irâdesine, fikir özgürlüğüne, vatandaşın reyine önem vermiyor. İnsanın düşüncesine ehemmiyet vermiyor. “Birilerinin çaldığı, çırptığı elbette fevkalâde vahimdir. Ancak o “birileri” de buradan türüyor; millete rağmen, milletin tensibi ve denetimi olmadan seçiliyor ve iş yapıyor. Zira millet seçmiyor, bir bakıma millete re’sen seçtiriliyor…”

“Asıl mesele halkın nasıl idâre edildiğidir; sistemdir. Halk nasıl idâre edilmek isteniyorsa öyle idâre edilmesidir” diyen Cevheri, “Bunun için bence en öncelikli yasa, milletin kendi vekilini kendisinin seçmesi yasasıdır. Ankara’dakiler bu yasayı çıkarsınlar, halk kendi irâdesiyle vekilini seçsin; ülke o zaman kavgadan, kargaşadan kurtulur” öngörüsünde bulunuyor.

“MİLLET İRÂDESİNİN

KIRILMADAN MECLİS’E YANSIMASI…”

Ülkenin gidişâtına yön verenlerin milletin taleplerini ve irâdesini görmezlikten gelmelerinin demokrasilerde olmadığı hükmünden hareketle, millet irâdesinin saptırılmaması için “Siyasî Partiler Kanunu” ve “Seçim Kanunu”nun evvelemirde çıkarılması gerektiğine vurgu yapan DP’li Mahmut Cevheri, bu hususu şöyle izâh ediyor:

“Milletin irâdesinin birebir Meclise ve yönetime yansıması, demokrasi ve özgürlükleri sağlamlaştırır. Halkın kendi vekilini tercihiyle seçmesi, etnik ve dinî tahrikleri de boşa çıkarır. Olumsuzlukları giderir. Aksi halde, sistem kıskançlık ve çatışma üretir; idare edenlerle edilenler, devletle millet, iktidarla muhalefet, milletin bir bölümü ile geri kalanı arasında kıskançlık ve sürtüşme başlar. Kardeşi kardeşe küstürür, kırdırır…” Cevheri’ye göre, kendi vekilini seçen, irâdesini sandığa ve yönetime istediği biçimde yansıtan halk memnun olur, rahatlar; bedbinliğe kapılmaz. Sistemden de çatışma çıkmaz; çünkü seçtiğinin yerine talip olan mevcudundan daha çok çalışmak zorundadır…” Demokratik yöntem tarzı ve demokratik eğitimin insanın fıtratındaki doğruyu arama duygusunu daha açık bir biçimde ortaya çıkaracağını kaydeden Cevheri, bu konuda da şunları söylüyor: “Bu ülke insanına, kendini ifâde edebilecek imkânları vermek gerekir. Aksi halde toplum, sistemin peşpeşe suç ve ceza üretimi kıskacından kurtulamaz. Zira demokrasiden mahrum sistem, kavgayı, nizayı, iftirayı üretiyor. Yargıtay Başkanının ‘Bir milyon birikmiş dosya var’ sözü bunun belgesi…

“SAĞLAM DEMOKRASİ,

TAHRİK VE İNFİÂLİ ÖNLER”

Milletin hakkını millete verirken, kömür torbası dağıtırken ya da falan köye içme suyu götürürken kimsenin millete el etek öptürmeye hakkı olmadığını kaydeden Cevheri, “Milleti devlet kapısında rica-minnet ettirmekle demokrasi olmaz, bu mârifet değildir. Bu zaten devletin vazifesidir, vatandaşın hakkıdır; bunu oy karşılığı satmak demokrasiyi, millet irâdesini yaralamaktır” tesbitini yapıyor…

Hükûmetlerin görevinin kişi başına millî geliri arttırmak ve bunu âdil bir biçimde dağıtmak, milleti kimseye muhtaç etmemek olduğunu anlatan Cevheri, “Vatandaşa yapılacak en büyük yardım, özgürlüğünü vermektir. Boyun eğdiriyorsan, bu demokrasi değil. Millete hizmet değil, kötülüktür” diyor.

“İnsanların en hayırlısı insanlara hizmet etmek ve faydalı olmaktır” mânevî buyruğunu hatırlatan Cevheri, “vatandaşa en büyük yardımın irâdesini serbestçe kullanmasına ve bu talebinin engellenmeden tecellisine zemin hazırlamanın ehemmiyeti”ni dile getiriyor; “vekilini kendin seç” kampanyasının bu demokratik anlamı taşıdığını bildiriyor.

Son yıllarda ülkenin dört bir yanında yaşanan sosyal fâcialara ve etnik ayırım üzerindeki tahriklere dikkat çekiyor. “Oysa milletin irâdesine değer verildiğinde sevgi-saygı daha da çoğalarak paylaşılır. Samimiyet ziyâdeleşir, barış ve huzur olur. Yoksa birilerinin tepeden seçilmesi ve seçtirilmesiyle millet devlete de, ülkenin geleceğine de kayıtsız kalır; kendini üvey evlât gibi görür” uyarısını yapıyor.

Cevheri’nin görüşüyle, “sistem ve işleyiş doğru olmadığı için imâlat da doğru çıkmamaktadır. Kötü alışkanlıkların, sosyal hayattaki psikopat hallerin ya da cemiyetteki cinâyetlerin, yaygınlaşan nefret ve öfkenin sebebi de budur. Çeşitli farklılıklar üzerine alevlendirilen toplumdaki şiddet, kavga, kırılma ve infiâlin vatandaşın önemsenmemekle kendini önemsiz gibi görmesinden kaynaklanmaktadır…”

Bunun içindir ki “Öncelik doğru bir seçimle milletin kendi vekilini seçmesidir. Gerisi sonradan gelir. Zira hak ve adaletin tecellisi de buna bağlıdır. Önce milletin kendi seçtiği bir Meclis’in teşkili ve millet irâdesinin hakkıyla tecellisi lâzımdır” değerlendirmesinde bulunuyor.

Demokrasideki bu zâfiyetin Türkiye’nin önünü kestiğine ve ihtilâllerle müdahâleye müheyya duruma düşürdüğüne dikkati çeken Cevheri, “Halkın vekilini kendisinin seçmesi Türkiye’yi güçlü bir demokratik yapıya kavuşturur. Vatandaşa vatanına sahip olma şuurunu verir. Ükesine, demokrasiye zarar verilmesine izin vermez. Halkı temsil edenler, milletle aynı zihniyeti paylaştıklarından zaten sorunlar da kolayca çözülür” tahlilini yapıyor.

SİSTEMİN DÜZELMESİ İÇİN

SİYASETİN DEMOKRATİKLEŞMESİ…

Vatandaşın oy verecek partisini seçtiği gibi vekilini de bizzat belirlemesinin en insanî hakkı ve özgürlüğü olduğunu vurgulayan Cevheri, “Özgürlük insanın en tabiî hakkıdır. Hangi siyasî düşüncede olursa olsun, bir vekilin bir başkan tarafından seçilmesi, yalnız onun tâlimatını alması demektir. Bu durumda vekil, milletin değil, kendini seçenin gözünün içine bakar ve bir tek onu memnun etmeye odaklanır. Eğer vekili millet seçmişse milleti, seçmeni dinler” gerçeğini açık bir biçimde ortaya koyuyor.

İnsana bahşedilen akıl ve irâdenin, kendini, çoluk çocuğunu, çevresini idâre etmesi için olduğunu, bunun gereğini yapmadığı zaman kavga, kargaşa ve kaos çıkacağını anlatan Cevheri, Türkiye’de problemin insandan değil sistemden kaynaklandığının üzerinde önemle duruyor:

“Elbette herkesin kendine göre bir “tarafı” vardır; birinin “ak” dediğine, diğeri “kara” diyebilir. Ancak meseleyi bundan aşıp “taraflılık”la izâha kalkışmak, büyük bir yanlışlıktır. Bir yandan milletin temsilcisi olduğunu belirtip diğer yandan milletin önüne istemediğini seçmeye zorlamak, milletle dalga geçmektir.

“İnsanımızda problem yok. İnsanı neye mecbur ederseniz öyle yetişir. Bu sistemle, aktörlerin değişmesi, yine millete rağmen “diğer taraf”ın, başkalarının seçilmesi de meseleyi halletmez. Halkın kendi irâdesiyle istediğini seçmesinin dışında çözüm yoktur…

“Önce ‘liderler’ türetiliyor; ardından ‘lider yok’ deniliyor; ne yazık ki bu tâbir bile demokrasi kültüründen mahrumiyeti ortaya koyuyor. İnsanların kendi kendilerini idâre edemeyişleri gibi korkular ve vehimler üretiliyor, insanlar ürkütülüyor…”

Sistemin düzelmesi için siyasetin demokratikleşmesinin en başta gelen şart olduğunu ifâde eden Mahmut Cevheri, bu konuda şunları sıralıyor:

“Evvelâ insanımıza değer vermemiz, kendini ifâde etmesine fırsat tanımamız lâzım. Trenin rayına oturması için, siyasî partiler ve seçim sisteminin halkın kendi irâdesini tecellisine ve kendi vekilini seçmesine imkân tanıyacak şekilde düzeltilmesi gerekir. Hareket eden tren, tünelin ucundaki ışığa akar. Asıl mesele, demokrasinin temel unsuru olan halkın irâdesinin doğru ve eksiksiz tecellisidir. Bu olmayınca hiçbir şey olmaz ve düzelmez…”

“KAMPANYAYA DESTEK” ÇAĞRISI…

“Kendi vekilini seç” kampanyasını Şanlıurfa’dan başlatan DP İl Başkanı Mahmut Cevheri’ye göre, zaman zaman darbelerle, ara rejimlerle, saptırmalarla dayatılan “toplum mühendisliği”nin önüne set çekecek de milletin doğrudan vekilini seçmesidir. Taşranın, Anadolu’nun söz sahibi olmasıdır. Milleti millet yapan budur. Millete ışık tutan siyasetin mânâsı da budur… Bu maksatla siyasal sistemin ıslâhına buradan başlanmalıdır. Aksi halde sâdece “bana oy verin” söylemi üzerine kurulmuş bir siyaset yanlıştır ve akıbeti yoktur.

Neticede, sağlam bir demokrasi için halkın kendi vekilini seçmesi ve irâdesini hiçbir kısıtlamaya uğramadan sandığa yansıtması esastır. Aksi halde sistem sürekli çekişme, kavga ve fesad üretir. Bürokrasi empoze peşinde koşar; bürokrasi kademelerinde sıra bekleyenler, kendi yerine geçen ya da geçme potansiyeli taşıyanlarla didişir, onları karalamaya uğraşır. Siyaset ayak oyunları ve kısır kavgalar içinde boğulur, asıl amacını kaybeder…

Sohbetimizin sonunda Mahmut Cevheri, Anadolu’nun bağrından yaktıkları “demokrasi meşâlesi”nin Demokrat Parti’nin misyonu olduğunu ve bunun topyekûn siyasete ve kamuoyuna mal olması için çabalayacaklarını belirtiyor. Ve bütün siyasî partileri, sivil toplum kuruluşlarını, üniversiteleri, araştırma merkezlerini, medyayı, herkesi demokrasi nezâketi içinde bu kampanyaya desteğe çağırıyor…

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bir ileri, iki geri



Hükümetin iddialı olduğu konuların başında, ekonomi ve sağlık sektöründe yapılan çalışmalar geliyordu. Enflasyonun düşürülmesi, paradan ‘sıfır’ların atılması bu cümleden sayılabilir. Yapılanlardan iş adamları ve sanayiciler de memnundu. Neticede onlar da kazandı.

Gerek ekonomik sıkıntılar ve gerekse sağlık sektöründeki problemlere kalıcı çareler bulunmadığı için ‘bahar’ uzun sürmedi. Dünyayı da etkileyen global krizin patlak vermesiyle birlikte tehlike çanları çalmaya başladı. Başlangıçta, “Kriz bizi teğet geçer” denilmiş olsa da geçen her gün ekonominin ateşinin yükseldiğini gösteriyor.

Her defasında tekrarlamak durumunda kalıyoruz: Elbette sıkıntının kaynağı sadece işbaşındaki hükümet değil. Biriken ihmaller var ve faturayı da zaten hep birlikte ödüyoruz. Hükümetin hatası, var olan problemleri inkâr etmesi ve ötelemesidir. Sadece “Her şey güllük, gülistanlık” diyerek bir yere varmanın mümkün olmadığı nedense görülmek istenmiyor.

Sağlık sektöründe yaşanan sıkıntılar da bu cümleden sayılabilir. Elbette sağlık sektöründe ciddî iyileştirmeler yapıldı. Aksamalara rağmen, özel hastahanelerin —kısaca SSK’lılar— diyebileceğimiz kitleye açılması, ilâçların özel eczahanelerden alınması gibi uygulamalar takdire şayan. Vatandaş da zaten bu uygulamadan dolayı her fırsatta memnuniyetini dile getirdi.

Ancak son günlerdeki uygulamalar, atılan ileri adımlardan geri dönüşünü hatırlatıyor. ‘Hasta’ların özel hastahanelere gitmesine mani olmak için, çeşitli adlar altında ‘fark’lar isteniyor. Bu farkların eczahaneler yoluyla tahsil edilmesi de ayrı bir sıkıntı.

Yeni uygulama şöyle cereyan ediyor: 1 Ekim’de yürürlüğe giren ‘Sağlık Uygulama Tebliği’nin ardından sigortalılar eğer devlet hastahanelerinde ya da özel hastahanelerde muayene olup da eczanelere ilâç almaya gittiklerinde ‘muayene ücreti borçları’ olduğunu öğreniyorlar. Devlet hastahanelerinde 3, özel hastahanelerde muayene olanlardan ise 10 YTL talep ediliyor. Hastalar, eczahaneden ilâç alırken bu miktarı ödemek zorunda. Aksi halde ilâçlarını alması mümkün değil. Eczahaneler eliyle toplanan bu paralar da daha sonra SGK/devlet tarafından eczaneden kesiliyor.

Açıklanan gerekçeye göre bu uygulamanın maksadı, ‘hasta’ları sağlık ocaklarına yönlendirmek. Çünkü hali hazırda sağlık ocaklarında muayene olup ilâçlarını eczahaneden alanlardan ücret istenmiyor. Özel hastahaneler neyse de, devlet hastahanelerinde muayene olanlardan da fark alınmasını anlamak mümkün değil. Hastalar, keyfî olarak devlet hastahanelerine gitmiyor ki! Hem, sağlık ocakları talebi karşılayabiliyor mu? Düzenli ilâç alması gerektiği için, sadece ilâç yazdırmak maksadıyla sağlık ocaklarına gidenler bile var. Bu sebeple, muayene olmak isteyenlere sıranın gelmediği sağlık ocakları var.

Sağlık konusunda geri adımların atılması hayra alâmet değil...

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

AKP ve devrimler



Erbakan “Yaşasaydı partimizde olurdu” diyerek Atatürk’e sahip çıkıyor ve tek parti devri icraatlarına yönelik eleştirilerini İnönü dönemiyle sınırlayıp, 1938 öncesine bir itirazları bulunmadığını açıkça söylüyordu.

Şimdi bu çizgiyi, Türkiye Cumhuriyetinin bir ve iki numaralı koltuklarında oturan millî görüş kökenli iki isim, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan devam ettiriyor.

Gül, 10 Kasım mesajında, “Atatürk’ün öncülüğünde hayata geçirilen inkılâp ve reformlar, demokratik, modern, hür ve müreffeh Türkiye’nin temellerini attı” iddiasında bulunuyor.

Erdoğan da “Cumhuriyetin temelini oluşturduğu”nu öne sürdüğü Atatürk devrimlerini hayata geçiren kurumun TBMM olduğunu; Atatürk ilke ve inkılâplarının Meclis ve bütün Türk milleti tarafından korunacağını ifade ediyor.

Ve “Söz ve icraatları ortaya koymaktadır ki, Atatürk, devrimleri ve yeni düzeni millete emanet etmeden yaşatmanın mümkün olmadığına güçlü bir şekilde inanmış; bu sebeple yeni siyasî, hukukî ve toplumsal düzeni millete dayatmayı değil, millete benimsetmeyi amaçlamıştır” diyor.

Ne var ki, tarihî gerçekler tersini söylüyor.

Can Dündar’ın “Mustafa”sında da aktarılan ve gençlik döneminde kaydettiği sözlerinden birindeki “Elime imkân geçse Fransa’daki gibi bir coup, yani darbeyle toplumsal hayatı değiştiririm” yaklaşımını, o imkânı bulup iktidarı eline geçirdiği an derhal uygulamaya aksettirmiş.

Baykal’ın da yakınlarda “Hangi devrim halka sorularak yapıldı?” sorusuyla dile getirdiği gibi, bütün devrimlerini “darbe” yöntemiyle gerçekleştirmiş. Çankaya sofralarından birinde kararını verdiği “cumhuriyet”i bile bu yolla ilân etmiş.

(Cumhuriyetin 85 sene sonra dahi “cumhursuzluk” sorununu aşamayışında, daha yolun başında izlenen bu tepeden inmeci yöntemin, akabinde cumhuriyet adı altında bir tek parti diktası kurulmasının ve sürecin sonraki aşamalarında da cumhuriyetle demokrasi ve millî irade kavramlarının bir türlü imtizac ettirilemeyişinin çok büyük payı olduğu gözardı edilebilir mi?)

Yine o dönemde kimi devrimler, Meclis kürsüsünden yapılan “İhtimal ki bazı kafalar kesilecektir” tehditlerinin eşliğinde gerçekleştirilmiş.

Başlangıçta asker kaçaklarını cezalandırmak için kurulan istiklâl mahkemeleri, devrimlerin yapılış sürecinde “devrim mahkemeleri”ne dönüştürülmüş ve zaman zaman en sıradan eleştiriler dahi “inkılâba muhalefet ve direniş” olarak damgalanıp en ağır cezalara çarptırılabilmiş.

Bu hengâmede, Erzurumlu Şalcı Bacı hadisesinde olduğu gibi, kadınların dahi şapka kanununa muhalefetten suçlu bulunup mahkûm edilerek darağacına çekilebildiği ya da Erdoğan’ın köyünün bulunduğu bölgede koca bir sahil kasabasının Hamidiye zırhlısı tarafından top ateşine tutulabildiği çok acı örnekler yaşanmış.

Kur’ân başta olmak üzere İslâm harfleriyle yazılan kitaplar köşe bucak saklanmış; çocuklara Kur’ân öğretmek suç sayılmış; camiler bir dönem ot deposu olarak kullanılmış; yıllarca tek bir dinî eser neşrine izin verilmemiş; Bediüzzaman ve talebeleri başta olmak üzere dinî hizmet için ortaya çıkma “cür’et”inde bulunanlar amansız takip ve tazyiklere maruz bırakılmış.

Ve daha neler neler... Hangi birini sayalım?

Bunların canlı şahitleri, sayıları giderek azalsa dahi, içimizde hâlâ var. Ama sormaya kalksanız, çoğu korku dolu gözlerle etrafına bakınarak, konuşmaktan çekinir. Çünkü çocukluk veya ilk gençlik döneminde yakalandığı o dehşetli devirde hüküm süren korku atmosferi öylesine içine işlemiştir ki, aradan 70-80 sene geçmiş olmasına rağmen hâlâ o psikolojiden çıkamamıştır.

İşte Erbakan’la talebeleri Gül ve Erdoğan’ın eleştirmek bir yana hararetle sahiplenip yücelttikleri 30’lu yıllarla ilgili tarihî gerçekler böyle.

Prof. Dr. Şerif Mardin “AKP iktidarı Kemalizmin başarısıdır” derken boşuna konuşmuyor...

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Artık zamanı gelmedi mi?



12 Eylül ihtilâlinin ürünü olan 1982 anayasası ile ilgili tartışmalar iyice kızışıyor. Özellikle Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile Mahkemenin raportörü Doç. Dr. Osman Can’ın beyanatları üzerine tartışmalar yapılıyor.

Bu konudaki görüşlerimize geçmeden önce 1982 anayasasının yapılan referandumla kabul edilmesinin yıl dönümünde yazdığımız (7 Kasım 2008) yazıda bahsettiğimiz “Bu anayasa bir yama daha kaldırmaz. Değiştirmekle olmaz. Yenisini yapmak lâzım. Bu anayasa ile bir dakika bile kaybedecek zamanımız kalmadı. Bu defa göstere göstere HAYIR! 7 Kasım’da sandık başına” diyerek başlatılan bir kampanyanın sonucunu aktararak başlayalım.

1982 Anayasası için referandumun hangi şartlarda yapıldığını ve sonucun nasıl çıktığını hepimiz biliyoruz. Halkın yüzde 90’ından fazlası bu anayasaya “evet” derken, (Yeni Asya o zaman da ‘hayır’ demişti) aynı zamanda Evren’i de cumhurbaşkanı yapmıştı.

Genç Siviller’in başlattığı kampanya çerçevesinde başta, Ankara, İstanbul, İzmir olmak üzere Türkiye’de 42 merkezde ve yurtdışında, Paris, Brüksel, Berlin, Stockholm, Londra gibi şehirlerin şehir meydanlarında kurulan sandıklarda 108 bin 749 kişi oy kullanmış. En büyük anketlerin bile 2-3 bin kişiyle yapıldığı düşünüldüğünde, büyük bir kamuoyu anketi niteliğindeki bu oylamada çıkan sonuçlar da çarpıcı. Sandığa oy atanların yüzde 99,2’si (toplam 107 bin 879) bu anayasanın değişmesi için oy atarken, sadece yüzde 0.8’i (toplam 794 kişi) bu anayasadan memnuniyetini iletmiş. Bir başka ifadeyle 109 bin kişiden 107 bin’i 82 anayasasına “HAYIR” oyu kullanmış.

Bu sonuçlara göre yeni anayasayı yapacak olan Meclis’in harekete geçmesi gerekiyor.

* * *

Yazının başında da söylediğimiz gibi Haşim Kılıç ve Osman Can’ın Bilkent Üniversitesindeki “Anayasalardaki Değiştirilemez İlkeler” konulu bir sempozyumda yaptıkları konuşmalardan sonra mevcut anayasa ile ilgili farklı bir tartışma başladı. Ne dediklerini tekrar bir hatırlayalım. Can, anayasa değiştirildiği zaman değiştirilemez maddelerine dokunmanın kaçınılmaz olacağını ifade ederek, “Çünkü her bir anayasa değişikliği o anayasaya aykırıdır, her bir yasa değişikliği o yasaya aykırıdır, ama aykırı olduğu unsuru çıkarır atar” derken, Türkiye’deki Anayasa Mahkemesi’nin demokratik meşrûiyet sorunu olduğunu söylemiş.

Asıl üzerinde düşünülmesi gereken konuşma da Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’tan gelmiş. “Anayasalardaki değiştirilemez ilkeler” konusunu gelecek yıl Nisan ayında Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıl dönümünde tartışmayı düşündüğünü ifade etmiş. Peşinden, “Ancak bu konuda ne kadar cesaretli olabilirim, o konuda biraz endişeliyim” demiş mahkeme başkanı. Peki, konuşsa ne olur? “İma ettiğinde neler olduğu görüldü, bir de söylese ne olacak?” diye düşünmeden edemiyoruz. Cesaret ve endişe arasına sıkışılmış görünüyor.

Bildiğiniz gibi mevcut anayasada ilk üç maddeden sonra gelen dördüncü madde de ilk üç maddenin “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemeyeceği”ni söylüyor. Birinci madde devlet şeklinin cumhuriyet olduğunu, ikinci madde Cumhuriyet’in niteliklerini sıralıyor. Üçüncü madde dil, bayrak, İstiklâl Marşı ve başşehrin Ankara olduğunu söylüyor. İşte bu maddeleri bırakın değiştirmeyi, değiştirilmesi teklif dahi edilemiyor.

Peki tartışılan nedir? Veya başkanın çekindiği konu nedir? Kimse bayrağı, dili, başşehrin Ankara olmasını, İstiklâl Marşını tartışmıyor. Mesele yıllardır Türkiye’nin önünde duran laiklik meselesinde düğümleniyor. Laikliğin evrensel değerlere göre tanımı yapılmadığı için herkesin yorumu farklı oluyor. Pek çok mesele geliyor “laiklik” konusuna dayanıyor.

Şimdi gelinen noktada CHP ve MHP bu tartışmalarda hemen saflarını belirledi. İktidar kanadından bir açıklama gelmedi. CHP’nin yetkilileri “Bunlar başka cumhuriyet arayışlarıdır” derken, MHP’li yetkililer de mahkeme başkanının bu tartışmalara girmesini “esefle karşıladığı”nı açıkladı. Acaba Kılıç’ın “çekindiği” bunlar mı? Dahası, 5-6 ay sonra konuşacağını söyledi, bir de konuşsa…

Mevcut anayasa konusunda özgürce tartışma yapılamadığı ve milletin de yeni bir anayasa istediği gerçeği ortada dururken, artık sivil bir anayasaya yapmanın zamanı gelmedi mi?

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Ehl-i kitap, ehl-i mektep



Mütemadiyen okuyan, inceleyen ve düşünen insanlardan bahsetmek istiyorum. Öyle veya böyle okumak ve araştırmakla meşgul insanların oluşturduğu toplumda bağıra-çağıra konuşmaktan imtina eden insanlardan. Onlar kurallara ve prensiplere o derece bağlıdırlar ki, sokakta tayin edilmiş çizginin dışına adım atmaz. Apartmanda, devlet dairesinde ve evinde pek değişmeyen uygulamaları olduğundan, hayata intibakta zorlanmazlar. Yalan söylemez, sözlerinde dururlar. Dakiktirler. Çevreyi kirletmez ve kimseye ulu-orta hakaret etmezler. Prensipler doğrultusunda düşüncelerini özgürce ifade ederken, zihinleri hep problemleri çözmekle meşguldür. Çocukluklarından itibaren yaşadıkları prensiplerin dışında herhangi bir hareket ve sözle karşılaştıklarında, çok şaşırırlar. Onları İstanbul ve Ankara’da toplu taşıt araçlarında görseniz, mutlaka kitap delisi dersiniz. Bütün bekleme oda ve istasyonlarında mütemadiyen okurlar. Okumak için bizim gibi oturacak yer de aramazlar. Onları dimdik ayakta, ellerinde kitaplarıyla görürsünüz.

İster Aborjinlerin hayatını anlatan bir kitabı, isterlerse Arjantinli bir yazarın henüz yeni çıkmış romanını.... Tibet’teki hürriyet mücadelesi kadar, Avrupalı zalim dinsizlerce içimize atılan PKK fitnesi hakkında da bilgi sahibidirler. Pek çoğu Kur’ân’ı meâlinden okuduğu gibi, Müslüman kadınlar üzerine yazılan en az bir kitabı da okumuşlardır. Gazete ve dergi onlar için bir kahve içimi sayılır. Asıl öğünleri kitaptır.

Basit mekânlarda, basit ev eşyası arasında oturmayı tercih ederler. Onların yanında eşya yalnızca basit birer alettir. Eşyanın kullanışlı, ekonomik ve dayanıklı olması tercihleridir. Evlerinde kurulu ekran köşeleri, bilgisayar masaları ve yüksek sesli müzik dolapları da pek olmaz. Çok zarurî hallerde TV’ye bakarlar. Bilgisayar ise yalnızca işlerini kolaylaştıran bir alettir. Kitap merakı onların saatlerce internette kalmasına müsaade etmez. Hiçbir ekran onlara eğlenme fikrini tedai ettirmez.

Biz Asyalılar onları kuralcılıkla suçlarız. Şark kurnazlığı kokan fıkra ve lâtifelerimizi anlayamadıklarından azıcık da istihzaya alırız. Devamlı okuma, düşünme ve zihnî meşguliyet, onların birçoğuna negatif hareket ve konuşmayı adeta unutturmuştur. Onlara bazıları ehl-i kitap, bir kısım insanlar da ehl-i mektep diyorlar. Aralarındaki farkın büyük olmadığına inanıyorum. Her iki kesim de, Amerika ve İngiltere çıkışlı insanî bozulmalardan şikâyet ederler. Dinsiz felsefenin çıkardığı bencillik, hedonizm, anarşi ve terörden en az Müslümanlar kadar nefret ederler. Okumak ve düşünmekten doğan ince ve keskin ölçülerle Batı materyalizminin slogan ve yanlış yönlendirmelerini deşifre ederler. Bazan Kur’ânî prensiplere bilmeden o kadar yaklaşıklar ki, şaşırır kalırsınız. İslâmiyet ile aralarında gayet ince bir perde kaldığını düşünürsünüz.

Kendilerine göre temizliğe dikkat ederler. Müslümanlıktan gelen temizliğe imrenenler de vardır aralarında. İslâmiyetin günümüz Batı medeniyetinin üstadı olduğuna inananlar, çoğunluktadır. Düzene ve prensipli yaşamaya düşkünlükleri, onları dünya barışına ateşli taraftar etmiştir. Saldırgan emperyalist Avrupa’nın çıkardığı savaşlara, Müslümanlardan çok önce ve daha yüksek sesle karşı çıkarlar. Zira hem tarihi, hem şimdiki zamanı ve hem de geleceği karşılayan kitapları okudukça insanlığın başına dolap çevirenleri daha iyi tanırlar. Zaman zaman medyaya yansıyan makalelerini okuduğunuzda, insanlığı ve İslâmiyeti, birçok vazifeli Müslümandan daha net ve şeffafça müdafaa ettiklerine şahit olursunuz.

Söylediklerimi mübalâğa zannedenler, dinsiz ve sefih Avrupalılarla, İsevî ve ehl-i mektep Avrupalıları tefrik edemeyenlerdir. İlim ile ve okumakla insaniyet ve İslâmiyetin mümasil şeyler olduğunun farkına varanlar, elbette mübalâğa kabul etmezler.

Okuma, öğrenme, araştırma, düşünme ve sorgulamaya meftun bu Avrupalılarda bazan Allah’ın Hakîm isminin yansımalarına rastlayanlar, Hz. İsa’nın da (a.s.) Hakîm ismine mazhar olduğunu düşünürler. Hatta bazıları bu gibi Avrupalılara Müslüman İsevîler de diyor. İsim çok da önemli değil. Ehl-i kitap ve ehl-i mektep diyebileceğiniz gibi, hikmete mazhar Avrupalılar da diyebilirsiniz.

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Neoislâmcılar ve neokemalistler



İki arkadaş birbirleri arasında konuşuyorlardı. Sohbetin derin bir anında mesele neoislâmcılar ile neokemalistlerin reflekslerine geldi. Birisi diğerine şu soruyu sormaktan kendini alamadı: “İkisi arasında ne fark var?” Muhatabı şöyle cevap verdi: “Taraflardan birisi besbelli Mustafa Kemal’i daha çok, diğeri daha az seviyor olmalı” dedi. Bunun üzerine beriki daha da heyecanlandı ve meraklandı ve hangisinin daha çok, hangisinin daha az sevdiğini sordu gayr-i ihtiyarî. İçinden de elbette neokemalistler Mustafa Kemal’i kan uyuşmazlığı sebebiyle öteki taraftan daha fazla sever diye geçiriyordu. Muhatap bu defa hiç beklemediği ve şaşırtıcı bir cevap verdi. “Neoislâmcılar Mustafa Kemal’i neokemalistlerden daha ziyade severler.” Öteki ‘hoppala’ dedi... İşte Can Dündar’ın başına gelenler. Adamı neredeyse tefe koyuyorlar, linç ediyorlar. Eski tüfekler veya tutucu ve radikal Kemalistler adamı neredeyse toplu infaz edecekler. Nitekim Prof. Dr. Ahmet Ercan ve Prof. Dr. Orhan Kural, Şişli Adliyesi’ne gelerek, Can Dündar ve filmi “Mustafa” hakkında suç duyurusunda bulundular. Prof. Ercan’a göre, “Film, cumhuriyet değerleri ve Atatürk’ün saygınlığına saldırıyor. Zarar veriyor. Bunların aşındırılmasına izin vermeyiz..” Bilindiği gibi, bazı çevreler aynen başörtüsünün serbestisinin de cumhuriyetin değişmez ilkelerine ters düştüğünü ve bunun için kamusal alanda ebedî olarak yasak kalması gerektiğini savunuyorlar. Değiştirilmesi teklif edilemez maddeler veya yasaklar arasına bunu da alıyorlar. Çevreci çıkışlarından tanıdığımız ve Ahmet Yüter’in camisinde bu hususla alâkalı vazu irşadda da bulunan Orhan Kural ise, filmin gösterimden kaldırılması gerektiğini savunuyor. Sarıgül de bu koroya katılarak filmin Mustafa Kemal’i negatif, olumsuz gösterdiğini ve tezyif ettiğini ileri sürüyor... Sabih Kanadoğlu anayasa meselelerinden sonra bu işe de el attı ve kaynağını söylemese de filmin sipariş bir film olduğunu iddia etti. Peki siparişin kim veya kimler tarafından yapıldığını niye söylemiyor? Kendisi de bilir: İspat iddia makamına aittir. Ama bazıları ispata gerek de duymadan bu filmin arkasında ABD, AB ve Arap zihniyeti veya sermayesi olduğunu söylüyor.

***

Aslında bu film bir devrin sonu. Klâsik Kemalistler bu devrin hiç bitmesini istemiyorlar. Sonsuza kadar yaşamasından yanalar. Bundan dolayı 28 Şubat sürecinin bin yıl süreceğini söylemişlerdi. Pozitivist ve tekilci ve tekelci (her anlamda ünitarist) devrenin sonuna gelindiği için, Kemalist çekirdekte de parçalanma oldu. Şimdi, bundan dolayı kıyameti kopartıyorlar. Bu parçalanmadan sonra iki kanat zuhur etti. Klâsik ve modernist Kemalistler; post modernist neokemalistler. İsrail’deki revizyonist tarihçiler gibi, Can Dündar da yeni versiyonu temsil ediyor. Diğerlerinin ona öfkesi de bundan. Türk modernizm hareketi, Kemalizm evresine kadar düalist bir yapıda ve çizgide ilerliyordu. İkircikli bir yapıdaydı. Türk modernizmi de öteki modernizmler gibi Fransız Devrimi ve Aydınlanma gibi dönemlerden etkilenmişti. Bu düalizmin iki ayağı ve kanadı vardı. Birisi pozitivizm, diğeri de ona refleks olarak gelişen İslâmcılık. Kemalist inkılâplar pozitivizmin zaferiydi. Ve Fukuyama gibi klâsik Kemalistler bunu tarihin sonu olarak algılamış ve ilân etmişlerdi. Oysa ki, meselâ ABD’de Obama ile birlikte tarihin dönüşü ve dönüşümü yaşanıyor. Nitekim, bunu Neocon zümreden Robert Kagan itiraf etmiştir. Tarihin Sonu kitabına nazire olarak Tarihin Dönüşünü telif etmiştir. Türkiye’de yaşanan da bundan farksızdır. Tarih pozitivizmin gündönümünü yaşıyor. Bu arada onun temsilcisi de Can Dündar’ın “Mustafa” filmiyle yanılmazlık payesi yerine yanılabilirlik payesiyle tasvir ediliyor. Din yerine pozitivizmi ikame edenler, buna tahammül edemiyor ve dayanamıyorlar. Bütün mesele budur. Eskiden peygamberlere ‘yanılmazlık’ atfedilirdi, pozitivizm çıkalı beri bu paye pozitivist öncülerine veriliyor.

***

Osmanlı’nın son döneminde buna dair çarpıcı bir misâlde; Mac Farlane dâvet edildiği bir toplantıda gördüklerini şöyle anlatır: “Doktorlara ve Türk asistanlara ayrılan mükemmel döşenmiş bir salona dâvet edilmiştim. Kanepenin üzerinde bir kitap vardı. Alıp baktım. Bu da Baron d’Holbach’ın dinsizlik kitabı olan ‘Systéme de la Nature’un en son Paris baskısı idi. Kitabın çok okunmakta olduğunu sayfalarından birçok parçalarının işaretlenmiş olmasından anladım. Bu parçalar özellikle de yaratıcının varlığına inanmanın saçmalığını, ruhun ölmezliği inancının imkânsızlığını matematikte gösteren parçalardı. Kitabı yerine koyarken Türk tabiplerden biri yanıma geldi. Fransızca olarak şunları söyledi: “C’est un grand ouvrage! C’est un grand philosophe! İl a taojours raison” (Bu büyük bir eserdir. Bu büyük bir filozoftur. O daima haklıdır)...” Dolayısıyla kadim pozitivistlerin d’Holbach’la ilgili ‘yanılmazlık’ algısı klâsik Kemalistler için de geçerlidir. Mac Farlane’ın tabiriyle o daima haklıdır. Can Dündar’a ise bu yanılmazlığı yıkmaya çalıştığı için kızıyorlar.

Bunlar, nasıl olursa olsun, kesin inançlılığı temsil ediyor. Dinin yerine felsefe veya bilimi koyuyorlar. Celal Şengör gibi... Peki nerede Descartes’ın pozitif şüphe nazariyesi? Öyleyse pozitivizm gerçekte pozitif olana karşı ve aykırı bir hâldir. Bu bağlamda neokemalistler pozitivizmde bir kırılma noktasını temsil ederken, neoislâmcılar ise dinî ve İslâmî değerlerdeki bir kırılmayı temsil ediyorlar.

Not: Dünkü yazıda geçen: “Erol Mütercimler asıl gayesinin gök iktidarını yere indirmek olduğunu söylemesine rağmen yine de Mustafa Kemal’i ‘din aleyhtarı’ göstermemekten dolayı paylıyor” cümlesindeki ‘din aleyhtarı’ ifadesi ‘din lehtarı’ olacaktı, düzeltir özür dileriz.

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Devlet ve yalan tarihler



Tarihin aynasında başkalarına bakmaktan kendine bakmaya vakit bulamayanlar, daima karanlıkta kalmaya mahkûmdurlar. Yunan filozoflarının fikirlerini, Yunan ve Rus tarihlerini, genelde Avrupa tarihlerini adı gibi ezberleyecek kadar öğrenen bir milletin ahfadıyız…

Tarihin yazılışında kendi askerine, kendi milletine, kendi tarihine en çok küfreden, en fazla iftira eden para ve haysiyetsizlik esiri olmuş yazar bozuntularının mahkûmuyuz…

İorga, Hammer, Gibsion, Carl Brockelman gibi Batılı tarihçilerin, iftira ve yalanlarının yanında Arap milliyetçisi ve Osmanlı düşmanı Abdurrahman Kevakibi gibi Şarklı tarihçiler de bizdeki hayranları ve dalkavukları sayesinde şu Müslüman ve münevver milletin tarihine, inanç ve iman umdeleriyle yaptıklarını, gerçekleştirdiklerini inkâr ve yok sayarak saldırmaya tabir-i diğer ile kusmaya devam ediyorlar… Çünkü bunların karşısında ne tüccar tarihçi, küçük ve güdük Profesörleri, ne sadece isimden ve bale-operalardan-festivallerden ibaret olan Kültür Bakanlığının ne de devletin maalesef hiçbir çalışma yapmadıkları, bihaber gibi davrandıkları gayet aşikâr bir şekilde görülüyor ki…

Türk Tarih Kurumunun yayınladığı Brockelman’ın “İslâm Ulusları ve Devletleri Tarihi”nde yer alan sultan II. Mehmed Fatih hakkında yazılan ve yayımlanan akıl almaz iftira ve yalanlar; Kardak yayınlarının neşrettiği ‘Fatih’ isimli taraflı kitapla, yalan ve yanlışta, iftirada yarışmaktadır… Ve bu kitaplar İstanbul’un orta yerinde sahaflarda serbestçe, bolca satılmaktadır… İçişleri, Dışişleri, Kültür ve Devlet bakanlıklarıyla; üniversiteler bu memlekette, zamanın behrinde Sultan II. Mehmed Fatih’in bir devlet anlamında; alarak ve düzenleyerek bu millete miras bıraktığı TÜRKİYE’DE yok galiba… Meydan boş ve meydancı sarhoş her halde…

İbret ve ders alınacak tarih yazdırılmıyor, yazılmıyorsa ve bir milletin, devletin varlığı noktasında en çok ihtiyaç duyulan ve lâzım olan gerçek ve hakikatlı tarih tam olarak anlatılamıyorsa devlet ve devletin düşmanlarınca bu millete çok büyük bir yanlışlık ve hainlik yapılıyor… Bunları yapanlar orta yerde iken, bunlardan kimsenin hesap sormaması doğrusu çok üzücü…

‘Hakikî vukuatı kaydeden tarih hakikate en doğru şahittir’ eğer hakikî ve hakikatlı tarihimiz yazılabilirse İnşaallah…

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Sistem üzerine



Sistem demek, düzendir, disiplindir, intizamdır, berraklıktır, önünü görmektir ve de güven demektir.

Kâinatta mükemmel bir sistem var. Canlı olsun, cansız olsun bütün mevcudât, kendilerine yüklenen ve ancak İlâhî olmakla tarif edilebilecek muazzam bir program ve sistemin içerisinde hareket etmektedir.

Adl isminin tecellîsindedir sistem.

Rab isminin yansımasıdır sistem.

Rahmet isminin izahıdır sistem.

Rububiyet sıfatının dairesinin gereğidir sistem.

Hâkimiyetin düsturudur sistem.

Hakîmiyet hükümlerinin gereği ve umdesidir sistem.

Gecede güvendir, gündüzde itimattır sistem.

Keyfîliğin zıddı ve panzehiridir sistem.

Her türlü problem ve tıkanıklığın adı ve çözümüdür sistem. Kızmamanın, kızdırmamanın esası ve usûlüdür sistem.

Sistem hakka teslimiyet ve inkıyadın adıdır.

Sistemde şahıslar vardır ama şahsa endeksli olamaz.

Güneşin doğması da, batması da o yüksek sistemin gereğidir.

Yağmurun yağması, soğuğun dondurması, sıcağın yakması hep o düzen ve sistemin gereğidir.

Kuşların ötüşü, çiçeklerin açışı, meyvelerin tutuşu ve olgunlaşması bir sistemin gereği ve sonucudur.

Bu sistemi ve düzeni olanca gücüyle bozmaya çalışan tek aykırı varlık maalesef yine bizleriz, yani insan denen yaratık.

Huzur sıkar sanki burnunu insanoğlunun. Rahatında bile sanki rahatsızlık vardır.

İnsanoğlu, şuurlu veya şuursuz olarak kâinattan kopya ettiği birçok güzel şeyin ve dolayısıyla da sistemlerin hem kurucusu, hem de yıkıcısı konumundadır maalesef. Sebebi de gayet açık ve nettir. “Bencil ve egoist” düşünce. Bunun gerisindeki ana sebep ise “felsefik ve materyalist düşünce” sisteminde boğulmadır.

Hayatı sadece “oyun ve eğlenceden” ibaret gören bir sakil, defolu ve arızalı düşünme sistematiği insanlık haysiyet ve şerefini kemiren en büyük bir illet olarak ve kendi kendini vurup mahveden bir bumerang gibi insanlığı bitirme sürecini acımasızca devam ettiriyor.

Bu amansız illetin tesir girdabına yakalanan biz inananlar güruhu da “dünyevîleştik, istikameti kaybediyoruz, niye istediğimiz ve inandığımız gibi yaşayamıyoruz” diyerek boşuna hayıflanıp dururuz.

Çözümün, kafa, kalp ve ruh üçgenindeki İlâhî sisteme her yönde uymaktan geçtiğini nazarî olarak biliriz de; dışardan gelen, semâvî olmayan bu arzî ve felsefik tahakkümün tesiriyle, onun esiri olarak çarpık bir hayat yaşamaya devam eder dururuz.

Fırtınalı bir havada mendireğinden kurtulan pusulasız ve sahipsiz bir gemi misâli dağlarvarî dalgaların savuracağı kuytu limanı çoğu kez arar dururuz. Çünkü fıtrî programımız ve sistemimizin zembereğini dünyevî câzibeler boşaltmıştır. Fıtrî ve öz benliğinin sisteminden kopan zincirleri başka bir sistemin idare ve tatmin etmesi zor değil imkânsızdır.

İnsanlığın saadet ve huzuru, bilinen sistemin bire bir uygulanmasına bağlıdır. İnsanlığı bu tehlikeli uçurumun derin gayyasından kurtaracak tek ve yegâne çare; tarihin şehadetinde, Kur’ânî sistemin, Sünnetî düsturların nuru ve rahmetine rızadır ve onlara uygun hareket etmektir.

Bütün insanlar için geçerli olan ortak hareket sistemi, ilk önce kendi sınırlarında kalarak bire bir güzelliklerin tatbikatına başlamaktır. Kudsî dâvâ sahipleri için paylaşabileceğimiz düşünce ise; aile içerisinde iyi bir eş, sistemli bir aile reisi, dost meclislerinde örnek bir ağabey, samimî bir dost, nazik bir abla, fedakâr bir kardeş, toplum içerisinde de istikametli, dürüst, güvenilir bir ferd olmaktan geçer.

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Duâya ne kadar muhtacız!



Mû’cize eseri yaşıyoruz; lütufla, inayetle, ikramla. Binlerce, milyonlarca şartın bir araya gelip hayatın devamını sağlaması, şüphesiz büyük bir mû’cize. Hayatın devamı binlerce şartı gerektirdiği halde, yokluğu ise tek bir şartın eksikliğiyle mümkün. Onlarca çeşit ağaca sahip bir bahçenin suyunun kesilmesiyle kuruması gibi.

Mânevî hayatımızın devamı için de hava, su, gıda gibi mânevî direklere, şartlara ihtiyaç olduğunu unutamayız. Bu şartlardan birisi, hiç şüphesiz hadis-i şerifin ifadesiyle “kulluğun özü”1 olan duâdır. Yine Efendimizin (asm) ifadesiyle en değerli bir hakikattir duâ.2

Kâinatta, emeklemekte olan bir çocuğun annesine muhtaç olmakla arzu ve ihtiyaçlarını karşılaması gibi acz, fakr ve zaafı sebebiyle her an, her saniye Rabbine muhtaçtır insan. Onun yardımıyla ayakta kalır, huzur bulur. Hergün hergün kıldığımız kırk rekâtlık namazda “Ancak Senden yardım dileriz” derken maddî mânevî her hususta O'nun yardım ve inâyetiyle ayakta kaldığımızı dile getirmez miyiz? Eksik olmayan belâ ve felâketlere nasıl göğüs gerebilir, ihtiyaç duymaktan uzak kalamadığımız arzularımızı O'nun yardımından başka nasıl karşılayabiliriz? Resûl-i Ekrem (asm) ümmetine sık sık duâ etmeyi emrederken, duânın başa gelmiş ve gelecek şeyler için faydalı olacağını bildirir.3

Yine Peygamberimiz (asm), namazların hemen peşinden yapılan duâlar ile gece yarısından sonra, üçte biri kaldığı zaman yapılan duâların makbul olacağına dikkat çeker.4 Her gece, gecenin üçte biri kaldığında, Cenâb-ı Hakk’ın, rahmetiyle dünya semasına tecellî ettiğini ve şöyle buyurduğunu da bildirmiştir. Rabbimiz buyurur ki: “Bana duâ eden yok mu, duâsını kabul edeyim? Benden bir dilekte bulunan yok mu, dileğini yerine getireyim? Günahlarının bağışlanmasını isteyen yok mu, bağışlayayım?”5

Ne güzel bir fırsattır bu bir kul için. Farzların hemen akabinden okuyageldiğimiz âfât duâsı da mânevî hayatımız için son derece önemli. Bu duâda salât-ü selâmdan sonra Rabbimizden bizi her türlü korku ve belâdan korumasını, ihtiyaçlarımızı karşılamasını, kötülüklerden arındırmasını istiyoruz.

Duâya ne kadar muhtacız!

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Daavât: 1.

2- Tirmizî, Daavât: 9.

3- Tirmizî, Daavât: 102.

4- Buhârî, Teheccüd: 14.

5- Müslim, Müsâfirîn: 168;

Ebû Dâvud, Sünen.

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hatayı vesvese haline getirmemek



Ali Bey: “Sık olarak, kaçıncı rekâtta olduğu konusunda tereddüde düşen kişi ne yapmalıdır? Sizce bu konuda kesin çözüm nedir? Hataya düşmemek için ne yapılabilir?”

İster ibadet içinde, ister ibadet dışında olsun, hata kulun süsüdür. Hataları affetmek de Rabbimizin şanından ve sıfatlarındandır. Şeytan kendisi af yoluna başvurmadığı için, bizim de hatalardan sonra affedici bir Rabbimiz olduğunu hatırlamamızı istemez. Bizim namazımızın fesada gittiğini ve bozulduğunu telkin eder. Böylece vesveselerimizi arttırır ve namazdaki huzurumuzu bozar. Biz namazda; “Aman, hata yapmayayım”, “Eyvah! Namazım fesada gidecek!” dedikçe şeytana dayanılmaz bir fırsat vermiş oluruz. Vesvesemiz artar. Şüphe ve tereddüt çıkmazına düşeriz. Bu da ibadet hayatımıza zarar verir. Bizi ibadetten soğutur.

Kezâ, hata ve kusur bizim kulluğumuzun mührüdür. Allah’ın Ğafûr (Çok bağışlayan), Ğaffâr (Sürekli bağışlayan), Afüv (Affeden), Tevvab (Tevbeleri kabul eden) isimleri bizim hata yapmamızı gerekli kılarlar.1 Çünkü bu isimlerin şemsiyesini ancak hata yapınca üzerimizde hissederiz. Hatasız ve kusursuz olsak Allah’ın bu güzel isimlerini bilemeyeceğiz, tanıyamayacağız, kavrayamayacağız.

Hatalarımız sayesinde Allah’ın affedici ve bağışlayıcı olduğunu hatırlıyoruz, yaşıyoruz, kavrıyoruz, tanıyoruz! Allah’ı tanımaktan büyük nimet ve ihsan bulunabilir mi? Her hatada Allah’ı hatırlamak, her kusurda Allah’ı anmak, Allah’a dönmek ve Allah’a sığınmak ne büyük bir nimettir! Âdem Aleyhisselâm ile muhterem eşi hata yaptılar, fakat hiç vakit kaybetmeden, “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik! Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz elbette hüsrana düşenlerden oluruz!”2 diyerek Allah’a sığındılar. Allah’a tövbe ettiler. Allah da onların tövbelerini kabul etti.3 Yunus Aleyhisselâm bir hata eseri, öfkelenerek kavmini terk etti. Ardından kendisini balığın karnında buldu. Hata ettiğini anladı ve Allah’a sığınmaya, tövbe etmeye başladı: “Allah’ım! Senden başka ilâh yoktur! Seni her türlü noksandan, kusurdan ve batıl düşüncelerden tenzih ederim. Beni bağışla! Ben kendime zulmedenlerden oldum!”4 dedi. Allah da duâsını kabul buyurdu ve onu içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı.5

Bütün bunları hatayı teşvik etmek için zikredi-yor değilim! Hatalara karşı telâşa kapılmamızın gerek olmadığını vurgulamak, telâşın vesveseyi arttırmaktan başka işe yaramadığını hatırlatmak istiyorum. Ve hata yaptığımızda kendimizi hırpalamamak için yazıyorum. Çünkü vesvesenin zarar verici ısırmalarından uzak kalmamız gerekiyor. Hata yapınca her şeyin bittiğini düşünmememiz gerekiyor. Bilhassa kasıt taşımayan ibadet hatalarının, bizi riyadan uzaklaştırmak ve Allah’a sığındırmak gibi işlevleri bulunduğunu hatırlayıp, üzülmek ve korkmak yerine, sevinç ve şükür içinde biraz dikkat etmemizin yeterli olduğunu kavramamız gerekiyor.

Her hatanın bir telâfisi vardır. Peygamber Efendimiz (asm) namaz hatası konusunda buyurmuştur ki: “Biriniz namazı dört rek’ât mi, yoksa üç rek’ât mi kıldığında şüpheye düşerse, içinden şüpheyi atsın ve kesin bildiğine göre (galip zannına göre) davranıp namazını tamamlasın. Selâm vermeden önce iki secde yapsın. Eğer beş kılmış ise, bu secdeler namazına şefaatçi olur. Eğer namazını tam kılmış ise, bu secdeler şeytanın uzaklaştırılmasına vesile olur.”6

Şu halde namaz esnasında kaç rekât kıldığımızı unuttuğumuzda; namaza ara vermeden düşünürüz, galip kanaatimize göre hareket ederiz. Galip kanaatimiz belirmemişse, azında bulunduğumuzu kabul ederiz. Buna göre namazımızı tamamlar, sonunda da sehiv secdesi yaparız. Meselâ dört rekâtlı bir namazda üçüncü rekâtta mı, dördüncü rekâtta mı olduğumuzu unutmuşsak, galip kanaatimiz de yoksa azında bulunduğumuzu, yani üçüncü rekâtta olduğumuzu kabul ederiz. Bu kabul üzerine namazı tamamlarız. Sonunda sehiv secdesi ile Allah’ın af ve merhametine sığınırız.

Dipnotlar:

1- Lem’alar

2- A’râf Sûresi: 23

3- Bakara Sûresi: 37

4- Enbiyâ Sûresi: 87

5- Enbiyâ Sûresi: 88

6- Buhârî, Sehv, 6, 7

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Devlet "Sünnî" midir?



Milletin durumuna bakılarak ifade edilecekse, Türkiye elbette ki bir İslâm ülkesidir. Zira, halkın yüzde doksan dokuzu Müslümandır. Ayrıca, Türkiye İslâm Konferansı Teşkilâtı üyesidir, hatta şu dönem itibariyle teşkilâtın başkanlığını deruhte ediyor.

Buna rağmen, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yine de bir "İslâm devleti" değildir. Yani, resmî sıfatı ve kànunî mevzuatları itibariyle değildir.

1924 Anayasasının ikinci maddesinde gerçi "Türkiye devletinin dini, din–i İslâmdır" hükmü yer alıyordu.

Ne var ki, bu hüküm bütünüyle muattal bırakıldı ve hiç icra edilmedi. 1927'de ise, bu ibare anayasa metninden de çıkarılıp atıldı.

On yıl müddetle "din hanesi" boş bırakılan anayasa metnine, 1937'de din hanesi yerine "laiklik" prensibi konularak, aslında resmî dinin artık "İslâm dini" olmadığı mânâsı resmen ilân edilmiş oldu.

Son yetmiş yıllık durum bu merkezde iken, bazıları ise tutturmuş hâlâ "Sünnî devlet"ten söz ediyor. Bunlardan biri de KanalD anahaber sunucusu ve Posta gazetesi yazarı M. Ali Birand'dır.

12 Kasım 2008 tarihli yazısında Alevileri "Türkiye'nin zencileri" şeklinde tanımlayan Birand, konuya aynen şu ifadelerle giriyor: "Türk toplumunda, gereken ilgiyi görmeyen, çok önemli bir konumda bulunmalarına rağmen beklentileri karşılanamayan kesimlerden biri de Alevilerdir. Devlet bugüne kadar beklentileri karşılamadı. Neden acaba? Sünnî Devlet, Alevileri kendine tehdit olarak mı görüyor?"

Allah aşkına, şimdi tutup bu yazının neresini düzelteceksiniz? Sakat ve çarpık bir mantıkla başlayan böyle bir yazının devamını hiç kaale almaya değer mi?

Bir kere "resmî devletin dini" diye bir şey var mı ki, mezhebi olsun?

Alevilere şirinlik olsun diye lafazanlık yapmanın, bizce ne bir faydası var, ne de kıymeti.

Son Peygamber (asm)

Bu haftaki "Abbas Güçlü ile Genç Bakış" programını (KanalD) seyreden bazı okuyucularımız, bir akademisyenin çok fahiş açıklamalarda bulunduğunu iletiyorlar.

Programa konuk olarak katılan ve daha çok Atatürk Araştırmalarıyla (bu merkezin eski başkanı) ünlenen Prof. Dr. Mehmet Saray, özetle şu mânâda bazı sözler sarf etmiş: "Tamam, biz Müslümanız, Hz. Peygamber'e inanırız. Ancak. Atatürk de Türk milleti için bir nevi peygamberdir." (Haşa ve kellâ! İman ederiz ki, son peygamber Hz. Muhammed Aleyhissalatü Vesselâmdır.)

Biz sayın Saray'ı böyle bilmiyorduk. Eğer öyle ise, çok büyük, hatta affedilmez derecede büyük hata etmiş.

Zira, "Mustafa" filminde ve yapımcı Dündar'ın röportajlarında da açıkça görüldüğü gibi, M. Kemal din gerçeğini hayattan tamamıyla silme idealini gütmüş. "İktidarı gökten yeryüzüne indirmek"ten söz etmiş, hatta semavî kitapları da birer "dogma" şeklinde nitelemiş. (Hürriyet, 10 Kasım 2008)

O halde, nasıl olur da, bir akademisyen çıkıp bu gerçeğin tam zıddı yönde fikir izharında bulunabilir.

Geçmişte, evet bu türden abukluklar vaki olmuştur. Meselâ, kimi "Atatürk Mevlidi" yazmış, kimi onu peygamber, kimi de onu "Türk'ün İlâhı" diye takdim etmeye yeltenmiştir. Hatta, bazıları da "Kâbe Arab'ın olsun, bize Çankaya yeter" diye zırvalar türetmiştir. (B.K. Çağlar, Moiz Kohen, Edip Ayel gibiler...)

Fakat, bu tür akıl ve bilim dışı, gerçek dışı telakkilerin, zihinleri bulandıran süprüntülerin çok gerilerde kaldığını zannediyorduk. Demek ki, zaman zaman nüksediyormuş yine de...

Bu marazın özellikle Prof. Saray'ın diline nüksetmesini yadırgadığımızı ifade etmek istiyoruz. Son cihad fetvâsı "ekber" miydi? Osmanlı'nın Birinci Dünya Harbine girmesi, birtakım emrivâkiler neticesi oldu. Devlet ve millet, bir anda kendini bu fecî savaşın ortasında buldu. Tuhaflığa bakın ki, meselenin hükümete intikali ve bakanlar kurulunun gündemine gelmesi, birkaç cephede fiilî savaş başladıktan sonra ancak mümkün olabilmiştir. İttihatçı çığırtkanların baskısı sonucu, kabine savaş kararını almak zorunda kaldı. Karara itiraz eden bazı bakanlar görevlerinden istifa etti... Bu arada, Evkaf Nazırlığına da vekâlet eden Şeyhülislâm Ürgüplü Hayri Efendi, bütün Müslümanları savaşmaya dâvet eden bir fetva hazırladı. 14 Kasım 1914'te Fatih Camii meydanında toplanan asker ve ahaliye hitaben okunan bu fetva metninde, Müslümanlar mal ve canlarıyla cihad etmeye davet edilirken, bilhassa İngiltere, Fransa, Rusya, Sırbistan ve Karadağ'da yaşayan Müslümanlar, esaretleri altında bulundukları yönetimlere karşı isyana teşvik ediliyordu. Bunun yanı sıra, Müslümanların müttefik devletlerden Almanya ve Avusturya'ya zarar verecek davranışlardan uzak durmaları isteniyordu. Son olarak da, bu fetvâya uymayanların ağır vebâl ve günah işlemiş olacağı ihtarında bulunuluyordu. Pek işe yaramayan ve ağır şartlar gereği makes bulmayan bu cihad fetvâsını, İttihatçı bozuntuları gazetelerden "Cihad–ı Ekber" ismiyle yaydılar ve öyle de propaganda yaptılar. Oysa, fetvâ metninde "Cihad–Ekber" tâbiri hiç yer almıyordu. Ancak, bu fetvâ şiddetli propagandanın etkisiyle, tarihî kaynakların çoğunda bu haliyle kayıtlara geçti ve maalesef halen de pekçok kimse tarafından bunun "Cihad–Ekber" olduğu zannediliyor. Yanlıştır. (Bkz: O günleri yaşayan ve hadiselere bizzat şahit olan gazeteci–yazar İ. Hami Danişmend'in İ. Osmanlı Tarihi Kronolojisi–IV, s. 419.)

14.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hakikat mesleği ve ispatın lüzûmu



Hakikat mesleğinin olmazsa olmaz şartlarından birisi ispat ve mantıkî izahtır. Ki, zaten Müslümanın mükellefiyeti, sorumluluğu “akıl ve baliğ” olmasıyla başlar. Buna göre mü’min, aklın tercihiyle imân dâiresine girer.1 “Aklı olmayanın dini de yoktur” sözü bunu ifâde eder.

Mükellefiyet akıl ile başladığına göre; İslâmiyet körü körüne imân teklif etmez. Müslüman, delile tâbi olarak akıl, fikir ve kalple imân hakikatlerini kabul eder. Başka dinlerin bâzı ferdleri gibi ruhbanları taklit için bürhanı bırakmaz.2

Diğer taraftan gerçeği araştırırken hâdiselerin sırrını, “aklın ışığı ve fen ilimleriyle”3 çözmeye çalışırız. Hakikate, doğruya ulaşmak da ilim ile olur.4 İlim ise, inceleme ve tecrübelerin mahsulüdür.

Müslüman, bir şeye inanacağı zaman onu sorgular, körü körüne ona yapışmaz. Zira, imânî hükümler, basit bir özet ve taklidî bir tasdikten ibâret değil.5 Vicdânî ve aklîdirler.6 Bundan ötürüdür ki, imânî hükümleri ispat, son derece lüzûmlu. Çünkü, imânın var olup olmadığı (da) sorgu ile anlaşılır.7 Ayrıca, kalbi kâmil imân derecesine çıkaracak, aklı ikna edecek, susturacak olan da bürhandır,8 aklî, mantıkî, ilmî delil ve belgelerdir.

Dolayısıyla İslâmiyet, fikir ve inanç hürriyetinin hiçbir sûrette, hiçbir otorite tarafından sınırlandırılmasına müsaade etmemiş:

“Dinde zorlama yoktur...”9 “Sizin dininiz size, benim dinim bana.”10 “Sizi yaratan O’dur. Böyle iken, kiminiz kâfir olur, kiminiz mü’min.”11 “De ki, bu Kur’ân, Rabbinden gelen bir haktır. Dileyen imân etsin, dileyen kâfir olsun.”12 “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette imân ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?”13 “Vazifemiz size gerçeği bildirmekten ibârettir.”14

Bu ve benzeri âyetler Kur’ân’ın, “taassuptan” uzak, “salâbetli” ve “müdakkik” bir kafa yapısı istediğini gösteriyor. Yâni, gerçeği delillerle bulduktan sonra ona sımsıkı yapışan; düşünme melekesine sahip, aklı keskin, vicdanı hür, kalbi mutmain bir Müslüman tipi...

Diğer taraftan Kur’ân, mutlaka araştırarak başta kalbimiz olmak üzere sâir duygularımızı da doyurmamızı ister: İbrahim, Rabbine: ‘Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster’, demişti. Rabbi ona: ‘Yoksa inanmadın mı?’ dedi. İbrahim: ‘Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için’, dedi.15 Bunun da, delilleri serdederek ispat ve izâh gerektirdiği izâhtan vârestedir.

İspat şarttır. Çünkü, Nasârâyı (Hıristiyanları) ve benzerlerini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azil ve bürhanı tard (aklı ve delili kovmak) ve ruhbanı (rahipleri) taklit etmektir. Hem de İslâmiyeti daima tecellî ve fikirlerin genişlemesi nisbetinde hakaiki inkişaf ettiren, yalnız İslâmiyetin hakikat üzerinde olan teessüs ve bürhanla kuşanması ve akılla meşvereti ve hakikat tahtı üstünde bulunması ve ezelden ebede müteselsil olan hikmetin düsturlarına uymasıdır.16

Dipnotlar:

1- Mektûbât, s. 205, 2- Tarihçe-i Hayat, s. 80,

3- Münâzarât, s. 127, 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 102,

5- Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 175, 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 140, 7- Age, s. 46., 8- Sözler, s. 479, 9- Agk, Bakara, 256,

10- Agk, Kâfirûn, 6, 11- Agk, Tağabun, 2,

12- Agk, Kehf, 29, 13- Agk, Yûnus, 99, 14- Agk, Yâsin, 17, 15- Agk, Bakara, 260, 16- Muhâkemât, s. 43

14.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır