"Gerçekten" haber verir 08 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin GÜLTEKİN

Böyle bir “kişisel gelişim” olur mu?



Kitabın adı: “Sınırsız Güç”. Merak sâikiyle mütalâa ettim. Kitap, isminden de anlaşılacağı gibi özetle, hemen her insanda sınırsız güç ve kabiliyetlerin, olağanüstü güç ve duyguların bulunduğunu, eğer insan kendisindeki bu güç ve duyguları kullanmasını öğrenirse, en zor işlerin üstesinden geleceğini, her problemi kolayca çözeceğini, her başarının altına imzasını atacağını, deyim yerinde ise çevresinde adeta bir “süpermen” olarak tanınacağını anlatıyor.

Yine bu kitapta, hemen her insanda çok gizli cevherlerin bulunduğu; fakat çoğu insanın kendisinde bulunan bu kıymetli cevherleri keşfedemediği, bunun için de bir çok problemi çözmekte zorlandığı, hayatta hep başarısız olduğu, hep “Yapamam, edemem” gibi negatif düşündüğü için başarısız, beceriksiz olduğu; halbuki “Bende öyle cevherler var ki, bu sayede her işin üstesinden gelebilirim, kendime güvendikten sonra her işi yaparım. Yeter ki beynime ‘yapabilirim’ mesajını göndereyim. Bunu yaptıktan sonra en zor işler benim için kolaylaşır” psikolojisinin içine girdikten sonra gerisinin kolayca geleceği anlatılıyor.

Merak bu ya, bu meyanda tavsiye üzerine “İçindeki Devi Uyandır” kitabını da okudum. Oldukça geniş muhtevâlı bu kitapta da, özetle, ismiyle mütenasip bir şekilde, hemen her insanın içinde kocaman bir devin bulunduğu, fakat bu devin uyku halinde olduğu, bir çok insanın bunun farkına varmadığı, yani devi uyandırmayı akıl edemediği ve bunun için de beceriksiz ve başarısız olduğu; eğer bir gün iç dünyasındaki bu devi uyandırırsa adeta devleşerek her zorluğun üstesinden geleceği, bir çok başarıya imza atacağı anlatılıyor. Anlaşılacağı üzere, burada, içimizdeki “dev”den maksat, insana verilen akıl, zekâ, istidat ve kabiliyetlerdir.

Yıllar önce bu ve benzeri kitapları okuyunca, kısa bir süreliğine de olsa, bocalamaya başlamıştım. İç dünyamda bazı istifhamlar, bazı tereddütler belirmeye başlamıştı. Bu kitapların anlattıklarına bakılırsa; gerek maddî, gerekse mânevî yönden erişilemeyecek bazı mevkilerde bulunmam icap ederken, şimdi o gibi imkânlardan mahrum oluşum gösteriyor ki, bende hiçbir kabiliyet, hiçbir beceri olmadığı gibi, akıl ve zekâ seviyem de normalin çok altında olmalıydı. Çünkü şu güne kadar bende ne bir “devleşme”, ne de bir “sınırsız güç” oluşmuştu. Doğrusu o kitaplarda anlatılanları anlayarak uygulamayı da bir süre denedim ama ne içimdeki dev uyandı; ne de sınırlı olan güç, istidat ve zekâmda bir artış oldu.

Gerçi çevremde bu çeşit kitapları okuyanlarda veya bu yönde kişisel gelişim uzmanlarından ders alanlarda bazı değişikliklerin olduğu görülüyordu. Lâkin bu değişiklikler de, daha ziyade, haddini aşan, lâubâli bir davranış biçiminde tezâhür ediyordu. Bilhassa gençlerde gurur, kibir ile karışık, her yerde herkese karşı pervasız olma şeklinde kendini gösteriyordu. Bu meyanda aldıkları derslerin yönlendirmesiyle kendilerinde inanılmaz bir güç, bir kabiliyet vehmeden insanlar, “Her işi yaparım, her şeyi bilirim, bütün zorlukların üstesinden gelirim” zehâbına kapılarak, zorla ve tekellüfle icraatlara girişiyorlardı.

Evet, biz biliyoruz ki, Cenâb-ı Hak, insan-oğlunun hamurunu acz ve fakrdan yoğurmuş. O’nun havl ve inâyeti olmasa, insanın gücü ve kuvveti hiçbir şeye yetmez. Küçük bir sineğe gücü yetmediği gibi, çoğu zaman basit bir mikroba mağlûp olur. Yüce Yaratıcı tarafından bize başta akıl, zekâ olmak üzere bazı kabiliyet ve istidatların verildiği doğrudur. Velâkin bize verilen bu duygu ve lâtifelerin gücü ve muhtevası, vahye sırtını dönmüş felsefenin dediği gibi sınırsız olmayıp tam tersine sınırlı, kayıtlıdır. Öyle o kitaplarda anlatıldığı gibi olağanüstü, insanı devleştirecek kuvâ ve lâtifeler de değildir. Sonra bize birer ikram-ı İlâhî olarak verilen o duygular, sırf bu dünya hayatı için değildir. Asıl olarak uhrevî hayatı kazanmak için verilmiştir. Ayrıca o duygular ve lâtifeler, bize, gururlanıp havalara girmek için değil; tam tersine aczimizi, fakrımızı anlayıp Yüce Allah’ın havl ve kuvvetine sığınıp, kulluk vazifelerimizi yerine getirmek için verilmiştir. İşte o zaman gerçek gücümüzü de kazanmış oluruz. Zira “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisâtın tazyikatından kurtulabilir.”

(Bediüzzaman)

08.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ölümsüzlük ülkesi yaptığımız yolculuk



Cennet ücret ve mükâfat diyarı…

Allah için dünyanın çile ve sıkıntılarına katlanmış, kulluk görevini elinden geldiğince yapmaya çalışmış, imanının yanına salih amel katmış, güzel ahlâkla donanmış, günahkâr da olsa imanla gitmeyi başarmış, şefaate ermiş olanların veya bazılarının da günahları kadar ceza gördükten sonra içerisine girecekleri bir âlem…

İnsanların kötü huylardan arındıkları; kavgasız gürültüsüz, barış içinde yaşadıkları, lüks ve konforun, hepsinden önemlisi huzur ve mutluluğun hâkim olduğu bir memleket…

Hiç ihtiyarlanılmayan, sürekli genç kalınan, ölüm denen nesnenin tadılmayacağı, ebediyen yaşanılacak bir ülke…

Duygu ve kabiliyetlerin; maddeten, ruhen, kalben yüz kere bin kere daha inkişaf ettikleri bir âlem…

Allah’ın rızası, hoşnutluğu gibi yüce bir makama erişilen, Cenâb-ı Hak’la görüşülüp konuşulan bir sonsuzluk diyarı…

İşte böyle herkesin imrendiği, dünyada emsâli görülmeyen bu eşsiz diyara Cennetlikler, dolunay ve parlak yıldızlar gibi ışıklar saçarak girerler. İstedikleri şekilde yiyip içtikleri halde tuvalet ihtiyacı duymazlar. Sümkürmezler, burunları akmaz, sindirdikleri besinler güzel kokulu ter ve geğirti hâlinde çıkar.1

Cennetliklere şöyle seslenilir: “Sürekli sağlıklı kalacak, aslâ hastalanmayacaksınız. Sonsuza dek yaşayacak, aslâ ölmeyeceksiniz. Her an genç kalacak, aslâ yaşlanmayacaksınız. Sürekli nimetler içinde yüzecek, hiçbir güçlükle karşılaşmayacaksınız. İşte Cenâb-ı Hakk’ın, ‘Bu Cennet, işledikleriniz sebebiyle size ihsan edildi’2 âyetinin ifade ettiği mânâ budur.”3

Demek her şeyin bir bedeli, karşılığı var. Bu mükâfata erenlerin karşılanışları da farklı. Bunun üzerinde de bir sonraki yazımızda duralım İnşaallah.

Dipnotlar:

1- Buharî, Bed’ül-Halk: 8; Müslim, Cennet : 17-18; Tirmizî, Sıfatü’l-Cenne: 7.

2- A’raf Sûresi: 43.

3- Müslim, Cennet: 22.

08.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz”



Meşrûtiyet (hürriyet, demokrasi) 1908’de ilân edildiği, padişah bazı yetkilerini kansız-hilesiz terk ettiği halde, neden istenilen ve beklenilen mânâda insan hak ve hürriyetlerini kemâliyle yerleştiremedik?

Oysa, insan hakları 1948 yılında değil, 610 yılında ilân edilmeye başlanmış, 632 yılında tamamlanmıştır. Yazılı olarak Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’de yer almıştır. Bu iki temel kaynak, baştan aşağı kul hakları (anne, baba, eş, çocuk, komşu, hayvan, hatta eşya hakları) ile doludur. Onları nakış nakış işler. Ve bu mânâlar, tarihî seyir içerisinde toplumdan topluma, asırdan asıra, kitaptan kitaba uğrayarak bugünkü hâlini almıştır. Ne var ki, Müslümanlar, Kur’ân ve Sünnet’ten uzaklaştıkları nisbette gerilediler, hak ve hürriyetlerden de mahrum kaldılar.

Şimdi muhasebe zamanı! Hak ve hürriyetleri hâlâ yerleştirememişsek, kendimizi sıgaya çekmeliyiz. Tembelliğimiz, nemelâzımcılığımız, çalışmamamız, kendi hakkımızı aramasını bilemediğimiz gibi—kim olursa olsun—hemcinslerimizin hakkını aramakla mükellef olduğumuzu hatırımıza dahi getirmeyişimiz…

Şundan da bîhaber yaşadık: Şeriatın hakikî mesleği, hakikî meşrû meşrûtiyettir/meşverete, ekseriyetin görüşüne dayanan1 demokrasidir. Meşrûtiyetin (demokrasinin) vasıfları sıdk (doğruluk/dürüstlük) ve imtiyazsızlıktır.2 Dayandığı nokta, haktır, akıldır, marifettir, kanundur, kamuoyudur.3

Doğruluk, dürüstlük olmadan, bilgi toplumu olmadan, hukuk karşısında eşitlik olmadan demokrasi gelir sandık! Hatta, dindar insanlar, hürriyetin şeriata ters olduğunu vehmedip ona savaş açtı! Oysa, hürriyet, imanın özelliğidir.

Bütün bunların yanında, hak ve hürriyetleri-mizi ayaklar altına alanları ellerimiz patlayıncaya kadar alkışladık! Hak ve hürriyetlerin nasıl alınacağının öğretildiği hukuk fakültelerinde diktatörlere, darbecilere “Aferin, iyi yaptın, bravo, al sana fahrî doktora, al sana cübbe!” diye taltif edildi! Bunlar da Ergenekon’u (neredeyse bütün darbelerin, zorbalıkların arkasında yatan silâhlı ve silâhsız bürokrasinin oluşturduğu derin güç) palazlandırdı…

Avrupa, dört yüz sene dahilî savaşlar ve kavgalar vererek demokrasiyi, inanç hürriyetinin teminatı olan laikliği yerleştirdi. Ne var ki, biz hak ve hürriyetlerimiz için bir şey yapmadık… Ancak, yine de demokrasiye geçişin arefesinde-yiz… Yaklaşık yüz sene önce söylenmiş şu sözleri takip edelim:

“Suâl: ‘Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?’

“Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver husûmetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.

“Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.”4

Bunlara karşı tepki vermemiz; demokrasinin yolunu yapmamız gerekirken, demokrasi için çalışanları yerdik, darbecileri alkışladık! Yukarıdaki ifadelerin sahibi Bediüzzaman’ın, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki aşiretlere meşrûtiyeti, hürriyeti şeriat nâmına kabul etmeleri gerektiğini anlattığı tarih; 1910’un baharıdır. Demokrasinin yolunu yapmadığımıza, tembel kaldığımıza, hatta ona karşı cephe aldığımıza göre, “tamamıyle cemâlini” 2010’un sonunda, 2011’in başlarında görmeyi ümit edi-yoruz İnşallah.

Dipnotlar:

1- Divân-ı Harbî Örfî, s. 22.; 2- Age, s. 30.; 3- Age, s. 33.; 4- Münâzarât, s. 29.

08.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Hakîm isminin penceresinden ev idaresi



Ev idaresi, ev ekonomisi konuları uzun yıllardır üniversitelerde özel bölümlerde talebeler yetiştirmekte, bilimsel veriler ışığında incelenmekte.

Böyleyken, evin gelir ve giderini dengede tutabilecek bir mâlî politikayı uygulayabilmek günümüzde kadın için de, erkek için de hayli zor. Atalarımız, “Ayağını yorganına göre uzat!” demiş, ama tüketim çağının insanı ayağının da, yorganının da ölçüsünü düşünecek halde değil. Evin idaresi anneden babadan öğrenildiği gibi bile değil, artık çoğunlukla TV, modanın son gelişmeleri ışığında yapılmakta.

Sabahın karanlığından akşam karanlığına sonu gelmez ihtiyaçlar peşinde koşturup duran, tüketim ve bencillik kıskacında kıvranan çağımız insanı, “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölsün bana ne?” düşüncesiyle her geçen gün insanlığından da uzaklaşmakta, aç gözlülüğünün tutsağı haline gelmekte.

Dolayısıyla hakikati gören insanların “İlâhî ikaz” olarak değerlendirdiği ekonomik krizin yaşandığı şu günler tam da “kanaat, iktisat, şükür, bereket” kavramlarının tefekkür edilip, yaşantıya aktarılacağı önemli günler.

Yaşadığımız âlemde her şey bir hikmet üzerine hareket eder. Hedefi, maksadı bellidir. Bunu tefekkürle fark eden insanın da yaşadığı âlemle ahenk içinde hareket etmesi gerekir. Hiçbir şeyin israf edilmediği, zerrelerin bile plan ve program üzerine nizamla hareket ettiği sisteme insan da uyum sağlamalı, iktisat, kanaat, şükür vazifelerini yerine getirerek “Hakîm” ism-i İlâhisine âyinedarlık yapmalıdır.

Elmalı kurabiye yapabilmek için…

Bir elmanın çekirdeğinde bile bunu görebilmek mümkündür.

Elmayı yapan Usta Sanatkâr, elmanın geçmişten getirdiği ve geleceğe taşıyacağı bütün bilgileri çekirdek programında yerleştirmiştir. Hangi cins olduğu, kokusu, tadı, rengi…

Gezegenler, mevsimler dönüp de ortam planlanan konuma geldiğinde, elmanın çiçeğinin yapımının ardından meyvesinin yapımına başlanır. Usta San'atkâr incecik bir iple san'atlı elmayı uzun çubuklara takıp güneş ışığında pişirir. Ağacın kökleriyle toprağın derinliklerinden taşıdığı besinleri gövdesi ve dallarıyla elmaya ilâve eder.

“Elmanın çekirdeğini de, Kâinatı da yapan aynı Usta San'atkârdır” diyen kişinin elmaya bakışı elbette San'atkârı hesabına olacak; “zikir, fikir, şükür” fiyatları ile elmanın bedelini ödeyecektir. Besmele ile San'atkârı zikir, san'atı ile nimeti tefekkür, şükür ile Nimeti Veren Zata teşekkür ederek kâinatın en şerefli varlığı olduğunu gösterecektir.

İnsana düşen tembellik, lâkaytlık, israf tuzaklarına düşmeksizin tabiattaki “âdetullah” denilen kuralları nazara alarak elma ağacının bakımını yapmak, gübrelemek, ilâçlarını vermektir.

Sözgelimi çiftçi çiftçiliğini bilimsel kurallara uygun yerine getirmelidir.

Ev hanımı iktisata dikkat ederek alış verişini yapmalı, malzemelerini israf etmeden kullanıp, dengeli bir ev ve mutfak düzeni oluşturmalıdır.

Evet, bir hanımın mutfağa girip elmalı kurabiye yapabilmesi için güneş, gezegenler, bütün varlık âlemi yardımlaşmalıdır. Elmalı kurabiyenin malzemelerinin bir araya gelebilmesi ve hazırlanabilmesi için, aslında kâinatın bütün zerrelerinin Usta San'atkârın “Kün!” emriyle seferberliği gerekir! (Not: Hakîm ismi eşyanın yaratılışında aşamaları, basamakları gerektirirken; Hay ve Kayyum isimleri gereğince aslında her an yaratılış söz konusudur.)

Aslında bu tablo bir mü’minin varlık âlemine bakış açısını da özetler. Hayata bu şekilde bakan bir insanın, evini idare ederken nimeti hürmetsizlikle israf etmesi, beğenmemesi, bencillik içinde paylaşmaması, ihtiyacı olanlara vermemesi, evinde gelir ve gider dengesini gözeten bir plan yapmaması mümkün müdür?

Evet, “Yuvayı dişi kuş yapar” derler ya, dinimizin getirdiği ölçülere göre evin iç işlerinin idaresinden sorumlu olan biz hanımlara büyük iş düşüyor. İsraf etmeden, nimeti gönderen Zâtı unutmadan, iktisat, kanaat ve şükür duyguları içinde Rabbimizin ikram ve ihsanlarının ne derece bilincindeyiz? Elimizdekini paylaşma, yardıma ihtiyacı olanlara ulaştırma noktasında neler yapıyoruz?

Evin idaresini dengelemeye çalışırken, varlık âlemini hikmetle çeviren Zatı tefekküre ne kadar zaman ayırıyoruz?

Huzurun anahtarı bu sorularda gizli değil mi sizce de?

08.02.2009

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Nur hizmetinde yetmiş yıl (2)



Urfa Hapishanesi.

Oranın da diğerlerinden hiçbir farkı yoktu. Kötü şartlar, katı kurallar, gaddar savcılar, merhametsiz müdürler, despot gardiyanlar, insafsız jandarmalar, hapiste bile suç işlemeyi meziyet sayan mahkûmlar ve sadece kitap okudukları için hapsedilen Nurcular.

O günün şartlarında Nur talebeleri böyle hapishâne hâllerine âşinâydı. Said Nursî’ye muhabbet besleyip Risâle-i Nurları okumak isteyen herkesin de gerektiğinde o şartlarda yaşamayı göze alması gerekirdi.

Abdullah da, Hüsnü de, Zübeyir de bunu biliyorlardı. Hatta daha önce öyle hâlleri yaşayanlara imrenmişler ve hapishaneye girmek için kendilerini ihbar etmişlerse de girememişlerdi.

Buna rağmen, ilk defa Urfa’da hapse girdiklerinden, intibak etmekte biraz zorlanacaklarını düşünmüşlerdi ama öyle olmadı. Savcının, kötü koğuşlara vermelerini istemesine rağmen müdürün müsamahası ve onları tanıyan bazı gardiyanların yardımı neticesinde iyi koğuşlara yerleştirildiler.

Fakat onları asıl iyi karşılayanlar, mahkûmlar oldu. Onların, yaşlarından beklenmeyecek olgun tavırlar içinde hareket ettiklerini ve namazlarını kıldıklarını görünce hapishânenin, yeni gelen mahkûmlara uygulanan zecrî teâmüllerini uygulamadılar.

Mahkûmların ekseriyeti yaşça kendilerinden büyük oldukları halde onların etrafını sardılar ve başlarından geçen hadiseleri anlatıp sorular sorarak hâl danıştılar, verdikleri tavsiyelere uydular.

Bu vaziyetten haberdar olan savcı “Bunları mahkûmların arasına koymayın, onları da zehirlerler” diyerek hapishane görevlilerini uyardı ve üçünü bir koğuşa koymalarını istedi.

Bu sefer savcının talimatına uyan gardiyanlar onları ayrı bir koğuşa yerleştirdiler ama bu durumdan rahatsız olan mahkûmların talebi üzerine akşamları koğuşlarının kapısını kilitlemediler.

Böylece onlar da her akşam hapishanenin koğuşlarına dağılarak mahkûmlarla birlikte namaz kıldılar, dersler yaptılar, sorularını cevaplandırdılar ve âdetâ hapishaneyi mektebe çevirdiler.

Bulundukları yer hapishâneydi ama onlar hâllerinden, mahkûmlar da onlardan memnundular. Savcı uzun süre onları hapishanede tuttuktan sonra mahkemeye çıkardı, hakim de tevkif etti.

Hükümet, Malatya Hadisesi’nin de tesiriyle Nurcuların dosyalarının Isparta’da toplanmasını isteyince Abdullah, Zübeyir ve Hüsnü askerlerin nezaretinde oraya sevk edildi.

Yola çıktıklarında onlara da naklettikleri diğer mahkûmlara yaptıkları gibi muamele eden jandarmalar, yol boyu biraz sohbet ettikleri gençlerden hiçbir zarar gelmeyeceğini anladılar ve kelepçelerini çözdüler.

Antep’e vardıklarında trenin geç geleceğini öğrenince istasyonda biraz beklediler. Sıkılınca silâhlarını Abdullah'a ve arkadaşlarına teslim ederek çarşıya gezmeye gittiler. Hareket saati yaklaşınca gelip yola çıktılar.

Isparta’ya vardıklarında yorgun ve perişandılar. Adliyeye gitmeden önce jandarmalardan izin alıp hamama gittiler, Hüsrev Efendiyi ziyaret ettiler ve gelip teslim oldular.

Isparta’da, Urfa’da yaşadıklarının tam tersi muamelelere muhatap oldular. Savcı sadece dosyalarını istediği insanların tutuklanıp getirildiğini görünce şaşırdı. Onlara, suçsuz olduklarına inandığını, okudukları kitapları herkesin okuması gerektiğini düşündüğünü söyleyerek gönüllerini aldı.

Aslında hemen serbest bırakmak istiyordu ama bu kararı ancak onları tevkif eden Urfa Mahkemesi verebileceği için oraya yazı yazdı. Cevap gelinceye kadar hapishanede kalmaları gerektiğinden hapishane müdürüne, onları iyi bir koğuşa yerleştirmelerini söyledi.

Nur talebelerine hasımane muamele eden hapishane müdürü, savcının talimatına itibar etmedi. Abdullah’ı ve arkadaşlarını azılı fikir suçlularının tutulduğu hücreye koydu. Orada çok zor şartlar altında on beş gün kadar kaldıktan sonra savcının müdahalesi üzerine çıkarılıp daha iyi bir koğuşa yerleştirildiler.

Urfa Mahkemesi’nin tevkif kararında ısrar etmesi yüzünden Isparta Savcısı ile aralarındaki yazışmalar aylarca devam ettiğinden Nur talebeleri Ramazanı da hapishanede geçirdiler ve ancak bayram arefesinde serbest bırakıldılar.

Hapishâneden çıkar çıkmaz Said Nursî’yi ziyarete giden Abdullah, Hüsnü ve Zübeyir, onun İstanbul’da olduğunu öğrenince oraya hareket ettiler. Yirmi gün kadar Üstadlarının yanında kaldıktan sonra hizmet mahallerine döndüler.

Abdullah Urfa’ya varınca ilk iş olarak savcılığa gidip müsadere edilen kitaplarını istedi. Savcılık kitapları vermemek için yine ehl-i vukuf raporunun gelmemesini bahane etti. Diyanet İşleri Başkanlığından, Risâle-i Nurlarda suç teşkil edecek bir hususun olmadığına dair güzel bir rapor gelince hepsini vermek zorunda kaldı.

O günlerde Yunanistan, Suriye, Irak, Finlandiya gibi ülkelerden Risâle-i Nur talepleri gelince, Zübeyir’in postahanede çalışmasından ve müdürün dostluğundan da istifade ederek oralara bol miktarda kitap gönderdiler.

Bir süre sonra Zübeyir bakanlık emrine alınmak istendiği için memuriyetten istifa ederek Üstadının hizmetine girdi. Hüsnü de Bediüzzaman’ın arabasını kullanmak için Isparta’ya gitti.

Abdullah, Urfa’dan hiç ayrılmadı. Gerçi zaman zaman değişik vesilelerle Isparta’ya veya Emirdağ’a gidip Üstadı ile görüştü. O ziyaretlerden birinde Said Nursî onu da varisleri arasına aldı.

Üstadının verdiği her vazifeyi hassasiyetle yerine getiren Abdullah, beş on gün onun yanında kaldıktan sonra tekrar hizmet mahalline döndü. Hizmetlerini aksatmamak için sıla-i rahimi bile çoğu zaman babasına yazdığı mektuplarla ifa ederek memleketine gitmedi.

Dâvet edildiği zaman Urfa’ya geleceğini söyleyen ve bazı eşyalarını da gönderen Bediüzzaman Said Nursî, 21 Mart 1960 tarihi geldiğinde, Abdullah oradaydı. Onu İpek Palas Oteli’ne yerleştirdi. Ahali ile ve resmî makamlarla da ekseriyetle o muhatap oldu.

İçişleri Bakanının Bediüzzaman’ın Isparta’ya dönmesi için baskı yapması, emniyet mensuplarının da onu taciz etmesi üzerine gece postahaneye gidip Başbakan Menderes’e telgraf çekti. Geldiğinde Üstadının nefes almadığını fark etti ise de Bayram ve Zübeyir uyuduğunu söyledikleri için o da onlarla birlikte sabaha kadar başında bekledi.

Sabahleyin ziyarete gelen Hafız Mehmed Efendi, Said Nursî’nin vefat ettiğini söylediği zaman o da çok üzüldü, hıçkırıkları boğazına düğümlendi, gözyaşlarını tutamadı.

Buna rağmen vefat hadisesini metanetle karşıladı. Bir yandan nakil, gasil, tekfin, defin işleri ile meşgul olurken, diğer yandan postahaneye gidip telgraf çekerek başka yerlerdeki Nur talebelerini haberdar etti.

Cenazenin defninden sonra Zübeyir’le birlikte taziyeleri kabul ettiler. Ardından mezarı yaptırdılar. Çok fazla ziyaretçi geldiği, her gelen de kendi âdetlerine göre ziyaret etmek istediği için yanlış anlaşılmalar yüzünden bazı nahoş hadiselerin vuku bulmasına meydan vermek istemediklerinden nöbetleşe mezarın başında beklemeye başladılar.

Bu hayat hâli, Yirmi Yedi Mayıs İhtilâline kadar devam etti. İhtilâlciler, onların Urfa’dan gitmelerini istediler. Onlar kabul etmeyince de tutukladılar. İfadelerini alan askerî hakim suçsuz olduklarına kanaat getirerek serbest bıraktı.

Onlara yapılan baskıların artarak devam etmesi üzerine oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Abdullah memleketine gidip bir süre sıla-i rahim yaptıktan sonra Adana’ya gitti.

Gazetelerden, 12 Temmuz’da Bediüzzaman’ın mezarının yıkıldığını ve naşının bilinmeyen bir yere nakledildiğini öğrenince hemen Urfa’ya döndü. Yirmi gün kadar bir Nur talebesinin evinde kaldı. Mezarın hâlini görmek isteyince yakalandı ve tekrar şehir dışına çıkarıldı.

Aslında bir yolunu bulup tekrar gizlice Urfa’ya dönmek istiyordu ama artık orada emniyetin kendisine hizmet etme fırsatı vermeyeceğini anladı ve bir süre Antep’te kaldıktan sonra Adana’ya geçti.

Adana cemaati ona, o da Adanalılara âşina olduğundan kısa zamanda güzel bir hizmet zemini teşekkül etti. Abdullah orayı asıl hizmet mahalli olarak seçmekle birlikte sık sık bazı Nur talebelerini de yanına alıp çevre illere hizmet gezilerine giderek Nur’un bölgede intişar etmesine vesile oldu.

Ülkenin istikrarını, milletin huzurunu bozan 12 Mart Muhtırasını takip eden günlerde, ders esnasında dershaneye baskın yapıldı ve 47 kişi ile birlikte tutuklanarak hapsedildi.

O kadar Nurcunun girmesi ile Adana Hapishanesi de bir Medrese-i Yusufiye hâline geldi. Hemen hemen her koğuşta Nur dersleri yapıldı, mahkûmların çoğu namaz kılmasını ve Kur’ân okumasını öğrendi.

Abdullah Yeğin, hapishaneden çıktıktan sonra İstanbul’a gitti. Bir yandan istişarelere katılıp hizmetlerin işleyişine yardım ederken diğer yandan, daha önce Zübeyir Gündüzalp’in teşviki ile hazırlamaya başladığı Yeni Lügât’i tamamladı. Hizmet Vakfı’nı kurdu ve yönetti.

Bu arada, sık sık Almanya’ya ve Nur talebelerinin bulunduğu diğer Avrupa ülkelerine giderek hizmetin oralarda da inkişaf etmesine zemin hazırladı. Tevafuklu Kur’ân’ın tâb edilmesi için alınan matbaaya müzahir oldu.

Urfa’da yıllarca birlikte hizmet ettiği Zübeyir’in vefatından sonra, Nur hareketi içinde bazı farklı hizmet temayülleri başlayınca onun etrafında takva hâliyle yaşama ve dershanelerde münhasıran risâle okuma esasına dayanan bir hizmet grubu teşekkül etti.

Memleketi olan Kastamonu’da, Bediüzzaman’ın hatıralarını taşıyan yerleri korumaya itina gösterdi. Onun sekiz sene kadar kaldığı evin yerine, aslına uygun olmasa da yeni bir dershanenin yapılmasına vesile oldu.

Nur hizmeti dünyaya yayıldıkça, diğer saf-ı evveller gibi ona da yeni seyahat yolları açıldı. Onu Üstadının yadigârı sayan Nur talebeleri, yaptıkları faaliyetlere ve açtıkları dershanelere dâvet ettiler.

O da meslek, meşrep farkı gözetmeden ve uzak yakın demeden çağırılan her yere gidip dersler yaptı, hizmet maksadıyla tertiplenen sempozyumlara, konferanslara dinleyici olarak iştirak etti.

Bazı Nur talebeleri ve hizmet mevkuteleri, her sene Bediüzzaman’ın vefat tarihi olan 23 Mart günü, yaşayan diğer saf-ı evvellerle birlikte onu da ziyaret etmeyi ve yazılı, sesli, görüntülü röportajlar yapmayı âdet hâline getirdiler.

Abdullah da her gelene Risâle-i Nur’u ve Said Nursî’yi anlattı.

***

Yıl, 2009.

Abdullah Yeğin 85 yaşında.

Bu sene onun yetmişinci hizmet yılı.

Küçük bir orta mektep talebesi iken başladığı Risâle-i Nur hizmetleri sırasında çeşitli zorluklar çekti, zaruretler yaşadı, cezalar aldı, hapishanelere atıldı, sürgün edildi ve daha pek çok eziyetlere maruz bırakıldı.

Ama o vazgeçmedi.

İş güç, makam mevki sahibi olma, evlenip yurt yuva kurma, mal mülk edinme gibi dünyevî maksatlar, hedefler ve meşgalelerle hiç meşgul olmadı. Hizmete adadığı ömrünü hizmetle devam ettirdi.

Hizmet maksadıyla yeryüzünde gitmediği kıt'a, uğramadığı memleket kalmadı. Ülkede ve dünyanın değişik yerlerinde yüzlerce Nur dershanesinin açılmasına ve oralarda binlerce Nur talebesinin yetişmesine vesile oldu.

Nur hizmetinde yetmiş sene böyle geçti. Gittiği her yerde Nur’un intişar ve hizmetin inkişaf ettiğini gördükçe şevk aldı, şevk verdi. Bu müşfik ve müşevvik vasfı, bundan sonra da devam edecek inşaallah.

Çünkü o, Üstadının taltifiyle ‘Nurcuların ağabeyi’dir.

08.02.2009

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Zafer Gazzelilerindir



Arap basınında, Kuveyt el-Vatan gazetesinden Fuad Haşim gibi birtakım köşe yazarları şom ağızlılık yapıp, Gazze zaferini küçümsediler. Hatta daha da ileri gidip, “Bu bir zafer değil; hezimettir” dediler. Ama dünyanın birçok ülkesinde milyonlarca insanın sokaklara düşüp savaşı protesto etmeleri, Gazzelilere yardım göndermek için görülmemiş bir şekilde kolları sıvamaları, insan hakları kuruluşlarının İsrail askerleri hakkında savaş suçu işledikleri iddiasıyla uluslar arası mahkemelerde dâvâ açmaları, İsrail’e karşı işletilecek hukukî süreci görüşmek için Şubat ayı sonunda Katar’da uluslar arası bir konferans düzenlenecek olunması, zulme fiilî olarak dur demek isteyen Venezuella’nın İsrail Büyükelçisini kovması ve bunu Bolivya’nın takip etmesi, Gazze’de zafer kazanıldığının delilidir.

Ancak zafer ne Hamas’ındır; ne de diğer grupların. Bu zafer, yaklaşık iki yıldır uygulanan ambargonun sebep olduğu açlık ve hastalıklara sabreden ve üç hafta boyunca da ateş altında kalmaya tahammül eden Gazzelilerindir.

İsrail’in 50 yıldır uyguladığı zulüm ve işkence, Filistinlileri özgürlük isteklerinden bir an dahi uzaklaştıramamıştır. Gazze’de olup bitenler, Filistinlilerin öldürüldükçe daha çok kuvvetlendiğini ortaya koymaktadır. Filistinliler, efsânevî anka kuşu gibi küllerin arasından tekrar tekrar canlanarak “Beni yok etmeye gücünüz yetmez!” diye haykırmaktadırlar.

Ancak dış düşmana karşı göstermiş oldukları bu kuvvetli iradeyi, kendi aralarında birlik ve beraberliği sağlamakta gösteremediler ne yazık ki.

Dolayısıyla da, Gazze’de kazanılan zafer gerçek zafer değildir!

Gerçek zafer; sağcısı, solcusu, milliyetçisi, tabiri câizse İslâmcısı, bütün Filistinliler bir kelime üzerine anlaştıkları zaman kazanılacaktır. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, enelerden sıyrılarak “Filistin dâvâsı” gibi hak bir dâvâ üzerine yapılacak olan böyle bir ittifak, zafer değil; “Fethü’l Mübin” olacaktır İnşaallah.

Filistinlilerin ittihad etmekten başka çareleri yoktur. Çünkü gerçek kuvvet, kardeşinin nefsini şerefte, makamda, teveccühte ve maddî menfaatte kendi nefsine tercih etmekle kazanılır.

Bediüzzaman Said Nursî, gerçek kuvvetin ittihadda olduğunu Lem’alar adlı eserinde gayet beliğ bir şekilde anlatmıştır. Birlikteki kuvveti açıklarken, rakamların ayrı ayrı olarak kazandıkları değerle, yana yana gelerek elde ettikleri değer arasındaki farkı örnek olarak vermiştir.

Buna göre, üç elif ittihad etmezse, toplama işleminde 3 kıymetini alır. Sırt sırta verip ittihad ederse 111 kıymetini alır. Yine 4 adet 4 toplanarak 16 olurken, aynı maksat, aynı vazife için bir çizgi üzerinde yan yana geldikleri zaman 4444 olur. (Bkz. 21. Lem’a)

Böyle müthiş bir kuvveti elde etmek için Halid Meşal gibi halk üzerinde etkili olan Hamas liderlerine çok iş düşmektedir. Hamas liderleri, başta Fetih olmak üzere bütün Filistinli gruplara kucak açıcı olmalıdırlar. Bediüzzaman’ın tabiriyle, husûmeti unutup, ‘muhabbet fedâileri’ olmaları lâzımdır.

Filistin siyaset arenasında istenilen şey îtidaldir. Kardeş kavgasını bitirmek için izlenmesi gereken en hikmetli yol, Arapların deyimiyle “Asayı ortadan tutmak”tır.

Gazze savaşı sonrasında bütün gözler Hamas’ın üzerinde olduğundan, Hamas liderlerinin söz ve davranışlarına âzamî ölçüde dikkat etmeleri gerekiyor. Çok tehlikeli olan zafer sarhoşluğuna kapılmamaları lâzım!

Ne yazık ki, Hamas liderlerinin zaman zaman îtidalden uzaklaştıklarını gözlemliyoruz.

Meselâ, savaşın hemen akabinde Suriye’den Arap ve İslâm ümmetine seslenen Halid Meşal, “Paranızı fâsitlere vermeyin. Ki onların kim olduğunu siz çok iyi bilirsiniz! Paranızı ya Hamas hükümetine verin; veyahut bizzat kendi müesseseleriniz tarafından yardıma muhtaç Gazzelilere ulaştırılsın” demesi hiç de uygun değildi.

Bu şekilde itham içeren sözlere cevap verilmekte gecikilmedi. Ve daha da şiddetli sözlerle cevap verildi. Fetih’in bâriz isimlerinden olan Yaser Abdu Rabbuh “Hamas İsrail’in gizli emellerine alet oluyor. İsrail Gazze’yi Filistin vatanından koparıp, Mısır’ın üstüne yıkmak istiyor. Ve Hamas gütmüş olduğu siyasetle bu sinsi emele hizmet ediyor” dedi.

Halid Meşal’ın son olarak ortaya attığı Filistin Kurtuluş Teşkilâtının yerine başka bir teşkilât kurulması önerisi ortalığı daha da kızıştırdı. Bize göre, Halid Meşal, uygun olmayan bir zamanda yapmış olduğu bu teklifiyle hata işlemiştir.

Tarihi kırk yıl öteye kadar giden Filistin Kurtuluş Teşkilâtının içinde kurtçukların kaynadığı mâlûm. Bu kurtçukların teşkilâtın bütün bünyesini sarmalarına engel olmak için temizlenmesi elbette gerekir. Lâkin şu an için derin temizlik yapmak niyetiyle evdeki kirli çamaşırları ortaya çıkarmak, âleme rezil olmaktan başka bir işe yaramaz.

FİTNE ATEŞİNİ SÖNDÜRÜN!

Arapça fe-te-ne fiil kökünden türeyen fitne, küfür, fısk ve fucûr anlamına geldiği gibi kavga ve kargaşalığı da tanımlar. Fitne ateşi hemen söndürülmezse, kolaylıkla yayılır ve kontrol edilemez hale gelir. Böylece yaş kuru ne varsa, yok olur gider.

Cenâb-ı Hak Enfal Sûresi 25. âyette “Öyle bir fitneden sakının ki geldiği zaman içinizden sadece zalimlere isabet etmez” diye buyuruyor.

Bakara Sûresi 217. âyette ise “Fitne savaşmaktan daha şiddetlidir” diye buyuruyor.

Müslümanlar arasında fitne çıkarmak şeytanın desiselerindendir. Şeytanın şe’ni tahrip etmek olduğundan, birlik ve beraberlikten nefret eder. Müslümanlar arasında bulunan muhabbet tarlasına mayın döşeyen şeytan ve yandaşları, Müslümanları bu mayınlara bastırabilmek için türlü türlü hileleri icad ederler. Bakara Sûresinin 208. âyeti şeytanın bu desisesini açıklıyor ve kanmamamız için bizi ikaz ediyor:

“Ey iman edenler! Toptan barışa girin. Şeytanın adımlarına tâbi olmayın. Muhakkak ki o size açık bir düşmandır”

“Fitne kapılarını kapamak şeriatın güzelliklerindendir” kaidesince Filistin yarası sorumsuzca sarf edilen acı sözlerle daha da derinleşmeden, sağduyulu birilerinin çıkıp Hamas ve Fetih arasında yapılan bu söz düellosunu durdurması lâzım.

Aksi halde Filistin dâvâsına yazık olacak; hem de çok yazık!

Son sözü yine Kur’ân söylesin:

“İhtilâfa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider.”

(Enfal Sûresi, 46. âyet)

08.02.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




Mehmet KARA

Bakar mısın şu sözlere?



“Kur’ân öğretilsin’ demek din istismarı sayılır mı? Hiç olur mu? Bu çok tehlikeli bir laiklik anlayışı. Hangi sapık zihniyet böyle anlar? Böyle anlayanı tedâvi etmek lâzım. Batı medeniyetini iyi anlamak lâzım. İnsan haklarının temellerinden biri de inanç özgürlüğü ve inancını öğrenme özgürlüğüdür...”

Önce çarşaflılara törenle rozet takarak “çarşaf açılımı”, sonrasında ise Kur’ân kursu konusunda “açılımlar”a imza atan CHP’nin Genel Başkanı Baykal’a bu sözleri Radikal gazetesinin Ankara Temsilcisi Murat Yetkin’in “Kur’ân kursu açılımı din istismarı olarak anlaşılır mı?” sorusu üzerine söylemiş.

Baykal’ı tebrik etmek lâzım! Bu sözleri yıllardır inançları dolayısıyla horlanan, bazı isimlerle damgalanan, okullara alınmayan, 12 yaş sınırı getirilerek çocukları yaz Kur’ân kurslarına gönderemeyen insanlar söylüyordu. Ama kulaklar sağır, gözler kördü sanki. Her seçim öncesinde olduğu gibi yine bazı konular istismar konusu yapılmaya devam ediliyor.

CHP’nin çarşaf açılımı görülmüştü. Düzenlenen törenlerle “Biz insanların giyim kuşamıyla ilgili değiliz” diyerek çarşaflı, başörtülü hanımlara parti rozeti takılmıştı. Baykal’ın çarşaflı hanımlara rozet takmasının ardından yazdığımız bir yazıda şöyle demiştik: “CHP’nin başörtüsü ile ilgili son hareketinde samimî olmadığı ortada. Aklı selim hareket eden hiç kimsenin de geçmişi malûm CHP’nin samimî olduğunu düşündüğünü sanmıyorum. Bir mânâda dinî duyguları siyasete alet ettiği, bu hareketinin takiyye olduğu, halkın dinî duygularını kullanarak oy devşirme peşinde oldukları bal gibi ortada iken de kalkıp samimiyet aramak abesle iştigâldir.” (21.11.2008)

Keşke yanılsaydık da samimî oldukları ortaya çıksaydı. “Başörtüsü sorununu çözeceğiz” demediler ama bu tür yaklaşımlar belki bir yumuşama meydana getirir, inançları gereği başını örten hanımlar rahat okuyabilir, çalışabilirlerdi…

* * *

Şimdi de kalktılar CHP’den beklenmeyen bir açılama daha imza attılar. Önceki açılımın foyası 3 ayda ortaya çıktı, bakalım bunun foyası ne zaman çıkacak?

Bildiğiniz gibi, CHP Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Sefa Sirmen, öyle bir vaatte bulundu ki, CHP’nin icraatları bilindiği için herkes bu vaadi duyunca hayretler içinde kaldı. Sirmen mahallî seçimler öncesi projelerini anlatırken, 29 Mart’ta Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmesi halinde, Kocaeli’de her köy ve mahallede bir “Mahalle ya da Köy Evi” kurulacağını, burada müftülükle işbirliği yapılarak, çocuklara yönelik Kur’ân kursları açılacağını açıkladı. Bu vaat geçtiğimiz haftanın gündemine oturdu.

Aslında söyledikleri normal olan ve yapılması gereken şeyler. Sirmen diyor ki, “Her köy ve mahallede kurulacak evlerde, yaz aylarında ilköğretim çağındaki çocuklar için Kur’ân kursu düzenlenecek. Bu kurslarda dileyenlerin yabancı dil, ya da san'at eğitimi de alabilecek. Aynı evlerde okuma yazma bilmeyen yetişkinler için okuma yazma kursları, meslek kursları da olacak…”

28 Şubat sürecinde AnasolM hükümeti tarafından Kur’ân kurslarına yaş sınırlaması getirilmiş ve 5. sınıfı bitirmeyenlerin (yani 12 yaşını doldurmayanların) bu kurslara katılması yasaklanmıştı. Bu uygulama hâlâ devam ediyor. Bu yaştaki çocuklar bale, müzik, jimlastik eğitimi alabiliyor fakat Kur’ân eğitimi alamıyorlardı. Bu durum yıllardır kanayan bir yara. AKP hükümetleri de bu sorunu bir türlü halletmedi. Olması gereken Sirmen’in söylediğidir. Ancak ne kadar samimî oldukları açılımdan sonra yapılan konuşmalardan sonra ortaya çıktı. Bazı CHP milletvekillerinin, “Çarşaf açılımı hüsrana uğradı. Bunlar çizgimize uymuyor. CHP dinî siyasete alet etmemeli” derken de CHP’nin gerçek çizgisini de anlatmış oluyor. Zira “kaçak” diye yüzlerce Kur’ân kursu bundan önce kapatılmamış mıdır? Hem bakın CHP’li Kemal Anadol “CHP zihniyeti”ni nasıl açıklıyor: “30 yıl önce Erzurum’dan gelip, halen Taksim Meydanını görmemiş İstanbullular var varoşlarda. Varoşlarda herkesin 1 oyu olduğuna göre, siyasal ağırlığı olan yerler. CHP, baştan varoşlardan oy alamayacağım diye politika izlemeye karar verirse, yanlışı o zaman yapar…”

Bu sözlerden sonra da samimî oldukları iddia edilebilir mi? Keşke samimî olsalar da halkın manevî hassasiyetlerine değer verseler. Ama CHP’nin şimdiye kadar yaptıkları da bunun böyle olmadığını ortaya koyuyor. Bunu millet de çok iyi biliyor.

Millet, başörtüsü yasağının kalkmasını, Kur’ân kurslarına getiren yaş sınırlamasının kaldırılmasını, meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliğinin giderilmesini bekliyor. Açılım, saçılım, katılım ve dinin siyasete alet edilmesini istemiyor. Millet samimiyet istiyor. Millet feraset sahibidir, böyle sözlere kanmaz. Yeri gelince meselelerinin çözülmediğini gördüğünde sandığa gömmesini çok iyi bilir. Seçim neler yaptırıyormuş meğer. Birkaç daha fazla oy almak adına her şey siyasete alet edilebiliyor.

08.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kıbrıs'tan başlayan özgürlük



Ergenekon, Davos, CHP’nin çarşaf ve Kur’ân kursu açılımları gibi konuları tartışırken; daha temel ve önemli meseleleri unutmuş görünüyoruz. Bu konular unutulmamış olsa da, gündemin alt sıralarına düştüğü bir vak’a.

Başörtüsü yasağını sona erdirmek maksadıyla bazı illerimizde düzenlenen ‘eylem’lerde çok anlamlı bir pankart taşınıyor: “Başörtüsü yasağı sürüyor / Duyuyor musun / uyuyor musun” diye sorulan bu afiş çok manidar. Maalesef, kanunsuz bir yasak bütün yönleriyle ‘kamusal alan’larda devam ediyor ve bunu sona erdirmesi gerekenler itirazları duymuyor. Bir kısmı duysa da duymamazlıktan geliyor ve bir anlamda ‘uyuyor.’

Kıbrıs’tan gelen bir haber, başörtüsü yasağının sona ereceğine dair bir ümit ışığı daha yaktı. Gerçi bu yasağın başladığı gün, sona ereceğine inanıyor; bunu her imkân ve fırsatta ifade ediyorduk. Kanunsuz yasağın uzun süre devam etmesi sadece mağdur sayısının artmasına sebep oluyor. Bütün dünya ‘daha fazla hürriyet’ yolunda ilerlerken, Türkiye’nin kanunsuz bir yasağı sürdürebilmesi zaten mümkün değil.

Geçen aylarda konu ile ilgili değerlendirme yapan bir hukukçu şöyle demişti: “Türban bir yasa/anayasa sorunu değil, siyasî/idarî bir sorundur. Dolayısıyla, türban, üniversiteler bakımından, yasanın/normun içinde ne bir ‘sorun’ ne bir ‘çözüm’ imkânı barındırmaktadır. Bu sebeple yasa-anayasaya dayanan saçma, skolastik tartışmalardan uzaklaşmak, bizzat rektörlerin siyasî/demokratik olgunluklarının sorgulandığı bir mecraya doğru tartışmayı taşımak artık bir zarurettir. (...) Siyasî/demokratik olgunluğa sahip her rektörün yapacağı şey kapılarını türbana açmak ve en çok da yoksulları vuran, (...) bu adaletsiz geleneği tersine dönüştürme cesareti göstermektir. Rektörleri böyle bir serbestlik uyguladıklarında yasal olarak sorumlu kılan hiçbir norm, hiçbir mahkeme kararı yoktur.” (Orhan Gazi Ertekin, Taraf, 9 Kasım 2008)

Burada özetle söylenen şey, kanunsuz başörtüsü yasağını bizzat rektörlerin sona erdirebileceği tesbitiydi. Zaten yeni atanan rektörlerden de beklenen buydu. Ne yazık ki şu ana kadar bu yönde adım atan ‘yeni rektör’ler çıkmadı.

Ama KKTC’de böyle bir adım atıldı. Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin üst kurulu olan Kuzey Kıbrıs Eğitim Vakfı, kimlik tesbiti yapılabilen her türlü kıyafete özgürlük getiren bir karar almış. Buna göre, öğrencinin kıyafeti kimliğinin tesbitine engel olmuyorsa ‘yasak, giremezsin’ denilmeyecek. İlgili vakıf bir adım daha atmış ve buna rağmen öğrencilerin eğitimini engellemek isteyen olursa haklarında dâvâ açılabileceğini ifade etmiş.

Eğer uygulanabilirse bu karar sonrası Kıbrıs’ta okuyan başörtülüler için özgürlük günleri başlamış demektir. Ki, uygulanmaması için bir sebep yok. Zaten KKTC’deki üniversiteler başörtüsü yasağına karşı uzun süre direnmiş, Türkiye’de okuyamayan çok sayıda başörtülü öğrenci de bu maksatla Kıbrıs’a ‘hicret’ etmişti. Ne var ki 28 Şubat anlayışı onlara da ağır bir baskı uyguladı ve mecburen onlar da ‘kanunsuz yasağı’ uygulamaya başladılar. Her halde üzerlerindeki baskı hafiflemiş olacak ki yeniden başörtülü öğrenciler için özgürlük kapılarını açıyorlar.

İşte mesele bu. Medenî cesaretle kanunsuz yasaklar tuz ile buz olmaya mahkûmdur. KKTC’de başlayan bu özgürlük rüzgârının Türkiye’ye ulaşması için duâ ediyoruz...

08.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

ABD’de Nur hizmeti



Risale-i Nur’un Amerika’da “dini din için iltizam edenler”e, kesinlikle siyaset gölgesi taşımayan vasıtalarla ulaştırılması noktasında çok hassasiyet gösteren ve öncelikle gönderilecek eserlerin tevhid ve haşir bahisleriyle Meyve Risalesinden meydana gelen Asâ-yı Musa ve Efendimizin (a.s.m.) peygamberliğini ispat eden Mu’cizat-ı Ahmediye olmasını isteyen Üstadın bu ülkede irtibat kurduğu adreslerden biri de oradaki Müslüman cemaat.

Bunun belgelerinden biri, Tarihçe-i Hayat’ın sonundaki “Risale-i Nur ve hariç memleketler” bölümünde yer alan Washington çıkışlı mektup.

Mektupta Washington Kültür Merkezi Genel Sekreteri Muhammed Habilullah, kendilerine gönderilen Hutbetü’ş-Şamiye ve Risale-i Nur Mizanları adlı eserler için teşekkür ediyor. (s. 1143)

Orada aynı adla kurulan İslâm Cemiyetinin merkezi, aslında bir cami. Ve biz 1996’da resmî bir gezi için gittiğimiz Washington’daki bu camide namaz kılıp cemaatle sohbet etmiş ve dönüşte intibalarımızı Yeni Asya’da yayınlamıştık.

1950’lerde gönderilen ilk risalelerle, Amerika’daki Nur hizmetinin temelleri atılmış oldu.

1970’lerde oraya giden akademisyen Nur talebelerinin gayretiyle çıkmaya başlayan Nur-The Light dergisi, bu temel üzerine bina edilen önemli bir hizmet hamlesi olarak tarihe geçti.

Mevdudî ve Meryem Cemile gibi İslâm dünyasının tanınmış fikir ve kalem erbabının da risalelerle ilgili orijinal mektuplarının yayınlandığı bu dergi, çok büyük hizmetlere vesile oldu.

Bu arada, Tabiat ve Uhuvvet gibi risaleler İngilizceye tercüme edilerek basıldı. Ne var ki, bu çok ümit verici başlangıcın arkası getirilemedi.

Buna karşılık, bu hizmetin öncü kadrolarından Prof. Dr. Süleyman Kurter, akademisyen kimliğiyle bilhassa üniversitedeki talebelerine Risale-i Nur’u tanıtma çalışmalarına devam etti.

Nitekim geçen senenin Mayıs ayından itibaren haftalık makaleleriyle yazı ailemize katılan Robert Miranda, Kurter’in öğrencilerinden biri.

Ve Miranda’nın bir özelliği, Risale-i Nur’la Müslüman olup adını Davud Ali Selâm olarak değiştiren İspanyol asıllı bir Amerikalı olması.

Hatırlayacaksınız; geçen yaz Kurter ailesi ve Miranda Türkiye’ye gelerek Yeni Asya’yı ziyaret etmiş ve oradaki Nur hizmetlerini anlatmışlardı.

Bunlardan biri, Kurter’in İspanyol asıllı eşi Havva Hanımın Risale-i Nur’u İspanyolcaya çeviriyor olması. Anlattıkları, zaman zaman bizde de çıkan “Latin (İspanyol) kökenli Amerikalılar arasında İslâm hızla yayılıyor” haberlerini teyid eder nitelikteydi ve bu gelişmeye Risale-i Nur’un orijinal katkısını ulaştırmak için çalışıyorlardı.

Halihazırda Amerika’daki Nur hizmeti, yine ağırlıklı olarak üniversite, yüksek lisans ve doktora için ya da çalışmak amacıyla oraya giden Nur talebelerince yürütülüyor. Ki, bunlardan biri, Amerika mektubu köşemizin yazarı Said Hafızoğlu. Onun yazılarında da oradaki Risale-i Nur derslerinden hoş anekdotlar okumaktayız.

Buna ilâveten, potansiyeli belli bir noktaya ulaşan bazı yerlerde, haftanın neredeyse her günü Nur derslerinin yapıldığına, erkekler ve hanımlar arasında Türkçe ve İngilizce olarak ayrı dersler ihdas edildiğine dair haberler alıyoruz.

İşin bir boyutu da, uluslararası Bediüzzaman sempozyumlarıyla tanıma imkânı bulduğumuz akademisyenler. Bunların içinde ABD’deki değişik üniversitelerde görev yapan Amerikalı veya farklı milletlerden pek çok önemli isim var.

Bütün bunlar çok sevindirici, memnuniyet ve ümit verici, müjdeli gelişmelerin işaretleri. Ve Üstadın seksen küsur yıl önce Barla’da risaleleri birkaç talebesiyle beraber yazdırıp okurken onlara söylediği “Bir zaman gelecek, bu eserler bütün dünyada okunacak” beyanının tahakkuku.

ABD de bu Nurla aydınlanıyor, aydınlanacak.

*Yazarlarımız Miranda ve Hafızoğlu başta olmak üzere, ABD’deki arkadaşlarımız bu bilgileri tamamlayacak mesajlar gönderirlerse seviniriz.

08.02.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Türkiye ve İslâm dünyası



Türkiye’nin dünya politikasında esas yerinin ne olduğu konusunda çok farklı görüşler öne sürülebilir. Hepsi de bir bakıma doğru olabilir...

Evet Türkiye’ye dışarıdan bakınca öyle farklı renkler görülüyor ki, bu ülke hakkında net bir yorum yapmak oldukça güç.

Meselâ Türkiye’ye tarihî ve coğrafî özelliklerini göz önüne alarak baktığımız zaman İslâm dünyasının öncüsü ve lideri olması gerektiği kanısına varabiliriz. Diğer yandan Orta Doğu ve Balkanları ve hatta Kuzey Afrika’yı dize getirmiş geniş bir imparatorluğun varisi ve hilâfetin son temsilcisi olması hasebiyle de ayrı bir yeri vardır Türkiye’nin. Anadolu gibi stratejik bir toprak parçası üzerine kurulu bu devletin bugünkü haline baktığımızda ve bunu geçmişiyle kıyasladığımızda inanılmaz bir değişim göze çarpar. Dolayısıyla “Hangi Türkiye?” diye sormak ihtiyacı hissedersiniz.

Doğudan baktığımızda Osmanlı torunu ve İslâm bayraktarı, Batı’dan baktığımızda Osmanlı akıncısı ve korkulu rüya... Ancak bugün için bu rollerin hiçbirini tam anlamıyla üstlenmiyor Osmanlı bakiyesi Türkiye...

Batının korkulu rüyası olmaktan çok Avrupa Birliği kapısında üyeliğe kabul edilmeyi bekleyen bir yarı Avrupa ülkesi olma iddiasında... Doğudan ya da İslâm devletlerinin gözünden baktığımız zaman ise, hilâfeti sona erdirmiş, İslâm bayraktarlığını bırakıp, yerine laikliği tercih etmiş ve tamamen farklı bir Türkiye görünüyor...

İşte Türkiye son 80-90 yılını bu bocalamanın içinde geçirmiştir.

Türkiye’nin muhatapları ve komşuları ise, onu anlamaya çalışmaktan çok, zihinlerindeki kalıplarla değerlendirmiş ve Türkiye’nin gerçek halini ve portresini bir türlü kavrayamamışlardır. Bazı Batılılar herhangi bir İslâm ülkesi ile Türkiye arasında bir fark göremezken, Araplar ise “asla bizden değildir” gözüyle bakmışlardır.

Şimdilerde Türkiye yeni bir kimliğe bürünme sürecinde görünüyor. Daha doğrusu eski kimliğini geri kazanma gibi bir iddiaya sahip olduğu söyleniyor. Erdoğan’ın Davos çıkışıyla yeniden İslâm dünyası içindeki liderlik rolünü alıp almayacağı tartışılıyor.

Esasında Türkiye İslâm dünyası içinde liderliğe oynamak fırsatını hiçbir zaman yitirmemiştir. Ancak gerek ülkenin geçirdiği keskin değişim gerekse cumhuriyetin ilk kurulduğu yılların akabinde uzun süren Kemalist rejim bu fırsatların kaçmasına ve uzunca bir süre derin bir uykuya dalınmasına sebep olmuştur.

Erdoğan’ın Davos çıkışı bu sürece nasıl bir katkıda bulunur yahut katkıda bulunur mu bunu zaman gösterecek...

Ancak asıl bilinmesi gereken şey Türkiye’nin her zaman ve zeminde tarihi misyonunu geri kazanma ve İslâm bayraktarlığı yapma potansiyeli mevcuttur. Bunun için ise feraset sahibi politikacı ve diplomatlara ihtiyaç vardır. Türkiye’nin demokrasi ve İslâm’ın buluşma noktasında muhteşem bir model olabilme fırsatı da buna bağlıdır. Türkiye’nin bir İslâm devleti olduğu, İslâm ile ve dolayısıyla Arap ve İslâm dünyası ile bağlarının asla koparılamayacağı kesinlikle bilinmelidir.

Öte yandan Avrupa Birliği’ne üyelik süreci de Türkiye’nin bir başka parlak yüzünü ve batıya bakan yanını temsil etmektedir ki; bu da vazgeçilmezdir. Zira Türkiye “tarafeyn” bir ülkedir. Tek taraflı olamayacak kadar önemlidir. Bir İslâm’a bakan yönü bir de batıya bakan ciheti mevcuttur. Tıpkı Osmanlı’nın akın politikasında olduğu gibi...

Bütün bunların yanında Arapların bazıları, Türkiye’nin bölgede İran’ın etkinliğini dengelemede kilit bir rolü olduğunu düşünüyor. Zira mezhepsel faktörlerden dolayı İran’ın etkinliğinin bir şekilde Türkiye’nin varlığı ile kırılacağı düşünülüyor. Bu da Türkiye’ye bölgede ayrı bir misyon yüklüyor.

Netice itibariyle Erdoğan’ın Davos çıkışı ve bunun yankılarıyla bir bakıma hem Arap dünyası hem de Türkiye’de bazıları ülkemizin tarihî misyonunu hatırlamış oldular. Dileriz gelecekteki icraatler ve atılacak adımlar da bu hatırlanan misyonun kuvvetlendirilmesine matuf olur.

Zira bayrağın düştüğü yerden kalkması gibi, İslâm ülkelerinin yükselişi de İstanbul’dan başlayacaktır.

08.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır