"Gerçekten" haber verir 02 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

DUÂMIZ: YEDİ MİLYAR TABİAT RİSÂLESİ DAĞITMAK



Dünya genelinde yaşandığı ifade edilen ekonomik krizden çok daha sıkıntılı olanı manevî buhran olmalıdır. Sebeplerin hakim olduğu bir varlık algısı ile insanlar varlığın mânâsından da uzaklaşıyorlar. Dünya hayatı insanları özünden uzaklaştırdıkça eşya üzerinde sebeplerin hakim olduğu vehmi ön plana çıkıyor ve buradan kaynaklanan güven duygusu kaybı fertleri strese ve gerginliğe sürüklüyor. Buna ontolojik güvensizlik kaynaklı anksiyete diyebiliriz. Bu da günümüz insanının temel problemi ya da problemlerinin temel kaynağı olarak önümüze çıkıyor. Son dönemlerde ön plana çıkan ekonomik söylentileri karşısında insanların yaşadıkları kaygı ve endişe halleri de bu durumun uzantısında ortaya çıkan kaygı ve endişe halleri de benzer bir psikolojik alt yapının uzantısında yaşanıyor olmalıdır. Bu aslında Batılı bir varlık algısının ruh dünyalarında yerleşmiş olması sonucu oluşan bir algı kırılması varlığın Yaratan ile bağlantısının algı dünyalarında kopmasıdır.

Doğu ve Batı medeniyetlerini ayıran en önemli özelliklerden biri, Batılı anlayışın daha maddî ve eşya eksenli bakışı sebebi ile sistemi ön planda tutuyor olmasıdır. Doğu medeniyetinin şekillendirdiği insan tipinde ise varlığa daha geniş bir bakış, her şeyi bir arada kuşatan bir anlayış, kadirşinaslık, feragat, fedakârlık gibi üstün hasletler gözlenmekle birlikte bunların beraberinde bir dağınıklık ve sistemsizlik hali izlenmektedir. Zaman zaman ana kaynağında müsbet ve iyi özelliklerden kaynaklanan tavırlar neticede yanlış mecralara sürüklenebilir ve günlük yaşantıda ferdin başını ağrıtacak sonuçlar doğurabilir. Meselâ karşılıklı güven çok iyidir ancak ticarette ve başka tür akitlerde senet yapmamak veya akdi yazılı hale getirmemek fıtrî şeriata itaatsizliktir. İşleri karşılıklı anlayış halinde götürmek iyidir ancak oturtulmamış bir sistem içinde hatır ve gönül ilişkileri ile işleri yürütmek her türlü organizasyonda sıkıntılara yol açacak sonuçlar doğurabilir. Doğulu insan tipinde sevgi, saygı, muhabbet ön plandadır ve ticarî, siyasî, sosyal ilişkilerde bu münasebetler üzerine tesis edilmiş bir yaklaşım hakim olur. Sistemin olmadığı yerlerde işleyişler kişiliklerden direkt etkilenecektir ve her kişiye göre değişen ve sürekliliği olmayan bir işleyiş hakim olacaktır. Bu ise istibdatlara ve zulümlere kapı açan önemli problemlerdendir. Sistemlerini kurmuş topluluklar ve işleyişler zaman, mekân ve kişilerden etkilenmeksizin sürekliliklerini korurlar. Günümüzde maddî güç ve teknolojik açıdan bizden çok ileride olduklarını düşündüğümüz Batılıların elde ettikleri başarılarda her işi sistemle belirli kurallarla yürütüyor olmanın büyük payı olmalıdır.

Bu gün İslâmı ya da hakikî insanlığı, insanlara anlatabilmenin en güzel yolu onun hayata, ruha hitap eden güzelliklerini yaşayarak ortaya koyabilmektir. “Canım!...”, “Evet ama!...”, “Öyle de!...” türünden başlangıçları olan cümlelerle doğrulukta oluşturulan eğilmeleri bir tarafa bırakıp tam inandığımız gibi yaşamamız şarttır. Yine varlık âlemimde Kadir-i Zülcelal’in eşyanın işleyişi tarzında koyduğu kanunlara riayet de bu tarz yaklaşımın diğer bir yönünü temsil etmektedir. Saygıdeğer, Yusuf Kaplan’a göre Çin’de de olsa alınacak olan veya alınması tavsiye edilen ilim bağlamında Asr-ı Saadette Çin ile bu günün batısı benzer anlamları karşılamaktadırlar. Terakki yolunda kâinat kitabını iyi okumuş ve buradan elde ettiklerini sistematize etmiş Batıyı bu yönlerden örnek olarak görmek ve onlarda işleyen sistemlerin kendi yitik malı olduğunu kabullenerek almak şarttır. Doğunun, Batıdan öğreneceği en iyi şey sistem ya da işlerde sistemin gerekliliğini idraktir. Bu İslâm inancı içinde yaşamaya çalışan ferdin günlük hayatında olduğu gibi ila-yı kelimetullah ve İslâm dâvâsının insanlara ulaştırılması konusunda da çok büyük önem arz etmektedir.

Şu an kâinat kitabı ile Kelâmullah arasında, kâinat kitabının Kelâmullah ışığında okunmamasından kaynaklanan bir kopukluk yaşanmaktadır. Oysa istikbalde hakim olacak Kur’ân medeniyeti hakkıyla zuhur etmek için bu ikisi arasındaki ahengin sağlandığı zamanları beklemektedir. Varlık âleminin sırlarını açacak olan bütün varlık kelimelerini okumak ve bunun gerçek anlamına ulaşabilmek için Kur’ân’ı bir anahtarlığı ve şifre çözücülüğüne inanıp, sığınmaktır. Kâinat kitabının bilimler tarafından okunması ile varlık âleminin pek çok sırları açılmış ve madde kendi açılımı ile yalnızca maddî plandaki izahların yeterli olmadığı bir noktaya gelinmiştir. Yani maddeci anlayış ya da bilimin ilahlaştırıldığı ekoller kendi kendilerini yok etmişlerdir. Bu noktadan sonra beklenen gelişme bilimin içinden çıkamadığı ve tam anlamı ile aydınlatamadığı sırlara semavî izahların ışık tutmasıdır. İstikbalde hüküm sürecek ise bütün semavî izahları içinde bulunduran Kur’ân olmalıdır. Bütün işaretler bu yönü göstermektedir. Kur’ân’ın yolunda olanlara düşen ise bir sistem dahilinde ve sistematize edilmiş tarzda Kur’ân hakikatlerini insanlığa anlatmaktır. Yani, kâinat kitabının verileri ile Kur’ân’ın verilerini buluşturmaktır. Bunu yaparken anlattıkları hakikate gerçek anlamda ayine olabilmek en önemli vazifeleri olarak algılanmalıdır. Bu maksatla İslâmiyetin doğruluğunu ve doğru İslâmiyeti Kur’ân medeniyeti adı altında insanlığa ulaştırmak her Müslümanın daha geniş anlamı ile Allah’a inanan herkesin birinci ve en hayatî vazifesidir.

İç dışa, dış içe çevrildiğinde varlık algısı açısından perişan bir insanlık tablosu ve dehşet verici bir manevî kriz günümüz dünyasının en bariz problemi olmalıdır. Bu noktada tabiat kavramı modern insanlığı en yaralı olduğu noktalardandır. Bu açıdan bakıldığında ‘Tabiat Risâlesi tam da yeni dönem varlık algısını açtığı rahneli yaraların çaresi olarak insanlığa ihsan edilmiştir. Bununla ilgili olarak aziz Üstad: ‘1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir burhanı, Nur’un Arabî risâlesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli burhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o burhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim’ şeklinde memleketimizin bu mânâdaki ihtiyaçları açısından bu hakikatlerin neşrindeki öneme dikkat çekmiştir. Biz de ICBA (Kültürlerareası Köprü Derneği) olarak dünya genelinde bu hakikatlerin neşredilmesi ihtiyacına binaen İngilizce ‘Tabiat Risâlesi’nin bütün insanlığa ulaştırılması gereğine inandık. Bu amaçla dünya nüfusu kadar Tabiat Risâlesi dağıtmakla ruz-i mahşerde Rabbimiz huzurunda insanlığın genelinin manevî selâmeti için bir küllî duâ yapmış olacağımıza inanıyoruz. Bu ay ilk bin ‘Tabiat Risâlesi’ni İstanbul’da turistlere dağıtmakla duâmıza başlıyoruz. Bu anlamda bir küllî duâya fiilen amin diyecek herkesi yardıma çağırıyoruz. Bu duâmız İnşallah insanlığın gelecek asrında tabiat fikrinin yerle bir olmasına ve yeryüzünün münevver bir medine olmasına ve küresel bir saadet asrına vesile olur.

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Kötülüklerden Allah’a sığınmak



Rabbim hep güzellikler yaratmış. Çirkin olan, güzellikleri görememektir. Hayatı çekilmez hâle getiren, hayatın gerçeklerinden uzak yaşanmasıdır.

Huzur için, saadet için Rabb-i Rahîmi düşünmemiz gerekir. O’nu düşünmek, bütün karanlıklardan, çirkinliklerden uzaklaşmak, güzelliklerle buluşmak demektir.

Aslında varlıkların en mükemmeli ve en şereflisi olarak yaratılan insanlar hep iyilikler ve güzelliklerle hayatını sürdürmek için programlanmıştır.

Hâlık-ı Kerim olan Rabbimizin rızası dairesinde yaşadığımız zaman hem güzel olacağız, hem hep güzelliklerle birlikte yaşayacağız, hem de kötülüklerden korunmuş olacağız.

Biz insanlara hayatı dayanılmaz hâle getiren, bizleri çirkinliklere ve kötülüklere bulaştıran durum, bize tahsis edilen alanların dışına çıkıp, misafir olduğumuzu unutmak ve misafirhane sahibinin rızası dışında hareket etmektir. Oysa binlerce yıldır dünyaya gelip bir süre yaşadıktan sonra ölümle bu dünyadan ayrılanlardan anlıyoruz ki, bu dünya bir misafirhanedir. Burada misafirhane sahibinin emirleri dairesinde yaşama mecburiyeti vardır.

Bin bir güzelliklerle teçhiz edilen insan, bin bir güzelliklerle süslendirilen bu dünyaya gönderilmişse elbette bir sebebi olacaktır. Zira Kâinatın Yaratıcısı abes iş yapmaktan münezzehtir. Semâvî fermanlarla ve bu fermanları bizlere ulaştıran yüce elçilerle yaratılışın hikmeti konusunda bize bilgi verilmektedir.

Elbette “eşref-i mahlûkat” olmanın bir bedeli olacaktır. Elbette Cennet gibi ebedî bir saadete lâyık olmanın şartları bize hatırlatılacaktır. Biz insanlara verilen mükemmel duyguların sadece bu fani hayat için verilmediğini anlayacak kadar bizlere akıl ve şuur verilmiştir. İnsanî duygularımızın iyi bir mücadele ile inkişaf etmesi için bir imtihan dünyasında yaşatılmaktayız.

Aydınlıkların değerini iyi anlayabilmemiz için karanlıklar, iyiliklerin güzelliklerini anlayabilmemiz için kötülükler, güzelliklerin değerini anlayabilmemiz için de çirkinlikler yaratılmıştır. Böylece biz insanlar doğru olanları hayatımıza geçirmekle insanlık cevherimizi parlatmaya çalışacağız.

İnsanlar hayatlarını hep doğruları ve yanlışları birbirinden ayırmakla geçirmek zorundadırlar. Böylece elmas ruhlu insanlarla kömür ruhlu insanlar birbirinden tefrik edilmektedir.

Hayat ölümle son bulmayacaktır. Ölümden sonra asıl hayat başlayacaktır. Ya ebedî saadette hayatımız devam edecek veya ebedî şekavetle hayatlar sürüp gidecektir. Dünyada yaşanılan hayatların bir zerresi dahi boşa gitmeyecek, her hareket, her davranış mutlaka karşılığını bulacaktır.

Âhirzaman fitnesinin etrafı sardığı bir zamanda çetin bir imtihan geçirmekteyiz. Allah’ın rahmetinden ümidimizi kesmiyoruz, ama korkmadan da edemiyoruz. Havf ve recâ arasındaki dengeyi sağlamakla hayatın ince ve doğru yolunu bulabiliriz. Ama dengesizlik tehlikesinin de her zaman var olduğunu unutmamamız gerekir.

Bizi ümidimizden, güzelliklerimizden ayırmak isteyen şeytanların tuzaklarını görmezlikten gelemeyiz. Onun için değil midir zaten hayırlı işlerimize başlarken, önce şeytandan Allah’a sığınıyor, ondan sonra “Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla” diyoruz. Bu da, şeytanların tuzaklarından korunmak içindir...

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Peygamberimize (asm) sihir yapıldı mı?



İslâm gelmiş, önce Mekke, sonra da Medine’yi aydınlatmaya başlamıştı. Ama Mekke müşrikleri gibi Medine’de de bu nurdan rahatsız olan yarasa ruhlular vardı. Allah Resûlü (asm) fedakâr Sahabileriyle Medine’ye hicret etmiş; getirdiği hakikatlerle ruh ve kalblere hayat vermeye başlamış, Medineliler ise ona iştiyakla koşmuşlardı.

Bu heyecanlı akından rahatsız olanların başında Yahudiler geliyordu. Her şeyden önce son peygamberin Araplardan gelişi onların içine oturmuş, bir türlü hazmedememişlerdi. Kâbe bakımı, hacıların yedirilip içirilmesi gibi önemli hizmetleri Peygamberimizin soyu olan Kureyş Kabilesinin yapması da buna tuz biber olmuştu. Bunlara nasıl dayanacaklardı? Sonunda şu dehşetli kararı verdiler: “Başka çare yok. Muhammed mutlaka öldürülmeli!”

Bu maksatla Hudeybiye Antlaşması yapılıp Medine’ye dönüldüğü Muharrem ayının ilk günlerinde Medine’nin ileri gelen Yahudileri, Müslüman olduğunu belirttiği halde münafıkane hareket etmekte olan meşhur sihirbaz Lebid bin Âsam’a giderek niyetlerini açtılar. Lebid’in sihirle adam öldürebilecek güçte olduğuna inanırlardı. Peygamberimizin (asm) insanları büyülediğini, içlerinden bazılarını öldürdüğünü, sürdüğünü söyleyerek kurtulmak için sihir yapmasını istediler. Bu maksatla ona üç de altın verdiler.

Lebid, Peygamberimizin (asm) yanına gidip gelen, bazı işlerini gören bir Yahudi genci yoluyla, baş ve sakalının taranmış birkaç saç kılı ve bir de tarak dişlerini elde etmeyi başardı. Onlara düğüm atıp üfledi. Sonra da bunları erkek hurmanın kurumuş çiçek kapçığının içine koyup, Zurayk Oğullarına ait Zervan kuyusunun basamak taşlarından birinin altına yerleştirdi.

Bu sihirden sonra Peygamberimiz (asm) hastalandı, saçları dökülmeye, gözünün feri azalmaya başladı, yeme ve içmeden kesildi. Bu, günlerce devam etti.

Lebid’in kız kardeşi, Hz. Ayşe’nin yanına gittiğinde Peygamberimizin (asm) hastalığından haberdar oldu. Durumu haber verdiğinde Lebid, “Eğer peygamberse, durum Allah tarafından kendisine bildirilir. Aksi halde aklını kaybeder, kavmimiz de umduklarına kavuşmuş olurlar” dedi.

Bu hastalık anında Peygamberimiz (asm) duâ ediyor, sıkıntıdan kurtulmak için Allah’a yalvarıyordu. Birgün tekrar tekrar duâ etmiş, Allah da şifa için iki melek göndermiş, hastalığının neden kaynaklandığını ve çaresini bu iki melek birbirleriyle konuşarak anlatmışlar, sihir malzemelerinin konulduğu yeri tarif etmişlerdi. Peygamberimiz de (asm) Hz. Ali’yle Ammar bin Yasir’i (ra) sözü edilen Zervan kuyusuna göndererek basamak taşının altındaki hurma çiçeği kapçığını getirttirdi. İçerisinde Peygamberimizin (asm) tarağı, başının saç kılları, mumdan bir heykel üzerine saplanmış iğneler, atılmış on bir düğüm ve iğneler saplanmış bir yay kirişi çıktı.

Yay kirişi üzerindeki düğümler çözülemedi. Cebrail (as) gelip Felak ve Nas Sûrelerini okudukça düğümler çözüldü. Her düğüm çözüldükçe Efendimiz (asm) önce acı duyuyor, sonra da rahatlıyordu. Sonuncu düğüm çözüldüğünde de bütünüyle rahatlamıştı.

Bu rivayet Buharî, Müslim gibi bir kısım Kütüb-ü Sitte’de, Müsned’de1 ve birçok tarihî kaynaklarda anlatılmaktadır.

Sihrin Peygamberimizin (asm) beden ve organlarında rahatsızlık ve sıkıntı verdiği doğrudur. Şüphesiz Efendimiz de (asm) bir beşer gibi yer, içer, hastalanır ve ümmetine her konuda örnek olurdu. Ancak bu hastalık, zihnî melekelerini ve peygamberlik görevini aslâ etkilememiş, bu vesileyle ümmetine böyle musibetlerden nasıl kurtulacaklarını da göstermişti.

Kurtuluş yolları üzerinde de İnşaallah bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnot:

1- Buharî, Tıp: 47, 49-50; Bed’ü’l-Halk: 11; Cizye: 14; Edeb: 56; Müslim, Selâm: 43; İbni Mace, Tıbb: 45; Neseî, Tahrim: 20; Müsned, 6:57, 63-64, 96.

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman, İlm-i Ledün ve Risâle-i Nur



Bediüzzaman’ın kesbî ilmi deryalar gibidir: 1882 yılında başladığı eğitimini mükellefiyet çağına varmadan, 14 yaşında “Kisve-i ilme bürün!” teklifini alacak çapta elde eder. Henüz 17 yaşında (1895’lerde) Van’da, kitap dolu konakta kaldığı sıralarda; bu asırda yalnız eski tarzdaki kelâm ilminin (İslâm felsefesinin) İslâm dini hakkındaki şek ve şüpheleri reddine kâfi olmadığına kanaat getirir. Pozitif, fen ilimlerinin tahsiline lüzûm görmüştür. Bütün fenlere başlayarak, pek kısa bir zamanda tarih, coğrafya, riyaziyât (matematik), jeoloji, fizik, kimya, astronomi, felsefe gibi ilimlerin esaslarını;1 özlerini kavrar. Fen ve felsefeden İslâm’a gelen hücûmları def edecek ve modern ilimlerde kendisini kitap yazabilecek ve uzmanlarıyla münâzarâya girebilecek derecede öğrenmeye sevk etti.

İslâm ilimlerindeki vukufiyeti (derinliği) ise tartışmasızdı. 1907’de, İstanbul’a gittiğinde; Fatih’te kaldığı Şekerci Han’ın (zamanın ilim adamlarının toplandığı kültür merkezidir) kapısına, “Her suâle cevap verilir, her müşkül halledilir, fakat, suâl sorulmaz!”2 yazısını astırarak, ilim dünyasına meydan okur!

Bu, dünya çapında bir olaydır... Çünkü, yaşı 29’dur ve din ilimleri veya şu saha diye bir ayırım yapmaz. Zamanın fizikçileri, kimyacılar, sosyal bilimciler, din âlimleri, öğrenciler gruplar halinde sabahlara kadar en zor soruları hazırlayıp yine gruplar halinde gidip sorarlar. Ve sanki akşam beraber hazırlamışlar gibi takır takır sorularının cevaplarını alırlar. 

Vehbî ilme ne kadar mazhar olduğunun ölçütü ise Risâle-i Nur’dur:

1- On iki, altı, bir saatte, hatta on dakikada yazılan Risâle var.3

2- Öyle şartlarda yazılır ki, bazen gülle atışları altında, bazen hapiste... Meselâ, kâtibi Habib’e “Defteri çıkar” diyerek, at üstünde yazdırmış.4

3- Onlarca sene sonra keşfedilebilecek öyle sırlardan, sosyal ve teknolojik keşiflerden haber verir ki, beşer zekâsıyla çözülebilecek meseleler değildir.

4- Kendi yazdığı eserlerden bazılarını 100, 300, 400 defa okuması ve istifade ettiğini söylemesi…

5- Bediüzzaman’ın bir ekrana bakar gibi hızlı hızlı söylemesi ve kâtiplerin yazması.

6- Risâle-i Nur’da sıkça geçen şu tabirler de aynı zamanda ilhamın eseri olduğunu gösterir:

- Bu makamda perde indi, yazmaya izin verilmedi. Başka zamana tehir edildi.5

- Üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum.6

- İmanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim.7

- Kendi yazmayan ve yazdıran benim gibi bir bîçarenin…8

- İkinci sebep: Yazmaya izin olmadığından yazılmadı…9

7- “Risâletü’n-Nur sair telifat gibi ulûm ve fünundan ve başka kitaplardan alınmamış. Kur’ân’dan başka me’hazı yok, Kur’ân’dan başka üstadı yok, Kur’ân’dan başka mercii yoktur. Telif olduğu vakit hiçbir kitap müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhemdir ve semâ-i Kur’âniden ve âyâtının nücûmundan, yıldızlarından iniyor, nüzul ediyor.”10

8- "Risaletü’n-Nur bu asrı, belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mû'cize-i Kur’âniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalarla körlere de göstermiş.”11

9- Bir diğer önemli gösterge de Bediüzzaman’ın şu ifadeleridir: Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde, yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım.12

Dipnotlar:

1- İhsan Kasım Salihî, İslâm Önderlerinden Bediüzzaman Said Nursî ve Eseri, s. 11-12.; 2- Tarihçe-i Hayat, s. 45.; 3- Kastamonu Lâhikası, s. 149.; 4- Emirdağ Lâhikası, II, 218.; 5- Şuâlar, s. 245.; 6- Şuâlar, s. 536.; 7- Mektubat, s. 371.; 8- Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 167.; 9- Şuâlar, s. 612.; 10- Tarihçe-i Hayatı, s. 605.; 11- Kastamonu Lahikası, s. 8.; 12- Emirdağ Lâhikası, s. 65.

02.03.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dostlarla siyasetteki yol ayrımı



Demokrat Partiye alternatif olmaya çalışan Millet Partisi, 1950 seçimlerinde ortaya ciddî bir varlık koyamayarak erime sürecine girdi. 1954'te de kapandı.

Millet Partisini teşkilde eden dindar ve milliyetçi kadrolar, 1950'den sonra iki kola ayrılarak siyaset sahnesindeki varlıklarını korumaya devam ettiler.

Milliyetçi kanat, 1954'te kurulan Cumhuriyetçi Millet Partisinde birleşti.

Dindar kanat ise, daha erken davranarak 1951'de İslâm Demokrat Partisini kurmuştu. Bu partinin başında Cevat Rifat Atilhan vardı.

Parti olarak ayrılmakla birlikte, milliyetçilerle dindarların, ayrıca birleştikleri noktalar ile müşterek bazı hareketleri vardı. Meselâ: Demokrat Partinin aleyhinde olmak, Büyük Doğu, Sebilürreşad, Yeşil Bursa, Serdengeçti mecmualarına destek vermek ve Milliyetçiler Derneği bünyesi içinde ortak faaliyetlerde bulunmak gibi...

1952 yılı Kasım'ında gizli bir toplantı yapan Milliyetçiler Derneğinin Malatya grubu, yayın yoluyla dindarlara kin ve nefret kusan Vatan gazetesi başyazarı Ahmet Emin Yalman'ın vurularak öldürülmesine, tetikçinin ise henüz bir lise talebesi olan Hüseyin Üzmez'in tercih edilmesine "oy çokluğuyla" karar verdi. Kendisinin aleyhte oy kullandığını bize ifade eden Avni Hoca, Yalman'ın nerede vurulması gerektiği hususunun hiç konuşulmaması, ikinci büyük hata idi. Alınan kararı uygulamaya zaten hevesli olan Üzmez, Yalman'ı gidip Başbakan Menderes'in tam da yanıbaşında vurdu.

İşte, bu vak'adan sonra Menderes hükümeti ile radikal milliyetçi–muhafazakâr gruplar arasında ciddî bir ayrışma yaşandı. Millet Partisinin bakiyesi olan dindar ve milliyetçi siyasîler, Menderes ve DP'ye adeta düşman kesildiler. Üstelik, bu düşmanlıkları giderek arttı ve ihtilâl günlerinde son raddeye kadar çıktı.

Darbeciler Menderes hükümetini devirdiklerinde, müzmin Halkçılar gibi bu dinci ve milliyetçi gruplar da, adeta bayram ettiler; neredeyse zil takıp oynayacak kadar sevindiler.

RİSÂLE–İ NUR ÂLET EDİLEMEZ

Üstad Bediüzzaman, siyasî parti kurmadığı gibi, din adına parti kurmayı talebelerine de yasakladı. Ancak, bir vatandaşlık görevi olarak, Meşrûtiyet devrinde Ahrarlara, Cumhuriyet devrinde de Demokratlara destek verdi ve onlara "nokta–i istinat" olmak gerektiğini çevresine ders verdi.

Buna mukabil, Üstad'ın bazı dindar dostları eskiden olduğu gibi şimdi de "din adına siyasete girme" taraftarı oldular. Bu dostlar, hele İslâm Demokrat Parti de kurulduktan sonra, destek anlamında ciddî bir beklenti içine girdiler. Eşref Edib ve Necip Fazıl gibi dindar gazeteciler, Nur talebelerinin de "İslâmcı" bir partiyi desteklemeleri gerektiğini savundular. Bu mesele tâ Üstad Bediüzzaman'ın kulağına kadar intikal etti/ettirildi.

Bediüzzaman Hazretleri ise, din adına kurulan ve İslâmiyet nâmıyla hareket eden bir parti, herşeyi hatta kâinatta hiçbir şeye âlet olmayan Risâle–i Nur gibi sırf iman hakikatlerini ders veren eserleri dahi kendine âlet etmekten çekinmeyeceğini nazara vererek, dindar dostlarıyla siyasetteki yol ayrımını gayet açık ve net bir şekilde ortaya koyan bir mektup neşretti. İşte, şaşmaz bir pusulayı andıran o mektuptan ilgili kısacık bir bölüm:

"Aziz, sıddık kardeşlerim,

"Nur Risâlelerinin ve Nurcuların siyasetle alâkaları yok. Ve Risâle–i Nur, rıza–i İlâhîden başka hiçbir şeye âlet edilmediğinden, mümkün olduğu kadar Risâle–i Nur’un mensupları, içti-maî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyorlar. Yalnız Sebilürreşad, (Büyük) Doğu gibi mücahidler, iman hakikatlerini ehl–i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat, siyaset noktasında değil. Çünkü, iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost–düşman, derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nuru hiçbir şeye âlet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar." (Emirdağ Lâhikası, s. 281.)

Görüldüğü gibi, Bediüzzaman ve talebeleri, dindarlarla samimane dost ve kardeş olduklarını ifade etmekle birlikte, siyaset noktasında (daha açık bir ifade ile "siyasal İslâma olan tarafgirlik" noktasında) ayrı olduklarını ve bu meseleye farklı baktıklarını, gayet nezih, nâzik ve anlaşılır bir lisanla izah etmektedirler.

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Yazıyı test etmek için de olsa!



Şöyle bir soru sorsak ve söylesek ki: Kitap nedir? Neleri bize anlatır? Kitapsız nelerden yoksun kalır? Her şeyimizdir. Bizi hayatın içinden kucaklayan her şeyimizdir, kitap…

Kitap kılavuzumuzdur, yol göstericimizdir, akıl, fikir ve düşünce dünyamızın rehberidir, kitap…

İstikbalimizin, geleceğimizin planıdır, programıdır penceresidir. İlerdeki yapacağımız her işin taşıdır, toprağıdır, kumudur, çakılıdır, kitap…

Hayatımızın ilmidir, yaşayışın her alanında başvurulacak bilgidir, kitap…

Yol arkadaşıdır. Ömür yolunda canciğer, ayrılmaz, kopmaz, kızmaz, üzülmez arkadaştır, kitap…

Muhabbetin, sevginin timsalidir. Aynaların içinde bir aynadır ki aşk aynasıyla bize hayatı ve hayatın içindeki her şeyi sevdirir, kitap…

Her şeye bir ölçü getirir. Her işe bir sınırlama konur. Ölçü ve sınır onda yoktur, sınırsızca ve ölçüsüzce dostluk vardır, kitapta…

Düşüncelerin, fikirlerin görüşlerin ve paylaşımların deryasıdır, kitap…

İmanın ve inancın, itikadın ve ibadetin hocasıdır, öğretmenidir, muallimidir, kitap…

Su ve hava bile bir tarafa bırakılabilinir, ama o asla ihtiyaç olarak bırakılmaz diyeceğimiz bir ihtiyaçtır, kitap…

Onunla olmanın, onunla yaşamanın, onu sevmenin, onu kucaklamanın, onu okumanın yaşı başı yoktur. Hayatta yokluğun bile ona ihtiyaç duyduğu kıymettir, kitap…

Varlığın, dirliğin, cömertliğin kısaca zenginliğin ifadesidir, kitap…

Her kesimden herkesin elinde bayraklaşacak, öğrenciden öğretmene, okuyandan okumayana devredilecek bir hazinedir, kitap…

Zulmün, zalimin istibdadın, müstebitin alkışlarının kesildiği an, kılıçlarının durdurulduğu zamandır, kitap…

Adaletli olanın, merhametli olanın, yardımsever ve iyiliksever olanın en önemli başvuru kaynağıdır, kitap…

Allah’tan korkarak Allah’ı sevenin Resulullah’tan (asm) şefaat bekleyerek ona ümmet olanın peymanıdır, kitap…

Evde, okulda, misafirlikte, gezmede, tozmada, piknikte, seyahatte, uçakta, vapurda, otobüste, trende, tramvayda güzeller güzeli ve en iyi bir arkadaştır, kitap…

Hepimizin bir şey bulduğu, aldığı, kaptığı, öğrendiği ve öğrettiği bir anadır, babadır, hocadır kitaplar…

Bu yazıyı test etmek için de olsa, bir kere okunandır: Kitap!

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Dergâh’ta bir sabah namazı ve insan libası giymiş melekler



Şu gençlerin yaptığına bir bakın!

Sabah namazları gündemlerdeki hak ettiği yeri tutmaya devam ediyor. Yaşananlar gündeme gelmeye başladıkça, her caminin sabah namazlarının da farklı bir güzelliğinin olduğunu anlamaya başlıyoruz.

Bizim, ‘Pazar Sohbeti’mizin müdavimlerinden olan 20’li yaşlarda bulunan Kasım, Mehmet, Yusuf ve Gökhan; ‘Hocam daha bilmediğiniz çok muhteşem namazlar var.’ dediler. Ben de, hemen onların yaşadıkları güzellikleri temaşa noktasında, ‘nasıl yani?’ diyerek onların yaşadıklarını meraka başladım. Konunun sırlarını gizemli bir şekilde muhafaza ederek, ‘Hocam anlatılmaz, ancak yaşanır’ dediler. Bu sefer merakımız bir kat daha arttı. ‘Nasıl öğrenebiliriz?’ deyince, başladılar ufaktan ufaktan bizimle paylaşmaya. Dört genç kafa kafaya vermişler ve bir karara varmışlar. Efendim haftada iki, üç günün sabah namazını Balıklı Göl, Dergâh Camii’nde kılalım demişler. Ve uygulama başlamış. Birbirinden farklı semtlerdeki arkadaşları en uzak semtte oturan Mehmet, sabah saat 05.00’de toplamaya başlıyor. Derken saat 06.00 civarında namaza yetişiyorlar.

Tabiî bütün programı anlatmadılar. ‘Hocam programın kalan bölümleri gelenler yaşıyorlar. Bunlar anlatılmıyor. Çünkü her anlatan kendine göre yorumladığı için, aynı hissedişler olmayabilir. Belki de anlatan, yaşanacak duygulara gölge düşürebilir. Gelip kendiniz yaşamalısınız.’ dediler. Bu gençler bir garip. Ahirzaman evliyaları böyle gençler olsa gerek.

Tamam, Salı sabahı

sizinle birlikteyim

Böyle konulara ilgi duyduğum için, karar verdik. Beni Salı sabahı bulunduğum mekândan alacaklar ve Hazreti İbrahim mekânı Dergâh’ta sabah namazı kılacağız. Gerçekten büyük heyecan duyuyordum. Karşılaşacağım tefekkür malzemelerini merakla bekliyordum. Öğrencilerin geleceği saatten evvel uyandım. Abdestimi alıp hazırlandım. Gençler, tam geleceğiz dedikleri saatte geldiler. İçimden, ‘harika gençler’ dedim. Dakika bir, puan bir… Çünkü zamanlama harika. Sonra, diğer arkadaşları toplamaya başladık.

Polisler, ‘gençler,

camiye mi’ diye soruyorlar

Gittiğimiz mahallelerde oldukça sakin bir görüntü hakimdi. Kimsecikler yoktu piyasada. Aracımızda Yusuf’u beklerken, saat 05.30 civarında polis aracı yanımıza yaklaştı. Gençler, kendi aralarında, ‘bizimkiler geliyor’ dediler. Tabiî ben neyi kastettiklerini tam olarak anlamıyordum. Polis aracı kendi araçlarının camını, gençler de kendi araçlarının camını açtılar. Polisler, ‘Camiye mi?’ dediler. Gençler de çok rahat bir şekilde, ‘Evet’ dediler. Böylece anlaştılar ve polisler selâmlaşarak uzaklaştı. Meğer daha önce de gençler bu saatlerde sabah namazına birbirlerini aldıkları için, artık aracın plâkası ‘camiye giden gençler’ kayıtlarına geçmiş. Bu gerçekten harika bir kayıt. Yani gençlerin sabah namazlarına gidişlerine polisler bile şahit. Evet, dakikalar arttıkça gençlerin puanları artıyordu. Bin puan daha…

Sabah namazı saatinde

Dergâh bir harika

Aslında insan yaşadığı mekânın, gecesini, gündüzünü, hatta gece ve gündüzünün de farklı saatlerini görmeli. Kesinlikle her saatin apayrı bir görüntüsü ve o görüntülerin de ayrı tadı var. Bu görüntülerle göz rızkını arttırırken, kulaklar da o saatteki kuş cıvıltılarıyla adeta coşuyor.

Saat 5.45 sularında Dergâh Camii’ne girdiğimizde, yüzlerce insanın o saatte camiyi doldurmuş olduklarını gördük. Gençler, ‘Hocam, nedense bu gün az insan gelmiş, normalde çok kalabalık oluyor.’ dediler. Doğrusu, Dergâh bu ilgiyi fazlasıyla hak etmiyor değil.

Nur Medreselerinde kalan onlarca bay-bayan gençler başlarındaki ağabey veya ablalarıyla gelmişler sabah namazına. Kesinlikle yaşamayınca düşünülemeyecek muhteşem manzaralardı bunlar. Gençler haklıydı, yaşamalısınız dediklerinde.

Namaz öncesi, huşu içerisinde zikirler çekiliyor. Sonra imam efendi sabah namazını kıldırıyor. Ve yine akabinde tatlı mı tatlı bir zikir faslı yer alıyor. Ama bu yaşananların sabah namazında olması apayrı bir ayrıcalık katıyor.

Sabah namazını eda ettikten sonra, bu zamanın ve mekânın tadına alışık olduğu anlaşılan, Zerrin ve Göçebeler dostlarla kucaklaşıyoruz.

Bu saatte, buralarda, ‘insan

suretinde melekler’ geziyor

Şimdi namaz sonrası program başlıyor. Cami avlusunda Hazret-i İbrahim'in (as) mağarasında bir yudum su alıyoruz. Sonra avlunun diğer ucunda, Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefatında defnedildiği, yıkık mezarına uğrayıp, Fatihalar gönderiyoruz. Sonra gençlerle birlikte, o dingin saatte, bir güzel Balıklı Göl gezintisi yapıyoruz. Camiden çıkanlar bu gezintiye alışıklar. İnsan suretinde melekler olarak gözümüzde canlanıyor bu namazlı mübarekler.

Tabiî programın kalan bölümünde, sabah çorbası var. O saatte camiden çıkan cemaatten esnaf olanlar, dükkânlarını açıyorlar. Çarşıda, hayat koşuşturmacası erken başlıyor. Böyle olunca çorbacılar çoktan açılmış.

Sonra yol boyunca taburelere oturup günün ilk çaylarını yudumlayan insanların arasına biz de karışıyoruz. Bu çaylar da yaşanınca anlaşılır cinsten.

Böylece Dergâh’ta bir sabah namazı programımız sona eriyordu. Ama tadı damağımızda kalmıştı. Gençlere kocamaaaan bir teşekkürle, başka bir programda buluşmak dileğiyle ayrılıyorduk. ‘Her gün, böyle başlamalı’ diyordum içimden. Ne mutlu ki, böyle bir gençliğimiz var artık. Gözümüz geride kalmayacak, yüz sene sonra geleceği müjdelenen, kahraman gençler, böyle ruh taşıyan gençler olsa gerek.

Yaşadıklarımızın en ödenebilir ücreti, ‘binlerce şükür’ olsa gerek.

Binlerce şükür.

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Geçim, hürriyetleri unutturmasın



Ay sonunda yapılacak olan mahallî idareler genel seçimleri, haklı olarak ülke gündemini meşgul ediyor. Partilerin genel başkanları, aylar önce başlatılan çalışmaların neticesini alabilmek için meydanlara çıkmış, halktan oy istiyorlar.

“Her şeye rağmen hayat devam eder” kaidesince, içinde bulunduğumuz ekonomik krize rağmen elbette seçimler yapılacak. Fakat iş adamları ‘seçim’ atmosferinin ‘geçim’i unutturmamasını haklı olarak talep ediyorlar. Gaziantep Ticaret Odası Başkanı Mehmet Aslan, ekonominin mahallî seçimlerin gölgesinde kalmasından endişe ettiğini ifade etmiş. (AA, 1 Mart 2009)

Tabiî ki seçimin, geçimi unutturmaması gerektiği söyleyen sadece bir kişi değil. TÜSİAD Başkanı da yaptığı açıklamada (Hürriyet, 1 Mart 2009) benzer görüşleri beyan etmiş. İş adamlarının bu yönde görüş beyan etmesi kendi bakış açıları bakımından doğrudur. Yaşanan ekonomik sıkıntıları doğrudan ya da dolaylı olarak onlar da hissediyor. Bu bakımdan ekonomik sahada yapılması gereken çalışmaların ‘seçim’ sebebiyle ertelenmesine itiraz ediyorlar.

Bizim de başka bir yönden ‘seçimin unutturdukları’na itirazımız olacak; Seçim ya da geçim, Türkiye’nin daha hür ve daha demokrat olması gerektiğini kimselere unutturmasın!

Ekmek ve hürriyet dengesi, korunması gereken en büyük dengedir. Kimi siyasetçiler ya da ekonomistler, millete ‘ekonomi, para, aş, iş’i ilk hedef olarak gösterirler. İlk bakışta doğru gibi görünce bu hedef temelden yanlıştır. Garip karşılansa bile, cemiyete gösterilmesi gereken ilk hedef; ‘daha fazla demokrasi, daha fazla hürriyet, daha fazla insaniyet’ olmalıdır. Sebebine gelince, biz; “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen ya da demesi gereken bir kültürün mensuplarıyız, öyle de olmalıyız.

Hadiseye bu pencereden bakınca, iş adamlarının ‘Seçim, geçimi unutturmasın” garip bulmuyoruz. Fakat peşinden “Geçim de hürriyetleri ve demokrasiyi unutturmasın” demeyi ihmal etmiyoruz.

Her şeyi maddede arayanların gözünün maneviyetta ‘kör’ olduğu bilinmesi gereken bir hakikattir. Bu sebeple zaman zaman “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyenler ‘çağ dışı kalmış’ gibi de görülebilir. Nitekim geçmişte bu yaklaşıma sahip çok sayıda siyasetçi ve ‘uzman’a şahit olundu. Onlar her fırsatta insanları ‘ekmek’ peşinde koşmaya çağırdı. ‘Ekmek’ sahibi olanların neticede ‘rahat’a kavuşacağını da söylediler. Ancak gelişen ve değişen dünya şartları, ‘ekmek’ için hürriyetlerinden vazgeçenlerin; uzun dönemde ‘ekmek’lerini de kaybettiğini gösterdi, göstermeye de devam ediyor.

Bu bakımdan “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” prensibini geçer akçe haline getirmek durumundayız. Türkiye bunu başarabilir ve hürriyetlere öncelik veren bir siyasî yapıyı kurabilirse işte asıl o zaman düzlüğe çıkabiliriz. Aksi halde ‘ekmek’ peşinde koşarken perişan olanları görmeye devam ederiz...

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Recep TAŞCI

İşsizlik



Çalışmak istediği halde iş bulamayana işsiz denir. İş; aş, sağlık, özgürlük demektir. Kısaca hayatın tâ kendisidir. İşsiz insan muhtaçtır, açtır, ruhen sakattır. Karakteri bozulur, hayalleri yıkılır, umutları söner. Çoluk çocuğunun istekleri karşısında ezilir, çevresi tarafından dışlanır. Alacaklılar kapıya dayanır, hakarete uğrar. Bir süre sonra toplumun huzurunu bozacak canlı bombaya dönüşür.

Bu sebeple ekonominin temel amacı ve fonksiyonu iş üretmek olmalıdır. Enflasyon, büyüme, faiz ve benzeri makro ekonomik göstergeler ne kadar parlak ne kadar yaldızlı olursa olsun, eğer insanların karnı açsa hepsi lâf-ü güzaftır. Altı yıldır tek başına iktidarda bulunanlar sürekli bu göstergelerle övünerek pembe tablolar çizdi. Bu tablolarda kara bir leke olarak yer alan işsizlik ciddiye alınmadı.

Kriz bütün şiddetiyle ABD’den kalkıp sınırlarımıza yaklaşırken bile tehlikenin farkına varılmadı, paket hazırlayın uyarılarına “Paket açıldı, farkında değiller” diye alaylı cevaplar verildi. Geçen hafta Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) açıkladığı rakamlar, işsizlik sayısında görülen patlamayı gözler önüne serdi. Bir yılda 645 bin kişi işsizler ordusuna katılmış. Katılımın büyük bir kısmı son üç ay içinde gerçekleşmiş. İşsiz sayısı 3 milyona dayanmış. İş bulmaktan umudunu kesenlerle birlikte bu sayı 5 milyon olarak hesaplanmalıdır. Türkiye % 12,3 işsizlik oranıyla dünyada 4. sıraya yükseldi. Ekim ayında ise 6. sıradaydı. İki basamak yukarı tırmandık. Sebep olanları kutlarız! Ciddî tedbirler alınmazsa yakın bir zamanda şampiyonluk kürsüsüne çıkacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın. Yılın son 3 ayında görülen eğilim, gidişatın bu yönde olduğuna işaret ediyor.

Bu durum krizi de körüklemektedir. Zira krizin sebeplerinden biri de talep daralmasıdır. İşsiz kişi harcamasını minimum seviyeye indirdiğinden toplam talep düşecek kriz daha da derinleşecektir. Çalışan insan, vergi ve sigorta primi ödeyerek devlet bütçesine katkıda bulunur. İşsiz, bırakın katkıyı devlete yük olur.

Sosyal patlamaların önlenmesi, krizin aşılması ve devletin gelir kaybına uğramaması için işsizliğe çare olacak kapsamlı paketler hazırlanmalıdır. Her şeyden önce zihniyet değişmeli, bir elle destek verirken diğer elle köstek olunmamalıdır. Meselâ, "Kısa Çalışma Ödeneği” adı altında çalışma süresini azaltan işyerlerindeki işçilere, İşsizlik Sigorta Fonundan ödeme yapılması öngörülmüş, ancak öyle şartlar ileri sürülmüş ki sistem işlemez hale gelmiştir.

Hazırlanacak paketin bütçe açığını büyütmesi kaçınılmazdır. Ocak ayı bütçe açığının rekor düzeyde olması cesur tedbirler alınmasına bir engel teşkil etmekte ise de malî disiplinden taviz vermek, yangının bacayı sarmasından iyidir.

Bütçe açığının artmasından korkuluyorsa bir yol daha denenebilir. Emisyon yani para basmak. Bilindiği gibi para basmak enflasyonu azdırır, dengeleri alt üst eder. Doğrudur. Yalnız ekonominin durgunluğa girmesiyle enflasyonda bir düşüş eğilimi hissedilmektedir. Hesabı, kitabı iyi yapılırsa bu inişten istifade ederek, enflasyona meydan vermeden, belli miktarda para basılması seçeneği de düşünülmelidir.

Ehven-i şer noktasındayız. Çözüm için fazla bir alternatif yok. Ya borçlanacaksınız faiz ödeyeceksiniz ya da enflasyon riskini göze alıp para basacaksınız. Yoksa bu gidişin sonunda daha çok ocaklar sönecek, sokaklarda rahat dolaşılmayacak, ülke tam anlamıyla kaosa sürüklenecektir. Tercih sizin...

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Siyasetin zehirlenmesi



Boğuşan siyaset, kulvar dışını tartışıyor. Bu durum, demokrasiye ve ülkeye hizmet etmesi gereken siyaseti ifsad ediyor…

Bu ifsadla üzerinden 12 yıl geçtiği halde Türkiye hâlâ 28 Şubat darbesi sürecini tartışmış değil. Başbakan ve anamuhâlefet partisi lideri, bu “kara gün”de bile birbirlerine “kırk fırın ekmek yemen lâzım”, “adam olmamak” ve “yalan-dolan” isnadında bulunuyorlar. İktidarıyla, anamuhalefetiyle siyasetin 28 Şubat “postmodern darbesi”ni “teğet” geçmesi, demokrasiyi rafa kaldıran sürecin etkilerine değinmemesi, bir kelimeyle de olsa “meşruiyetini” tartışmaması dikkat çekici…

O denli ki Erdoğan, fabrikasında uyuşturucu hapı ürettiği ortaya çıkan ve tutuklanan alkolik “sahte şeyh”lerle icâd edilen 28 Şubat sürecine hiç değinmiyor. “İrtica tehdidi” uydurmasıyla Türkiye’yi fişleyerek Refahyol hükûmetini ıskat eden ve devreye sokulan siyasî aktörlerle “tezgâh”ı işletenlere bir şey demiyor. “Bu defa işi silâhsız kuvvetler halledecek” manşetleriyle darbe sürecine destek veren mâlûm medyayı, bu siyasî cinâyetlerinden değil, bugün siyasî iktidara destek vermediğinden dolayı eleştiriyor.

“İrtica ile mücadele ve laikliğe hizmetlerinden dolayı” Amerika’daki Yahudi lobisinden cesâret madalyası” alan, JİNSA’da savaş ve işgal taraftarı neoconlara, tankları sokaklarda yürütmekle “demokrasiye balans ayarı verdiklerini” övünerek anlatan darbenin mimarlarına hiçbir târizde bulunmuyor.

28 Şubat’ın yıl dönümünde, ne 12 Eylül ihtilâlini, ne 12 Mart muhtırasını, ne 27 Mayıs darbesini ve ne de 28 Şubat postmodern darbesini kınıyor. Seçim meydanlarında halka karşı eski ve yeni darbeleri, darbecileri toptan “teğet geçiyor.” Lâkin otuz yıl öncesine giderek hâlâ “dün dündür, bugün bugündür” tâbiri üzerinde siyasî spekülasyon yaparak eski politikacıları diline doluyor…

İLİŞKİLERDEKİ GARÂBET

Diğer yandan önceki iktidarlardan “farkını” anlatmak için baştan beri partisini kayıtsız şartsız destekleyip parlatan medyanın iktidara arka çıkan yayınlarını topa tutan Erdoğan’ın, yolsuzluklarla ve fesad karıştırıldığı iddia edilen ihâlelerle ilgili haberleri öne çıkaran “bir kısım medya”nın “bir kısmı”na “meydan savaşı” açıp veryansın etmesi de ibret-i âlem…

Yüzlerce trilyon borçlarını ötelediği bu “bir kısım medya” ve anamuhalefetin işbirliği hakkında “Her sabah yandaş gazetelerini açıp boy boy fotoğraflarını görüyorlar; medyadan kılavuz olmaz, kılavuzu karga olanın…” diyen Erdoğan’ın bu söylemi doğrusu gülünç geliyor.

Zira kuruluşundan birkaç ay sonra iktidara getirilen ve baştan beri bu medyaca kayıtsız şartsız desteklenen Erdoğan’ın partisi oldu. Bu gazetelerde Erdoğan ve arkadaşlarının “boy boy fotoğrafları” çıktı. Aynı yayın gruplarına mensup televizyonların ekranlarında âdeta “icraatın içinden” gibi her gece arz-ı endam ettiler, hâlâ da etmekteler…

Siyasî garâbetler iç içe. Başta Demokrat Parti geleneğinden gelen merkez sağın temsilcisi ve AKP’nin tepkisiyle iktidar olduğu 28 Şubat “postmodern darbe”nin mağduru Doğru Yol Partisi olmak üzere—şimdi de Demokrat Parti—bugünkü siyasî iktidarın siyasî rakipleri yine aynı medya tarafından unutturulmakta. AKP’nin en küçük toplantısını haber veren mâlûm medya, bu süreçte DP’nin mitinglerini vermedi, vermemekte...

Gerçek şu ki sadece “medyanın alışkanlıkları” bozulmuş değil, medyanın medhiyelerine alışmış ve yıllardır tek parti dönemine ilişmeyip merhum Menderes’ten bu yana “eskiyi kötüleyerek” siyaset yapan “gömlek değiştirmiş” siyasetçilerin de alışkanlığı bozulmakta.

KARALAMA KAMPANYASI

Siyasetteki tıkanma ve çarpıklıklar, sadece Başbakan’ın ekonomik krizi beylik lâflarla örtbas etmeye kalkışmasıyla kalmamakta. Türkiye’nin gerçek gündemini de kapatmakta.

Öylesine ki “Yassıada dâvâsı”ndan sonra Türkiye’nin en çok sanıklı “Ergenekon soruşturması”nı bile gölgede bıraktırmakta. Dahası “Bu işin peşini bırakacak değiliz” diyen Başbakan’ın peşinden “Gelecekte bizim için de bedeli olacak” demesi ve diğer gelişmeler, dâvânın seyrindeki kırılmanın ilk sinyallerini vermekte…

Görünen o ki mahalli seçim sath-ı mailinde “dosya savaşları”yla kızışan siyaset rayından çıkmış. CHP’nin “Ergenekon dâvâsı”nda yaptığını AKP “Deniz Feneri dosyası”nda yapıyor. Siyasî gerginlik ve tartışmalar ortasında dosyaların mâhiyeti değil, “geliş şekli” ve hangi dosyanın “gerçek” hangisinin “sahte” olduğu tartışmasıyla asıl mesele gözardı ediliyor. Bunların karşılıklı siyaset malzemesi yapılıp seçim sürecinde popülist politikalara sürüklenmesi, siyaseti çözüm ve proje üretmekten uzaklaştırıp bir nev'î “atışma” ve “suçlama” aracına dönüştürüyor.

En vâhimi de “politik polemik”lerle zehirlenen siyaset, “karşıt” ya da “yandaş” medyanın da kaşımasıyla, kitleler etnik, mezhebî, bölgesel ayrışmalar üzerinden siyasî kamplaşma ve kutuplaşmanın içine itiliyor. Daha önce “federasyon raporu” hazırlayan DTP Genel Başkanı Türk’ün Meclis grubunda “Kürtçe konuşması” üzerindeki tartışmalar bunun son örneği.

Türkiye’nin demokratikleşmesi ve siyasetin doğru yörüngesine oturması için bir an önce bu “zehirli siyaset”ten kurtulması gerekmekte. Aksi halde bu zehirli siyasette bir partinin fazla oy almasının, birkaç belediyeyi kazanmasının ülkeye, millete ve demokrasiye faydası olmayacak. Son altı yıldır olmadığı gibi…

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

40. yılındaki nevbahar



Gazetemizin 40. yılındaki bir mülâtefenin anlaşılmasına zaman mani olmuştu. 40 rakamı ekseriyetle sene-i devriyelerde insanın olgunluk yaşı olan 40 ile karıştırıldığından, şu tavzihe mecbur oldum.

Efendimizin ömr-ü mübareği, ümmetinin fıtrî ortalama ömrü kabul edildiğinden ve Üstadımızın ifadesiyle sinn-i kemal sayıldığından, bazı okuyucularım olgunluk cihetinden 40. yılı değerlendirdiler.

Evvelâ şu hususu belirtelim ki, gazetemiz Üstadımızın vefatından sonra başımıza geçen şahs-ı manevinin bir lâhika mektubudur. Hem bu mektup gazete olarak Yeni Asya ile de başlamamıştır. 1960’ların başında kısa aralıklarla yayınlanan Zülfikâr ve Uhuvvet gazeteleri, bu sahanın ilk teşebbüsleri sayılır. Sürekliliğin İttihad ile yakalandığı bu lâhika geleneğini 21 Şubat 1970’te Yeni Asya devralmıştır. Şahs-ı manevinin bir tecellisi olan bu lâhika mektupları için sabavet, gençlik ve olgunluk diye zamana göre bir taksimat elbette mümkün değildir. Zira şahs-ı manevi her zaman kemaldedir, yani olgundur.

Yeni Asya’nın 40. yılı ile olgunluk yaşı olan 40 rakamı arasındaki güzel ilgiyi kuranlar elbette ki haksız değiller. Biz ise, gönlümüz bu kısacık ömre razı olmadığından mülâtefe ile itiraz ediyoruz. Yeni Asya’yı, Risâle-i Nur’un ve talebelerinin naşir-i efkârı olarak kabul ettiğimizde, onun ömrünü de Risâle-i Nur talebelerinin ömrü gibi düşünmemiz gerekecek.

Üstadımızın bir Ramazan-ı Şerifin onuncu gününde hatırladıkları hadis-i şerifi hatırlayanlar, Yeni Asya için de en az iki ömür kadar bir zamanı istememizin sebebini anlayacaklardır. Kastamonu Lâhikasının 26. sahifesinde zikredilen, Buharî ve Müslim gibi mübarek kitaplarda yer alan hadis-i şerifin haber verdiği ömre göre, Yeni Asya henüz yirmisinin baharını yaşıyor. İman ve küfür mücadelesinin kıyamet saatine kadar devam etmesi, dünya hayatında hayal ettiğimiz cennetî süreçlerin olmadığını ve olamayacağını gösterdiğinden, Yeni Asya ilkbaharında da, son baharında da tabi olduğu Al-i Beyt gibi mücadelesine devam edecek. Dünyada rahatın olmadığını bir lâhza bile unutmayan Yeni Asya’nın kurucusu Zübeyir Gündüzalp Ağabey gibi düşünenler ne Yeni Asya’nın tirajına takılırlar, ne de uğratıldığı çilelerden ümitsizliğe düşerler. ‘Vazifemiz hizmettir,’ diyerek kendilerine terettüb eden görevlerini yerine getirirler.

Afyon zindanlarında yazmanın ve okumanın müstebitlerce yasaklandığı felâketli zamanda, Zübeyir Ağabey’in mütegallip başlara karşı haykırdığı cümleleri hatırlarsınız… “….. Eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi bir çok gençler ve büyükler fedai olup, hakikat hazinesi olan Risâle-i Nur’un neşri için mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız…” Zübeyir Gündüzalp’in Serdengeçtice girdiği yolda yürüyen Yeni Asya’nın kahraman okuyucuları da, aynı mânâyı kırk senedir dalgalandırıyorlar. Eski komünistleri değişik üslûpla takip eden yeni Bolşevik, mason ve Kemalistlerin ittifakla sekiz defa neşrine mani olmaya çalıştığı Yeni Asya’yı yeni yeni hilelerle tekrar kapatmaya kalkışsalar, okuyucuları ertesi gün büyük fedakârlıklarla tekrar dalgalandıracaklardır. Yeni Asya kuvvetini fani dünyevî cereyan, denge ve zenginliklerden almıyor. O arkasını, Kur’ân’ın zamanımızdaki tefsiri olan Risâle-i Nur’a dayadığından, küresel siyasî ve ideolojik akımlar onu yolundan çeviremezler.

Sosyal hayatın ve hadiselerin mütemadiyen çok ilerisinde yürüyen müceddidin gazetesini, sair medya ile karşılaştıranlara, Risâle-i Nur ile Yeni Asya arasındaki ilgi ve alâkaları göstermek gerekiyor. Bir Nur Medresesinde oturup ders dinlemek ve okumakla o gazetede başyazı yazma arasında fark görmeyen çalışanlarının fedakârlıkları da Yeni Asya farkını ortaya koyuyor. Hedefleri yalnızca Kur’ânî fikirleri hayata aktarmak olan bu kadrolarla okuyucuları arasındaki kan dolaşımını gören yabancılar, yalnızca şaşırıyorlar. Zira onlar, şahs-ı manevinin mânâsını bilemedikleri gibi, havuzda erime sırrını, aynı çizgi üstündeki ittihad sırrını, isar hasletini, taksim’ül â’mâl sırrını ve iştirak-ı â’mâl-i uhreviye sırlarını da bilemiyorlar. Bu bilinmezlerin ve kendilerini büyük bir dâvâya vermişlerin çalışmalarının sırrını dışarıdan keşfetmek de zaten mümkün değildir.

Artık herkes bilmeli ki, Yeni Asya testisini “sırren beyaneten” denizinden dolduruyor ve fitilini “sırren tenevveret” kaynağından ziyalandırıyor.

02.03.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

40. yıl mesajları



Yeni Asya’nın 40. yılına girişi vesilesiyle gönderilen tebrik mesajlarından, haber sayfalarımıza tam olarak yansımayanları toplu şekilde ve özet halinde aktarıyoruz.

Süleyman Demirel (9. Cumhurbaşkanı): Başarılarınızın devamını dilerim.

Nazım Ekren (Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı): Yeni Asya gazetesinin 40. yılını kutlar, daha nice yıllara artan okuyucu kitlesi ve başarılarla ulaşmasını dilerim.

Mehmet Mehdi Eker (Tarım ve Köyişleri Bakanı): Kuruluş yıl dönümünüzü kutlarım.

Ertuğrul Günay (Kültür ve Turizm Bakanı): Yıl dönümünüzü kutlarım.

Prof. Dr. Ömer Dinçer (İstanbul Milletvekili): Doğru ve objektif habercilik anlayışı içinde yayın hayatını sürdüren Yeni Asya’nın 40. kuruluş yıl dönümünü en içten dileklerimle kutlarım.

Mehmed Denizolgun (İstanbul Milletvekili): 40. yılınızın hayırlı olması temennîsiyle.

İdris Güllüce (İstanbul Milletvekili): Nice başarılı yıllar dileğiyle.

Prof. Dr. Mehmet Sağlam (Kahramanmaraş Milletvekili): Başarılarınızın devamını dilerim.

Efkan Ala (Başbakanlık Müsteşarı): Gazetenizin 40. yıl dönümünü en içten duygularımla kutlar, daha nice başarılı yıllar temennîsiyle en iyi dileklerimi sunarım.

Muammer Güler (İstanbul Valisi): Türk basınında yerini aldığı günden bu yana ilkeli yayınları doğrultusunda 40. yılına ulaşan Yeni Asya gazetesine daha nice yıllar temennîsiyle.

Salih Melek (BasınYayın ve Enformasyon Genel Müdürü): Basınımızda fikir gazeteciliğinin saygın kuruluşlarından biri olan Yeni Asya gazetesi, Türk medyasında yeri doldurulamaz bir öneme sahiptir. Başarılı ve güvenilir gazeteciliğinizin bundan sonra da aynı anlayışla devam edeceğine olan inancımla 40. kuruluş yıl dönümünüzü kutlarım.

Selâmi Öztürk (Kadıköy Belediye Başkanı): 40. kuruluş yıl dönümünüzü en içten duygularımla kutlar, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Hüseyin Turan (Silivri Belediye Başkanı): Millî değerlerimizin gençliğe ve nesillere aktarılmasındaki katkılarınızdan dolayı sizleri kutlar, başarılarınızın devamını ve nice 40. yıllara erişmenizi dilerim.

Doç. Dr. Sabri Erdil (DP Genel Başkan Yardımcısı): Demokrasiyi hayat tarzı haline getirmiş olan gazetenizin 40. yılını kutlarım.

Atilla Palangalı (DP Kütahya İl Başkanı) ve İlhami Özatağ (DP GİK üyesi): 40. yılınızı en içten duygularımızla kutlar, nice 40 yıllara erişmenizi dileriz. Yaptığınız yayınları, ülkemize ve demokrasimize sağladığınız katkıları takdirle takip ediyoruz.

Alaaddin Varol (AK Parti Çankaya İlçe Başkanı): Milletimizin her türlü hissiyatına tercüman, olan tarafsız yayın düsturuyla hareket eden yayın kuruluşunuzun 40. yılını kutlarız.

***

21 Şubat’tan sonra 23 Mart

40. hizmet yılımıza girdik. Bu vesileyle 21 Şubat günü gazeteyle birlikte verdiğimiz ekte, 39 yıl boyunca attığımız 14 bine yakın manşetten—ki geçtiğimiz 27 Şubat Cuma günü 14 bininci sayımızı da çıkardık—“tavizsiz istikrar çizgimiz”i gözler önüne seren bazı örnekleri okurlarımıza sunduk. Aslında bunlar çok daha geniş şekilde işlenmeye lâyık, ama mâlûm kriz ortamında ancak bu kadarını yapabildik. Önümüzdeki süreçte İnşaallah daha detaylı ve doyurucu çalışmaları yapacak imkânlara da erişiriz.

Bu arada 21 Şubat’ta kuponlarını vermeye başladığımız Zübeyir Gündüzalp kitabıyla ilgili abone çalışmalarının hız kesmeden devamını diliyor ve bekliyoruz. Türkiye’de Risale-i Nur’u bilen, Yeni Asya’ya aşina ve Zübeyir Gündüzalp’i tanıyan çok büyük bir kitle var. Abone çalışmalarımızı o adreslerde yoğunlaştırırsak güzel neticeler alabileceğimize inanıyoruz.

40 yıllık okurlarımızın hatıra ve izlenimleri ilgi ve heyecanla takip ediliyor.

Ve 21 Şubat’tan sonra, Üstadı 49. vefat yıl dönümünde anacağımız 23 Mart’a hazırlanıyoruz.

02.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır