18 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Mehmet KARA

Edep, adap dersi kime verilmeli?


A+ | A-

Hafta içinde MHP’li yetkililerin partilerinin kongrelerinde hükümeti eleştirirken, bazı televizyonlar “bip”li, başka bir deyişle sansürleyerek vermişti.

Buna dikkat çekmek isteyen Başbakan Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Bunlar önce bir edep adap dersi almalı. Bunu bilmeden bu insanlar birlikten, beraberlikten, bir kardeşlik ikliminden bahsedemezler. Bir taraftan gelip bu hakaretleri yapacaksın. Zaten bir sinkaf ifadeleri kullanmadıkları kaldı. Zaten kendi toplantılarında bu ifadeleri kullananlar yapıyordur…” diye cevap vermişti.

Başbakan ifadesinde hangi partiden bahsettiği açıklamamasına rağmen, bu ifadeleri üzerlerine alan MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, açtı ağzını yumdu gözünü. “Sen kimsin? Özel toplantıları mı dinliyorsun? Dinleme örgütü sana servis mi yapıyor acaba? Ama biz senin hangi özel toplantılarda neler yaptığını biliyoruz” diyerek çok sert eleştiriler yöneltti. Ve Erdoğan’ın adap, edep dersi eleştirisini ise, “Biz edebimizi, adabımızı derslerden almadık…” gibi sözlerle cevap verdi.

Kendisi ile ilgili yapılan eleştirileri mahkemeye veren Başbakan’ın Vural’ı bu konuşmasından sonra da mahkemeye vereceği kesin. Vural’ın basın toplantısında söylediği sözleri de biz burada yazarsak, biz de muhtemelen “tanık” olarak dinleniriz…

Siyasetteki bu çirkin üslûbu burada yazmakta bizim edep ve adaplarımıza da uymaz. Ancak şunu bilsinler ki, siyasetteki bu üslûpsuzluk millet tarafından da tasvip edilmiyor.

* * *

GÖSTERİŞLİ OLSUN DİYE.

YAPTILAR AMA (!)

Geçtiğimiz hafta Ankara’nın başkent oluşu törenlerle kutlandı. Törende yaşanan olaylara bakınca ne yazacağımızı, ne diyeceğimizi şaşırdık.

Haberi Cihan Haber Ajansının bülteninden okuyalım. “Ulus’ta bulunan Atatürk heykelinin sık sık tinerci eylemlerine sahne olması, güneşten dolayı boyasının dökülmesi ve üzerinde kuş pisliklerinin oluşması nedeniyle Büyükşehir Belediyesi tarafından bakımdan geçirildi. Heykelin daha gösterişli bir hale getirilmesi ve uzaktan da fark edilebilmesi için heykel, belediyenin anlaşmalı olduğu firma tarafından asıl rengi olan bronza boyandı…”

Buraya kadar normal sayılabilir… Ancak boyamanın rengini beğenmeyenler çıktı. Ankara Garnizon Komutanı heykelin yeni halini beğenmediği televizyon haberlerine de yansıdı. Görüntülerde komutan, Ankara Valisi’ne el kol hareketleriyle heykelin yeni halini niye beğenmediğini anlatıyordu. Vali de bunu yanında oturan Büyükşehir Belediye Başkanına iletiyordu. Belediye başkanı ise, durumdan haberi olmadığını söylüyor ve tetkik edeceğini bildiriyordu.

Bu olay o kadar büyüdü ki, törenin bitiminin hemen ardından heykeli “daha gösterişli olsun” diye boyayan firma eski rengine döndürmek için yoğun çabaya girişti. Gökçek de heykeli bu hale getirenler hakkında soruşturma açtırdı. Soruşturmanın sonucu ne olacak bilemeyiz, ama heykel komutanın uyarısı ile eski haline dönüştürülmeye çalışıldı. Heykel eski haline gelince de “soruşturmalar” hariç mesele şimdilik kapanmış oldu.

Bu olaydan çıkarılacak dersler, alınacak ibretler var. Yorumu siz okuyucularımıza bırakıyoruz.

* * *

HALKIN SESİNE KULAK VERMEK

İsrail’in Filistinlilere yaptığı işkenceleri, Gazze’de yaptıklarını sık sık gündeme getirip, milletçe bu eylemleri protesto ederken, hükümetin tepkisizliğini de yazılarımızla eleştirdik. Bir taraftan “one minute” tepkisi gösterilirken, diğer taraftan İsrail’le yapılan anlaşmalara dikkat çekip, bunları zaman zaman yazdık. İsrail’in yaptığı insanlık dışı eylemlerinden sonra kamuoyu ayağa kalktığını, hükümetin milletin bu sesine kulak vermediğini de söyleye geldik.

Özellikle, Gazze’de İsrail uçaklarının bebek, çocuk, yaşlı demeden bombalar atıp insanları öldürmesi protesto edilirken, bu uçakları kullanan pilotların Konya’da eğitim görmesi milletimiz tarafından protesto edilmişti.

Türkiye-ABD ve İsrail arasında Konya’da yapılması plânlanan Anadolu Kartalı tatbikatından İsrail’in çıkarılmasının ardından ABD de tatbikata katılmadı ve tatbikat bu sene yapılmadı.

Erdoğan, İsrail’in tatbikattan çıkarılma sebebini açıklarken, “Halkımızın sesine kulak verdik. Halkımızın ve diplomatik hassasiyetleri göz önünde bulunduk. Halkın vicdanına sözcülük ettik. Halkımız İsrail’in tatbikata katılmasını istemiyor” demesi, eminim ki, Türk halkının gönlünü ferahlatmıştır. Biz de Erdoğan’ı halkın sesine kulak verdiği için tebrik ediyoruz. Hele ki, İsrail’in son günlerdeki Mescid-i Aksa’da yaptıklarını gördükten sonra… Hem de tenkit ederken, tenkit ettiğiniz şey gerçekleştirildikten sonra da tebrik etmeyi de bilmek lâzım.

Bir tebrikte BM İnsan Hakları Konseyi’ne… Konsey, İsrail’in Gazze’de savaş suçu işlediğine dair raporunu onayladı. İsrail soruşturma yapmazsa, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne gidilebilecek…

Tabiî altından bir “Çapanoğlu çıkmazsa” şerhini koyarak…

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kendi kendine yeten ülke!


A+ | A-

Tarımı ve hayvancılığı hakir görmenin bedelini ağır bir şekilde ödemek üzereyiz. Et fiyatlarındaki aşırı yükselme bunun bir delili. İlk bakışta bu işten kasapların kârlı çıkacağı akla gelir, ama tam aksine bu fiyat artışından onlar da memnun değil. Çünkü aşırı fiyat artışı, insanları et tüketiminden uzak tutuyor.

Yıllarca bugün için ‘şehir efsanesi’ hâline gelen bir sloganla büyüdük: “Türkiye, dünyada (gıda ihtiyacı bakımından) kendi kendine yeten 7 ülkeden biridir!”

Öğrencilik yıllarımızda bu sloganları duya duya, okuya okuya büyüdük. Bugün ise bu sloganın pek de geçerli olduğu söylenemez. “Kendi kendimize yettiğimiz”in söylendiği yıllarda bile kişi başı üretim/tüketim ne kadardı? Karnımız açken, ‘kendi kendimize yetiyoruz’ demekle doyuyor muydu?

Köyde yaşayanları ‘şehirli’ yapma adına çeşitli yollarla teşvik edilen ‘göç’ün; Türkiye’ye dolaylı bir zararı da bu noktada oldu. Hep beraber şehre geldik ve köyde ‘üretici’ olanlar da şehirde tüketici oldu. Üretmeden tüketmeye devam ede ede kendimizi krizler içinde kıvranırken bulduk.

Bugün bile pek çok ‘uzman’ insanları tarım ve hayvancılıktan uzak tutmaya çalışıyor. Onlara göre sanayi üretime tek çare. Elbette bir ‘makina’nın binlerce ‘hayvan’ satın alabildiğinin farkındayız. Fakat ‘makina’ üretemeyen insanların ‘hayvan’ otlatmaya devam edeceği yerde, şehirde oturup tüketici olması daha mı iyi? Her konuda olduğu gibi bu konuda da plansızlıkla karşı karşıyayız. Bir iş bölümü yapılmasının kime ne zararı olurdu? Nasıl ki eğitimde bir plan gerekiyorsa, tarımda ve hayvancılıkta da bir planlama şart. Kimileri yaylalarda koyun gütmeli, kimileri de ‘kule’lerde ‘tık’lamalı. “Hiç kimse koyun gütmesin” ya da “Hiç kimse ‘tık’lamasın” diyerek kendi kendimize yetemeyiz.

Terörün dolaylı bir zararı da bu konuda oldu. Doğu ve Güneydoğu bölgemizin dağları koyunlarla, çobanlarla şenlenebilmiş olsa, bugün ‘et krizi’ yaşanır mıydı? Türkiye’nin sahip olduğu küçük ve büyükbaş hayvan sayısında ciddî bir azalma söz konusu. Her geçen gün de azalmaya devam ediyor. Hiç değilse şimdiye kadar yapılan yanlışın farkına varıp, bari bu günden sonra tedbir alabilsek.

Köylerimiz büyük ölçüde ‘tatil beldeleri’ hâline geldi. Tamam, tatilimizi de yapalım; ama bu esnada hiç değilse kendi ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar tarım ve hayvancılıkla ilgilensek ne kaybederiz? Bunun için de Türkiye’yi idare edenlere vazife düşüyor. Amerika’yı yeniden keşfe gerek olmadığına göre, ‘Ne yapılabilir?’ diye milletin ‘efendisi’ olduğu söylenen ‘köylü’ye soralım. Bilhassa genç emekliler yılın yarısını köylerde geçirdikleri halde ‘üretim’e bir katkıları olamıyor. Bunun bir sebebi de, meselâ yaz aylarında satın alınan büyükbaş hayvanların kış aylarında ne yapılacağı... Yaz aylarında satın alınan hayvanlar, kış aylarında çok ucuza satılmak mecburiyetinde kalınıyor. Bu da kâr etmeyi düşünen köylüler için olumsuz bir durum. Meselâ satış değil de kira gibi belli bir ücret karşılığında yaz aylarında köylüye hayvan dağıtıp, kış aylarında geri almak düşünülebilir mi?

Türkiye tarım ve hayvancılık konusunda ‘ayrıntılar’ dahil planlama yapmazsa, mevcut ‘et krizi’ni aşmamız zor olabilir. Yoksa, ‘Kendi düşen ağlamaz’ mı dediniz?

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yolculuk hızlanıyor


A+ | A-

Çoğu sabun köpüğü gibi kayıp giden âfâkî gündem maddeleri, biri diğerini unutturacak şekilde peş peşe gelip giderken, hayatın en temel ve değişmez kanunu olan ölüm gerçeği de hükmünü icra etmeyi sürdürüyor.

Üstelik Bediüzzaman’ın “Ölüm değişmiyor, beşer yolculuğu kesilmiyor, sür’at peyda ediyor” (Sözler, s. 276) ve “Hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür’atle çalıştırıyor” (Mesnevî-i Nuriye, s. 175) gibi ifadelerinde vurguladığı gibi, ölümlerin hızlandığı bir dünyada yaşamaktayız.

Şimdiye kadar gerek yakın çevremizden, gerek tanışmadığımız halde meşhur ve popüler oldukları için aşina olduklarımızdan, gerekse hiç bilmediğimiz, ama medya vasıtasıyla haberdar olduğumuz kişilerden birçok vefata ya bizzat şahit olduk veya ölüm haberlerini aldık; sıranın bize geleceği âna kadar da almaya devam edeceğiz.

Yakın dönemde “El mevtü hakkun” fermanını imzalayanlar arasında, Trakya ve İstanbul’u vuran sel felâketlerinde dalgalara kapılan ve naaşı günler sonra denizin kilometrelerce güneyinde bulunan minik Dilâ’dan Lice’de mermi kurbanı 12 yaşındaki Ceylan’a, Eskişehir’de önce kundaktaki bebeğiyle 5 yaşındaki kızını Porsuk’a atıp sonra kendisi atlayan bahtsız anneye; Elazığ’daki ceza kurbanı şehitlere kadar pek çok kişi var.

Bu ölümlerin her biri, kendi içinde son derece ibretli ve düşündürücü gerçekleri barındırıyor.

Bunların içinde, geride kalan bizlerin en fazla yüreğini yakanları bebek ve çocuk ölümleri, ama gerçekte en bahtiyar ve mutlu olanlar da onlar.

Çünkü Dilâ’nın babasının, kızı için söylediği “Cennette melek oldu” ifadesindeki gerçek, onların tamamı için geçerli. Hepsi de dünyanın kirine, pasına, gamına, tasasına hiç bulaşmadan, doğrudan ebedî saadet ülkesine kanat açtılar.

Ölümden bahis açmışken, Yeni Asya ailesindeki iki taze kayba da temas etmek gerekiyor.

Bunlardan biri, 70’li ve 80’li yıllarda gazetede yayınlanan şiirleri, naatları ve sahabe hayatlarını anlattığı yazı dizileriyle tanıdığımız Mustafa Necati Bursalı. Bir ara Cağaloğlu’ndaki bir ziyaretinde görüştüğümüzü ve zayıf, mütevazi bir insan olarak hafızamda yer ettiğini hatırlıyorum.

Hisli ve coşkulu üslûbuyla değerli eserler bırakan Bursalı’yı rahmet dualarıyla yad ediyorum.

Bir diğer kaybımız, hafta içinde beklenmedik ve trajik bir trafik faciasına kurban giden değerli ilim adamı, ilâhiyatçı, son şahit İbrahim Canan.

Hadis ilminin yaşayan en önemli isimlerinden biriydi Prof. Dr. Canan. Ve bu uzmanlığını, eğitim konuları başta olmak üzere, yaşanan hayatın içine taşıyabilmişti. Muhtasar hali 70’lerin sonunda yayınlarımız arasında çıkmış olan “Resulullaha (a.s.m.) Göre Çocuk Terbiyesi” isimli, kaynak ve rehber niteliğindeki kıymetli eseri, bunun ilk akla gelen güzel örneklerinden biriydi.

Keza, BM’nin “çocuk yılı” ilân ettiği 1979’da neşrettiğimiz “İslâmda Çocuk Hakları” adlı kitabı da, konuyu derin bir vukufla işleyen doyurucu muhtevası ile önemli bir hizmete vesile oldu.

O günlerde biz Cağaloğlu Yerebatan Caddesindeki binamızda, Yeni Asya Araştırma Merkezinde çalışıyorduk. Canan da zaman zaman gelip gidiyordu. Bir defasında kitaplarıyla ilgili fikrimizi sormuş, dil ve üslûbunun biraz daha hafifletilmesi yönündeki kanaatimizi ifade etmiştik.

Önemli bir özelliği de, Bediüzzaman’la görüşen son şahitlerden biri olması ve Üstadı talebeleriyle birlikte Ankara’da kaldığı otelden çıkarken gösteren Tarihçe’deki fotoğrafı onun çekmesiydi.

Son derece birikimli ve dolu, o ölçüde de mütevazi ve olgun bir insandı. Allah rahmet eylesin.

Hafta içinde kervana dahil olanlardan biri de Ergun Göze. Daha ziyade eski Tercüman’daki yazılarıyla bilinen Göze’nin 1993-94’te Yeni Asya’da yazması da gündeme gelmişti, ama olmadı

Yönetmen Halit Refiğ’le ise, Köprü için yapılan bir mülâkat vesilesiyle irtibatımız olmuştu.

Allah, hepsine rahmetiyle muamele etsin.

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Kur’ân, herkesi dize getirdi


A+ | A-

Hz. Musa (as) zamanında sihir, Hz. İsa (as) zamanında tıp ilmi ileri gitmişti. Onun için de Hz. Musa’ya (as) sihri yok edecek asa mu'cizesi, Hz. İsa’ya da (as) o günkü tıp ilminin başarmaktan aciz kaldığı alaca hastalığını tedavi, körlerin gözünü açma ve ölüleri diriltme gibi mu'cizeler verilmişti.

Peygamberimiz (asm) zamanında da şiir ve hitabet gelişmiş, belâğat ve fesahat ilerlemişti. Şairler, hatipler kısa, özlü, veciz hitabeleriyle insanları etkilerler, bir konuşmayla savaşı başlatabilir, yine bir konuşmayla savaşı sona erdirebilirlerdi.

Muallakat-ı Seb’a (Yedi Askı) adıyla dereceye girmiş şiirler, altın harflerle yazılıp Kâbe duvarına asılmıştı.

İşte edebiyatın zirveye çıktığı böyle bir dönemde Kur’ân nazil olmaya başladı. Ünlü hatip ve şairleri ya Müslüman yaptı, ya da takdir ve hayretlere boğdu.

“Artık emrolunduğun şeyi başlarını çatlatırcasına açıkça söyle ve müşriklerden de yüz çevir”1 âyetini duyan bir edip hemen secdeye kapanmış, çılgına dönen müşrikler “Sen de mi Müslüman oldun?” diye adamın üzerine çullanmışlar, o da, “Hayır, ben sadece bu âyetin belâgatına secde ettim”2 demişti.

Muallakat-ı Seb’a şâirlerinden olan İmrü’l-Kays’ın asılı bir şiiri vardı Kâbe duvarında. “Ve denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.’ Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cudi Dağına oturdu. Ve ‘Zalimler güruhu Allah’ın rahmetinden uzak olsun’”3 meâlindeki âyet nazil olunca; İmru’l-Kays’ın kız kardeşi, Kâbe’ye gidip, “Artık kimsenin söyleyecek bir sözü kalmadı. Bu belâgat karşısında kardeşimin şiiri de duramaz” diyerek kardeşinin kasidesini duvardan indirdi. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer kasideler de teker teker Kâbe’nin duvarından indirildi.4

Lebid’in kızı da babasının kasîdesini Kâbe’den indirirken şöyle demişti: “Âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı.”5

Kur’ân o günün en ünlü şair ve ediplerini işte böyle dize getirmişti. O günden bugüne onun belâgat ve fesahatiyle boy ölçüşebilecek bir eser ortaya konulamadı. Kıyamete kadar da bu emsâlsizliğini göstermeye devam edecek.

Dipnotlar:

1- Hicr Sûresi: 94.

2- Sözler, s. 341, 411.

3- Hud Sûresi, 44.

4- Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya, s. 102.

5- Sözler, s. 411.

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Herkes evlenmek mecburiyetinde mi?


A+ | A-

Herkesin “evlenmesi” diye bir farziyet, bir mecburiyet yok. Kişinin durumu, fizikî, kimyevî (mânevî) yapısına, ekonomik imkânlarına, sosyal statüsüne göre hüküm alır. İslâm lite-ratüründe evlilik birkaç kısımda mütalâa edilir:

“Farz, sünnet-i müekkede, yâni mübah, mekruh ve haram!”

Farz evlilik: Bir erkek, seçeceği eşin geçimini, yâni nafakasını temin edecek, mehrini ödeyecek güçte ise, meşrû haklarına ve isteklerine riâyet edecekse ve evlenmediği takdirde gayr-i meşrû yollara düşecekse, onun evlenmesi farzdır.

Bir bayanın ise, hanımlık görevlerini yerine getirecek kudrette ise, kendisini muhafaza etmek ve gayr-i meşrû yollara düşmemek için evlenmesi aynı hükümdedir.

Sünnet-i müekkede veya mübah evlilik: Bir kişi, evlendiği takdirde, eşinin haklarını yerine getirebilecek ise, kadınlara karşı herhangi bir meyli yoksa ve gayr-i meşrû yollara düşme korkusu da bulunmu-yorsa, onun evlenmesi sünnet-i müekkede veya mübahtır.

Mekruh evlilik: Eşinin haklarına riâyet etmekten endişe edilen ve ona zulmedeceği tahmin edilen kişinin evlenmesi mekruhtur.

Haram evlilik: İslâmiyet, evlenmeye ve âile yuvasını kurmaya, bir evi geçindirmeye, hanımının nafakasını temin etmeye gücü olmayanların, âile hayatını ayakta tutacak şartları hazırlayamayan, eş haklarını ifâ edemeyeceklerin evlenmesini tavsiye etmez. Bazı şartlarda, “haram” bile olur.

Eşinin haklarına riâyet etmeyeceği kesin olarak bilinen birisinin evlenmesi haramdır. Şüphesiz ki, “haklardan” kasıt, sadece nafaka ve geçim meselesi değildir. Bunlar da dahil olmak üzere, her türlü hakları, muhafazası, gayr-i meşrû yollara düşmesine yol vermemesi, zulmetmemesi vesâire, bu çerçevede mütalâa edilir.

Bediüzzaman, şefkat zirvesinden “Kızlarım, hemşirelerim!” diye başlayan bir hitabe ile onlara şu dersi verir: “Bu zaman eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimâiyemize yerleştiği için, bir erkek, bir kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyevîye (dünya hayatının saadetine) medâr ve sâir günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken, o biçâre zaifeyi dâim tahakküm altında, yalnız dünyevî, muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer’an küfüv tâbir edilen, birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer’iyye nazara alınmadığından, hayatı dâima azap içinde geçer. Kıskançlık da müdahale ederse daha da berbat olur”1

Ve esas meselemize bakan şu hususu nazara verir:

“İkincisi: Fıtraten kadın, zaafı için maişet (geçim) noktasında bir yardımcıya muhtaçtır. O ihtiyaç için, şimdiki terbiye-i İslâmiyeden ders almayan, serseri-liğe, tahakküme alışanlardan o küçük bir iâşesi hatırı için tahakkümler altına girip, riyakârâne kocasının rızasını tahsil etmek yolunda hayat-ı dünyevîye ve uhrevîyesinin medârı olan ubûdîyetini ve ahlâkını bozmak bedeline, köy kadınları gibi, kendi nafakasını kendi çalışmasıyle kazanmak on defa daha kolaydır. Rezzak-ı Hakikî, çocukların rızıklarını süt ile verdiği gibi, onların da rızkını O Hâlık-ı Rahîm veriyor. O rızık hatırı için, namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak riyakârâne çalışıp tahakkümü altına girmek elbette Nur Talebesinin kârı değil.”

Dipnotlar:

1- Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, s. 292-293.; 2-A.g.e.

18.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Küreleri yutan zerreler


A+ | A-

Emine Hanım: “On Yedinci Lem’a’nın 14. Notasının 3. Remzinin son paragrafında bahsedilen, ‘Madem böyledir; hazer et. Dikkatle bas. Batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işârette, bir öpmekte batma’ cümlesinde ne anlatılmak istenmektedir?”

On Yedinci Lem’a’nın On Dördüncü Notasının Üçüncü Remzi, insanın çok ince, çok derin, ulaşılamayan, tanımlanamayan, elle tutulamayan bir yanına ulaşıyor, elle tutuyor, nazara veriyor ve insanın, dikkat etmediğinde, o tanıyamadığı garip halinde ve keşfedemediği acip duygusunda boğularak batabileceğine dikkat çekiyor; insanı uyarıyor.

İnsan kendisini tanısın, tanımasın; her yönüyle derinliği olan bir varlıktır. Yaşadığı hiçbir hâtırayı gerçekte unutmaz. Tattığı hiçbir acının, kederin ve elemin izini hâfıza arşivinden silemez. Tattığı hiçbir lezzetin hâtırasını dimağından çıkaramaz. İnsan ne geçmişini ve mazisini unutabilir; ne geleceğe dayalı ümit ve emellerinden vazgeçebilir. Bazen lâf olsun diye söylenmiş bir tek kelime, ona, geçmişinde iz bırakan bir hâtıra sayfasını açar ve öyle bir manyetik alan meydana getirir ki, insan âdetâ aynı olayı tekrar yaşar. Bir elemse yaşadığı; bakarsınız adam, o elemi tâ yüreğinde duyar, bir kez daha acı hisseder, derin etkisinde bir kez daha sarsılır. Ve hemen arkasından, o elemin geçmiş olmasından–eğer şükredebiliyorsa—şükreder. Bir lezzetse geride kalan; bir tek kelime, bir tek işâret, bir tek pırıltı, bir tek tanecik, bir tek hareket, onun zihin ekranına öyle net bir görüntü düşürür ki, onu, tekrar mâziye alır götürür. Eğer şükürsüz bir nimetse dimağına tadı vuran, derinden bir “âh!” çekmekten kendini kurtaramaz, “of!” demekten kendini alamaz. Çünkü şükürsüz olduğundan; lezzetten ayrılmış olmanın verdiği derin acı ve dayanılmaz elem, içini yakar, yüreğini parçalar.

Kimi zaman küçük şeyler, büyük haramlara kapı açarlar. Ondandır ki din, mîde bulandıran küçük şeylere “mekruh” demiştir. İnsan, bir damladan, bir noktadan ne olacak, der, takvâyı esas tutmaz, kendini sakınmaz; ama ne acıdır, az sonra öyle bir dalga gelir ki, onu denize çeker, boğar, bütün hayatını mahveder.

Bazen de farklı bir yapıya ve karaktere sahip olduğunu ileri bir yaşta, hiç beklemediği bir “an içinde” keşfeder insan. Bu an, zamanın çok küçük, zerre gibi bir parçasıdır ve insanın bütün dünyasını değiştirecek güçtedir. Allah nelere kadir değildir ki?

Bir cam parçası, nasıl, gökyüzünü güneşiyle ve yıldızlarıyla birlikte içine alabiliyorsa; incir çekirdeği kadar bir hâfıza kuvveti, nasıl, bütün ömürdeki yaşanmış hayat hallerini ve hâtıraları kuşatabiliyorsa; gökyüzündeki her bir kara delik, nasıl dev küreleri ve dev ölü yıldız enkazlarını yutabiliyorsa; çok büyük ve çok önemli hâtıralar da bazen umulmadık bir kelimenin, beklenmeyen bir işâretin, ansızın beliren bir pırıltının kucağında gizliden oturuyor olabilir ve bir tek işâret ilgili kişiyi çok farklı bir duygu yoğunluğuna götürebilir, ruhunda bir fırtına estirebilir. Meselâ birden bire fâcia getirebilir, birden bire huzura gark edebilir, birden bire kriz verebilir, birden bire kalp sektesine sebep olabilir, birden bire ölüm getirebilir, birden bire hayat kurtarabilir.

Böyle, insanın hayatını alabora eden şey, eğer bir helâl lezzet, bir meşrû heyecan ve bir mâsûm hâtıra ise hiç mesele yok. Fakat yine de, insanın başına neler açacağı bilinmez. Meselâ, askerde; arkadaşının ağzından alelusul dökülüveren söz gelişi, “ateş” sözcüğü, avcı hattında, bütün dikkatiyle hedefe kilitlenmiş bir er için, çok hasret duyduğu annesinin ocak başındaki muhterem ve müşfik tavırlarına şimşek gibi bir pencere açabilir, hayâlî bir intikal sağlayabilir. Bu öyle bir pencere ve öyle bir intikaldir ki, erin bütün dikkatini dağıtır, bütün hedefini alt üst eder, belki de düşmana kendisini hedef eder. Ya da, düşmanı kaçırır.

Peki; âhiretin ebedî, sonsuz, dev boyutlu, câzibeli ve capcanlı hayatı karşısında, oldukça sönük, oldukça geçici, oldukça fânî, oldukça günübirlik, oldukça sığ, oldukça itici ve oldukça hızlı bir seyirle tükeniveren ve bir “zerrecikten” ibâret olan dünya hayatının insan kalbinde oturduğu “konuma” ne demeli? Peygamberlerin ve vahyin doğru haberleri bütün kulaklarda yankılanırken; bu “hayâlî zerreciğin”, o “dev hakîkî hayatı” yutmasını nasıl izah edersiniz? Bunun ona tercih edilmesi hangi akla sığar?

Oysa aslında insan dünyaya sığışamıyor, dünyaya yerleşemiyor; zindanda boğazı sıkılmış bir adam gibi “of! of!” deyip duruyor. Çünkü dünya insana kâfi gelmiyor. İnsan hakîki bir hayat arıyor. İnsan ebediyet arıyor. Fakat aradığını dünyada zannediyor; ve yanlış kapı çalıyor! Aradığının âhirette olduğunu söylediğinizde, ölümden korkuyor, karanlıktan ürküyor ve kendisini bir hâtıraya, bir ışığa, bir kelimeye, bir taneciğe, bir işârete, bir öpmeye; sözün kısası, bir “dünyacığa” hapsediyor. Ama o “dünyacıkta” yerleşemiyor. Çünkü kalbi âhireti istiyor. Bundandır ki her ibâdet, insan kalbine sonsuz bir huzur ve doyumsuz bir lezzet veriyor.

Bediüzzaman’ın, On Yedinci Lem’a’nın On Dördüncü Notasının Üçüncü Remzinde; insanın hayatı boyunca imtihan içinde olduğuna, hayâtı boyunca bütün dikkati ve yoğunluğu ile aklının “başında” olması gerektiğine, zerrecik bir dünya için ebedî bir âhiret hayatını boğmaması gerektiğine, bütün ümitleri konusunda yalnız Allah’a güvenmesinin ve bütün korkularını bir yana bırakıp yalnız Allah’tan korkmasının önemine; aksi takdirde çok küçük şeylerin, insanın dünya-âhiret dev hayatını boğup mahvedebileceğine işâret ettiğini görüyoruz.

Anlaşılıyor ki, insan, bir sırat köprüsünde duruyor.

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Âlimin ölümü, bir âlemin ölümüdür


A+ | A-

İbrahim Canan, son zamanlarda sık aralıklarla ahiret âlemlerine yolculadığımız değerli isimlerden bir tanesi. Değerli sohbetlerinde bulunma imkânım olmadı hiç. Ama yaklaşık yirmi beş yıldır onu bir eseriyle yakından tanımaktayım. Vefatını öğrendiğimde yine bu eseri aldım elime. Bu sefer bir konuyu öğrenmek için değil de, geride bırakılan bir emaneti inceler gibi karıştırdım sayfalarını.

Hem bir anne, hem de kadın ve aile dergisi formatında çıkan Bizim Aile dergisinin bir çalışanı olarak özellikle “Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye” isimli eseri hep başucu kitabım oldu. Sadece benim değil, dost ve arkadaşlarımda gözlemlediğim kadarıyla bu kitap her evde bulunmakta. Çünkü aile hayatıyla ilgili aklınıza takılan bütün sorulara ansiklopedi kalınlığındaki bu kitapta cevap bulmanız mümkün.

Terbiye kavramı, nikâh öncesine kadar uzanan terbiyenin safhaları, oyunlar, cinsî terbiye, kız çocuklarının eğitimi, eğitimde dayak, çevrenin eğitim üzerine etkileri, eğitimde evin önemi gibi onlarca konu, yüzlerce alt başlıkta detaylı bir şekilde sınıflandırılıp anlatılmış. Zaten Canan, bu eseriyle 1979’da Türkiye Millî Kültür Vakfı Ödülü’nü almış.

Hadis ilminin sırlarına vakıf olduğuna en güzel delil, Canan Hocanın bu eseri olsa gerek. Zira sadece hadisler değil, Batı kaynaklarına da yer verilerek “mukayeseli” olarak eğitim konusu okurlara sunulmuş. “Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay verir” düsturunca süt misâl bütün bilgiler okuyucunun istifadesine sunulmuş.

Ölümünden önce sıkça dile getirdiği aile kurumunu tamire yönelik “Aile okulu” projesinin müfredatını bile hazırlayan Canan Hocanın bu dileği aslında vasiyet hükmünde. Temennimiz kısa zamanda uygulamaya geçilmesi.

Bunun yanı sıra İbrahim Canan eserleriyle zaten bir eğitim kurumu gibi yıllardır çoğu evde hizmet etmekte. Bütün kitapları Kıyamete kadar “sadaka-i cariye” hükmünde onun amel defterine hasenâtlar gönderecektir şüphesiz.

Mânevî âlemde çok değerli olan “İlim talebesi” rütbesiyle “şehit” olduğuna inandığımız Canan Hocanın, değerli ailesine taziyelerimizi sunuyoruz. İbrahim Canan Hocadan tesbitler.. Bu satırlar onun “Hz. Peygamber’in Sünnetinde Terbiye” isimli eserinin önsözünden Eylül-1977 tarihini taşıyor. Ne kadar güncel ve ne kadar müdakkik tahliller: “İçtimâî buhranların had safhaya ulaştığı, mânevî huzursuzlukların beşeriyeti iyice yiyip bitirdiği bir asırdayız. Binaenaleyh insanlara dünyevî ve uhrevî saadet vadeden, bunların formülünü getirdiğini söyleyen Hz. Peygamber’in (asm) sünnetini, günümüzde bütün insanlığı fikren meşgul eden problemler açısından incelemek, çeşitli meselelere nasıl çözüm yolu göstermektedir araştırmak icab etmektedir. Böylece farklı sistemlerin ortaya attığı görüşlere yenilerini eklemekle, beşeriyetin fikir repertuarını zenginleştirmiş, münakaşa ve mukayese imkânlarını arttırmış olacağız. Tarih sahnesine yeni çıkmış bir Afrika milleti değiliz. Asırları içine alan, her çeşit tecrübelerle dolu, parlak bir mazinin sahipleri olarak hep hazır fikirleri benimsemekle insanlığa karşı hizmet borcumuzu edâ edemeyiz. Üzerimizde tarihin yüklemiş olduğu bir mesuliyet var, ondan kurtulamayız. “Günümüz Batı dünyası terbiye ve telkin konularındaki çalışmalarına en az bir asırdan beri son derece ağırlık vererek aktüalitenin birinci meselesi yapmış, çocuk fıtratı, terbiye, ahlâk, temel eğitim müfredatı gibi ana meselelerde yepyeni görüşler geliştirmiştir. Bir taraftan Batıya açılmış olmamız, bir taraftan yayın vasıtalarının ulaştığı bugünkü ileri seviye sebebiyle bu fikirler çok geçmeden bize intikal ederek tesir, münakaşa ve hatta tatbik imkânları bulmaktadır. Şu halde bu meselelerdeki İslâmî görüşü mukayeseli olarak bilmekte çok yönlü olarak fayda ve zaruret vardır…” Kütahya notları Geçen hafta sonu değerli arkadaşım Ayşenur Yaşar ile birlikte Kütahya’da idik. Başlarındaki ablalarıyla birlikte, gençlerle Risâle sohbetleriyle dopdolu iki gün geçirdik. Eskişehir’den gelen genç arkadaşlarımızın da katıldığı toplu bir programımız da oldu. Risâle-i Nur’un mahiyeti, çabuk-kolay anlaşılırlığı ve daha bir çok konu… Sorular, cevaplar, farklı noktalardan gençlerin iştirakiyle faal ve neşeli, gençlere yakışır bir enerjiyle dopdoluydu iki gün… Teşekkürler, selâmlar ve başarılar gençler!

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Kork, Allah’tan korkmayandan!


A+ | A-

Ukalalık parayla değil ya! Küçücük akıllarını ortayere koyuveriyorlar; dediğim dedik... Dünya bir yana, Türkiye bir yana, onlar bir yana...

Akıllı adam başka, akıllı geçinen başkadır. Olmayan ve sağlam zannedilen fikirlerin süslenerek yalan ve yanlış da olsa satılması ise, çok daha enteresandır. Çünkü elan ahirzaman tezgâhlarında maalesef bunlar geçerlidir.

Şimdi yanlış oturup yanlışları okur gibi yapsak; mü'min ve muvahhid fakat aklı, fikri ve kalbi, ruhu iftiraktan ve gayrılıktan manevî bir kuvvet ve medet bekliyor. Buyrun cenaze namazına!

Yaptığı bir iş yok hayatında. Fakat nazarı ve süflî düşünceleri onu esir almış havalanıyor. Çünkü maalesef elinde Kur’ânî bilgiler, tefsir bilgileri gibi dünyayı ve ahireti yönlendiren rehberi yok. Çünkü okumuyor. Sonra falanın filanın anladığı kadarıyla çıkıp İslâmiyeti savunuyor. İman ve Kur’ân hakikatlarına ayine olduğunu ilân ediyor. Dört tekbirlik adam bile olsa bunu rahatlıkla yapabiliyor. Çünkü aklına hesabı ve itabı getirmiyor!...

Gerçekte ve hakikatte, kendisini dinin hadimi ilân eden böyle mi olmalı acaba?

Eğer Peygamberin takip ettiği emirde, sahabenin canını verdiği hakikatte bir yanlışlık, eksiklik, tembellik ve vurdumduymazlık görülüyorsa herkes başını önüne koyarak kendisine baksın ve noksanlıklarını, eksikliklerini gidermeye çalışsın...

Cenâb-ı Haktan çok çok daha fazla duâ ve niyazla istiyoruz ve diliyoruz ki, sırat-ı müstakimde olan ümmetin sarıldığı ve ürvatül vüska olan yolundan ve fikirlerinden, işi hizmet ve hademelik olan hiç kimseyi ayırmasın İnşaallah...

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Öfke ve sevinç anında alınan karar, sağlıklı (karar) değildir


A+ | A-

Hayat ciddî derslerle dolu

Hikâye oldukça ciddî. Kıymetli, beyefendi genç aşçılık eğitimi alıyor. Alanya’da bir otelde yaz dönemi çalışıyor. Bir, iki maaştan sonra, son aya gelindiğinde maaşını alamıyor. Ne kadar ilgililere başvurduysa bir sonuç da yok. Sonunda büyük patronun kapısını çalıyor. “Efendim ben bir gariban öğrenciyim. Harçlık biriktirmek üzere burada çalışıyorum. Lütfen maaşımı verin” diyecek. Ama diyemiyor. Kapısını çaldığı patron, gözlüklerinin üstünden bir göz gezdirerek, kendisini dinlemek bile istemediğini, hatta adam yerine bile koymadığını beden diliyle ciddî hissettiriyor.

Genç de, köşede duran damacanaya tekmeyi indirip, sinirle dışarı çıkıyor. Ama indirdiği damacana pencerenin camını kırıyor. Derken, güvenlik güçleri çağırılıyor ve genç aşçıyı ifadesini almak üzere karakola götürüyorlar. Tabi hesabına yatırılacağı söylenen 180 TL'de cam kırılınca böylece darbe yemiş oluyor ve 80 TL yatırılacağı ifade ediliyor.

Böyle bir yaz safhasından sonra, Alanya bir darbesini de bu genç aşçıya vurmuş oluyor. Tabiî acı bir hatıra ile memleketin yolunu tutuyor kıymetli aşçımız.

Evet, hayat derslerle dolu. Nereye gitsen, ne iş yapsan, kiminle muhatap olsan, iyi ya da kötü dersler var. O zaman okunacak dersler için, yaşamaya devam…

“Keşke” anlamsız değildir

Kıymetli kardeşim aşçı Nuri ile, epeyce dertleştik.

İnsan böyle durumlarda konuşacak birine çok ihtiyaç duyuyor. Aslında konuşacak da değil, sadece dinleyecek birine. Ben de biraz öyle yaptım. Yaşadıklarını anlattıkça, alınacak dersleri de birlikte çıkardık.

“Şu an ‘damacana’ deyince çok şeyler hatırlıyorsun değil mi?” dediğimde kahkahayı bastı Nuri. Ben de, ‘eve gittiğinde çalışma masanın karşısına bir kelime yaz ve o kelime, ‘damacana’ olsun. Göreceksin her seferinde sana pek çok dersler hatırlatacak.’ diyorum.

Tepkiyi ölçülü kullanmayı, bir tekmenin çok şeylere mal olabileceğini, seneye başvuru yapacağın adresin azalacağını, birkaç yıllık oluşan kanaatin bir ‘tekme’ ile ne hale gelebileceğini… gibi onlarca ders hatırlatacak bu kelime.

Nuri’ye, kıymetli kardeşim, “Keşke ‘kötülüğe iyiliğin en güzeliyle mukabele’ edip, uygun dil bulsaydın. İki yıldır seni dâvet edip çalıştıran patrona sen de son maaşını vermesi için düşünme süresi verseydin…”, ama hakkını da arasaydın gibi, ‘keşke’leri konuştuk.

Tabiî bu konuştuklarımız başka bir karşılaşılacak hayat dersinde kullanmak üzere.

‘Öfke’ veya ‘sevinç’ hali,

normal hal değildir

Nuri’nin başına gelenler, her gün yaşanan yüzlerce ‘başa gelenler’den sadece biri. Ne yaparsın hayat böyle. Tabi Nuri’ye hakkını arama demiyoruz. Sonuna kadar hakkını ara, ama atışları doğru yapmalı. Bu patronlar gelecek vadeden elemanlarını, zaman zaman böyle ciddî denemelere de tabi tutabiliyorlar… Anlayacağınız kolay kaybetmemek lâzım.

Bir anlık öfke galebesi, on-yirmi yıllık oluşmuş kanaati yok ediyor. Ne tamamen bağları koparıcı bir tavır, ne de hakkına müdahale ettirecek bir iç içelik. Olması lâzım gelen, düşmanca tavırlar içerisinde olduklarımızla, ola ki dost olabiliriz ya da dost bildiklerimizle düşmanca tavırlar içinde olabiliriz. Ölçü kaçmamalı. Kapı tamamen kapatılmamalıdır.

Neticede, her yaşanan, daha büyük yaşanacaklara birer antrenman niteliğindedir. Yaşananların dersi alınmışsa, yeni yollarda yürümenin heyecanını yaşamalı insan.

Ama bir şeyi unutmamak lâzım ki, ‘öfke’ veya ‘sevinç’ anında alınacak kararlarda aceleci olunmamalıdır. Çünkü her iki durumda insan ‘normal’ değildir.

Evet, Nuri başta haklı idi. Ama ya şimdi?

Da-ma-ca-na. U-nut-ma! Nuri.

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin YAŞAR

Gerçek pozitiflik nedir?


A+ | A-

G

üzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır” hakikatindeki güzel görmek, güzel düşünmek hakikatbînliğin ta kendisidir. Çünkü bu vecizedeki güzel görmek, yaşanan her âna nazar etmek, fark etmek, tefekkür penceresiyle bakıp, Rabbinin isim ve sıfatlarını anlamaya çalışmak, hikmetlerini okumak anlamındadır. Bu nazarın altındaki asıl maksat, kulluktur. Her şeyin O’ndan gelen bir mektup olduğu düşüncesi ve mânâ-i harfî bakışı bu görmeyi güzelleştirir. Dolayısıyla, bakılandan ziyade bakan kişinin niyeti asıldır. Durum böyle olunca her şey, yaratıcıyı gösteren bir mürşit hâline gelir ve zahiren çirkin hadiseler de güzelleşir. Bu nazar güzel düşünceyi, o da hayattan lezzet almayı netice verir. Gerçek anlamda pozitiflik de budur.

Bir de hodbîn kişisel gelişimcilerin, pozitiflik algısı vardır. Bunlar âleme enaniyetleri zaviyesinden bakıp, Yaratıcı ile bağlantısı olmayan, mânâ-i ismi bakışıdır. Çoğu zaman engin hoşgörü sahibi gibi gözüken, her şeye iyi anlamlar veren bu insanların günahları, çirkinlikleri, sefahati bile hoş gören bir bakışları vardır. Hatta bunlar, içine düştükleri bataklığı misk-ü amber diyerek ellerine, yüzlerine bulaştıran tiplerdir. Bu bakış, elbette gerçek anlamda güzel görmek değildir. Hayatın hakikatlerinden bir kaçış olarak uyguladıkları maksatlı bir bakış olup, iptal-i histir. Deve kuşu örneği gibi olan bu insanlar, kulluğun hafif külfetinden kaçıp, maddî ve mânevî daha büyük zahmetlere katlanmayı göze alan ahmaklardır.

Böyle insanların hayata dair pozitif söylemleri, kendilerini kandırmaktan başka bir şey değildir. Polyannacılık oynamak anlamında olan bu enaniyetten kaynaklanan bakış, kulluktan kopuş ve Yaratandan uzaklaşmak anlamına gelir. Zaten hakikati de güzel göremedikleri için güzel de düşünemezler. Çünkü onlar, öyle ruh hallerine sahiptirler ki, kendilerinin düştüğü bataklığa birçoklarını da sürüklemekten zevk alırlar. Dolayısıyla hakikî lezzet bunlardan çok uzaktır. Yılan gibi ısırmaktan zevk alan bu insanların zevkleri, artık tahribat olmuştur. Hayatın değişmez gerçekleri vardır. Bu insanlar bu gerçeklerle karşılaştıkları zaman, maddî, mânevî hastalanırlar. Bu hakikatlerin en büyükleri ise, ölüm, ihtiyarlık ve hastalıktır.

Negatif düşüncenin (bedbinlik), insanı hasta ettiği bir gerçektir. Fakat hakikatlere göz kapatmak anlamında, enaniyetten kaynaklanan, her şeyi güzel görmek (nikbin) de, insanı hasta eder. Yani bedbinlik ve nikbinlik değil, olması gereken hakikatbinliktir. Hakikatbînlik ise, iyiyi iyi görmek, kötüyü de kötü görmektir.

Kişisel gelişimcilerin gelip geçen telkinleri gibi, gerçek pozitiflik, hakikatlere göz yummak, görmemek, yıldız böceği gibi olup, gün ışığına kendini kapamak anlamında değildir. Kişisel gelişimin pozitif algısı, sadece dünya temelli olduğu için, gerçek anlamda bir pozitiflik olamaz.

Gerçek pozitiflik, dünya ve ahiret dengesini kurarak yaşamaktır. Yenilginin de, mutsuzluğun da, başarısızlığın da, ihtiyarlığın, hastalığın, musîbetin de kabullenildiği bir bakıştır.

Her olumsuzluğun neticesinde, hodbinler dünyaya daha bir dört elle bağlanmayı öğütlerlerken, Hüdabinler dünyanın fani yüzünün algılanıp, asıllarına talip olmanın gerekliliğini, bu dünyada yaşanan hiçbir şeyin boşa gitmediğini, her sıkıntı sabır içinde şükredilmek şartıyla dünya-ahiret huzuru getireceğini, yaşanan musîbetlerin günahların affına sebep olacağını düşünür ve öğütlerler, işte gerçek pozitiflik budur.

Hakikatbin insanın ümitleri, hayalleri, hedefleri ahiret ve dünya dengesi içerisindedir. Gözünü ahirete diktiği ve oradaki nimetlerin farkında olduğu için, ne dünya umurundan kazandığına mesrur, ne de kaybettiğine mahzun olur.

Pozitif insan, sevinç, neşe, mutluluk, keder, hastalık, ihtiyarlık ve hatta ölüme bile, şükrederek ve gülerek bakan insandır. Çünkü hakikatbin olması, onu, her şeyin hikmetlerini okumaya ve her şeyin Yaratıcısından gelen birer mektup olduğu mülâhazasına götürür. Bu ise, insanı gerçek anlamda pozitif kılar. Çünkü insan anlam veremediği, hikmetlerini okuyamadığı şeylerin düşmanıdır.

Hakikatbin insanda tevekkül düşüncesi hâkim olduğu için kalbi huzurludur. Kader ve kazaya rıza hayatı kolaylaştırır. Ümitsizlik hastalığından kurtarır. ‘Vardır bir hayır’ diyerek sinelere çekilenler, moral dünyasını alt-üst edip, kırıp dökmez, tam tersi ümit tohumları eker.

Hodbin olan kişisel gelişimcilerin yakaladığı bazı hakikatler de yok değildir. Meselâ, “Yarın için zihninizi yormayın, çünkü yarın sizin değildir. Bu günün dertleri size yeter” düşüncesi, içinde hakikati barındırır. Fakat bütün bu telkinler, sadece dünyaya dönük olduğunda ve nefisten kaynaklandığında nakıstır ve devamlı değildir.

Bir başka telkin, “Her gün akıllı bir insan için yeni bir hayattır.” Bu da bir hakikattir. Çünkü Cenâb-ı Hak insana, her gün yeni bir sayfa bahşeder. İnsan akşama kadar bu sayfayı nakşeder. Ya hayırlarla doldurur, ya da şerlerle. Hakikatbin insan, bu sayfasını doldururken, ahiret düşüncesini bir an bile aklından çıkarmazken; hodbinler sadece dünyaya hasr-ı nazar ettiklerinden bu düşünce onları dünyaya bağlamaktan başka bir işe yaramaz.

Dünyadaki hayat, hızla giden bir trene benzetilir. Bu trenin pencerelerinden gayr-i meşrûlara uzatılan eller, boş kaldığı gibi, parça parça olur. Dünyalıklara sıkı sıkı bağlanmak, müfarakatında elleri kanatır ve insanı elim elemlere atar. İşte hodbinlerin göremediği hakikat noktaları bunlardır.

Kendini bilmek, hakikatbinliktir, basirettir; kendini görmek ise, hodbinlik ve körlüktür. Güvenilir görünmek ile güvenilir olmak; hoş görülü görünmek ile hoşgörülü olmak arasındaki farklılıklar ne kadar derin ise, hakikatbin ile hodbinler arasındaki fark da o kadar derindir.

Nikbinlik, yani enaniyetten kaynaklanıp, hakikatlere göz yumarak güzel görme hastalığı, ya haysiyetsizlikten (yüzüne tükürülse, ya Rabbi şükür diyen bir yapı), ya korkaklıktan ya da iffetsizlikten kaynaklanır. Bunların neticesinde şeytanî hoşgörü, bir şey olmaz düşüncesi, tepkisizlik, zevkperestlik, vur patlasın çal oynasın mantığı gelişir. Nikbinlikle meşhur Ömer Hayyam’ın şu dörtlüğünde, her şeyi cismaniyet ve bedeni, yani nefsi hesabına değerlendiren bir bakış hâkimdir.

“Bir geçmiş gün için beyhude feryat etme

Bir gelecek günü boşuna yad etme

Geçmiş-gelecek masal hep

Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme.”

Oysa, hakikatbinin gözünde geçmiş, bugünden ve yarından kopuk değildir. Asıl olan nefsin bulunduğu ânın derece-i hayatından kurtulup, ruh ve kalbin geniş dairesi olan derece-i hayatında yaşamaktır.

Hâsılı, hakikatbinlik, itidal ve denge hâlidir. Kusur ve kısıtlamalarla yüzleşebilen, kendini ve kâinatı okuyabilen insandır. Böyle bir insan ancak hayatından lezzet alır ve yaşadıkları ne olursa olsun, dimdik ayakta kalır. Nimet mektuplarından da musîbet mektuplarından da istenen neticeleri ve meyveleri toplar.

18.10.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Tesanüd şart


A+ | A-

Dayanışma, yardımlaşma, birbirine güç, kuvvet verme anlamlarına gelen tesanüd, cemiyet ve cemaatler için bulunması şart olan hususlardandır. Yani cemiyet ve cemaatlerin çalışma ve faaliyetlerine verimlilik kazandıran, onları başarılara götüren en önemli unsur, o cemiyeti veya cemaati meydana getiren fertler arasındaki sıcak, samimi dayanışma, yardımlaşma yani tesanüddür.

Arzu edilen kardeşliğin, yardımlaşmanın, dayanışmanın bulunmadığı cemaatlerin, toplumların uzun süreli ayak durmaları; ayakta dursalar dahi kendilerinden beklenilen faaliyetleri icra ederek başarı göstermeleri mümkün değildir.

Samimi tesanüd olmayınca, onun yerini birbirini çekiştirme, çekememezlik, karşılıklı birbirine hased etme mânâsına gelen “tehasüd” alır ki, bu duruma düşen cemaatler artık cemaat olmak vasfını bir nevî yitirmiş demektir. Öyle ya, birbirini çekiştiren, birbiriyle anlamsız rekabetlere giren, birbirini çekemeyen insanların oluşturduğu bir cemaate, bir camiaya gerçek mânâda cemaat denilir mi?

Tesanüdün hükümfermâ olduğu cemiyet veya cemaatlerde bir hareket, bir faaliyet olurken; tehasüdün pençesine hapsolan toplumlarda tam tersi bir durum, yani tembellik, rehavet, atâlet söz konusudur.

Konu ile alâkalı, Hakikat Çekirdekleri’ndeki şu tespite kulak verelim isterseniz: “Tesanüd içindeki bir cemiyet, ataleti harekete tebdil eden bir vasıta olur. Tehasüd (hasedleşme) içindeki bir cemaat ise, hareketi atalete çevirmeye vasıtadır.”

Görüldüğü gibi tesanüd, cemiyet ve cemaatler için adeta bir can suyu. Gayesi ve hedefi din-i mübîne hizmet olan cemaatler için tesanüdü sağlamak en önemli ve öncelikli bir yükümlülük. Her halükârda bu yükümlülüğü yerine getirmek de, cemaatin her bir ferdinin önemli ve vazgeçilmez bir vazifesi. Tesanüdü bozacak, onu haleldâr edecek her türlü söz ve hareketten şiddetle kaçınmak da, yine her bir cemaat ferdinin öncelikli işi olmalı.

Bu meyanda Bediüzzaman’ın, Şuâlar eserinin 276. sayfasındaki; ahiret, ibadet ve sevap için birbirine bağlanan Risâle-i Nur talebelerinin, her türlü ağır şartlara rağmen, Kur’ân ve iman hizmetindeki mânevî mücadelelerinde, her biri yüz adam kadar önemli olan hakiki mücahid kardeşleriyle, kardeşliği kuvvetlendirmelerinin, birbirlerinin çalışmalarına kuvvet vermelerinin ve birbirlerine teselli vermelerinin, ancak aralarında gerçek bir tesanüdle olcağı yönündeki beyanları, bizim için dikkate değer ifadelerdir.

Nurlarla din-i mübîne hizmetin, tesanüdü muhafaza etmekle eş değerde olduğunu fark eden Bediüzzaman, tesanüdün korunması için her fırsatta talebelerini ikaz etmiş, onlara tavsiyelerde bulunarak, bu yönde alınacak tedbirlerin müşahhas örneklerini göstermiştir.

Meselâ, Şuâlar eserinin 277. sayfasında talebelerine gönderdiği bir mektubunda; “Evvel âhir tavsiyemiz, tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz (muhafaza) ve îtidal-i dem ve ihtiyattır” diyerek öncelikle tesanüdü muhafaza, sonrasında da tesanüdü tehlikeye sokacak olan enaniyet, benlik ve rekabetten şiddetle kaçınmanın gerekliliğini nazarlarımıza veriyor Üstad.

Bunu teyiden Bediüzzaman yine bir mektubunda; “... ikiliğe meydan vermemek ve îtidal-i dem ve tahammül etmek ve mümkün olduğu derecede bizim arkadaşlar uhuvvetlerini ve tesanüdlerini tevazu ile ve mahviyetle ve terk-i enâniyetle takviye etmek gayet lâzım ve zaruridir” (Şuâlar, s. 279) diyor.

Görüldüğü gibi burada da Üstadın uhuvvet ile tesânüdü birlikte zikretmesinden anlıyoruz ki, tesanüd ancak samimi bir kardeşlik ile tahakkuk edecektir. Ayrıca uhuvvet ve tesanüdün sağlanması ve güçlenerek devam etmesi için de, fertlerin tevazu ile, mahviyetle ve terk-i enaniyetle davranmalarının elzem olduğunu öğreniyoruz.

18.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.