29 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Süleyman KÖSMENE

Yalana cevaz yok


A+ | A-

Sami Bey: “Yalan söylemenin hükmü nedir? Yalan söylemeyi meşrû kılan nedenler var mıdır? Varsa ölçümüz ne olmalıdır? Yalan söylemeyi kendine alışkanlık yapmış birisinin durumu nedir? Münafıklık ile yalan arasında bağlantı var mıdır?”

Yalan söylemek kebâirdendir, yani büyük günahlardandır. Doğru söylemek ise, Allah’ın, insanoğluna Allah’a imandan hemen sonraki emridir. Söz Kur’ân’ın:

“İnsanları tevhide dâvet et ve sana emredildiği gibi dosdoğru ol.” 1

Peygamber Efendimiz (asm) doğruluk ve yalancılık arasındaki büyük farkı bildirdiği bir hadisinde, yalan söylemeyi alışkanlık edinenleri uyarıyor:

* “Doğruluk insanı Allah’ı razı edecek iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğru söyleye söyleye sonunda Allah katında sıddık (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında yalancı diye kaydedilir.”2

* “Münâfığın alâmeti üçtür. Konuştuğunda yalan söyler. Vaad ettiğinde sözünde durmaz. Kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyânet eder.”3

* “Kim ki yalan söylemeyi ve yalanla amel etmeyi bırakmazsa, Cenâb-ı Hak o kimsenin (oruç için) yemesini ve içmesini bırakmasına hiç kıymet vermez.”4

Yalana cevaz yok. Sözü eğip bükmeye de cevaz yok. Yalnız tevriye mümkündür. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Halk arasını düzelten ve bunun için hayır kastıyla söz ulaştıran veya hayır için söyleyen, yalancı değildir.”5 Bu hadisin devamı mâhiyetinde Müslim, Ümmü Gülsüm’den (ra) şu ziyadeyi rivayet eder: “İnsanların ileri geri konuşmalarından yalnız şu üç şeyin dışında yalana ruhsat verildiğini işitmedim. Bunlar: 1- Harp esnasında düşmana karşı, 2- Halk arasını ıslâh için, 3- Karı-koca arasında aile dirlik ve düzenliği için.”6

Tevriye, edebiyatta, birkaç mânâsı olan bir kelimenin en uzak mânâsını kast etmek demektir. Bu san'atı kullanmak sûretiyle meselâ insanlar arasını ıslâh etmek veya harp esnasında düşmanı oyalamak, ya da her hangi bir hayır gözetmek mümkünken, düpedüz yalan söylemek câiz değildir.

Meselâ iki kişinin arasını düzeltmek veya barıştırmak için; birine gidip, “O sana duâ ediyor” dense ve bununla ötekinin, “Ya Rab, Müslümanları affet!” dediği kast olunsa; tevriye san'atı açısından yalan söylenmiş olmaz. Böylece adamın adâvet ve husûmet ateşini söndürmek ve kin ve garazını hafifletmek mümkün olur. Veya harp esnasında düşman askerinin moralini bozmak ve gücünü zayıflatmak için, “Kralınız öldü!” denir ve bununla düşman askerinin eski krallarının öldüğü kast edilebilir. Yahut düşmana esir düşen birisinin, “Cephaneniz nerede?” sorusuna, “Bilmiyorum!” diye cevap vermesi de tevriye açısından doğrudur.

Bu husûsu, Bediüzzaman’ın Sekizinci Söz’de anlattığı, bahçenin murdar şeylerine değil, gülüne ve meyvesine dikkat ederek saadetini bozmayan iyi kardeşin örnek tutumu ile ilişkilendirmek de mümkün. Halk arasında her zaman hoşumuza giden veya gitmeyen birçok olaylarla karşılaşırız. “Çirkin olanı ve dert vereni bırak, güzel olana ve huzur verene bak!” kaidesince amel ettiğimizde çirkin şeyleri yokmuş gibi sayarız ve pek fazla müteessir olmayız.7 İnsanların arasını ıslâh ederken, karı-koca arasını düzeltirken, harp esnasında veya herhangi bir hayır umulan meselede başvurmamızda sakınca olmayan tevriye san'atını “çirkin şeyleri görmemek, iyi şeylere bakmak; ya da eksileri görmemek, artılarla yetinmek” tarzında değerlendirmek ve uygulamak, bizi düpedüz yalana bulaşmaktan koruyacak ve doğruluktan ayırmayacaktır. Yoksa bu ruhsat, doğrudan yalan söylenebileceği mânâsında değildir.

Bedîüzzaman Hazretleri bu zamanda sû-i istimallerin çok olması nedeniyle, maslahat için yalana asla fetva vermemekte; bunu, “Sû-i istimale müsait bir bataklık” olarak nitelemektedir. Saîd Nursî’ye göre; ya doğru söylenmeli, ya da sükût edilmelidir. Her söylenilen doğru olmalı; fakat her doğruyu söylemek doğru değildir! Yalan söze fetva yoktur! 8

Şüphesiz, her yalan söyleyene münafık diyemeyiz; fakat “yalancılık” sıfatının münafıklık sıfatı olduğunu bilmeliyiz.

Dipnotlar:

1- Şûrâ Sûresi, 42/15.

2- Buhari, Edeb 69; Müslim, Birr 102, 103, (2606, 2607); Muvatta, Kelâm 16, (2, 989); Ebu Davud, Edeb 88, (4989); Tirmizi, Birr 46, 1972

3- Buhârî, 1/31.

4- Buhârî, 6/902.

5- Buhârî, 8/1156.

6- Müslim, Birr, 101.

7- Sözler, s. 41.

8- Hutbe-i Şâmiye, s. 44.

29.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Âlim dediğin


A+ | A-

Sahabeyi görenlere Tabiîn deniyor. Ebû Hazim Tabiîndendi. Zamanın hükümdarı Süleyman bin Abdülmelik, Medine’ye geldiğinde Sahabeyle görüşebilen bir kimse bulunup bulunmadığını sordu. Ona büyük âlim Ebû Hazim’i tavsiye ettiler.

Ebû Hazim doğruları her hâl ü kârda söyleyebilen, gözünü budaktan, sözünü dudaktan esergemeyen bir âlimdi.

Hükümdarla karşılaştıklarında ona, hükümdar “Söyle bakalım” dedi. “Biz niçin ölümü istemiyor, ondan korkuyoruz?”

Şu cevabı verdi Ebû Hazim: “Elinizin altında her türlü imkân var. İstediğinizi yapabiliyorsunuz. Dünya için ne gerekliyse onu yaptınız, kısacası dünyanızı imar ettiniz. Ahirete ise hiç önem vermediniz, harap ettiniz. Kim imar ettiği yeri bırakıp da bir harabeye gitmek ister. Siz de onun için ahirete gitmek istemiyorsunuz.”

Emevî hükümdarı Süleyman bin Abdülmelik’e söylüyordu bu sözleri Ebû Hazim. Fakat hükümdar hazımlıydı. Gerçeklere göz ve kulaklarını açmıştı. Onun için de ne kızdı, ne de cezalandırmaya yeltendi. “Doğru söylüyorsun. Keşke gelecek için bana neler hazırlandığını bilseydim.”

İnsan geleceğini bilebilir miydi? Doğrusu yarın bugünden belli olurdu. Onun için Ebû Hazim, “Öyleyse ömrün boyunca yaptıklarını Allah’ın mizanının önüne koy ve tart!”

“Nereye bakmamı istersiniz Allah’ın kitabından?”

“İşte bakacağın âyetlerden ikisi: Meâlen: ‘İhlâs ile kulluk edenler, nimetlerle dolu Cennet içindedirler. Günaha dalan kâfirler ise Cehennem ateşindedirler.’” 1

“Peki, Allah’ın rahmeti nerede dersiniz?”

“Allah’ın rahmeti iyilik yapanlara yakındır.”

“Ah yarın Allah’a nasıl arz edileceğimi bir bilseydim!”

“İyilik yapan ailesini teslim edilen bir garip gibi, kötü olan da efendisine teslim edilen kaçak bir köle gibidir.”

Bu sözler gönlü hakikatlere aç Süleyman bin Abdülmelik’i duygulandırmaya yetmişti. Kendini tutamamış, hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı.

Yarın da inşaallah sohbetin kalan kısmı üzerinde duralım.

Dipnot:

1- İnfitar Suresi: 13-14

29.10.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Öngörü zayıf, döngeri pekiyi


A+ | A-

Mevcut AKP hükûmetinin öngörüsüne göre, ülkede pek yakında bir "Demokratik açılım" olacak.

Bunun en önemli ayağını "Kürt açılımı" teşkil edecek. Bağlantılı olarak "terörü bitirme planı" devreye girecek.

Ve, bütün bunların tepesine—sonradan—monte edilen bir "Millî birlik projesi" gerçekleştirilmiş olacak.

Evet, yönetimdeki siyasîlerin ve partili arkadaşlarının öngörüsü buydu.

Hükûmet ve parti yanlısı medya, aynı öngörüyü paylaşmakla kalmadı, birbiriyle yarışırcasına pompalama işlevinde de bulundu.

Bir de "kraldan fazla kralcılar" vardı ki, onlar da bizim gibi "ihtiyatlı bir iyimserlik" içinde olanları bile tefe koymaktan, çığırtkanlık yaparak seslerini boğmaktan ve ne dediklerini anlaşılmaz hale getirmekten, bir lâhza olsun geri durmadılar.

Onlara "Arkadaşlar, yapmayın etmeyin" dedik, "Hükümettekilerin bir öngörüsü varsa, bizim de, başkasının da kendine göre bir öngörüsü vardır" dedik; dedik ama, bir türlü lâf dinletemedik.

Zaten tarafgirlik fanatizmi gözlerini o derece karartmış, basiretlerini o derece bağlamıştı ki, lâf anlayacak, söz dinleyecek halleri yoktu.

İyi de, peki şimdi ne oldu?

"Demokratik açılım" kesintisiz devam ediyor mu?

"Kürt açılımı" tıkır tıkır işliyor mu?

Teröristler silâh bırakıp akın akın teslim olmaya geliyor mu?

İlk grubun gelişi "Millî birlik projesini" ihya mı etti, yoksa ilâve endişelere, sıkıntılara, tedirginliklere mi yol açtı?

Şayet, hâlâ "Öngörü doğru çıktı", yahut "Süreç mükemmel işliyor" diyenler varsa, o takdirde Başbakan'ın ânî fren yapmasına, Cumhurbaşkanı'nın hoşnutsuz olmasına, şehit ailelerini ağırlayan Meclis Başkanı'nın büyük üzüntü duymasına ve nihayet üzerine ağır bir sorumluluk yüklenen (aynı ölçüde yetki verilmeyen) İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın önceki gün televizyona çıkıp süreci erteleme ve dönüşlere ara verme yönündeki açıklamasına ne buyururlar acaba? (Hem, bu kaçıncı geri adım oldu, Allah aşkına?..)

Siz Türkiye'nin bu en büyük meselesini çocuk oyuncağı mı zannediyorsunuz?

Hele, gelinen şu son noktadan sonra, siz yine de iflâs eden o kısır öngörünüzle bu müzmin problemin üstesinden gelebileceğinizi mi zannediyorsunuz?

Lütfen yanlış anlaşılmasın...

Terörün bitmesini, kan ve gözyaşı selinin durmasını kim istemez?

Bu meyanda herkes gibi biz de elimizden geleni yapmaya, seri veya müstakil pekçok yazı yazarak ilân edilen süreci başarılı kılmaya çalıştık.

Ayrıca, gayet derecede eminiz ki, bu milletin yüzde doksan dokuzu, başımızdaki bu belânın bir an evvel bitmesini, defolup gitmesini ister.

Dolayısıyla, aynı yöndeki samimî istek ve arzu, hükümet ve iktidar partisi çevresinde de vardır. Buna da tereddütsüz şekilde inanıyoruz.

Ancak, defalarca ifade ettik ki, meselenin halli için sadece arzu/istek yetmez; ayrıca fikir lâzım, irade lâzım, ehliyet, liyâkat ve hasseten siyasî rüşd lâzım.

Bunlar hakkıyla bulunmadıktan sonra, istediği kadar öngörüde bulunun, yine de müsbet ve ideal bir netice alamazsınız.

Hani, belki ileri doğru bir–iki adım atarsınız; ancak, bir yerde tıkanır ve geri adım atmak zorunda kalırsınız. Ki, bu da hiç hoş ve mâkul bir durum değil.

Tarihin yorumu 29 Ekim 1914

Savaşın ortasına sürüklendik

Temmuz ayı sonlarında (1914) Avrupa'da patlak veren Birinci Dünya Harbine Osmanlı Devletinin de katılacağına dair ortada açık bir delil yoktu.

Siyasîler, böylesi bir gelişme olacağına pek ihtimal vermiyordu. Balkan Savaşından henüz yeni çıkan ordunun da ne bu konuda bir öngürüsü vardı, ne de bir hazırlığı.

Ne var ki, başlangıçta hiç hesapta olmamasına rağmen, Osmanlı Devleti hem savaşın tam ortasına sürüklendi, hem de en ağır faturayı ödemek durumunda kaldı.

Doksan beş yıldır sırrı tam olarak çözülemeyen bu büyük tarihî hadisenin başlangıç safhasında şunlar yaşandı:

* Alman Amiral Wilhelm Souchon'un kumandası altındaki Goeben ve Breslau isimli savaş gemileri, İttihatçı hükümetin izniyle Çanakkale Boğazından Marmara'ya giriş yaptılar.

* Almanya, bu esnada Rusya ve İngiltere ile savaş halindeydi. Osmanlı Devleti, henüz tarafsızlığını bozmamış ve savaşa iştirak etmemişti.

* Söz konusu gemilere zarar verilmemesi için, hemen ertesi gün bunların satın alındığı ve Osmanlı donanmasına katıldığı hükümet tarafından ilân edildi.

* Gemilere derhal Osmanlı bayrağı çekildi ve Goben'e Yavuz, Breslav'a da Midilli ismi verildi.

* Yine aynı Alman amiral tarafından ve idare edilen bu gemilere, ayrıca dokuz savaş gemisi daha ilave edilerek güçlü bir filo teşkil edildi.

* 27 Ekim (1914) günü Karadeniz'e açılan bu savaş filosu, iki gün sonra (29 Ekim) Rusya'nın Sivastopol, Odesa, Kefe ve Novorossis limanlarını bombaladı ve Rus donanmasına ateş açtı.

* İşte bu beklenmedik hadise, Osmanlı Devletini fiilen savaşın içine, hatta orta yerine doğru sürüklemiş oldu.

* İki gün sonra Kafkas sınırını aşarak Osmanlı ordusuna taarruz etmeye başlayan Rusya, 3 Kasım günü itibariyle de Osmanlı'ya resmen savaş ilân etti.

* Bir emrivaki ile karşı karşıya kalan Osmanlı hükümeti ise, tam bir çaresizlik ve şaşkınlık içinde Almanya–Avusturya ittifakının yanında ve Rusya–İngiltere devletlerinin karşısında olmak üzere, bu büyük harbe katıldığını bütün dünyaya ilân etti.

* * *

Osmanlı Devletini parçalayıp sonunu hazırlayan bu büyük savaşın başlangıç noktasındaki şu sır hâlâ çözülebilmiş değil: Osmanlı donanmasına kumanda eden Amiral Souchon'a Rus limanlarını bombalaması ve gemilerine ateş açılması emrini kim niçin verdi?

Her ne kadar, bu emrin Bâbıâli veya Bâbıseraskerî tarafından verilmiş olduğu iddia edilmekte ise de, bu iddia henüz ispatlanabilmiş değil.

29.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Sigara yasağının alanı genişletildi, ama...


A+ | A-

İktidarın en iyi icraatlarından birisi, sigara yasağının alanını genişletmesi ve uygulaması. Cân ü gönülden tebrik ediyoruz.

Yasağın kapsamını genişleten düzenlemenin yürürlüğe girmesiyle, eğlence hizmeti verilen işletmeler ve lokantalar dahil kamu ve özel bütün binaların kapalı alanlarında tütün ürünleri tüketimi yasaklandı.

Yasağa uymayanlara 69 TL, uyarıya rağmen yükümlülüklerini yerine getirmeyen işletmelere ise 500 TL’den 5 bin TL’ye kadar idari para cezası verilecek. İlgili kanunda, kapalı yerler “Sabit veya seyyar bir tavanı veya çatısı (çadır, güneşlik vb. dahil) olan, kapıları, pencereleri ve giriş yolları dışında, bütün yan yüzeyleri tamamen kapatılmış alanlar ile aynı şekilde tavanı veya çatısı olup yan yüzeylerinin yarısından fazlası kapalı bulunan yerlerdir” şeklinde tanımlanıyor.

Sigara yasağı kapsamının genişletilmesiyle, kahvehane, kafeterya, birahane, nargile içilen mekânlar, dernek ve vakıflara ait lokaller gibi eğlence hizmeti verilen işletmeler ve lokantalar dahil kamu ve özel bütün binaların kapalı alanlarında tütün ürünleri tüketimi yasaklandı. Taksi hizmeti verenler dahil olmak üzere kara yolu, demir yolu, deniz yolu ve hava yolu toplu taşıma araçlarında tütün kullanımına izin verilmiyor.

Özel eğitim ve öğretim kurumları dahil olmak üzere ilk ve orta öğrenim kurumları ile okul öncesi eğitim kurumlarının, dershanelerin, kültür ve sosyal hizmet binalarının kapalı alanları ile birlikte açık alanları da yasak kapsamında bulunuyor. Apartman merdivenleri veya asansörü gibi kapalı ortak kullanım alanları da bu kapsama giriyor.

Bütün binaların ancak “açık alanlarında” tütün ürünleri içilebilecek.

Ne var ki, problem burada başlıyor: Ana caddelerdeki kahvehaneler, masalarını dışarıya taşımış. Fosur fosur sigara içerken, bir taraftan da iskambil kâğıtları vs. ile oyun oynuyor. Gelen geçen yayalar, yolcular, çocuklar sigara dumanından rahatsız oluyor.

Ayrıca, çocuklar ve gençler daha bu yaşta “kumara, oyuna, eğlenceye, vakit öldürmeye” özendiriliyor. “Ne olacak, çayına oynuyorlar!” denilemez. Zira, eğlenceye yönelik de olsa, kumar ve oyunları aldatmaya yönelik bir davranıştır. Zararı sadece zaman öğüten bir çark, başkasını aldatarak parasını almak veya para kaybetmekle sınırlı değildir. En tehlikeli tarafı, bağımlılık yapmasıdır. Bu sûretle nice servet, mal, mülk, âile şerefi, nâmus elden gitmektedir! Sonuç, cinâyetlere kadar varabiliyor.

İnsanı tenbelliğe iter. İnsanlar arasındaki güven ve dayanışmayı sarsar. Emeğin, hileli veya şans yoluyla el değiştirmesine sebep olur. Bir âyet-i kerîmede, kumar açıkça zikredilerek ondan uzak durulması emredilir:

“Ey imân edenler! İçki, kumar, putlar ve kısmet çekilen zarlar hep şeytanın işinden birer pisliktir; ondan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” 1 Başka bir âyet de şöyle:

“Ey îmân edenler! Birbirinizin malını haram şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticâret başkadır. Birbirinizi ve kendinizi öldürmeyin; canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Muhakkak ki Allah size çok merhamet edicidir.” 2

Sigaranın zararlarından kaçalım derken, çocuk ve gençleri kumara, tembelliğe, aldatmaya özendirmemeli. Açık yerlerde, “kumar ve benzeri oyunlar” da yasaklanmalı.

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Mâide, 90.; 2- Age, Nisâ: 29.

29.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

En güvenilen kurum?


A+ | A-

Bilmiyorum, belki vakti değil, ama bu günlerde geniş çaplı bir “En güvenilir kurum hangisidir?” başlıklı bir kamuoyu anketi yapılmasını arzu ederdim. Sizce hangi kurum ‘en güvenilir’ listesinde ilk sırayı alır?

Aslında bu konunun aklıma takılmasına bir okuyucu yorumu sebep oldu. Bir habere yorum yazan internet sitesi okuyucusu ‘en güvenmediği kurumlar’ı sıralarken sonunda bir ilin “Karayolları şube müdürlüğü”nü de ilâve etmiş. Muhtemelen yapılan anketlere inanmadığını ve ciddî bulmadığını hatırlatmak istemiş.

Nasıl oluyorsa bu güne kadar yapılan anketlerde en güvenilir kurum olarak, en çok tartışılan kurumun adı yer alırdı. Doğrusu böyle bir anketle karşılaşan ve sorulan soruları cevaplayan hiç kimseye rastlama imkânı bulamadık. Acaba nasıl bir soru soruluyor ki sıralama hiç değişmiyor? Siyasî iktidarlar değişiyor, Türkiye’nin şartları değişiyor ve en güvenilir kurum listesi değişmiyor. Bu mümkün mü?

Yanlış anlaşılmasın, ‘en güvenilir kurum’ listesinde gözümüz yok. Kimin birinci olduğu da çok önemli değil. Fakat listenin hiç değişmemesi Türkiye gerçekleriyle uyuşmuyor. Bu günlerde de böyle bir anket yapılsa muhtemelen yine değişmediği ifade edilecek. Tabiî öyle olunca da yapılan anketlerin güvenilirliği tartışılacak. İşte bu sebeple geniş çaplı bir anket yapılmasını cidden arzu ediyoruz.

‘Cunta’ iddialarıyla ilgili belgenin ortaya çıkması sonrası bazılarının aklının başına geldiğini görüyoruz. Şimdiye kadar benzer iddiaları ‘görmedim, duymadım, konuşmadım’ taktiğiyle uyutanları gerçekten uyanmış olmalarını temenni ederiz. ‘Islak imzalı belge’nin savcılığa ulaşması ve akabinde yaşanan gelişmeler sonrası “Hangi ordu bu kadar hatayı kaldırabilir?” ya da “Yüz yıllık gelenek yıkılıyor” başlıklı yazılar yazıldı. Elbette ‘yıkılan gelenek’, darbe geleneği oluyor. (Hürriyet, 27 Ekim 2009) Bu yazıların yazılması elbette çok önemli, ama aynı kişilere bu güne kadar susmaları karşılığında “Bu kadar çelişkiyi hangi yazar kaldırabilir?” sorusu da sorulmaz mı? 28 Şubat sürecinde yapılanlar bugün yapılmak istenenden farklı mıydı? 28 Şubat sürecinin ‘belge’lerinin ortaya çıkmaması mı onları ‘haklı’ kıldı?

Kim ne derse desin darbeciler için tehlike sinyalleri çalıyor. Tartışılan son belge gerçek olsun ya da olmasın ‘darbeciler’ millet nezdinde itibarsız hale gelmiştir. Onların yeniden itibar kazanması, bazı anketlerle de mümkün değil.

Tabiî her hadisenin bir de kader ciheti var. Millet nezdinde itibar kaybedenler bir de bunu düşünmeli. Türkiye’de ‘darbelerin olgunlaşmasını’ bekleyenler de olmuştu. Yapılan yanlışların bedeli ödenmeye başlandı. Ciddî bir pişmanlık ve özür yapılması gereken ilk iş olmalı. Yanlış yapa yapa bu günlere gelenlerde böyle bir niyet ne yazık ki görülmüyor.

Darbelere zemin hazırlamak için plan yapanlar eski günleri hasretle anıp; “Neydi o günler. Her sözümüz, her hareketimiz gazetelerde manşet olurdu!” diye dövünüyor olabilirler. Demek ki, “En güvenilir kurum” olmakla övünenler dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi fark edemediler. “Yüz yıllık gelenek yıkılıyor” diyenler de haklı, ama doğrusu “Yüz yıllık ahlar çıkıyor” da olabilir!

Hepimiz için geçerli olan kuralı bir defa daha hatırlayalım: Alma mazlûmun ahını, çıkar aheste aheste!

29.10.2009

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Nerede cumhuriyetim?


A+ | A-

Her 29 Ekim geldiğinde “Nerede cumhuriyetim?” diye sormadan edemem. İhtişamlı, gösterişten ibaret fakat cumhuriyetten uzak tören manzaraları beni ürkütür. Canım sıkılır. Tören için trafiğe kapatılan yollar, saatlerce televizyonlarda yapılan canlı yayınlar, cumhuriyetimizin bütün yurtta, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde ve dış temsilciliklerimizde coşku ile kutlandığı söylemleri, devlet büyükleri ve askerî erkânın şeref localarında askerî birlikleri selâmlamaları…

Cumhuriyet böyle büyük bir coşku ile kutlanırken (!) vatandaşlarımıza bakıyorum, hiç de cumhuriyetin nimetlerinden faydalanamadıklarını görüyorum.

Cumhuriyet demek halkın refahı, saadeti, kendi iradesini ortaya koyarak kendi idaresini kendisi yapması idi. Cumhuriyet, medeniyetti, kalkınmaydı. Yeni fikirlere açık olmak, yeni düşünceler üretmek, bilim ve teknolojide durmadan ilerleme kaydetmekti. Cumhuriyet, özgürlük demekti.

Cumhuriyetimize bakıyorum, halkımızın bu ihtiyaçlarını karşılamıyor. İnsanlar hak ettikleri özgürlüklerini elde edemiyorlar. Kanunlar bireyi korumak yerine, devletin katı kurallarını korumak için işletiliyor. Anayasayı darbeciler hazırlıyor, halka zorla kabul ettiriyorlar. İhtilâl anayasası ile cumhuriyet idare ediliyor. Ondan sonra da durumdan vazife çıkaran hâkim güçler, cumhuriyeti korumak ve kollamak adına hak ve özgürlükleri istedikleri gibi sınırlıyor.

Bugün cumhuriyetimiz bu haldeyse, hükümet çeşitli “açılım” arayışlarıyla, açılan gedikleri kapatma çabasındaysa bu cumhuriyetin temellerinde ciddî hatalar yapılmış demektir. Cumhuriyetin varlığını bu şekilde sürdüremeyeceğini Bediüzzaman Hazretleri tâ en baştan görmüş ve cumhuriyetin kurucu idarecilerini “Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek” diye uyarmıştır. “Mânasız isim ve resimden ibaret” olan cumhuriyet yerine “hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şeriyeyi taşıyan mânâ-yı dindar cumhuriyet”in tesis edilmesini istemiştir. Cumhuriyetin temellerini ise şöyle sıralamıştır: “Adalet, meşveret ve kanunda inhisâr-ı kuvvet.”

Bizim cumhuriyetimizin temellerinde ise; adalet yerine haksızlık, meşveret yerine belli bir zümrenin istibdadı, kanun kuvveti yerine ise kuvvetlilerin kanunu hüküm sürüyor.

Şimdi cumhuriyetimin resmî geçitlerdeki resmini seyretmek istemezdim. Cumhuriyetimi gerçekten yaşamak ve kutlamak isterdim. “Cumhuriyet caddesi”, “cumhuriyet sokak”, “cumhuriyet bulvarı” gibi sadece sokak ve caddelere verilen ismiyle değil cismiyle de hemhâl olmak isterdim. Bu cadde ve meydanlarda insanlar özgürce kendi kılık kıyafetiyle bulunabilsin, kendi dilini konuşabilsin, kendi kültürünü yaşayabilsin isterdim.

Cumhuriyetin okullarında başörtülü kız öğrenciler de okuyabilsin, cumhuriyet çocuklarının dinî vecibelerini yerine getirebilmeleri için okullarda mescitler açılsın, erkek öğrencilerin Cuma namazına gitmeleri için Cuma vaktinde tatil olsun veya izin verilsin, askerî törenlerde başörtülü cumhuriyetçi anneler evlâtları, ciğerpârelerini tel örgüler arkasından gözü yaşlı seyretmek zorunda kalmasın isterdim.

Halkımın bütün bu hak ve özgürlükleri iâde edilmediği sürece, ben her 29 Ekim’de cumhuriyetimizin resimden ibaret resmî geçitini seyrederken bunları düşüneceğim. Ve yine soracağım “Nerede cumhuriyetim?” diye.

29.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Cumhuriyetin “mânevî potansiyelinin bataryaları boş…”


A+ | A-

Cumhuriyetin 86. yılında Türkiye, gerçek bir demokratik Cumhuriyete muhtaç. Cumhuriyetin “mânâsız isim ve resim”den ve demokrasiyi lekelendiren “ideolojik devlet” zihniyetinden kurtulmasının gereği, her alanda bir zarûret olarak ortaya çıkıyor.

Gerçek şu ki devlet-millet kaynaşmasını önleyen, milletin inanç değerleri ve mânevî birlik bağları üzerinde bütünleşmesini engelleyen ve cumhuriyeti “mutlak istibdad”a çeviren resmî ideolojiden türeyen problemler, Türkiye’nin önünü tıkıyor.

Hakikî bir hürriyetin, gelişmiş bir demokrasinin, hukukun üstünlüğünün, insan haklarının, inanç, ibadet ve ifâde hürriyetinin olmadığı bir Türkiye’de, “tek parti”nin jakoben uygulamaları demokratik cumhuriyetin önündeki en büyük engel. “Batıcılık” ve “Batının bir parçası olmak” hesabına dayatan dayatmacılık, cumhuriyeti zehirliyor…

Bunun içindir ki bütün darbeler, ara rejimler, ağır aksak da olsa yürüyen demokrasi inkıtaları, Cumhuriyeti tekeline alan darbeci zihniyetin hâlâ milleti, inanç ve kültür değerlerini hiçe sayan, mânevî değerleri inciten “hürriyetin en geniş şekli olan Cumhuriyet”in âdeta tersyüz edilerek dinden bîbehre, inanç hürriyetinden yoksun, “lâdinî Cumhuriyet”e dönüştürülen çıkmazlara sürüklüyor…

“AÇILAN MÂNEVÎ ÇUKURLAR…”

Bunun içindir ki Cumhuriyetin 86. yılında Cumhuriyeti “koruma ve kollama” maskesinde “mutlak bir istibdat”tan kalma “irtica ile mücadele eylem plânı” komedisine başvuruluyor. Bütün dünyanın gözü önünde gülünç duruma düşülüyor.

Doğrusu, dinden, tarihten, mânevî kültürden mahrumiyetin milletin “mânevî potansiyelimizin bataryalarını boşalttığını” bizzat M. Kemal tarafından itiraf edilmekte…

Bu konuda yeni rejimin “meddahları”ndan Ruşen Eşref Ünaydın’ın bir “anısı”nı anlatan İsmet Bozdağ’ın yazdıkları, ibretlere dolu. (Milliyet, 16.11.1974)

1928 ya da 29 yılında, sıcak bir yaz günü Yalova’daki “Köşkü”nde M. Kemal’le başbaşa konuştuklarını; ancak “düşünceli ve konuşurken gözleri arasıra dalan hali üzerine ayrılmak için izin isterken, “Otur seninle bir şey konuşacağım” dediğini belirten Ünaydın, sohbetin gerisini şöyle anlatır:

“Ne diyeceğini bekliyordum. O, masanın üzerinde duran bir kitabı eliyle gösterdi; tarih felsefesiyle ilgili Fransızca bir kitaptı. ‘Bunu okudum, bütün rahatım kaçtı’ dedi. Ben telâşlandım; ‘Aman Paşam nasıl bir kitap bu böyle, müsaadenizle göreyim diye kitaba uzanacak oldum, beni eliyle durdurdu: ‘Bırak şimdi. Kitap önemli değil, yazdıklarını sen de ben de biliyoruz. Ama gözden kaçırdığım önemli bir problemi bana hatırlatmış oldu, derin derin düşünmeye başladım…

“Bir süre sustu ve gökyüzü gibi gözleriyle yüzüme bakarak; ‘Yaptıklarımız tehlikede!’ dedi. Ben heyecanla sordum; ‘Hangi yaptıklarımız?’, ‘Cumhuriyet dahil, ne yapmışsak!..”

Ünaydın’ın “Aman Paşam olamaz, her şey ilerlediğimizi gösteriyor, nasıl tehlikede olabilir?” diye övgülerine devam etmesi üzerine M. Kemal’in söyledikleri, 86 yıllık Cumhuriyet döneminin yanlışını özetler: “Maddî potansiyelimiz yerinde ama mânevî potansiyelimizin bataryaları boş. Bir Alman düşünürü olan Ludwing Büchner, “mânevî boşlukları doldurulamamış, beslenmemiş milletlerin, hangi maddî düzeyde olursa olsun, bir çökeceğini ispatlar.”

Devamında yazarın, “tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan yoksun milletler, maddî imkânları yerinde de olsa, ciddî bir sallantıya dayanamazlar” tesbitini aktaran M. Kemal, şöyle der: “Birdenbire düşündüm; ‘laikiz’ dedik, dinle ilişkimizi kestik. ‘Cumhuriyetiz’ dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini kötüledik, kazanılmış büyük zaferleri bile bir kaç satırla geçiştirmeye başladık. Lâtin harfleri aldık, yeni kuşakları binlerce yıllık geçmişinin hazinesinden yoksun bıraktık…”

Peşinden de, “açılan mânevî çukurlar”ın bütün yapılanları tehlikeye düşürdüğünü” belirtir. (Milliyet, 16 Kasım 1974)

MİLLETİN MÂNEVİYATININ TAKVİYESİ…

İşte bunun içindir ki Bediüzzaman, 9 Teşrinisani (Kasım)1922’de “hoşâmedi (hoş geldin merâsimi) ile karşılandığı ve kürsüye gelerek zaferin muvaffakiyetleri ve Anadolu gazileri için duâ ettiği Büyük Millet Meclisi’nde, M. Kemal’in ikrar ettiği ve elli sene-yüz sene sonra ortaya çıkacağını haber verdiği “mânevî potansiyelmizin bataryalarının boşluğu”na dikkat çeker.

Zafer havası altında “İslâm ordusunun Yunana galebesinden neş’e alan ehli imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikrinin içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını görür. “Gizli bir dinsizlik kuvveti”nin alttan alta yayıldığını ve imanın esaslarına ilişip bir ejderha gibi zehirlediğini nazara verir. Meclis’te neşrettiği on maddelik beyannâmede, “Bu inkılâb-ı azimin (büyük inkılâbın) temel taşları sağlam gerek” diye ikaz eder. “Lâübâliyane, Avrupa medeniyeti habise (pis ve bozuk medeniyeti) kısmından süzülen bir cereyanı bid’atkârane”den sakınılmasını ve zaferin şükrü olarak başta namaz olmak üzere İslâm’ın esaslarına bağlı kalmasını tavsiyesinde bulunur. Yüksek Meclis’in mânevî şahsiyetinin saltanatı temsil ettiği gibi “hilâfeti” temsille milletin dinî-mânevî ihtiyacını karşılamasının önemi üzerinde durur. Aksi halde, “hârice karşı kazanılan zaferin, iyiliğin, dahildeki fenalıkla bozulacağını” bildirir.

Türkiye’nin 85 yıldır karşı karşıya kaldığı iç ve dış sorunlar, Cumhuriyetin demokrasi zâfiyeti, demokrasiyi tahrip eden darbeler, ülkenin başına belâ olan Marksist kavmiyetçi terör örgütü, hep Bediüzzaman’ın bu ikazlarına kulak tıkamanın bedeli…

Türkiye’nin buna daha fazla tahammülü yok. “Demokratik açılım”ın başarısı için öncelikle, “açılan mânevî çukurlar”ın iman ve mâneviyatla doldurulması Türkiye’nin noksan kalan mâneviyatının Bediüzzaman’ın iman ve Kur’ân tefsiri çerçevesinde ortaya koyduğu mânevî esaslarla takviyesi gerekmekte… Başka da çâresi yok…

29.10.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Dış politikada yeni bir adım mı?


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın Pakistan ve İran seyahatleri, komşularla sıfır sorun politikasına yeni bir boyut kazandırırken, Batılı müttefiklerini de kaygılandırdı. Guardian’a verdiği röportajda nükleer silâhlanma konusunda İran’ı nükleer hedeflerini açıklığa kavuşturmaya çağıran Batılı ülkelerin hepsinin nükleer silâha sahip olmasını ikiyüzlülük olarak nitelemesi, İran’ın nükleer faaliyetlerinin enerji üretimi amacına yönelik olduğunu savunması Batıda dikkatle izlendi. ABD ve müttefiklerinin düşman olarak gördüğü Ahmedinecad için “dostumuz olduğunda hiçbir kuşku yok” demesi aslında yeni politikanın bir yansıması.

Bu yeni politikayı bölge hakkındaki uzmanlığıyla tanınan gazeteci Stephen Kinzer “İslâm dünyasına öncülük etme” olarak niteliyor. Pakistan-İran, Suriye-Irak arasındaki sorunlarda da aracılık etmesini de komşularla sıfır sorun politikasından sonra komşular arasında sıfır sorun aşamasına geçme olarak niteliyor. İsrail’e karşı açıkça tavır koyması da, Başbakan Erdoğan’ın Arap dünyasında büyük bir halk desteği bulmasına yol açıyor.

Yalnızca Ortadoğu’da değil, Kafkasya’da da arabuluculuk, uzlaştırıcılık ve barış kuruculuk rolü üstlenen bir Türkiye bu konumunu daha da güçlendiriyor.

Peki bu durumdan Amerika hoşnut mu?

Şimdiye kadar dış politikanın belirlenmesinde NATO’nun öncelikleri, ABD ve onun ezeli müttefiki İsrail’i memnun edecek hususlar öne çıkıyordu. Onun için bu konuda görüş serdeden bir çok köşe yazarı yukarıdaki soruyu sormayı bir zorunluluk olarak görüyor.

Halbuki asıl sorulması gereken soru; ‘bu politika ülkemizin gerçek gücüne ve çıkarlarına uygun mu?’ olmalıydı.

Türkiye’yi Avrupa’ya mecbur sanan, o yüzden siyasi çıkarları için Türkiye’nin AB üyeliği önüne her türlü engeli koymayı marifet sayan Batılı liderler şimdi ne düşünüyor acaba? Türkiye’nin jeopolitik konumundaki önemli değişimi, Türkiye’deki yapısal değişimi görmeyenler, şimdi ülkemizin önünde başka kapıların açıldığını görünce ne yapacaklar? Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra önce Türklük ortak temeline dayandırılmak istenen Türk dünyası ülküsünün suya düşmesiyle, bu kapının kapandığını sandılar. Soğuk Savaşın bitmesiyle Türkiye’nin sınır jandarmalığı görevinin sona erdiğini düşündüler. Halbuki Türkiye şimdi bu ülkelerle ekonomik işbirliğine, ticarete, enerji kaynaklarına dayanan yeni bir ekonomik birliğe gidiyor. Daha da önemlisi Türkiye bu yeni ilişkilerini Rusya ile ilişkilerini bozmadan, hatta daha da güçlendirerek yapıyor.

Yeni jeopolitik konumun anahtarlarından birisi de enerji. Rusya, İran ve Türkî cumhuriyetlerin doğal gazı ve petrolünü Avrupa’ya taşıyan hattın ana ülkesi Türkiye.

Bu tablo Türkiye’ye İsrail’e karşı sesini yükseltebilme, hiçbir önyargıya esir olmadan komşularıyla sorunlarını çözmeye girişme, hatta aralarında arabuluculuk yapma konumunu kazandırdı.

Bu gelişmeler karşısında birçok Batılı uzman Avrupa Birliğini “Türkiye’yi ihmal etmenin yalnızca aptallık değil, aynı zamanda tehlikeli olduğu” konusunda uyarmaya başladı.

İran seyahati ise bütün Batıya açık bir uyarı oldu. Bu politikanın Washington’daki yansımalarını Başbakanın Aralık ayındaki Amerika ziyaretinde göreceğiz. Umarız Türkiye bu politikasını sağlam adımlarla güçlendirir ve karşısına aldığı İsrail’in ayak oyunları yüzünden bozmaz. Bu arada İran’la yaşanan baharın uzun sürmesi ülkemizin yararına olacaktır. Ama İran’ın, ülkemizin bölgedeki liderliğinden en çok rahatsız olacak rakiplerden birisi olduğu da unutulmamalıdır.

29.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

86 yıl sonra


A+ | A-

Cumhuriyetin 86. yıldönümü, demokratikleş(eme)me sancılarının had safhaya ulaştığı ilginç bir ortamda idrak ediliyor.

Genelkurmay’da tekrar alevlenen belge tartışmaları, bu sancıların asker boyutunu bir kez daha önümüze koyarken, çok partili demokrasiye geçişimizin 59 ve AB adaylığımızın 10. yılında dahi varlığını hâlâ koruyan müdahaleci, darbeci, cuntacı zihniyet ve yapılanmayı teşhir ediyor.

Bu kronik problemin gerek askerî-sivil yargı ikilemi, gerekse genel anlamda yargının işleyişine ârız olan devletçi-ideolojik kafa yapısıyla ihtilât ve irtibatları da bu süreçte daha net gözüküyor.

Ama görünen o ki, toplumda demokrasi bilinci gelişip bu yöndeki olumlu birikim ve tecrübeler derinleştikçe, bu çağdışı sistem üzerine kurulan statükoyu devam ettirebilmek zorlaşıyor.

En son tahripkâr ataklarını, sınırlı bir ölçüde de olsa duyarlı alanlara yöneldiği için son derece ciddî sıkıntılara sebebiyet verecek şekilde 28 Şubat’ta gerçekleştirmiş olan statüko, artık tamamen savunma ve geri çekilme pozisyonunda.

Düne kadar, stratejik kurumlardaki mevzi ve konumlarını halka karşı psikolojik savaş operasyonları gerçekleştirmek için kullanagelmiş olan cuntacı kadrolar için yeni bir devir başlıyor gibi:

Tesbit ve teşhir edilip hesaba çekilme devri.

Ama bu sürecin de çok dikkatli götürülmesi; statükonun, güç kendisindeyken, kafa yapısı gereği dikkate alma ihtiyacı duymadığı hukuk ve adalet ilkelerinden şaşılmaması ve ömrü haksızlıklarla geçmiş olanları dahi, durduk yere mağdur durumuna düşürebilecek yanlışlara düşülmemesi son derece hayatî bir önem arz ediyor.

Arınma mücadelesinin her an dikkat ve teyakkuzda olmayı gerektirip, en ufak bir zaaf ve gevşemeye tahammülü olmadığı da unutulmamalı.

Statüko her ne kadar geri çekilme pozisyonunda ise de, elindeki mevzileri o kadar kolay teslim etmeyeceği, hezimetini pahalıya ödetmek için her yola başvurmaktan çekinmeyeceği gözardı edilmeyerek, buna göre hareket edilmeli.

Şimdiye kadar asker dipçiğiyle ve beraberinde yargı takviyesiyle korunmaya çalışılan bu zihniyet, yapılanma ve işleyişin ürettiği en vahim sorunlardan biri olan terör fitnesini bitirmeye yönelik çabaların, “dağdan inişleri teşvik” formatında yoğunlaştığı günlerin 86. yıldönümü arefesine rastlaması da manidar bir tevafuk olmalı.

Keza, dönüşlere ara verilmesine paralel olarak operasyon ve çatışma haberlerinin artması da.

Netice olarak, 86 yıldır yaşananlar, cumhurun söz sahibi olduğu yönetim biçimi olması gerekirken, cumhuriyet adı altında bir baskı rejiminin kurulduğunu 30’lu yıllardan itibaren “İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet namı verilmiş” sözüyle dile getiren Bediüzzaman’ı teyid ediyor.

Şimdi bundan kurtulma sancıları çekiyoruz.

Ama burada da gözden kaçmaması gereken bir nokta: Statükonun, demokrasi görüntüsü altında farklı aktörlerle devamına izin verilmemeli.

Bir taraftan statüko ile mücadele ediyor görünürken, diğer taraftan o statükonun sembollerine sahipleniliyorsa, ciddî bir sorun var demektir.

“En hakikî Atatürkçü biziz” sözünü dilinden düşürmeyen ve hedeflerini “ilke ve devrimleri toplumun ortak paydası kılmak” olarak deklare eden iktidar partisi ileri gelenlerinin söylemleri, işte tam da bu problemi gözler önüne seriyor.

Başbakan, Pakistan’da İkbal’in zafer öncesi M. Kemal’ine yaptığı övgüleri aktarırken, bu ülke devlet başkanının danışmanına ait “Atatürk ideolojisi ile AKP’nin dinsel hassasiyetinden oluşan kompozisyon Orta Asya, Ortadoğu ve bize rehber oluyor” sözü ise (A. Bayar, Akşam, 27.10.09) olaya daha farklı ve ilginç boyutlar kazandırıyor.

Statükonun, içte tamamen tükenme noktasına gelen asıl dayanağını yeni payandalar ve sun’î teneffüslerle yaşatmaya çalışırken, İslâm âlemine de model olarak götürme tezgâhı işlemez, ama bizde yol açtığı kronik sorunları oralara da taşır.

Ama vebalini sorumluları da taşıyamaz.

29.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.