14 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Selim GÜNDÜZALP

Okuyamamanın tevbesi okumaktır


A+ | A-

En hoşuma giden manzaralardan biri de, kitap okuyanları seyretmektir. İmrenirim onlara, gıpta ile izlerim. Zorlu ama zevkli ve bir yolculuğa çıktıklarına inanırım. Gönülleri, gözleri tok olur kitap okuyanların. Bir deste kâğıt tomarından ve bir sayfadaki harf yığınlarından gözün bir anlık temasıyla beyne ve kalbe nasıl bir mesaj gider, nasıl bir mekanizma faaliyete geçer, hayretteyimdir. Sırrını bilene aşk olsun...

Paha biçilmez bir hazineyi ele geçirmiş olmanın mutluluğunu okurum kitap okuyanların yüzünde. Okudukça kazanırlar, kazandıkça da dağıtırlar, paylaşırlar.

Ağaçlar köklerinden, insanlar kulak ve gözlerinden beslenirler. Rabbimiz de en çok kâinatta bu iki delille sesleniyor bize. Gözlerimizin önüne serdiği manzaralar, yani yarattığı harikalar ve bir de sesler ile...

Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım Mevlâm Seni

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevlâm Seni…

Okuyan insan, hayatı anlamaya çalışan insandır. Kolay değildir ama okuyan, bu yoldadır.

***

Tüyap’taki son imza günümüzde, ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi Yusuf Haktan’la tanıştım. Yusuf, yatmadan önce hemen her gece annesinin düzenli olarak okuduğu öykü kitaplarımızla büyümüş. Kitap okumanın bir insana neler kazandırdığının çarpıcı bir örneğini onda gördüm. Bir kere daha, okuyamadığım her gün için, özellikle de ana kitap Kur’ân’dan ve dahi Risâlelerden uzak kaldığım her gün için derin bir pişmanlık duydum. Her günahın bir tövbesi vardır ve olmalıdır. Kitap okuyamamanın tövbesi de okumaktır. Geç kalmadan, derhal, hemen okumaktır.

Aylak aylak gezmeler, insandaki okuma duygusunu öldürüyor. Okumak kolay elde edilmiyor, uğraş istiyor ama çabucak kaybedilebiliyor.

Bediüzzaman Hazretleri, Barla’daki mekânından Çamdağı’ndaki menzillerine doğru iki saat kadar süren yolculuğunu, herhalde sadece güzel bir manzara seyretmek için yapmıyordu. Kur’ân’ı okuyanın, Kur’ân’ın bir nev'î açıklaması olan kâinat kitabını da nasıl okuduğunu anlamak istiyorsanız, eserleri meydanda. Bir Kur’ân, bir de kâinat kitabı, elinden alınamayan Bediüzzaman, bu iki kitabın sayfaları arasında, bir ömür yorulmadan seyahat etmiş bir insan. Okuyarak elde ettiği hazineleri ise, yazarak bizimle de paylaşan güzel bir insan... Hz. Peygamber’in (asm) de vahiy öncesi sık sık Hira Dağı’na gidiş gelişlerindeki sırrın izini sürüyordu belki de o. Belki de bir sünneti ihya ediyordu, kim bilir? Malûm, dağdan insanlar ve şehir bir başka gözüküyor. Dağlara okumak için ve inmek için çıkılır; orda kalmak için değil.

İşte, okumanın bize, hayatta kazandırdığı en gerçek hazine bu. Ondan mıdır ki “Oku!” diye emrediyor Rabbimiz. Ondan mıdır ki hayatının birinci gayesi yapmış bunu Bediüzzaman. Kendi yazdığı eserleri olan Risâle-i Nur’ları defalarca okumaktan vazgeçmemiş. Kıymetli talebesi Zübeyir Gündüzalp, ondan mıdır ki “Okuyamamaktan kork” diyordu. Evet, her şeye doyuluyor bu dünyada ama ne okumaya, ne de dostlarla olmaya doyulmuyor...

Okumak bir ibadettir. Allah’ın emrettiği tarzda okumak, gerçekten bir ibadettir. Okumak kendini tanımaktır. Kendini yaratanı tanımaktır. Okumak hayatı yaşamaktır. Okumak hazinelere sahip olmaktır. Dünyanın en kıymetli hazineleri, bazen bir kitabın tek satırından elde edilecek bilgiye bile değmez. Çaresizlik içinde kıvranan bir insana, gönül alıcı bir güzel söz, binler hazineden daha değerlidir. Kalbini açan, yolunu aydınlatan hikmetli ve ümitli bir söz, ne kadar kıymetlidir.

Malın zengini olsa da, hayatın fakiridir okuyamayanlar. Dünyanın en fakir insanı her halde Karun’dur. Sahip olduğu hazinelerin anahtarlarını sadece, bir deve kervanının taşıdığı söylenir. Bu hazinelere sahip olmak, ona bir fayda temin etmedi. Allah’tan bilmeyip kendinden bildi kazandıklarını ve kazandıklarıyla beraber yerin dibine geçti gitti... Kaybetti imtihanı, bitti... Oysa okumak, Allah’a yakın olmak ve sahip olduğu nimeti yine O’nun kullarıyla paylaşmak içindir. En acınacak fakirler, elindeki nimeti muhtaç olanlarla paylaşmayan zenginlerdir. Okumak, boş gözlerle hayatı ve tarihi seyretmek değildir. Okumak hayatı yaşamaktır, hayattan ders almaktır. Okumak hayatı paylaşmaktır, hayatı anlamaktır. Okumak inanmaktır. Okuyamamak ise bir pişmanlıktır. Okuyamamanın tövbesi okumaktır.

Ne çektiyse insanlık tarihi, zâlimlerin ve cahillerin yüzünden çekti. Dizginlenemeyen duygular, karşımıza azgın bir canavar çıkardı; her şeyi ezdi geçti... Kendi içinden ne kadar tehlikeli bir varlık çıkarabileceğini de gördük insanın. Tarih sayfaları sayısız örnekleriyle dolu. “Oku!” emri, sadece oku demiyor; gör, bak, ibret al, anla ve ona göre yaşa diyor bize.

Zaten âyetin hemen akabinde “Allah’ın adıyla oku!” diye ilk bağlanması da dikkat çekici. Allah’tan uzak ve onun adıyla başlamayan bir okumaktan Allah’a sığınırız. Güneşin altında mumla dolaşmak, Allah adına okuyamamanın dünyada bir cezasıdır. Örnek mi istiyorsunuz? İşte felsefe tarihi… Yani yanlışlar komedyasına bir göz atmak yeterlidir. Ne herzeler yemiş bu herifler, ne herzeler…

Yaratan, yarattığını başıboş bırakmaz elbette. Onun yolunu aydınlatan prensipleri de vaz eder. “Oku!” diyorsa Allah ve adımı anarak başla diyorsa hayırlı bir işe, bir değil, bin hikmet vardır bu âyette. O diyorsa, öyledir.

Dikkat ederseniz yapılacak işler çoğalıyor. Seyredilecek filmler, diziler, maçlar, yorumlar gitgide artıyor. Bunları altmış – yetmiş senelik hayatımızın neresine sığdıracağız? Yapılması gerekenler hep bir kenarda bekliyor. Dâvetsiz misafirler hayatımızı istilâ ediyor ve okuyamamanın acısı, kurşun gibi kalbe saplanıyor.

Her şey ama her şey hayatımızın en kıymetli sermayesi olan ömrümüze odaklanmış. Azar azar elimizdeki sermayeyi eritiyor her şey. İmam-ı Gazalî soruyor: “Ambarında hırsız bir fare yoksa, kırk yıllık kulluk buğdayın nerede?!” diyor. Bu gidişe dur diyen yok, razı olmuş, boyun eğmiş bir hâldeyiz. Ama vicdanımız susmuyor, konuşuyor. “Akşamı getiren sesleri dinle” dediği gibi şairin, hayatımızı sorgulayan sesler yükseliyor vicdanımızdan.

Bir gün insan, okuyamamaktan doğan acının farkına varır. Bir tufandan kaçıp kurtulur gibi, Hz. Nuh’un (as) gemisine sığınır gibi kaçar, kitapların içine sığınır insan. Sular yükselmeye başlasa da artık emindir. Okumak bir ümittir, okuyan insanın kendisi bir ümittir.

İlk insanın peygamber ve öğretmen olarak gönderilmiş olması da ibretlidir. İnsanlık tarihi cehaletle değil, mağarayla, hayvanla hiç değil, insanla, peygamberlerle başlar. Şeytanın bile o güzel yaratılışını kıskandığı Hz. Âdem’le (as) başlar. Mağara dönemi, peygamberlerin getirdiği o yüksek hakikatleri okuyamayan ve anlayamayan insanların dönemidir ancak. İnsan okumakla ayrılır hayvandan. Hayat okumakla başlar. Allah’ın adıyla okumakla…

Hep sevmişimdir ve imrenmişimdir kitap okuyan insanlara. Sokak sokak dolaşıp, her kapının önünde el açıp bekleyen dilenciden pek farkı yoktur okumayanların. Hazindir okumamak, hayatın maddî tarafına karşı çılgınca bir hırsa sokar insanı. Okumak hırsa frendir, bitmişliğe sigortadır. Allah, hayatı yaratmakla kalmamış; hayata lâzım olan ne ise, onu da tavsiye etmiş kitabında. Okumak farzdır. Allah’ın adıyla okumak, bir ibadettir, bir niyazdır. Bir güzel söz, bir hikmetli cümle baştan sona hayatı değiştirebilir bazen.

İşte size Kur’ân’dan, sözlerin en güzelini gönderenden ve bu yüce kitabı armağan edenden bir âyet: “Onlar ki sözü dinlerler, sonra da en güzelini tatbik ederler, işte onlar Allah’ın kendilerine hidayet verdiği kimselerdir ve işte onlardır o temiz akıllılar.” (Zümer Sûresi, 18. Âyet)

İnsanlık tarihi, okuyanlarla okumayanların tarihidir. Cehaletle bilginin yüzleşmesidir. Evet, insan bu dünyada ne okuduysa, ötede de okuduğuna devam edecektir. İlme ve bilgiye talip olanın yolculuğu bitmeyecektir. Okumanın hayata kattığı zenginlik çok defa göz ardı edilir. Şeytan ve nefis bu değerli hazineyi insandan almaya çalışır.

Vehip Sinan Bey’in güzel bir karikatürü vardı. Şeytan, bir çocuğun eline, üzerinde ‘dünya’ yazılı bir oyuncak vermiş, öte yandan çil çil altınların bulunduğu ve üzerinde de ‘ahiret’ yazılı olan bir hazine sandığını da hırsızlayıp götürüyor.

İnsanlık tarihi, okuyanlarla okumayanların; daha doğrusu Allah adına okuyanlarla, Allah adına okumayanların tarihidir. Okuyamamanın tövbesi okumaktır. O da olmuyorsa bir dağ başına çıkıp kâinata ve yıldızlara bakıp, “Allah!” diye feryadını duyurmaktır. “Ey hayatımın sahibi olan Allah (cc)! Ey Hâlık-ı Kerîmim! Gökleri, yıldızları benim için aydınlattın…”

Çiçekleri okuyamayan, yıldızları da okuyamaz. Okuyan, gören değil, bakan insandır, bildim. Okumak kâinatın hamurudur, mayasıdır. Okuyamamak azaptır.

Rabbim! Elinde kitabı tutup okuyanlara hayranım. Seni anan, Seni anlatan eserleri, Kur’ân’ı ve Nurları tekrar tekrar, doya doya okumayı ve kâinattaki bütün kardeşlerimle bu güzellikleri paylaşmayı nasip eyle…

Okuyamamanın tövbesi okumaktır. Kalemin tövbesi yazmaktır. Önce kendinden başlayıp, sonra muhatabına ulaşmaktır.

Rabbim bunu bir okuyamama duâsı ve özrü olarak kabul buyursun, aşkla ve şevkle okumaya başlamanın ilk adımı kılsın inşallah…

“Bilemez ki insanlar / Sözcüklerin kendilerine değil / Kendilerinin sözcüklere konuk olduğunu / Bilemez ki insanlar…” (Fâzıl Hüsnü Dağlarca)

Evet, sözler ve sözcükler bizi bekliyor…

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Dinsiz bir millet yaşayamaz


A+ | A-

Din fıtrîdir. Yani insanlar bir dine meyilli olarak dünyaya gelirler. Zamanla bu meyillerine göre bir din seçerler. Bu insanlar hakkı ararken bazen ellerine batıl geçer. Bir süre onunla oyalanır veya zorlanır. Sonra tekrar eski yoluna devam eder. Bu durum kişiler için olduğu kadar toplum için de geçerli olmuştur. Tarih boyunca aksi durumlar–-ne kadar zulümler, baskılar olsa da—kalıcı ve sürekli olmamıştır. Bunların örneklerini dün olduğu gibi bugün de görmemiz mümkündür.

Bir hadis-i şeriflerinde Resûl-i Ekrem (asm) Efendimiz, “Her çocuk fıtrat üzerine doğar” buyurur ve sonra da “Şu âyeti okuyun” der:

“Yüzünü hak din olan İslâm’a çevir. O fıtrat dini ki, Allah insanları o fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah yaratışını değiştirecek değildir; siz de Allah’ın yarattığını değiştirmeyin. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”1

Sonra Resûlullah (asm) sözünü şöyle tamamlar:

“Çocuğu anne ve babası Yahudileştirir veya Hıristiyanlaştırır veya Mecusileştirir. Tıpkı hayvanın doğurunca, azaları tam olarak yavru doğurması gibi. Siz kesmezden önce, kulağı kesik olarak doğmuş hayvana rastlar mısınız?”

Bediüzzaman Said Nursî’nin en son dersinde dikkat çektiği bir konu da dinsiz bir milletin yaşayamayacağı şeklinde idi. Geçen asrın başlarında başlayan dinsizlik hareketi komünistlik olarak devam etti. Zaman geldi, dünyayı tehdit etmeye başladı. Sovyetler ve Çin bunun en bilinen örnekleridir. Şimdi komünizm tehdit olmaktan çıktı. Aldığımız haberlere göre Rusya’da Müslümanların ve camilerin sayısı her gün artmaktadır. Başta Kur’ân-ı Kerim ve onun tefsiri olan Risâle-i Nurlar insanların büyük teveccühlerine mazhar olmuştur. Eskiden küfrün merkezi olan Moskova’da bugün dünya çapında dinî toplantılar yapılmaktadır.

Çünkü Kur’ân’ın “rahmeten lil’âlemîn” olduğunu görüyoruz. Bunun sırrını Said Nursî şöyle açıklamaktadır:

“Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete iman, Allah’a iman ihtimâlini vermesiyle de, bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-î beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki, o mânevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış. Hâlbuki şimdi fen ve felsefenin dalâlet kısmı, yani Kur’ân’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ân’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için, şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. ‘Dinsiz bir millet yaşamaz’ hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-i hâlde yaşanmaz.”2

Kur’ân’ın rahmet olması, insanların ahiret hayatını kurtardığı gibi, dünya hayatını da kurtarmaktadır. Eskiden dinsizlik cehaletten geliyordu. Sonra fen ve felsefeden gelmeye başladı. Şimdi o da kırılmaya başladı.

Onun için, Kur’ân-ı Hakîm, bu asırda mânevî bir mu'cizesi olarak Risâle-i Nur Talebelerine yukarıdaki dersi vermiş ki, küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı sed çeksin. Hem de çekmiştir. Geçmişte Çin’i, hem yarı Avrupa’yı ve Balkanları istilâ eden bu dinsizlik ve komünistlik cereyanına karşı bizi muhafaza eden Kur’ân-ı Hakîm’in bu dersidir ki, o hücuma karşı sed çekmiş, bu sûretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur. Dünya İslâm’a koşarken Müslümanların onlara yardımcı olması gerekmez mi?

Özetle bir Müslüman’ın başka bir dine girip Hıristiyan, Yahudi, özellikle komünist gibi olması da mümkün değildir.

“Çünkü bir İsevî, Müslüman olsa, İsâ Aleyhisselâmı daha çok sever. Bir Mûsevî, Müslüman olsa, Mûsâ’yı Aleyhisselâmı daha çok sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemâlâta medar hiçbir hâlet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaîiyeye bir zehir olur.”3

NOT: Merhum Şaban Döğen Ağabey, yazıları ve kitapları ile dinsiz bir milletin yaşayamayacağını anlatmıştı. Ölümüyle de aynı hakikati bir kere daha gösterdi. Hayatta iken yüzünden tebessüm hiç eksik olmamıştı. Merhum hakkında çok şeyler yazıldı ve söylendi. Muhterem Şaban Döğen Hocayı bu vesile ile bir kez daha rahmetle anıyorum. Arkasından yapılan duâların hepsine âmin diyorum.

Dipnotlar:

1- Rum Sûresi, 30.

2- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 874-875.

3- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 875.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Hayat ve bir çadır...


A+ | A-

Başkalarına soru sorarak kendi benliğimizde yargıya varmak yerine, nefsimizin kendi dünyamızdaki terbiyesine önem vermeliyiz. Bu önem aklî ve felsefî olmaktan ziyade ilâhî ve imanî konularda olmalıdır.

Kendi ruh dünyamızdaki zıtlıklar bizi yine kendi sevgi atmosferimizde ki yerimizde bırakabilmelidir. Kendi hayat âlemimizdeki çatışmalar, sevgi atmosferinin dışına çıkarsa faydadan ziyade zarar verir. Çünkü aşırılıklar içinde aklın ve felsefenin hafifmeşrep fikirlerinden ve yaptırımlarından kaçınılamaz.

İnsan olmanın sorgulaması olmaz. Fiillerin ve amellerin şehadetleri bu konuda başkaları için yeterli bir gösterge ve izah eli olabilir. Çünkü kimsenin sevgi atmosferi başka birisinin terazi atmosferiyle tartılamaz ve ölçülemez...

Yaşamak ve varolmak üzerine kurulan bir hayat tarzı sevgiyi elde edemez ve insan olma yolunda hiçbir mesafeyi kat edemez. Allah’ın ihsan ve ikram olarak verdiği bu hayatı, haksız yere sorgulamaktan ziyade O’nun emirlerinin yerine getirilmesindeki başarılarımıza, muvaffakiyetlerimize bakmalıyız.

Duyguların ve düşüncelerin gelişini ve gidişini doğru algılamalıyız. Doğru fakat elimizde olmayan duyguların ve düşüncelerin sahibi olma yolunda her zaman bir gayret ve çalışma içinde olmak da bizim sevgi atmosferimizin ve insaniyetimizin bir övünülecek güzelliği olmalıdır.

Başında bir sevgi tacı görmek isteyenin, başkalarının başına bir çok tâcı uygun görmesi ve bunu samimî istemesi yine kendisinin başındaki sevgi tacını parlatacak ve aydınlatmasına kuvvet verecektir.

Bir bakıma insanlık ve sevgi seli içinde kaybolmak değil, orada var olduğunu göstermek, hem kendimiz için, hem de başkaları için bir güzellik ve kemal olacaktır.

Bize ait olan insanlığın ve sevginin başkaları tarafından ölçülmesine ve kıyaslanmasına fırsat vermeden yine kendimiz tarafından hayatın içinde gösterilmesi ve yaşanması gerekmektedir.

Olgun ve kemale ermiş insan olmanın göstergeleri arasında gemlenmiş ve kanalize edilmiş duyguların, düşüncelerin, fikirlerin ve fiilerin sergilenmiş olması hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçektir.

Kur’ânî fikirlerin ve imanî yaşayışın meydana getirdiği önemli duygu düşünce atmosferi, hayatın içinde yine en önemli bir oksijen çadırı olarak mütalâa edilmeli, düşünülmelidir..

Bizim hayattaki takip ettiğimiz yol, gaye, hedef Kur’ânî ve imanî çerçevede yine biz olmalıdır. Afaka, etrafa dağılmış ve dağıtılmış hiçbir fikirden, duygu ve düşünceden bizlere fayda gelmez, bilâkis zarar ve noksanlık gelir.

Kendi dünyamızdaki nefis terbiyesinde İlâhî emir ve yasaklarla muvaffak olmayı Cenâb-ı Hak hepimize nasip etsin İnşaallah.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Gıybet ve hüsn-ü zan


A+ | A-

Isparta’dan okuyucumuz: “Gıybeti açıklar mısınız? Kişinin arkasından hüsn-ü zan edilse gıybet olur mu?”

Gıybet, Müslümanın gıyâbında hoşuna gitmeyecek ölçülerle konuşmaktır. Hüsn-ü zan ise, Müslümanın davranış ve hareketlerini iyiye yormaktır. Bir başka ifâdeyle Müslümanın hareketlerini kötüye tevil etmek gıybet, iyiye tevil etmek hüsn-ü zandır. Veya Müslümanı arkadan çekiştirmek gıybet, arkadan davranışlarında aslında yanlış anlaşıldığını, niyetinin kötü olmadığını, öyle yapmak istemediğini... vs belirtmek ve iyiliğine şahitlik etmek hüsn-ü zandır. Ya da yarısı dolu bir bardağın boş kısmını gösterip “Bardağın yarısı boştur!” demek—yerine göre—gıybet; dolu kısmını gösterip “Yarım bardak su var!” demek hüsn-ü zandır. Gıybet haramdır. Hüsn-ü zan helâldir.

Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ey îman edenler! Zannın çoğundan sakınınız. Zîra zannın bir kısmı günahtır. Bir birinizin günahını araştırmayınız. Bir kısmınız bir kısmınızı gıybet etmesin. Sizden biriniz ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? Ondan tiksinirsiniz! Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah tevbeleri dâimâ kabul eden ve acıyandır.”1 Bediüzzaman Hazretlerine göre bu âyet, gıybetten, altı derece şiddetle sakındırıyor.2 Yani gıybet: 1- Aklen, 2- Kalben, 3- İnsâniyeten, 4- Vicdanen ve fıtraten, 5- Asabiyeten, 6- Milliyeten reddedilmiştir.3

Bu âyette sakınılması emredilen “zannın çoğu”ndan maksat gıybettir. Müslümanların birbirlerinin gizli ve özel hallerini ve günahlarını araştırmaları ve birbirlerini çekiştirmeleri haramdır. Çünkü öyle günahlar vardır ki, kul ile Rabb’i arasında bir sırdan ibârettir. Kul pişman olmuş; Rabb’i setretmiştir, yani örtmüştür. Kul nedâmet duymuş; Rabb’i bağışlamıştır. Kul tevbe yapmış; Rabb’i affetmiştir. Üçüncü bir şahsın araya girip, kulun günahlarını tek yanlı ve keyfî olarak deşifre etmesi İlâhî hikmete, irâdeye, rahmete, inâyete, mağfirete ve muhabbete uygun değildir. Cenâb-ı Hakk’ın bir ismi Settâru’l-Uyûb’dur ve bu isim kullarının günahlarının gizli kalmasını ve ifşâ edilmemesini iktizâ eder. Gıybet ise bu İlâhî sır ve hikmetle bağdaşmaz ve çelişir. Çünkü gıybet, günahı ifşâdan başka bir şey değildir. Günahların ifşâsında zâten hiçbir feyiz ve kemâlât yoktur.

Cenâb-ı Hakk’ın “zannın bazısı” ifâdesiyle hâriç tuttuğu kısım ise, bardağın dolu kısmı olan hüsn-ü zandır ki, günah değildir, teşvik edilmiştir, hayırdır, kemâlâttandır, feyiz vericidir, sevaptır.

Bedir muhârebesi mücâhitlerinden Ka’b bin Mâlik (ra) Tebük harbinde İslâm ordusundan geri kalmış, daha sonra da harbe iştirak etmemişti. Tebük’e varıldığında Allah Resûlü (asm): “Ka’b bin Mâlik nerede?” diye sorunca, orada bulunan bir adam: “Kibirle cübbelerine bakıp durması onu savaştan alı koydu!” dedi. Buna ilk tepki gösteren Muâz bin Cebel (ra) oldu ve: “Ne çirkin şey söyledin...! Yâ Resûlallah! Biz onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz!” dedi.

Sonrası mâlûm. Tebük seferinden dönen Allah Resûlü (asm), bu harbe iştirak etmeyen ve Allah’tan korktukları için mazeret de uydurmayan Ka’b bin Mâlik’le (ra) berâber üç kişi hakkında: “Allah sizin hakkınızda hüküm verene kadar bekleyin!” buyurmuş, Müslümanları da onlarla konuşmaktan alıkoymuştu. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) bu kararı üzerine, Ka’b bin Mâlik (ra) ve iki arkadaşının dünyaları kararmış, hüngür hüngür ağlamaya başlamışlardı. Bu ağlayış geceli gündüzlü tam elli gün sürdü. Ellinci gün Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi nâzil buyurdu: “Ve seferden geri kalan üç kişinin de (tevbelerini Allah kabul etti.) Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihâyet Allah’tan başka sığınacak kimse olmadığını anlamışlardı. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü O, tevbeleri kabul eden, Rahîm olandır.”4

İşte, elli günlük gözyaşları ve bir günahın affı.

Burada kısa bir tahlil yapmamız gerekirse; Tebük harbi esnasında adamın yaptığı gıybet girişimine karşı, Muâz bin Cebel’in (ra) tavrı hüsn-ü zandır. Harp dönüşünde Peygamber Efendimiz (asm) hakem olmuş, kararı Cenâb-ı Hakk’ın İlâhî irâdesine arz etmiştir. Ka’b bin Mâlik (ra) iki arkadaşıyla birlikte tövbekâr olmuşlar; fakat tövbe sorumluluğu içinde elli gün süre ile ağlamaktan dünyaları başlarına yıkılmıştır. Cenab-ı Hak da affetmiştir.

Dipnotlar:

1- Hucûrât Sûresi, 49/12.

2- Sözler, s. 344.

3- Sözler, s. 345.

4- Tevbe Sûresi, 9/118.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Şeflik devrinin "Dersim Kànunu"


A+ | A-

Tıpkı "yağmurdan kaçarken doluya tutulma" misâli gibi, "Kürt açılımı"ndan kaçan CHP, yakıcı "Dersim ateşi"nin tam orta yerine düştü.

Meclis'te partisi adına konuşan Baykal'ın yardımcısı Onur Öymen, 1937'deki "Dersim hadisesi"yle ilgili olarak öyle bir lâf etti ki, buna gâf demek bile çok, ama çok hafif kalır.

Bugünkü terörle mücadele için, o tarihte yapılan katliâma varan "devlet terörü"nü kıyas–ı misâli şeklinde nazara veren Öymen'in düştüğü azim hata, öyle görünüyor ki, Dersim (Tunceli) bölgesi başta olmak üzere, Türkiye'deki tüm Alevî kesimleri açısından CHP'nin sonunu getirmiştir.

Tuncelililer, dedelerini teröristlerle bir tutan Öymen'i Hitler'e benzetmişler. Öymen'in söylediklerine alkış tutan, dolayısıyla "karizmayı çizdiren" Kemal Kılıçdaroğlu'na gösterdikleri tepkiler de çığ gibi büyüyor.

Dikkat edin, bu fevkalâde bir gelişmedir. Elli sene müddetle Halk Partisine destek verme hatasına düşen Aleviler, bundan böyle muhtemelen çok farklı bir kulvarda siyaset yapmak durumunda kalacaklar.

Dersim mıntıkasında 1937 yılı baharında (Mart–Nisan) devlet kuvvetleri ile Alevî aşiretleri arasında başlayan ve aylarca devam eden kanlı çarpışmalar, yakın tarihimizin çok hazin ve bir o kadar da ibret verici safhasını teşkil ediyor.

Üst yönetim kadrosu tarafından "Vergilerini vermiyorlar. Devlete karşı geliyorlar. Bunlar zaten Rafizi–Kızılbaş..." denilerek harekete geçirilen devlet kuvvetleri eliyle, bölge halkının üzerine topyekûn bir taarruz harekâtı başlatıldı.

Savaş uçakları, ilk dahilî bombalamayı Tunceli'de yaptı. Sabiha Gökçe'nin kullandığı uçaktan halkın üzerine—suçlu suçsuz ayrımı yapılmadan—bomba yağdırıldı. Bunun adı elbette ki "katliâm"dır.

Keza, Bediüzzaman'ın talebesi Albay Hulusî Beyin şehadetiyle, yukarıdan gelen emir "Canlı namına birşey bırakılmasın; tamamı imha edilsin!" şeklinde olmuştur.

Hele, "isyancıların elebaşılarından" diye tutuklanan Seyit Rıza ve oğlunun idam edilmesi esnasında yaşananlar, insanlık adına cidden utanç verici şeyler.

Seyyit olduklarını, Evlâd–ı Resûl, Evlâd–ı Kerbelâ olduklarını söylemiş, ancak bunun hiçbir tesiri olmamış, taşlaşmış kalplerde.

Dahası, "Hiç olmazsa, oğlumu benden sonra asın. Onun idamını görme bahtsızlığını yaşatmayın bana" demiş Seyit Rıza. Demiş ama, zalimler bu dediğinin tam tersini yapmışlar. Babanın kahredici bakışları arasında oğlunu asmışlar, ardından da onu darağacında sallandırmışlar.

Öyle anlaşılıyor ki, Öymen ve Kılıçdaroğlu gibi, Şeflik devrinin mirasçısı Halk Partisi mensuplarının çoğu Dersim hadisesinin mahiyetini de, Tunceli Kànunun ne anlama geldiğini de bilmiyor.

Göreceksiniz, bundan sonra sadece Halkçılar değil, herkes bilecek, bilmek zorunda kalacak Şeflik devrinde Dersim'de neler olup bittiğini...

Tarihin yorumu 13/14 Kasım 1960

Cunta, 14'leri tasfiye etti

On yıllık Demokrat Parti hükümetini silâh zoruyla devirerek ülke yönetimine el koyan askerî cunta üyeleri, aradan daha altı ay bile geçmeden bu kez birbirlerine düştü.

13/14 Kasım (1960) gecesi, cunta üyelerinin yarısına yakını tasfiye edilerek hudut haricine sürüldü.

Kendilerini "Millî Birlik Komitesi" diye isimlendiren bu karmaşık cunta, toplam 38 kişiden oluşuyordu.

Aralarında sadece bir tek orgeneral (Cemal Gürsel) vardı. O da emekliye sevk edildiği halde son anda cuntaya monte edilmişti.

Geriye kalanlar ise, iki tuğgeneral ile bir tek korgeneral dışındakilerin tamamı albay, binbaşı ve yüzbaşı rütbeli subaylardı.

Bu düşük rütbeli cuntacılar, kendilerini generallerin üstünde görüyor, hatta canları sıkıldığında üstlerine küfredip tokat atabiliyorlardı.

Nitekim, darbe mağduru Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun Paşaya bile iğrenç muamelede bulunmaktan çekinmediler.

Birlik halinde Said Nursî'nin mezarını bir meçhûle naklettikten ve Demokratları da Yassıada cehennemine sevk ettikten sonra, kendi aralarında anlaşmazlığa düşen cunta üyeleri arasında ciddi bir tasfiye hadisesi yaşandı.

İsmet Paşa, askerlerin bir an evvel Demokratların işini bitirerek iktidarı kendisine devretmelerini istiyordu. Gürsel ve Madanoğlu'nun tercihi de bu yöndeydi.

Bu sebeple, iktidarın daha uzun süre cuntanın elinde olması gerektiğini savunan sağcı–Türkçü kanattakiler ile aralarında anlaşmazlık çıktı.

Akıl hocaları İsmet Paşanın tavrından da cesaret alan sol kanat, bir gecede Türkeş'in başını çektiği 14'lerin işini bitiren bir karar aldı.

Cuntanın başında görünen Gürsel, MBK'nın aldığı kararı açıklayan bir bildiriyi okudu ve 14'lerin dış ülkelere "hükümet müşaviri" sıfatıyla gönderildiklerini söyledi.

Cuntanın solcu üyeleri ise, bilâhare "tabiî senatörlük"le ödüllendirildi.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Demokratların onlarca dirilişi!


A+ | A-

Köşe komşumuz Latif Beye, “İki ölüden bir diri çıkar mı?” diye soran dostlar, eğer onunla yaşdaş iseler, hatırlamamaları imkânsız: Demokratlar öldürülüp öldürülüp dirildiler!

27 Mayıs kanlı darbesi, demokratları öldürdü! Tabanından gelen bir hareketle seçilmiş Meclis, hükümet ortadan kaldırıldı, yeni partiler kurduruldu, demokratlar şaşırtıldı. Ancak, Ahrarların devamı olan Demokrat Partililer, Şubat 1961’de Adalet Partisi çatısı altında toplandılar. 27 Mayıs İhtilâline karşı tutumu ile girdiği ilk seçimde yüzde 34’ten fazla oy alarak 2. parti oldu. 1964’te Süleyman Demirel’in başkanlığa gelmesinden sonra oylarında büyük artış olan parti 1965’te yüzde 52,9 ve 1969’da yüzde 46,5 oy oranıyla tek başına iktidar oldu. Ve 12 Mart 1971 muhtırası geldi. Yine demokratlar iş başından uzaklaştırıldı.

1980 darbe-i münafıkanesinde de dehşetli bir planla bir kez daha öldürülmüş, demokratların ileri gelenleri toprak altına gömülmüştü! Yaşı müsâitse hatırlayacaktır:

Adalet Partisi’nin yerine kurulmak istenen BTP, zorbalar tarafından kapatıldı. Varlığı 11 gün (20-31 Mayıs) süren BTP, 20 Mayıs 1983’te kuruluş dilekçesini 12 Eylül yönetimine verdi. Partinin başına emekli orgeneral Ali Fethi Esener getirildi, kuruluş çalışmalarını 12 Eylül’ün yasaklılarından Süleyman Demirel ile yakınlığı bilinen Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan yürüttü. Bildirinin hemen ardından AP’nin yöneticilerinden eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ve 143 arkadaşı partiye katıldılar.

MGK, ‘eski AP uzantısı’ diye 79 nolu bildiriyle 16 Temmuz 1983’te partiyi kapattı. Demirel ve Çağlayangil’i, Cindoruk ve Gölhan’ı gözaltına aldı, Zincirbozan’a sürgün etti. Demokratlar bir daha öldürüldü!

DYP, 1983 yılında kurulduğunda genel başkanlığında Ahmet Nusret Tuna vardı ve ancak 1 ay kadar partiye başkanlık etti. Veto edilmişti. Ardından Yıldırım Avcı başkanlığa geldi. 24.8.1983, Doğru Yol Partisi’ne, Millî Güvenlik Konseyi vetoları dolayısıyla gerekli işlemler tamamlatılmadı. Ve 6 Kasım’da yapılan seçimlere katılması engellendi.

Tekrar tekrar öldürüldü ve gömüldü… Yasakçı, daha doğrusu “No, No”cu Özal’a rağmen yasaklar kalktı. 1987’de % 19,14 oyla meclise giren DYP, 1991’de % 27,03 oy ile 1. parti konumuna geldi ve hükümeti kurdu.

Keza, 1996’da demokratlar yine iktidar oldu. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan demokratlardadır.

28 Şubat 1997 sürec-i münafıkanesi, yine demokratların başına patlatıldı. Zira, RP kapatıldı, ama, onun diğer versiyonu AKP iktidar yapıldı.

27 Mayıs kanlı darbesinden sonra demokratların yerine kurulan partiler nerede? 1980 darbe-i münafıkanesinden sonra kurulan ANAP nerede? Ki, toplama bir parti idi. Millete değil, darbeye dayanıyordu. Akıbeti belli…

AKP’nin misyonu, zihniyeti, ekonomik, siyasî görüşü, dâvâsı nedir? İktidar olmak, IMF’in politikalarını yürütmek mi? 28 Şubat ürünü ve toplama bir parti olduğuna göre, akıbeti ANAP’tan farklı mı olacak?

Demokratlar, hürriyetçiler incelir, ama, kopmaz! Gömülür, ama, ölmez, yine dirilir! Çünkü, bir dâvâ, bir misyon üzerine bina edilmiştir. “Kökü mazide olan bir âtîdir!” Şöyle:

Demokratlar, arka planında Prens Sabahattin, Mizancı Murad Bey ve Hasan Fehmi Bey gibi düşünürler ve fikir adamlarının yer aldığı Osmanlı Ahrar Fırkası’na dayanır. Bu fırka, 18 Eylül 1908’de kurulur. Ancak, komitacılar onu taşradaki seçimlere sokmamış, İstanbul’da yapılan seçimlerde ise, maalesef mebus bile çıkaramamıştır. (Ancak “Meclis-i Mebusan”da İttihat ve Terakkî’den ayrılanlar Ahrar Fırkasını temsil etmiş ve hükûmete Ahrar’ların girmesini sağlamışlardır.) Buna rağmen Bediüzzaman’ın, Osmanlı Ahrarları’nı / hürriyetçileri desteklediğini görüyoruz.

Bediüzzaman, 1950’de, “...Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı”1 der.

Biz konjonktürün, maddî çıkarın peşinde değil; prensiplerin, misyonun, yani hak ve hürriyetlerin peşindeyiz. Ekmeksiz yaşarız, ama hürriyetsiz asla! Zararı yok, bir 35 sene daha bekleriz. Hız çağındayız. 35 sene, 3,5 seneye varmadan dolar! DP mayası, Ahrar mayasıdır zirâ…

Çok partili siyasî tarihimiz şunu gösterdi: Bir düşünceye, dâvâya, misyona dayanan köklü partiler yaşaya geldi. Buna mukabil, darbe ürünü, tepeden inme, fırsatçı, özel şartların ürünü olanlar siyasî yapılanmalar mezarlıkta!

Dipnot:

1- Beyanat ve Tenvirler, 202.

14.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

Bindikleri dalı kestiler


A+ | A-

Çok partili dönemde iktidar yüzü görmeyen CHP, güya ‘tek parti’ devrinde yaptıklarını savunmak isterken öyle bir itirafta bulundu ki buna “ayağına kurşun sıkmak” ya da “bindiği dalı kesmek” de denilebilir.

“Kürt açılımı” ya da başka isimlerle anılan yeni proje TBMM’de konuşulurken CHP adına görüşlerini açıklayan Onur Öymen, terörle mücadelede CHP’nin 1930’lu yıllardaki “Dersim uygulaması”nın örnek alınmasını istemiş.

Bu konuşma ile bir anlamda sihir bozuldu ve hem CHP’nin niyeti, hem de ‘tek parti’ devrinde yapılanlar tartışılmaya başlandı. Öyle yorumlar yapıldı ki CHP’nin bundan sonra bu ‘yara’yı tedavi edebilmesi mümkün değil. Hatırlamak lâzım ki, geçmişte de benzer ‘kaza’lar olmuştu. Bir CHP yöneticisi yaşlı bir amcanın hacca gitmek için yardım istemesi üzerine çirkin sözler sarfetmiş ve ne kadar bu kabahati örtmek isteseler de örtememiş, neticede bu sözü söyleyen yönetici partinin ‘vitrin’inden indirilmişti. Gelen haberlere göre Dersim’de yapılan zulmü örnek gösteren Öymen de çıkan tarışmalar üzerine ‘özür’ dilemiş. Ama herhalde bu özür ‘iç bünye’de dile getirilmiş ki başka duyan olmamış. Tahmin ediyoruz ki CHP’nin bu yarayı sarması ve savması da mümkün olmayacak ve yakın bir zamanda Onur Öymen de parti ‘vitrin’inden geri çekilmek durumunda kalınacak.

Tabiî ki hadise çok yönlü. Burada önemli olan Onur Öymen’in şahsı değil. Kendi içlerinden bir Onur gider, belki de binbir Onur gelir. Genel itibarıyla CHP’nin yapısı buna müsait. Öymen’in sözleri ‘kaza’ gibi görünse de aslında CHP’nin gerçek düşüncelerini dile getirmiş oldu.

Hadisenin başka bir yönü de şu: Yıllardan beri yakın tarihin doğru bilinmediğini söyler, ‘resmî tarih’in gerçekleri gizlediğini hatırlatırız. CHP anlayışını temsil edenler de bu tesbitlere itiraz edip dururlar. İşte, Onur Öymen’in Dersim zulmünü savunması aynı zamanda kolay kapanmayacak bir yakın tarih tartışmasını da başlattı. Düne kadar Dersim’in ismini duymayan gençler devam eden tartışma sebebiyle burada yapılan zulmün ayrıntılarını öğrenmeye başlayacak. Neler olmuş neler? Dönemin şahitlerinin anlattıklarını duyan gençler kendilerine dayatılan ‘resmî tarih’i sorgulayacak ve gerçekleri öğrenmeye çalışacaklar. CHP’nin asıl korkusu da bu. Çünkü gerçek tarih öğrenildikçe bütün bir milletin nasıl uyutulmaya çalışıldığı ve bu arada kimlerin yanlış tanıtıldığı da öğrenilmiş olacak.

Tahmin ediyoruz ki böyle bir tartışmayı ‘durup dururken’ meselâ “Demokrat Misyon”un başlatması mümkün olmayabilirdi. Öyle ya, birisi çıkıp “Geçmişte Dersim’de zulüm yapıldı” demiş olsaydı en basitinden; “İyi de bu tartışmayı yeniden açmanın ne anlamı var?” diyenler olurdu. Ama güzel bir ‘kaza’ ile bu tartışmayı CHP’nin kendisi başlatmış oldu. Daha ilk günde bu konuda onlarca yazı yazıldı, yüzlerce gerçek ortaya çıktı. Önümüzdeki günlerde ve aylarda konunun daha da hararetle tartışılacağı ve bu tartışmadan CHP’nin ‘kesin zararlı’ çıkacağını tahmin ediyoruz.

Eh boşuna “Alma mazlumun âhını, çıkar aheste aheste” dememişler... Tek parti devrinde alınan bütün ‘ah’lar önümüzdeki yıllarda ‘aheste aheste’ çıkacak İnşallah. CHP’deki bu kırılmanın tamiri mümkün olmayacak ve başka kırılmalar da bunu takip edecek. Bir defa daha gördük ki siyasette bir gün bile uzundur... Bakalım, görelim; daha ne iyi gelişmeler olacak?

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“İlke ve inkılâplar”la “açılım”! (2)


A+ | A-

Bugün hâlâ “din dersleri” kitaplarına dercedilen “Atatürk ve Din” okuma parçalarında “Atatürkçülük öğretisi” adı altında “dinin çağa ters düşen yorumlar ve din dışı eklemelerden kurtarılması”na girişilmekte. Dinle alâkası olmayan dünyevî ve felsefî teorilerle dinî meseleler yorumlanmakta, sözde “dinin düzeltmesi”ne kalkışılmakta.

Meselâ, devletin dinle ilgili yegâne yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in başörtüsünün “Kitap (Kur’ân) ve Sünnet (Peygamberimizin hadisleri) ile sabit olan Allah’ın emri olduğunu bildiren iki açık fetvasına rağmen, “tesettürün-örtünmenin şeklinin Kur’ân-ı Kerim’de açık bir biçimde belirlenmediği” yorumu yapılmakta. “Atatürkçülük öğretisi” adı altında dinle alâkası olmayan teorilerle dinî meseleler yorumlanmakta, sözde “dinin düzeltmesi”ne kalkışılmakta.

Bu durumda, “demokratik eğitim hakkı” nasıl temin edilecek? Türkiye’nin AB’ye taahüd ettiği ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Ek 1. Protokolü 2. maddesindeki “hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” esası, “ilke ve inkılâplar” kuşatmasındaki “eğitim sistemi”yle nasıl yerine getirilecek?

Yine Türkiye’nin temel sorunlarından biri olan ve insan haklarının başında gelen, Anayasanın 24. maddesinde “devletin denetim ve gözetimi altına alınan” ve “kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlı” kılınan demokratik temel eğitim hakkı çerçevesindeki din eğitimi ve öğretimi nasıl hakkıyla verilecek?

“İLKE VE İNKILÂPLAR”LA

DEMOKRATİKLEŞME OLUR MU?

Gerçek şu ki, “resmî ideoloji” haline getirilen “Atatürkçülüğün” ve “ilke ve inkılâpları”nın dibâcesinden sonuna kadar hemen hemen her maddesine sokuşturulduğu “darbe anayasası”yla doğru dürüst bir demokratikleşmenin yapılamayacağı ortada.

“Başlangıç” kısmında “hiçbir mülâhazanın Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin karşısında koruma göremeyeceği” yazılıp, “eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda, devletin denetim ve gözetimi altında yapılacağını” emreden ve demokratik eğitim hakkını daha baştan baltalayan maddelerle demokrasi, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hak ve hürriyetlerinde gelişme olur mu?

Hâlâ “bütün erkek memurların ve müstahdemlerin şapka takması”nı, “bey, paşa, efendi lâkaplarının kullanılmaması”nı hükme bağlayan “devrim kanunları”nın 174. maddesinde “İnkılâp kanunlarının korunması” başlığı altında “Cumhuriyetin laiklik niteliğini koruma amacı”yla anayasal koruma ve kollama altına alınan ve üstelik bunun “Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamayacağı” kaydını getiren hükümlerle nasıl demokratikleşme sağlanacak?

Gerçekten kadük “devrim yasalarını” ve 26 yıldır değiştirilemeyen “geçici 15. madde” ile darbeleri dayatanları “her türlü karar ve tasarruflarından dolayı cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddiasıyla yargılanamalarını” yasaklayıp darbeleri ve darbecileri koruyan ve kollayan “ihtilâl Anayasası”yla demokratik açılım” olur mu?

“Atatürkçülüğün eğitimde telkini”yle, “ilke ve inkılâplar”ın anayasa ve yasalarda tahkimiyle Türkiye demokratikleşseydi, darbe dönemlerinde olurdu.

ANTİDEMOKRATİKLİĞİN

“KÜRTÇESİ”YLE

“DEMOKRATİK AÇILIM”!

Yedi yıllık süreçte, AKP siyasî iktidarının “ilke ve inkılâplar” karşısındaki kırılması devam etti. 12 Eylül ihtilâlinin ve 28 Şubat “postmodern darbe” sürecinin “Atatürkçülük” ve “ilke ve inkılâpları” perdesinde dayattığı bütün antidemokratik ayrıklar, yasalar, yönetmelikler duruyor. Başta Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerdeki Kur’ân’a getirilen “yaş yasağı” olmak üzere hak ve hürriyetlere getirilen yasaklar devam ediyor.

İktidar partisine mensup belediye başkanlarının eşlerinin “Atatürk ilke ve inkılâpları gereği” başlarını açmaları istendi; yine bu “gerek”le seçilen başörtülü meclis üyelerinin toplantılara alınmadılar. Bir belediye başkanının başörtülü adaylığına ve seçilmesine bizzat AKP tarafından itiraz edildi.

Dinî bir vecibe ve Allah’ın Kur’ân’daki açık emri olan tesettür ve başörtüsünün tıpkı “yasakçılar” gibi “laikliğe aykırı, siyasî sembol ve gerginlik sebebi” olduğunun “hükûmet savunması”nda AİHM’e bildirildi. Deprem musîbetine âyet ve hadislerin tefisiri ve mânâsıyla “İlâhî ikaz” denmesinin “suç” sayılıp cezalandırılması, yine AKP hükûmetinin AİHM’e gönderdiği “savunma”da “gerekli” ve “yasal” bulundu.

“İrticaî internet sitelerinin izlenmesi”ne dair 28 Şubat süreci siyasî aktörü koalisyondan kalan “tâlimat” ve yönetmelikler bir yana. AKP hükûmetinin 2005’te onay verdiği, “bölücülük ve aşırı sol akımlar”ın yanı sıra tam bir 28 Şubat süreci konseptiyle “irtica”yı da “Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden temel unsurlar”dan sayan ve “irtica ile mücadele”yi devlete hedef gösteren, “Anayasadaki inkılâp kanunlarının ödün vermeden uygulanması”nı isteyen “Millî Güvenlik Siyaset Belgesi” hâlâ yürürlükte.

Başbakan Yardımcısı Arınç, hâlâ “İslâm güzeldir ama ‘İslâmcı’ olmak doğru değil; Atatürk güzeldir ama ‘Atatürkçüyüm’ diyerek onu istismar etmek çok çirkin ve yanlış” tevillerinde bulunmakta. Anayasa ve yasalarda devleti resmî ideolojinin cenderesine sokan antidemokratik tortuları temizleme düşüncesinden bile kaçınmakta…

Şu çarpıklığa bakın ki, Marksist terör örgütü başı Öcalan, her fırsatta laisizmi vurgulayıp “Atatükçülüğü” övüp çözüm için “Kürt versiyonu”nu önermekte. AKP iktidarı ise hâlâ “Atatürkçülük”, “ilke ve inkılâplar” kalıpları içinde “Kürt sorunu”nu çözme zehâbında…

Sahi “antidemokratikliğin Türkçesi” ya da “Kürtçesi” ile demokratikleşme olur mu?

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Ağlama, gülme, bağırma, anla!


A+ | A-

Dün Meclis’te “Millî Birlik Projesi”nin genel görüşmesi yapıldı. Bu yazıyı yazdığımız saatlerde henüz görüşmeler başlamamıştı. Bu yüzden Salı günkü bol küfürlü, hakaretli, kavgalı açılımın ön görüşmelerinde yaşananları “tutanaklara” yansıyan ilginç konuşmaları “tarihe not düşmek adına” aktarmak istiyorum. Hem partilerin meselelere bakışı, hem de ibretlik olduğu için birkaç konu aktaralım.

Görüşmelerde tartışmaların fitilini konuşmalarıyla ateşleyen AKP Kahramanmaraş Milletvekili Avni Doğan’ın muhalefet tarafından gelen sataşmalara verdiği cevaba karşı Victor Hugo’nun sözünü hatırlatması tartışmayı farklı boyuta taşıdı.

Tartışmayı tutanaklardan aktaralım:

Avni Doğan - Victor Hugo’nun bir sözü var değerli arkadaşlar. Victor Hugo der ki: “Ağlama.”

Mehmet Şandir (MHP-Mersin) -Sen başkasına söyle onu. Avni Doğan - Victor Hugo der ki: ”Gülme.” Victor Hugo der ki: “Bağırma. Dinle ve anla.” Dinleyin ve anlayın. Mehmet Şandir - Victor Hugo “bağırma” diyor.

Avni Doğan - “Bağırmayın, dinleyin, anlayın.” Anlarsanız belki katkıda bulunursunuz…

Ancak bağırmaktan kimseler bir şey anlamadı.

«««

TETİKÇİ KİM?

Doğan’ın bu konuşması devam ederken MHP Adana Milletvekili Muharrem Varlı’nın “Senin problemin tetikçilik yapmak, tetikçilik!” sözünden sonra da tartışma “asıl tetikçinin kim olduğu”na kaydı. Yine tutanaklardan aktaralım:

Avni Doğan - Bu ülkede kadim zamandan beri tetikçiliği kimin yaptığını bu millet bilir.

Muharrem Varlı (Adana) - Belli belli, görüyoruz burada.

Avni Doğan - Tamam mı? Kimin tetikçilik yaptığını, kimin mafyaya hizmet ettiğini, kimin darbelerle, darbecilerle kol kola yürüdüğünü herkes bilir.

Doğan’ın bu konuşması partisine mensup milletvekillerinden alkış alırken, MHP ve CHP’den büyük itirazlar geldi. Konuşmasını bitirip genel kurul salonunun en arka sıralarına giden Avni Doğa’nın kürsüye gelip özür dilemesini istediler. Israrlar üzerine Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in Doğan’dan “Kimi kastettiniz”? sorusunun cevabını istedi. Doğan’ın “Hiçbir grubu kastetmedim” demesine rağmen tartışmalar devam edip gitti. Tartışma sonunda “tetikçi”nin kim olduğu sorusuna cevap bulunamadı.

«««

MEĞER ATATÜRKÇÜLÜK…

“Açılım”ın ön görüşmelerinde Atatürkçülükten kimin ne anladığı da ortaya çıktı.

AKP’li Avni Doğan Atatürkçülükten ne anladığını şöyle belirtti: “Atatürkçülük enflasyonu düşürmektir. Atatürkçülük teröristi dağdan indirmektir. Atatürkçülük Türk milletinin iyi eğitim almasını, iyi sağlık imkânı almasını sağlamaktır. Atatürkçülük yolsuz köylere yol yapmaktır, susuz köylere su getirmektir…”

Tabiî muhalefetin de buna cevap oldu. Tutanaklara yansıyan konuşmaları aktaralım:

S. Nevzat Korkmaz (MHP-Isparta) - Atatürkçülük ölmek değildir! Atatürkçülük ayrımcılık yapmak değildir.

Şenol Bal (MHP-İzmir) - Atatürkçülük teslim olmak değildir!

S. Nevzat Korkmaz - Atatürkçülük yıkmak değildir!

Gürol Ergin (CHP Muğla) - Atatürkçülük PKK hamiliği yapmak değildir!

Herkesin kendine göre bir “Atatürkçülük” tarifi var. Kimisi onun adına darbe yapar, kimisi yasaklarına gerekçe. Kimi takiyyesini yapar, kimisi istismarını. Kimisi de böyle her şeyi ona bağlar…

«««

CHP’NİN AĞZINDA NE VARMIŞ?!

Yine Avni Doğan konuşmasında MHP’ye yönelik, “CHP’nin ağzı size yakışmıyor” sözü hem MHP, hem de CHP’li milletvekillerini hayli sinirlendirdi.

CHP Grup Başkanvekili Kemal Anadol, “Sayın Başkan ‘CHP ağzıyla konuşmak’la suçladı MHP’yi. Bu, açık sataşma sebebidir. ‘CHP ağzıyla konuşmak’ asla hakarete yol açacak bir olay değildir” deyip cevap hakkı isterken, MHP İzmir Milletvekili Şenol Bal, “Ne demek bu? Ne varmış ağzımızda?” diyerek bağırdı.

Doğan, bu konuşmaların ardından kendisini savunurken, “Ben, birazcık, bugünkü MHP’nin üslûbunu CHP’ye benzettim, benzetemez miyim yani? Böyle bir hakkım yok mu benim?” diye sordu.

MHP’li Mehmet Şandır’ın “Böyle bir hakkın yok!” demesinin ardından Doğan, milletvekilinin bu kadar sınırlandırılamayacağını söylerken, “Siz bizi kimlere benzetiyorsunuz, biz bir şey diyor muyuz?” diye karşılık verdi. MHP’liler de Doğan’ın geçmişini tartışmaya açacaklarını söylerken tartışma yine “açılım”dan kayıp gitti.

Bu arada MHP’lilerin CHP ağzıyla konuşması nasıl oluyormuş sorusu ile “MHP’nin CHP’nin ağzıyla konuşması iyi mi, kötü mü?” sorusu da hava da kaldı.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Sistem değişmeli ki...


A+ | A-

Haksızlık temeline bina edilen ve bundan dolayı sürekli yeni haksızlıklar üreten sistemi ıslâh etmeden kişiler üzerinden yürütülecek bir mücadelenin hem başarılı olması mümkün değil, hem de yeni mağduriyetlere sebebiyet verme riski son derece yüksek.

Sistem ve statüko adına görev yapan bir kişiyi ekarte edebilirsiniz, ama sisteme dokunmadığınız sürece, o görev yeni gelen kişiyle devam eder.

Bunun yakın tarihte de birçok örneği var.

Meselâ, bir zamanların yasakçı YÖK’üyle özdeşleşen bir isimdi Kemal Gürüz. İki dönem görev yaptıktan sonra gitti, yerine Erdoğan Teziç geldi; olumlu anlamda değişen hiçbir şey olmadığı gibi, tam tersine durum daha da kötüleşti.

Teziç’in “daha ılımlı” imajına rağmen...

Gürüz’ün tavrında 28 Şubat öncesiyle sonrası arasında görülen bariz fark da işin ayrı bir ciheti.

Peki, Teziç’ten sonraki Başkan Yusuf Ziya Özcan, iki yılını doldurmak üzere olan görev süresinde, YÖK üyelerinin ve rektörlerin de birçoğu yenilenmesine rağmen, Danıştay’da görüşülmeyi bekleyen katsayı kararı dışında, Gürüz ve Teziç dönemlerinde yoğun şekilde uygulanan 28 Şubat icraatlarını kaldırmak için ne yapabildi?

Demek ki, sistemi değiştirmek kolay değil.

Bir başka örnek, Yargıtay Başsavcılığı.

28 Şubat döneminde bu koltukta oturan Vural Savaş, RP ve FP’ye açtığı kapatma dâvâları ve iddianamelerde kullandığı son derece provokatif üslûpla tepkilerin odağında yer alan bir isimdi.

Süresi bittikten sonra yerini, sessiz ve ketum bir görüntüye sahip olan Sabih Kanadoğlu’na bıraktı. Kanadoğlu, selefinden farklı olarak, görev süresi boyunca yankı uyandıracak bir icraata imza atmadı. Ama emekliliğinden hayli zaman sonra, 27 Nisan sürecinde çok aktif hale geldi ve bilhassa adıyla özdeşleşen 367 formülüyle çok konuşuldu. Aynı şekilde Ergenekon sürecinde de.

Kanadoğlu’dan sonra Başsavcılık koltuğuna oturan Abdurrahman Yalçınkaya ise, seleflerinden çok daha “renksiz” bir imaj sergiledi, ama AKP hakkında kapatma dâvâsı açan da o oldu.

Demek ki, kişilere bağlı olmaksızın işlemeye devam eden derin bir sistem var ve o sistem, kilit noktalara, kendisine uygun isimler üretmekteki maharetinden fazla birşey kaybetmiş değil.

Bu bağlamda hatırlanması gereken ilginç örneklerden biri de, bir zamanların ünlü Ankara DGM savcısı Nusret Demiral. 28 Ekim 1990’da Kocatepe Camiinde okuttuğumuz ilk Bediüzzaman mevlidinin ardından on Yeni Asya mensubunu 15 gün süreyle gözaltında tutan Demiral.

Daha sonra Demiral emekliye ayrılıp siyasete atıldı, MHP’ye girdi ve Türkeş de sağken Türkçe ezanı savunarak partisini baraj altında bıraktırdı.

DGM’deki görevini ise, uygulamalarıyla onu hiç aratmayacağını kısa zamanda gösteren Nuh Mete Yüksel’e devretti. 1990 mevlidinde Demiral’ın sergilediği marifetleri, 1999 mevlidi sonrasında Yüksel tekrarladı. Üstelik, Demiral’ın yarım bıraktığı işi tamamladı: Açtığı dâvâ ile, Mehmet Kutlular’ın sırf “Deprem İlâhî ikazdır” dediği için 276 gün hapiste yatmasına sebep oldu.

Ancak Yüksel’in âkıbeti de “acıklı” oldu. Yüz kızartıcı bir skandalın ardından, sisteme yaptığı “tarihî” hizmetlerin karşılığında terfî beklerken, tersine, tenzil-i rütbe ile düz savcılığa atandı.

Sonraki süreçte AB’nin talep ve takipleri sonucu DGM’ler kaldırıldı. Böylece toplumu sindirmek ve yıldırmak için etkin şekilde kullandığı araçlardan biri, sistemin elinden alınmış oldu.

Gerçi DGM’lerin yerine kurulan özel yetkili ağır ceza mahkemeleri de benzer şekilde kullanılmaya müsait ve oralarda da sistemin kullanımına elverişli elemanlar mebzul miktarda mevcut.

Ama görev alanlarının DGM’lere göre daraltılması, özgürlüklere karşı en fazla kullandıkları yasa maddelerinin kısmen de olsa değiştirilmesi ve iç-dış kamuoyu duyarlılığı, artık eskisi kadar kolay icraat yapamayacakları bir ortam oluşturdu.

Zira DGM reformu, bir sistem reformuydu...

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Kudüs’teki Osmanlı eserlerine sahip çıkın!


A+ | A-

Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kurum olan, Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) “Kültürel Mirası Yaşatma Programı” adlı büyük bir programı var. Bu program çerçevesinde, 1996 yılından itibaren her yıl bir Arap şehri “Arap Kültür Merkezi” oluyor ve bir yıl boyunca o şehirde çeşitli kültürel faaliyetler düzenleniyor.

Geçtiğimiz yıllarda Kahire, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri’nden Şârika, Beyrut, Riyad, Kuveyt, Amman, Rabat, San’a, Hartum, Maskat, Cezayir ve son olarak Suriye’nin Halep şehri Arap Kültür Merkezliğini yaptı. 2009 yılında ise, Kudüs şehri “Arap Kültür Merkezi” olarak seçildi. İsrail’in bütün engellerine rağmen, 22 Mart 2009 tarihinde Kudüs’te başlatılan kültürel faaliyetler; Filistin şehirlerinin yanı sıra, çeşitli Arap ülkelerinde de yapılıyor.

Kutlama failiyetleri çerçevesinde, geçen hafta Kuveyt Üniversitesi de bir konferans düzenledi.

“el-Kudsü reyhânetü damîr el-Arab” (Kudüs: Arap vicdanındaki reyhan) başlığını taşıyan konferansın açılışını Kuveyt Başbakanı Nâsır Muhammed el- Sabah yaptı.

İki gün boyunca sabah ve akşam programları halinde düzenlenen konferansa Ürdün’den, Filistin’den, Mısır ve Kuveyt’ten katılan akademisyenler değerli bildiriler sundular.

Bu sıralar çok yoğun olmama rağmen, mevzu Kudüs olduğu için bir fırsatını yakalayarak konferansa izleyici olarak katıldım. Konferansa katılan en bâriz isimler Kudüs Rum Ortodoks Kilisesi Patriği Ataallah Hanna ve Ürdün eski Evkaf Bakanlarından Râif Necm idi. Kudüste bulunan tarihî eserlerin mimarî yapısını inceleyen Kunûz el-Kuds (Kudüs Hazineleri) adlı muhteşem kitabın ortaya çıkmasında büyük emeği geçen Mühendis Râif Necm, uzun yıllardır Mescid-i Aksa ve Kubbettüs-Sahra İmar Komisyonu Başkanlığını da yürütüyor. Açılış kokteylinden hemen sonra görüşme fırsatını yakaladığım Râif Necm ile Mescid-i Aksa ve Kudüste bulunan Osmanlı eserleri üzerine sohbet ettik. Yaklaşık yarım saat süren bu kısa sohbetimizden bir bölümü sizlere aktarmak istiyorum.

*”Üstad Râif; bildiğiniz gibi, Osmanlı Devleti idaresi altına giren topraklarda hanlar, hamamlar, medreseler, tekkeler, bimâristanlar, aşevleri gibi önemli tarihî eserleri miras olarak bırakmıştır. Mukaddesliğine binâen, Kudüs-ü Şerif diye tesmiyelendirdiği Kudüs kentinde de çokça tarihî esere imza atmıştır. Bu tarihî eserler ne haldedir? Ve bu eserlerin îmarı konusunda Türk hükümetlerinden malî yardım alıyor musunuz?”

Râif Necm: “Tarihte Emevilerin başkenti Şam; Fâtimilerin başkenti Kahire; Osmanlı Devletinin başkenti ise İstanbul olmuştur. Ve bu devletler adı geçen şehirlerde önemli eserler yaptırmışlardır. Başkente verilen önemin yanı sıra, Kudüs kentinin îmarına da ayrı bir özen göstermişlerdir. Bu yüzden; Kudüste Emevi, Fâtimi ve Osmanlı dönemine ait çokça eser bulunmaktadır. İslâm devletlerinin gösterdiği özel ilgi sayesinde; Kudüs, İslâm Kültür Başkenti olmuştur.

Ne yazık ki, atalarımızın yaptırmış oldukları bu eserlerin bir kısmı yıkılmıştır; bir kısmı ise, Siyonistler tarafından amacının dışında kulanılmaktadır.

Söz gelimi: Küdüs’ün Me’menallah adında 160 dönümlük bir mezarlığı var. Bu mezarlıkta çokça sahâbe ve âlimlerin yanı sıra, Osmanlı Devletinde hizmet yapmış olan resmi zavâtın da kabri bulunmaktadır. Siyonist İsrail Müslüman mezarlığı üzerinde ‘Hoşgörü Müzesi’ adlı bir müze kurmayı planladığından, kabristanın önemli bir bölümünü yerle bir etmiştir. Şu işin garipliğine bakın: Biz Filistinliler daha bu yüzyılın başında, mevtâlarını gömsünler diye Ra’s el Amûd mıntıkasındaki vakıf arazimizi kendi gönül rızamızla Yahudilere vermiştik. Onlar ise bizim Kabristanımızı yıkıp, iyiliğe karşı kötülükle cevap veriyorlar!

Ayrıca Mescid-i Aksa’nın Bâbu’l Mağâribe adlı duvarı üzerinde Osmanlı eserleri vardı. İsrail 1967’de Doğu Kudüs’ü işgal ettiğinde, ‘Ağlama Duvarı’ olarak tanımladıkları ‘Burak Duvarı’nı Yahudiler için ibadet yeri olarak belirledi. İşgalden 4 gün sonra Bâbu’l Mağâribe üzerinde bulunan Osmanlı eserlerini de yıktı. Anladığınız gibi Osmanlı eserlerinin bir kısmı yıkıldı. Ayakta kalanların da tamir edilmesi gerekiyor.

Şimdi İslâm Konferansı Teşkilâtı Genel Sekreteri olan Ekmeleddin İhsanoğlu, teşkilâta bağlı olan İslâm Tarih, Kültür ve Sanatı Araştırma Merkezi’nin (İRCİCA) başında iken Osmanlı eserleri dahil, Küdüs’teki bütün tarihî eserlerin yeniden yapılandırılması için çok çaba göstermiştir.

Türk hükümetlerinin bu konudaki tavrına gelince: Son yıllarda biraz kıpırdanma olsa da, Türkiye resmî olarak Kudüs’e gereken ilgiyi gösteremiyor maalesef !?

İki yıl önce Başbakan Tayyib Erdoğan’a tarihî eserlerin durumu hakkında bilgi verdim. Sağ olsun, uzmanlardan oluşan 10 kişilik bir komisyon oluşturdu. Bu komisyona da, Mescid-i Aksa’nın yanı sıra, Aksa Harem-i Şerifinde bulunan eserler hakkında rapor verdim. Bahsi geçen heyet Kudüs’e gidip yerinde inceleme yaptı. Ancak şu ana kadar tarihî eserlerin yeniden îmarı konusunda herhangi bir çalışma başlatmadılar.

Türk hükümetinin üzerine çok iş düşmektedir. 400 yıllık kültürel miraslarına sahip çıksınlar. İsrail’e karşı gösterilen tepki ‘One minute!’ ile kalmasın. Biz sözlü değil; fiilî hareket bekliyoruz.”

Râif Necm’in sözlerine ilâveten ben de şunu söylemek istiyorum: Bir Arap atasözünde şöyle deniyor: “İzâ ukide en-niyetü, sehule küllü şey” (Niyet sağlam olursa, işler kolaylaşır.)

Türk milletini temsil eden Erdoğan hükümetinin Ortadoğu konusunda siyasî, tarihî ve kültürel sorumluluğu var. Bu konulardaki mesuliyetini yerine getirmek için ihlâsla niyet etsin ve bu niyeti fiile dökmekten korkmasın. İnşaallah neticesi hayır olacaktır.

Not: Değerli yazarımız Şaban Döğen’in vefatı bizleri derinden üzdü. Defin günü Şaban Bey’in oğlu Nurullah’ı telefonla aradım, ama bir türlü sesimi duyuramadım. Bu satırlar aracılığıyla, Şaban Döğen’in muhterem eşine ve oğluna ayrıca bütün akraba ve sevenlerine baş sağlığı diliyor, kabri nurlarla dolu olsun diye duâ ediyorum.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



H. İbrahim CAN

Rusya, süper güç olmanın neresinde?


A+ | A-

Küresel krizin en çok vurduğu büyük ülkelerin başında gelen Rusya, son yıllarda kendisine yeni bir rol bulma peşinde. Öncelikle eski Sovyetler Birliği ülkelerinin kendi nüfuz alanı içinde kalması için çabaladı. Uluslar arası kamuoyunda Rusya ile Amerika arasında bir gizli anlaşma olduğuna inanılırdı: Amerika, Rusya’nın eski Sovyet Cumhuriyetleri üzerindeki nüfuzunu korumasına karışmayacak, Rusya da Amerika’nın Ortadoğu ve Afganistan dahil diğer bölgelerdeki çıkar kavgalarına karşı çıkmayacaktı.

Ancak zaman değişmişti. Rusya Ukrayna üzerindeki doğal gaz hattını kullanarak nüfuzunu kabul ettirmeye yönelik politikaları geri tepti. Moldova ve Belarus üzerinde de kontrolü yeniden kazanamadı. Son yirmi yıl içinde Gürcistan’a yönelik politikalarıyla bu ülkenin Batıya kaymasına sebep oldu. Bu ülkeye geçen yıl müdahale edip, Güney Osetya ile Abhazya’yı koparması, Kafkasya’yı daha istikrarsız hale getirmekten başka işe yaramadı. Çeçenistan, İnguş Cumhuriyeti kargaşa içinde. Rusya yavaş yavaş güç kullanarak bölgeyi kontrolü altında tutamayacağını anlamaya başlıyor. Artık ülkelerin geleceğini o ülkelerin halkı belirlemeye başlıyor. Zorbalıkla halkın iradesinin yok sayılması dönemi bitiyor.

Rusya’nın iyi ilişkilerini sürdürdüğü Azerbaycan hem bu ülkeyle dostluğunu sürdürürken, petrolünü de Batılı şirketlerle birlikte işletiyor ve Rusya’nın hegemonyasından uzak durmayı başarıyor. Güvenlik gerekçesiyle Rusya’ya bağımlı olan Ermenistan bile Türkiye sınırının açılmasından sonra, bu bağımlılığından büyük ölçüde kurtulabilir. Zaten Azerbaycan’la Ermenistan arasındaki Yukarı Karabağ sorunundaki arabuluculukta başarılı olamaması bu ülkelerin güvenini de zayıflatıyor.

140 milyonluk Rusya, ekonomik verimlilikte Amerika’nın dörtte biri kadar ve ekonomisi büyük ölçüde fiyatı sürekli inip çıkan petrole dayalı. Teknolojik ilerlemelere ayak uydurma kabiliyetini yitirdi. Savunma sanayi öncülükten dışarıya bağımlılık aşamasına geçti. İnsansız uçakları İsrail’den gemilerini Fransa’dan alıyor. Çarlık ve Sovyet döneminde Rusya bütün kusurlarını üstün askerî gücü ve nüfusuyla kapatabiliyordu. Ancak şimdi bir demografik kriz egemen. Bu yüzyılın yarısı geldiğinde nüfusu yüzde 15 oranında düşecek.

Rusya bu eksikliklerini çeşitli birlikler oluşturarak çözmeye çalışıyor. Ancak bunda çok başarılı olduğu söylenemez. Tek şansı ülkesinin ve Asya’nın doğal gaz ve petrolünü Batı ve Güneye ulaştıracak enerji yollarını kontrol altında tutabilmesi. Bu açıdan da Türkiye’ye muhtaç. İkinci Mavi akım hattıyla Ortadoğu’ya doğal gaz satılırken, Nabucco’ya dahil olarak Batıya yeni bir hattan enerji gönderebilmeyi planlıyor. Bunları yapmak için de Türkiye ile ilişkilerini iyi kurmak zorunda.

Kısacası; Rusya bir yol ayrımında. Eğer yeniden dünyanın önemli güçleri arasında yer almak istiyorsa; bunu güç gösterisi ve zorbalıkla değil, komşularıyla iyi ilişkiler, dengeli ve barışçı politikalarla yapabilecek. Bu değişimin en büyük yararını görecek komşulardan birisi de Türkiye olacak. Elbette bunun için Türkiye’nin de Rusya ve onun bölgedeki çıkarlarını hassasiyetle dikkate alan politikasını sürdürmesi gerekiyor.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Obama’nın, Erdoğan’ın koçluğuna ihtiyacı var


A+ | A-

Şüphesiz 2009 yılının en önemli olayı Amerika Birleşik Devletleri tarihinde ilk defa bir siyahî adayın, üstelik Müslüman kökenlere sahip olan ve orta adı Hüseyin olan bir siyahî adayın Başkan olarak göreve başlamasıydı. Bu olay ABD’de olduğu kadar bütün dünyada da büyük bir heyecana sebep oldu. Hatta Barack Hüseyin Obama’nın başkanlığı ABD dışındaki dünyada ve bahusus İslâm dünyasında ABD’de olduğundan daha büyük bir sevinç ve beklentiye sebep oldu. Bunun sebeplerinden biri tabiî ki Obama’nın Bush’tan hemen sonra gelen umut ışığı olmasıydı ancak, parlak bir hitabete sahip olması da yadsınmayacak derecede Obama’nın başarısında ve oluşturduğu heyecan dalgasında rol oynadı.

Obama henüz birinci icraat yılını doldurmadı. Ancak hakkında fikir sahibi olunacak derecede yeterli süreye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Elbette bizim için Obama’nın ABD’nin dış politikasında yaptıkları ve yapacakları önemlidir. Yoksa kendi iç politikalarında ne yaptığı, sözgelimi sağlık reformu gibi icraatları biz dünyalıları pek ilgilendirmiyordu. Bizi daha çok Obama’nın Irak’ta ve Afganistan’da ne yapacağı, Ortadoğu’da ve Filistin meselesinde nasıl bir tavır takınacağı, Kafkas meselesinde nasıl bir rol alacağı gibi sorular meşgul ediyordu. Peki Obama ne yaptı? Şöyle bir düşünelim…

Bundan bir yıl önceki Kasım ayında seçilen ve 20 Ocak’ta resmî olarak görevine başlayan Barack Hüseyin Obama, ne yazık ki ABD dış politikasında henüz elle tutulur bir ilerleme kaydedememiştir. Henüz, işte şunu yaptı diyebileceğimiz bir başarısı yoktur. Filistin meselesinde henüz bir yol haritası bile ortaya konulamamış, Irak’tan çekilme konusunda fiilî olarak bir adım atılamamış, Irak’tan çekildikten sonraki konjonktürle ilgili doğru dürüst bir vizyon belirlenememiş, Afganistan’a daha fazla asker gönderme fikrinden ve yeniden Karzai’nin seçildiği şaibeli bir seçime ev sahipliği yapmaktan öteye gidilememiş, Bush’un kanayan bir yara olarak miras bıraktığı hiçbir meselede çözüme gidilecek yola girilememiştir. Hatta Obama’nın, yapabileceği en basit şeyi, sözgelimi Guantanamo’nun 2010 Ocak ayına kadar kapatılmasını bile henüz gerçekleştirecek irade ve kudretten yoksun olduğunu üzülerek görmekteyiz. Obama göreve ilk geldiğinde ve o tarihe geçecek konuşmaları yaptığında, herkesin şüpheci ve karamsar baktığı zamanlarda, biz bu adama şans tanınması gerektiğini söylemiştik. Nitekim dünyanın daha yaşanabilir bir yer olması adına hâlâ bu krediye sahip olduğunu söyleyebiliriz. Yani henüz hak etmediği ancak sahibi olduğu Nobel Barış Ödülü’nden bir nebze cesaret alarak ülkesinin siyasetini kötüden iyiye doğru götürebilir. Ancak ne yazık ki Obama’nın da kredisi sonsuz değildir. Bakın son yapılan anketlerden biri olan ve Gallup şirketi tarafından yapılan ankette bugün sandığa gidecek olsa Amerikalıların yüzde 48'inin Cumhuriyetçilere, yüzde 44'ünün ise Demokratlara oy vereceği belirlendi. ABD’liler daha şimdiden bu ışık saçan siyah adam hakkında karamsar düşünmeye başladılar. Zira kurduğu süslü cümlelerin pratikte hiçbir işe yaramadığı görüldükçe bu anketlerdeki rakamlar Obama için daha da iç karartıcı hale gelebilir.

Son olarak Barack Obama’nın bu yönden Recep Tayyip Erdoğan’a ve partisinin de AKP’ye garip bir şekilde benzediğini ve paralellik gösterdiğini söylemek gerekiyor. Zira Erdoğan da hitabeti çok güçlü bir lider ancak ikisi de iktidar olmalarına rağmen muktedir değiller... Erdoğan, iktidara gelirken ve iktidardayken süslü cümlelerle çok kimselere kalıcı problemleri çözeceği hususunda umutlar dağıtmıştı. Ancak şimdiye kadar tıpkı Obama gibi neredeyse başladığı hiçbir işi alnının akıyla tamamlayamadı. Başörtüsü meselesi, sivil anayasa, YÖK sorunsalı, ekonomik kriz yönetimi, IMF politikaları, açılımlar vs… Tabiî ki Erdoğan’ın görev süresi Obama’nınkine göre oldukça uzundu. Hatta bir seçim atlatmış ve oylarını arttırmıştı. Bu bakımdan Obama’nın eğer böyle devam etmeye niyeti varsa mutlak surette Erdoğan’dan çeşitli liderlik tüyoları öğrenmesi şart olmuştur. Zira hiçbir işi tamamına erdiremeden oy oranlarını hep zirvede tutmak ve her hâl ve şartta hep yükselmek her babayiğidin harcı değildir. Obama’nın anketlerde düşüşü devam ettiği müddetçe, Erdoğan’ın koçluğuna ve rahle-i tedrisine daha fazla ihtiyaç duyacağı aşikâr.

Biz de her iki lideri bu anlamda “temkinli iyimser” şekilde takip etmeye devam edeceğiz.

14.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.