22 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nurullah AKAY

İnsana ve imana hizmet


A+ | A-

Hemen her insanın toplumu ilgilendiren bir görevi vardır. Özellikle idealist insanlar, kendi şahsî görevlerinin yanında, toplumu ilgilendiren birçok hususta da bir şeyler yapma arzusu içine girmektedirler. Çünkü biz insanlar birlikte yaşamak üzere programlandırılmışız. Bir insanın toplum hayatını bırakıp tek başına hayatını sürdürmesi mümkün değildir.

İnsanın toplumla olan sıkı münasebetindendir ki, Kâinatın Yaratıcısı Rabbimiz bizlerden insanlara faydalı işler yapmamızı istemiştir. “Biz insanı ahsen-i takvîm üzere yarattık” diyen Hâlık-ı Teâlâ insanı kendine yeryüzünde halife kıldı. O insanlığın en mükemmel şeklinin bir örneği olan Hz. Muhammed’e (asm) “Sen olmasaydım (Ey Habibim) bu kâinatı yaratmazdım” diyerek insana verdiği ehemmiyeti ifade buyurmuş oldu.

İnsanoğlunun Rabbine karşı önemli sorumlulukları olduğu gibi, Rabbin yarattığı diğer mahlûkata karşı da sorumluluklar taşımaktadır. İnsanlar, yaratılanı Yaratandan ötürü sevmek göreviyle görevlendirilmişlerdir. Allah’ın, biz insanların kendi huzuruna kul hakkıyla gitmemizi istememesi de kulların üzerimizdeki haklar konusunda bizlere çok önemli bir mesaj vermektedir.

Peygamber Efendimiz (asm) bir hadis-i şerifinde “Allah’ın insanlara faydalı olmaları için özellikle nimet verdiği topluluklar vardır. Onlar bu nimetlerden verdikleri sürece Allah o nimetleri onlarda bırakır. Esirgedikleri zaman ise Allah onlardan alır, başkalarına verir” demektedir. Elbette bu nimet hem maddî hem de manevî olabilir. Ne suretle olursa olsun Allah’ın bize verdiği nimetlerden insanları istifade ettirmemiz gereği aşikâr bir şekilde görülmektedir.

İnsanlar ellerindeki mallardan başka insanları nimetlendirmekle mükellef oldukları gibi, sahip oldukları mânevî zenginliklerden de insanları istifade ettirmeleri gerekir. Bu sebepledir ki Kur’ân’ı öğrenmek kadar Kur’ân’ı öğretmek de tavsiye edilmiştir. Yine asrımızın, Kur’ân ve iman hizmetinde büyük çığır açan İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî de, ortaya koyduğu hizmet metoduyla insanların önce imânlarını kurtarıp kuvvetlendirmeleri, arkasından da başkalarının imânının kurtulması için gayret gösterilmesi hedefini gütmüştür.

Risâle-i Nur adlı eserlerle açılan imânî hizmet metodu bugün dünyanın her köşesinde varlığını devam ettirmektedir. Bu hizmetler elbette gönüllülük esasına göre yapılmaktadır. Bir kısım insanlar hayatlarını bu imân ve Kur’ân hizmetine adamışlardır. Allah’ın rızasını kazanma karşılığında yürütülen bu hizmetlerin bir neferi olmak şüphesiz Allah’ın büyük bir mazhariyetidir. Acizâne bizler de bu hizmetlerin bir hizmetkârı olma hedefini önümüze koymuşuz. Rabbimizden bizleri imân ve Kur’ân hizmetinin fedakâr bir eri yapmasını temenni ediyoruz her zaman...

Kur’ân ve imân hakikatlerinin olabildiğince insanlar arasında yayılması ve insanların imânını bu suretle kurtarması hizmetini kendilerine asıl hedef gören insanların elbette bu görevlerine dört elle sarılmaları gerekmektedir. Dünyanın kendilerini birinci derecede ilgilendirmeyen veya ilgilenmekle bir şey elde edilemeyen meselelerine dalarak iman ve Kur’ân hizmetinde başarılı olmak herhalde mümkün olmayacaktır. Bilhassa teknik imkânlarla evimizin içine kadar giren içtimaî ve siyasî hadiselerle iman ve Kur’ân hizmeti zararına fazla meşgul olmamak gerektir.

Eğer imâna hizmet yolunu kendimiz için hedef ittihaz etmişsek, bilhassa tarafgirliği netice veren günlük olaylara kapılmamamız gerekir. Çünkü dünyevî meselelerde tarafgirlik gerçeklere gözleri kör eder, çoğu zaman haklıyı haksız, haksızı da haklı şeklinde gösterir. Bu durum çok tehlikeli bir yaklaşım olan, zalime meylettirmeye kadar bile götürebilir insanı.

Bizler ancak önce kendimizi ıslâh etmeye çalışmalıyız. Ondan sonra da ihtiyacı olan insanlara Kur’ân hakikatlerini ulaştırmaya gayret etmeliyiz. Netice olarak, eğer iman ve Kur’ân hizmetinde bulunan fedakâr insanlara arkadaş olup rıza-ı İlâhiyi kazanmak istiyorsak, öncelikle kendi işimize bakalım ve bizleri bu hizmetlerden alıkoyacak meşguliyetlerle zamanımızı harcamayalım...

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

Susmaktansa sormak


A+ | A-

Kur’ân’da “kuş” hakikati ne zamandır zihnimde uçuşup duruyor; dimağımı bağlayan ağırlıklardan, kalbimi karartan lüzumsuzluklardan sıyrılıp da meseleyi düşünemedim. Düşünmek de yetmiyor, o kuşun gelip gönle konması gerekiyor. O da Rahman’ın izniyle olur ancak… Cevap bulmak ümidiyle sorular sordum sadece…

Mülk Sûresi’nin 19. âyeti hatıra geldi: “Üzerlerinde kanat çırpıp duran kuşları da mı görmüyorlar? Onları havada tutan Rahman’dan başkası değildir. O her şeyi hakkıyla görür.”

Kuşların Peygamberlerle olan ilişkileri denince de ilk akla gelen Davud (as)… “Biz dağları onun emrine verdik ki, akşam sabah onunla beraber tesbih eder, kuşlar da onun etrafında toplanırdı. Onların hepsi de Davud’a boyun eğmişlerdi” (Sad, 18–19)

Davud’un (as) tesbihatına dağla birlikte eşlik ediyor kuşlar; nasıl bir mânâ kanatlanması var bunda?

İbrahim’in (as) kuşla ilgisi enteresan: “Bir de İbrahim’i hatırla ki, ‘Ey Rabbim’ demişti. ‘Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.’ Rabbin de ‘Yoksa inanmadın mı?’ buyurdu. İbrahim, ‘Elbette iman ettim. Lâkin isterim ki gözüm de görsün ve kalbim tatmin olsun’ dedi. Allah ona buyurdu ki: ‘Dört tane kuş al. Onları tanı ve kendine iyice alıştır. Sonra onları kesip etlerini birbirine karıştır. Sonra da her bir dağın tepesine o karışmış etlerden bir parça koy. Ondan sonra onları çağır, bak, hepsi nasıl sana koşup gelecekler. Şunu da bil ki Allah her dilediğini yapmaya kadirdir ve Onun her işi hikmet iledir.” (Bakara, 260)

İbrahim’in (a.s) Peygamber olduğu halde tefekkürü sorusu dikkat çekici ve kuş örneği ile cevap verilişi de ilginç… Davud’da (a.s.) tesbih ve tevhidle ilgilendirilirken, İbrahim (as) haşir delili ile ve yine dağla birlikte zikredilmektedir…

Süleyman’ın (as) ordusunda bir askerdir kuş taifesi: “Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusu toplandı. Hepsi de intizamla sevk ve idare olunuyorlardı.” (Neml, 17) Sûrenin devam eden âyetlerinde Hüdhüd kuşunun Sebe kavminden haber getirişi haber veriliyor…

Kuşlarla ilgili diğer bir Peygamber de İsa (as): “…Hani, sen Benim iznimle çamurdan kuş sûreti yapıp ona üflerdin de, iznimle o sûret bir kuş oluverirdi…” (Maide, 110)

Burada da hayat verme ve diriltme örneği olarak Peygamber mucizesinde ifadelendirilmektedir…

Kuşlarla ilgili geçen âyetler sadece bunlar değil elbet, hakikat semasına kanatlanmak için onlardan alınacak çokça ders var…

“Otuzuncu Lem’anın Beşinci Nüktesinin” başında, Hayy ism-i a’zâmının giriş kısmında “kudsî kuşu” avlayamadığından söz eder Bediüzzaman…

Bu pencereden bakınca “kuş” kavramı kuş bakışla âfakta ve enfüste okunmayı, hikmet avcılarınca avlanmayı bekliyor.

Kudsî kuşların gelmesi için o kudsiyette zihnen ve kalben temiz olunsa gerek; ism-i a’zâm gibi bir kapı başka türlü nasıl açılır?

Susmaktansa sormak, cevap almaya daha yakın. Bir nevî kuş olan ve bal gibi şifayı sunan “Nahl”ın, bunu bir nevî vahye mazhar olarak yapması ve Kur’ân’da bir sûrenin ismi olması, akleden kalplere soruda ve cevapta kâinat genişliğinde bir kitap açıyor… Sorunun cevabı okumakta; rehber ve kılavuz eşliğinde okumakta. Bir de bakmışsınız mânâ kanatlanması olmuş.

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Rahmet gazaba hâkimdir


A+ | A-

Hasan Bey: “Eğer Rabbimiz bizleri ibadet etmemiz için yaratmışsa neden ruhumuzu günaha girmeye sevk ettiren donanımlarla donatmıştır? Günah işliyor diye, gaflette diye insanların çoğunun—yarısından fazlasının—Cehenneme gitmesinin hikmeti nedir?”

Allahü Teâlâ bizi dilediği gibi yaratmıştır. Dileseydi bizi başka mahlûklar sûretinde de yaratırdı ve bizim görevimiz yine O’na îmân ve ibâdet etmek olurdu. Kâinâtta ibâdet etmeyen hiçbir mahlûk yoktur! Mahlûkların içinde ‘irâdesi’yle îmân ve ibâdet etmekle mükellef olan sadece insanlar ve cinler vardır. Onların da çoğu, maalesef, gaflet içinde olup ibadeti ihmal edebiliyor. Diğer bütün mahlukât ise, ister istemez Allah’a secde ve itaat, zikir ve tesbih, tazim ve ibâdet içindedirler. Ve hiçbir şikâyetleri de yoktur.

Eşyanın yaratılış gayesi kendisine verilen görevi yapmak değil midir? Kendisine verilen görevi yapmak, eşya için ibâdet sayılmıştır. İnsana ise akıl verilmiştir. Akıl Rabb’ini bilmekle mükelleftir. İnsanın görevi de budur.

İnsan günah işleyebilir bir vasıfta yaratılmıştır. Neden? Cehenneme girsin diye değil! Daha çok sevap alsın diye... Allah katındaki yeri ve değeri daha çok artsın diye... Cennetini daha çok genişletsin ve ebedî saadetini daha çok zenginleştirsin diye... Çünkü günah işlemeye meyilli duygularımız bizi günaha sürükledikçe biz Allah’ın onu haram kıldığını hatırlıyor ve ondan vazgeçiyoruz. Neden vazgeçiyoruz? Çünkü Allah’ın rızasını tercih ediyoruz! İşte bu tercihler yarın mahşerde Allah katında bizim-–inşallah—yüz akımız olacaktır.

İnsanların çoğu bu günaha meyilli duygular yüzünden günaha giriyorlar, diyorsunuz. Efendim, bir insan bilerek veya bilmeyerek bir günah işleyebilir ama asıl vahim olan Allah’a sığınmamaktır! Kendisine sığınan her kulunu Allah affetmiştir, bağışlamıştır, mağfiret etmiştir, günahını açığa vurmamıştır, utandırmamıştır, mahcup etmemiştir, rezil etmemiştir. Allah’ın bir sıfatı Settâru’l-Uyûb olmasıdır. Yani O, ayıpları örtendir.

İnsanların çoğunu Cehenneme götüren şey, Allah’a sığınmamalarıdır! Allah’a sığınıp sığınmamak da her yiğidin kendi tercihidir! Sonucuna da elbet katlanacaktır! Sonucuna katlanıyorlar diye onlar adına bizim üzülmemiz revâ mıdır? Allah’ın kapısı onlara kapalı değildi ki? Neden çalmamışlardı? (Böyle söylüyoruz diye bizim Allah’ın af ve mağfiret kapısını lâyıkı veçhile çaldığımız zannedilmesin. Allah’a sığınmak konusunda bizim de hatâlarımız ve eksiklerimiz vardır şüphesiz. Fakat biz, insan olarak hepimiz için geçerli olan genel hatâmızı ve tövbe noktamızı göstermeye çalışıyoruz!)

Unutmamalıdır ki Allah bağışlayıcıdır. Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir. Allah herkesi affedicidir. Ve hiç kimseye zulmedici değildir.

Fakat inkâr ve küfür başka bir şeydir! Büyük bir cürümdür, dehşetli bir cinâyettir!

Netice olarak; eğer inkâr varsa, ateş vardır!

Eğer inkâr yok da, âdî günah varsa; insanın çektikleri ıztıraplar, çileler, musîbetler kendisini kurtarabilir! Mesele budur! Nitekim musîbetlerin rahmet yönü, kurtuluşa vesîle olmasıdır! Unutmayalım; Allah kendisi söylüyor: “Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır”1, “Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.”2

Dipnotlar:

1- A’râf Sûresi: 156; 2- Riyâzü’s-Sâlihîn, 418

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Anlatacak dâvâsı olan...


A+ | A-

Anlatacak dâvâsı olan kimse, yaşadığı topraklar üzerinde kuvvete, şiddete başvurmaz; "silâhlı mücadele" metoduna tevessül etmez.

Silâhlı mukabele ve mücadele, cephede, haricî düşmana karşı yapılır. "Savaş nâmusu", bu işin böyle olmasını gerektirir.

İnsanlık âleminde kabul görmüş bu genel ölçülerin dışına çıkarak hareket edenler, yani dahilde kuvvet kullananlar, zulüm işlemekten, mâsumlara zarar vermekten, dolayısıyla haksız duruma düşmekten kurtulamaz.

Kişinin niyetinin iyi olması dahi, bu menfî neticeyi değiştirmez.

Zulme karışan, şiddete bulaşan kişinin sebep olduğu zarar–ziyan sadece kendisiyle sınırlı kalsa, yine dert değil. "Ne hali varsa görsün" der, geçersiniz.

Ancak, yaşanan vak'aların çoğu gösteriyor ki, şiddetin kullanıldığı yerde ekseriyet itibariyle mâsumlar zarar görüyor, en ağır faturayı bîgünah kimseler ödüyor.

Böyle zulümkâr bir neticeye sebebiyet vermeye ise, kimsenin hakkı yoktur.

Haklı olan kişi, kan dökmeden ve şiddete başvurmadan da dâvâsını anlatabilir.

Yeter ki, anlatacak bir dâvâsı olsun...

Örnek için, çok uzak tarihlere gitmeye gerek yok. Yakın dünya tarihine baktığımızda, haklı dâvâsını, haksız duruma düşmeden anlatabilen, hürmete lâyık şu bayrak şahsiyetleri görürüz:

Mahatma Gandi (Hindistan)

Martin Luther King (Amerika)

Nelson Mandela (Güney Afrika)

Bediüzzaman Said Nursî (Türkiye)

Bu şahsiyetlerin, metodik mücadele tarzını bir cümlede özetlemem mümkün: "Dâvâsı uğrunda ölmeye razı, öldürmeye ise asla..."

İşte, aynı metotla "müsbet hareket" hareket ederek gayesinde muvaffak olan ve nihayetinde fikren zafere ulaşan bu şahsiyetleri, biraz daha yakından tanımaya çalışalım.

M. Gandi

1869–1948 yıllarında yaşayan Mahatma Gandi'nin anlatacak bir dâvâsı vardı. Ülkesi Hindistan, İngilizlerin sömürgesi altındaydı. Zulüm ve haksızlık, had safhaya çıkmıştı. İnsanlık haysiyetine yakışmayan bu uygulamaya razı olmadı. Karşı çıktı, mücadele etti. Bu uğurda çok çileler çekti. On binlerce Hintli vatandaşıyla birlikte hapse atıldı (22 Aralık 1932'de hapisten çıktı), sürgüne yollandı. Ancak, yine de yılmadı, mücadeleden vazgeçmedi. Üstelik, bir tek mermi kullanmadan, bir tek insanın canını yakmadan. Çok ağır bedeller ödedi, çok sayıda dâvâ arkadaşını kaybetti. Kendisi de birkaç kez sûikasta uğradı. Ancak, sonunda muvaffak oldu. Ülkesini sömürge durumundan kurtararak, 1947'de bağımsızlığına kavuşturdu.

M. Luther

1929–1968 yılları arasında Amerika'da yaşayan Afrika kökenli zenci Martin Luther'in de anlatacak bir dâvâsı vardı. Bir insanlık ayıbı olan "ırk ayrımcılığı"nı reddediyor, "eşit yurttaş hakları"nı ise, bütün içtenliğiyle savunuyordu. O, bu dâvâsını özellikle "Bir hayalim var" başlıklı konuşmasında son derece etkileyici bir üslûpla ifade etti. Öyle ki, beyazlarda dahi bu fikre hayranlık uyandırdı. O da çok eziyet gördü, itildi–kakıldı; hatta, bir sûikast sonucu hayatını kaybetti. Ancak, o yine de şiddete başvurulmasını hiçbir şekilde kabul etmedi. Ölümünden sonra, dâvâsı daha da parladı, haklılığı toplum nezdinde büyük kabul gördü.

İşte, Martin Luther ve onunla yanı paralelde hareket eden zenci–beyaz Amerikalılar sayesinde, dünyanın bu en medenî ülkesindeki ırkçılık illeti büyük ölçüde bertaraf edildi. ABD'nin başında, bugün bir zenci liderin bulunuyor olması, şüphesiz, haklı bir dâvânın haklı metotlarla ifade edilmesi sayesinde mümkün olmuştur.

N. Mandela

1918'de Güney Afrika'da dünyaya gelen Nelson Mandela, kendi ülkesinde de tıpkı Amerika'daki gibi bir ırk ayrımcılığı belâsı vardı. O, bu utançla yaşamak istemedi. Mücadele meydanına atıldı. Mücadele metodunda, Gandi ve Luther'le aynı paralelde hareket etti. Çok eziyet gördü, ancak kimseye eziyet vermemeye gayret etti. Eline imkân geçtiği halde, yine de kan dökme ve şiddet kullanma yöntemini sürdürmek istemedi. Bu noktada iftiraya uğramasına ve hapse atılmasına rağmen, yine de dengesini bozmadı. Ülke içinde silâhlı çatışmayı sürdürmenin yanlışlığını gördü, duygu ve düşüncelerini fikrî mücadele metoduna yönlendirdi. Bu noktada yoğunlaştı. 27 yıl müddetle hapis hayatına mahkûm edilmesine rağmen, bu çizgiden sapmamaya gayret gösterdi.

Sonunda, o başarılı oldu. Hapisten çıktı ve bütün hayalinin "Bağımsız bir Güney Afrika Cumhuriyeti" kurmak olduğunu bütün dünyaya ilân etti. Bu hayaline de ulaştı ve 10 Mayıs 1994'te yapılan seçimde, bu ülkenin ilk siyahî devlet başkanı oldu.

1993'te Nobel Barış Ödülünü alan Mandela, kendisine lâyık görülen "Atatürk Uluslararası Barış Ödülü"nü almayı ise reddetti.

Said Nursî

1960 yılı Mart'ında Urfa'da 80 küsûr yaşında vefat eden Bediüzzaman Said Nursî'nin, neredeyse ömrünün yarısı hapislerde, sürgünlerde, zindanlarda geçti. En az yirmi kez ölüm ile burun buruna geldi. İdamla yargılandı, defalarca zehirlendi, değişik girişimlerle imha edilmek istendi. Ancak, o yine de "müsbet hareket" metodundan zerrece taviz vermedi. Zulme uğradı, ancak kimseye zulmetmedi. Ona işkence çektirenlere beddua bile etmedi. Kendilerine zulmedilse dahi, "mukabele–i bilmisil"de bulunmamaları hususunda talebelerine ders verdi, sıkı tembihlerde bulundu. Menfîce hareket edilmesi halinde, bundan mâsumların mutlaka zarar göreceğini hatırlatarak, yanlış yapan dindar dostlarını da uyarmaktan geri durmadı.

Sonunda, şiddete başvuranlar kaybedip hüsrâna uğrarken, Said Nursî, dâvâsında muvaffak oldu. Telif ve neşrettiği eserlerle küfrün belini kırdı, imân sancağını ise burçlara dikti.

Ödüle lâyık görüldüler

Yukarıda sıraladığımız ilk üç isim, dünya çapındaki ödüllere lâyık görüldüler.

İnsanlığın henüz tam olarak keşfedemediği Said Nursî'nin ödülü ise, eserlerini okuyanların akıllarında, kalplerinde, ruhlarındaki en mutena yerini almış durumda.

Türkiye'de "tüm zamanların en çok okunan" kitapları olan Nur Risâleleri, aynı zamanda bugün dünyanın en çok farklı dillere tercüme edilmiş eserlerin başında geliyor.

Hâsılı: Anlatacak bir dâvâsı olan kimse, kanlı şiddet metoduna tenezzül etmez ve etmemeli. Buna göre, dahilde şiddet kullananların ise, anlatacak haklı bir dâvâsının olmadığı hükmü çıkar. Dolayısıyla, şiddet taraftarı olanların dâvâsı ya zayıftır, ya çürüktür, ya da bunlar doğrudan doğruya ipleri başkasının elinde olan birer "dâvâ istismarcısı" kimselerdir.

Aklı başında olan bu vatanın şiddete meyilli evlâtlarını bir kez daha düşünmeye dâvet ederken, özellikle yukarıda isimlerini zikrettiğimiz şahısların biyografisini, dâvâlarını ve mücadele metotlarını daha etraflıca araştırıp öğrenmeleri tavsiyesinde bulunuyoruz.

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Esmâ-i Hüsnâ, dini gerektirir


A+ | A-

Sanat, sanatkârı gösterir. Hiçbir resmin ressamsız, hiçbir yapının mimarsız, hiçbir fiilin failsiz olamayacağını çocuk aklı bile kavrar. Atomaltı parçalardan galaksilere kadar şu muhteşem kâinat bir uçtan diğer ucuna birbirine bağlı ve iç içe girmiş harika sanat eserleriyle doludur. Öyle ise onların bir sanatkârı vardır. Öyle ise, O Allah’tır. Öyle ise Onun sonsuz isim ve sıfatları vardır.

Allah, kâinatı, cin ve melek gibi rûhânilerle şenlendirerek, şuur-akıl ve cüz’î irâde sahibi olan insanı da kâinatın en son meyvesi olarak kendisine “ibâdet-imân” etmesi için yarattı. Kâinatın Sahibi, başta Rab (her şeyi terbiye eden ve ettiren), Habîr (her şeyden haberi olan, her şeyi haber veren), Âlîm (her şeyi bilen ve her şeyi bildiren), Mürsîl (gönderen, ulaştıran, yollayan) ve sâir isim ve sıfatlarının muktezâsınca, peygamberleri önder, üstad, öğretmen tayin ederek; yaradılışın gayesini bildirdi, insanlığı terbiye etti; saadet ve felâket yollarını gösterdi.

Hayat veren ve cansızları da hayat sahnesine çıkaran “Muhyi” ismi ve hayatın sırrı da “peygamberlere imân” rüknünü remzen ispat eder. Zirâ ebedî, sonsuz hayat, resûllerin gönderilmesiyle ve kitapların indirilmesiyle tezâhür eder.

Eğer kitaplar ve peygamberler olmazsa, o Hayy-ı Ezelî bilinmez. Nasıl ki bir adamın söylemesiyle diri ve hayattar olduğu anlaşılır; öyle de bu kâinatın perdesi altında olan ve gayb âleminin arkasında söyleyen, konuşan, emir ve nehyedip hitâb eden bir Zâtın kelimâtını, hitâbâtını gösterecek, peygamberler ve nâzil olan kitaplardır.1 Yâni, semâvî, hak dindir.

Muhsin, Kerim, Vehhab, Mün’im gibi isimleri de resûlleri, onlar da dini gerekli kılar. Çünkü, kâinatın yaratılmasının hikmeti, hayattır. Hayatın gayesi, ibâdet ve şükürdür. İnsanların yaptıkları en küçük ihsan, ikram, lütûf ve yardımlar karşısında teşekkür etmek, vicdânî bir gerekliliktir. Mün’im-i hakiki olan Allah, başta insan olmak üzere bütün yarattıklarına sayısız ni’metler ihsan ve ikram ediyor.

Tîn Sûresi’nin dördüncü âyetinde ise, “Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık...” ve “Görmüyor musunuz ki, Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amâde kılmış, açık ve gizli sizin üzerinizdeki ni’metlerini genişletip tamamlamıştır”2 buyurarak, insana verdiği değeri belirtmiştir. Rahmân Sûresi’nde ni’metlerinin bir kısmı sıralanır. Bu nimetlere karşı nasıl teşekkür ve ibâdet etmek gerektiğinin anahtar ve formülü de din, yâni İslâmiyettir.

Ve kezâ, Kelâm sıfatı da yine enbiyâ ve dini icap ettirir. Şöyle ki: Allah, Mütekellim-i Ezelî ve ebedîdir. Bütün konuşmaları ve konuşanları O yaratmıştır. Beşerin akıllarına ve anlayışlarına göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Yani, insanların seviyesine göre hitaptır. Evet, bütün ruh sahibi mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, kelâm sıfatı ve rububiyetinin gereğidir. Kendini bildirmek için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa süsleyen ve binler dillerle kemalâtını söylettiren, elbette kendi sözleriyle dahi kendini tanıttıracak.

Allah’ın insanlara tekellümü, “vahiy” sûretindedir. Elbette, arıya ayrı, evliyaya farklı, Hz. Meryem’e başka, peygamberlere değişik şekilde vahyedecektir.

Bitkileri, rüzgâr ve yağmurları mücessem hâl diliyle, bülbülleri nağmeleriyle konuşturan Zât, peygamberler vasıtasıyla da insanlara, “vahiy, suhûf ve kitap” diliyle konuşur ve konuşturur. Çünkü “Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve her şeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve her şeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faydaları irade ederek tedvir ediyor. Madem yapan bilir, elbette bilen konuşur. Madem konuşacak; elbette şuûr ve fikir sahibi ve konuşmasını bilenlerle konuşacak...”3

Dipnotlar:

1-Sözler, s. 102-103

2-Kur’ân, Lokman, 20

3-Mektûbât, s. 90-91

22.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Şükrü BULUT

Irkçılık tarih boyunca dinlerle mücadele etmiştir


A+ | A-

Irkçılığın semavî dinlere karşı kullanımı, ister istemez zihinleri yine bu hastalığa çeviriyor. İdraklerin bazen cehaletle, bazen medeniyetin oyuncaklarıyla ve bazen tarafgirlikle husufa tutulduğu bir zamanda; ilim, akıl ve mantığın kaale alınmadığı ve medenî bir toplumda hiç olmaması lâzım gelen ırkçılığın –sun´î de olsa– zaman zaman yükselen değer olarak ortaya çıkması, herkes gibi bizi de şaşırtıyor.

Köşemizin ve mâlûmatımızın üzerinde detaylarıyla durmaya müsaade etmediği bu hastalığın tarihçesi hakkında ulemanın çok güzel tesbitleri var. Benî Âdem´in bu hastalığı ecdadı sayılan Kabil´den tevarüs ettiğini söyleyenler olduğu gibi, bizzat şeytana bağlayanların da sayısı az değil. “Üstünlük” duygusu, “seçilmişlik” düşüncesi veya “kişisel enaniyetin” kabile ve ırk enaniyetine dönüşümü ile ortaya çıkan unsuriyetin bütün peygamberler ve dinlerce reddedildiğini de biliyoruz.

İşin garip bir ciheti, hemen hemen tüm enbiyanın “hak dinleri” tebliğleri esnasında ırkçılarla mücadeleye mecbur kaldıklarını, dinler tarihi ortaya koyuyor. Bu vadide, her ne hikmetse herkesin aklına Benî İsrâil gelse de; her milletin tarihinde az veya çok ırkçılar vardır. “Seçilmiş millet” düşüncesinin İsrâiloğullarında daha çok ortaya çıkmasının mutlaka birçok sebep ve hikmeti vardır. Kur´ân´da en çok zikredilen kıssalar arasında zikredilen Musa (a.s.)´ın hikâyesi veya Benî İsrâil´in buradaki tarihçesi bir bütünlük halinde hadis-i şeriflerin rehberliğinde ele alınsa, çokça medar-ı bahsedilen bu husus, en doğru şekliyle ortaya çıkar.

Katle, tehcir ve tenkile maruz kalan Benî İsrâil´in sair milletlerde unsuriyet fikrini uyandırdığı da, araştırmacılarca çokça ifade edilen bir husustur. Bilhassa Endülüs´ün yardımıyla aydınlanan Avrupa´da bu husus çok dikkati çeker. Skolastik çağın mengenesinden kurtulan Avrupa´ya o günkü Hristiyanlık yön vermeyince, aklı esas alan ve zaman içinde Allah´ı ve semavî dinleri inkâra yönelen felsefenin ırkçılık fikrine adeta saksılık ve hatta bostanlık ettiğini hepimiz biliyoruz. Bir taraftan Avrupa halklarını uyandırırken diğer taraftan onları birbirine düşüren “ırkçılık felsefesini” tekâmül ettirenlerin milliyetleri, bir cihetle çok önemlidir.

İslâmı Anadolu´dan atmak düşüncesiyle Osmanlı sonrasında ortaya atılan Kemalizm düşüncesinin altyapısının tamamen ırkçılık olduğunu bilenler, bu felsefenin ideologlarının kaynaklarını merak etmişler. Bilhassa Fransızca ve Almancadan tercüme edilen eserlerin çoğunun “şimal cereyanını” doğuran feylesoflara ait olduğunu görmüşler. Büyük ihtilâlle birlikte ipleri ele geçiren dinsiz feylesofların “ırkçılık ve dinsizlik”le mezcolmuş eserlerinin, o günden sonra Avrupa halklarına bir daha rahat yüzü vermediklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Osmanlının “Frengistan” dediği Avrupa´nın merkezinden İslâm coğrafyasına ihraç edilen bu dehşetli fikirlerle başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere birçok İslâm beldesi bağımsızlığını kaybetmiş ve ecnebîlerin sömürgeleri haline gelmiştir.

Hem Avrupa´yı ve hem de Asya´yı canından bezdiren bu fikrin tüm diktatörlerce az veya çok kullanıldığını her iki kıtada da müşahede ediyoruz. Bolşevik ihtilâline rağmen ırkçılık fikri; Arnavutlarda, Kafkaslar’da, Orta Asya Türkistan’ında ve Tataristan´da Müslümanlar arasında mütemadiyen canlı tutulmuştur. İkinci Dünya Savaşında devamlı bir şekilde suçlanan iki milletin dışındaki müttefiklerde de ırkçılığın daha yüksek boyutlarda olduğunu, dikkatli araştırma ortaya koyacaktır. Şayet “antisemitizm” kanunu Avrupa´da uygulanmasaydı, Alman ırkçılığının hakikî yüzü de ortaya çıkarılacaktı.

Zamanın fevkalâde sür’atlendiği ve hadiselerin takip edilemeyecek hızla geliştiği dünyamızda, daha başka tarihî hakikatlerle birlikte, bu husus da vuzuha kavuşacaktır. Irkçılıkla hastalanmış insanlarda, birçok insanî duygu işlemez olur. Hak ve adalet duygusu kaybolmaya başladığı gibi; vicdan, vefa, merhamet, paylaşma ve insan sevgisi gibi insanî özellikler de zamanla kaybolur. Irkçılık fikrî yılan gibi sosyal bünyede yürümeye başladığı zaman, evvelâ hâmilerini zehirler. Kendilerini katil, tehcir ve tenkilden kurtaranların ölümlerini hazırlamada, piramitlerde çalışmış Mısırlı işçilerden daha gayretlice çalışırlar. Endülüs´ün yıkılışında ırkçılık fikri önemli rol oynadığı gibi, birçok Avrupa devletinin yıkılışı da bu illettendir.

En önemli ve ibretli örnek ise; fedakâr ve keremkâr devletin İber´de katliamdan kurtardıklarının o devlete yaptığı olmalıdır. Osmanlı´nın fiîlen bitmesi, mazlum padişahın tahtından indirilerek Selanik´teki Carls Alattini köşküne hapsedilmesi ve Hristiyanların bu şehirdeki Osmanlı tebaası dönmeleri tehcire zorlamalarıyla birlikte mazlum padişahın İstanbul´a nakledilmesi hadisesi, bilinmeyen tarihimizin en yakıcı gözyaşlarıdır.

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ermeni açılımı”nda akâmet…


A+ | A-

“Kürt açılımı”na endekslenen demokratikleşmenin askıya alınması ve “Alevî açılımı”nın “cemevleri”nde tıkanmasından sonra Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan’ın “büyük fırsat” söylemiyle başlatılan “Ermeni açılımı” da açmazda. Türkiye ile Amerika’nın temel öncelikleri ve politikalarının örtüşmediği, sadece Irak, Kuzey Irak ve “Kürt açılımı”nda ve demokratikleşmede değil, Obama’nın Türkiye ziyaretinde Ankara’ya önerdiği(!) “Ermeni açılımı”nda da bâriz bir biçimde tezahür ediyor.

Bilindiği gibi Başbakan Erdoğan son Amerika ziyaretinde, Türkiye ile Ermenistan’ın “normalizasyon süreci”ne girmesi için, Ermenistan’ın başta Karabağ olmak üzere Azerbaycan topraklarındaki işgali sona erdirmesi gerektiğini tekrarlamıştı. ABD’nin de içinde bulunduğu Minsk Üçlüsü’nün Ermenistan’ı çekilmeye “zorlaması”nı istemişti.

Ne var ki Erdoğan’ı “Ermeni protokolleri”ni imzalamasından dolayı “tebrik” eden Obama, Ankara’nın bu taleplerinin hiç birini kaale almamış; aksine, Karabağ işgalinin bu işe karıştırılmaması anlamına gelen lâflar etmişti.

Aynen Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan gibi, “Bu protokolleri madem onaylayamayacaktınız, neden imzaladınız?” ta’rizinde bulunmuştu. Dahası protokollerin süratle Parlamentoda onaylatılmaması ve sınırın açılmaması halinde “soykırım iddiaları”nın yeniden sözkonusu olacağı sinyalini vermişti.

Bunun anlamı, “protokoller” imzalanmazsa, önümüzdeki 24 Nisan’da Ankara’nın yine “soykırım şantajı” baskısıyla karşı karşıya kalmasıydı…

“PROTOKOLLER” TÜRKİYE’NİN

BAŞINA BELÂ AÇTI…

Nitekim Washington’un ardından bunun ilk işâretleri Erivan’dan gelmeye başladı bile.

7 Aralık’ta Obama’yla Beyaz Saray görüşmesi sonrası Erdoğan, Ermenistan’la imzalanan “protokoller”in “onaylanması” için Erivan’dan bir adım beklendiği, Karabağ işgalinin devamı halinde TBMM’nin bu protokolleri imzalamasının zor olacağı açıklamasının ardından Erivan’dan Ankara’ya mukabil “cevaplar” veriliyor.

“Çok istedikleri” ve hatta “baskılar”a rağmen hükûmetin 1 Mart tezkeresinin Meclis’te kabul edilmediğini hatırlatan Erdoğan’ın, “Hükûmet olarak samimiyetle sözümüzün arkasındayız, ‘protokoller’i Parlamento’ya sevk ettik; anlaşmada herhangi bir önşart yok ama Meclis’e dayatamayız” sözlerine Erivan’dan “karşı mesajlar” geliyor.

Erivan’dan yükselen tepkiler, “Ermenistan’la imzalanan protokoller”in ne denli pamuk ipliğiyle bağlı olduğunu deşifre ediyor. “Ermeni açılımı”nın da altyapısının hazırlanmadığını ve “protokoller”le Türkiye’nin başına tam belâ açıldığını su yüzüne çıkarıyor. Ermenistan, Türkiye ile ilişkileri normalleştirecek “protokoller”in Mart 2010’a kadar Meclis’te onaylanmaması halinde, karşılıklı büyük iddialarla başlatılan süreci bitirmeye hazırlandığını açıkça bildiriyor.

Ermenistan Başbakanı Tigren Sarkisyen, Erdoğan’ın Amerika’da protokollerde “Karabağ önşartının olmadığı” ifâdesini istimal ederek, “Türkiye önkoşullarla gelirse, Ermenistan da aynısını yapar” şantajında bulunuyor. “Türkiye Meclisi’nin onayını sonsuza kadar bekleyemeyiz” deyip “soykırım önşartı”nı ileri süreceklerini belirtiyor.

Daha da garibi, Erivan’ın diyalog ve işbirliği içinde olduğunu açıkça ikrar ettiği Ermeni diasporasının desteğiyle uluslararası arenada “soykırım iddiası”nı yeniden alevlendirecekleri tehdidini savuruyor. Karabağ konusu ile “protokoller”i birlikte müzâkerenin “süreci kösteklediğini” Ankara’ya iletiyor.

Kısacası, Ermenistan Başbakanı Sarkisyan, tıpkı Cumhurbaşkanları Sarkisyan gibi, Karabağ için Azerbaycan’la savaşa hazır olduklarını, Türkiye sınırının açılması ile Karabağ arasında bağ kurulmasını asla kabul etmeyeceklerini yineliyor. “TBMM’nin ‘protokoller’e ‘Karabağ şehri’ koyması halinde anlaşma düşer ve protokoller kadük kalır” diye konuşuyor.

Türkiye’nin bu şartta direnmesi ya da Meclis’te “protokoller”e bu şartın eklenmesi halinde, protokollerin geçersiz olacağı ve sürecin kopacağını yüksünmeden ekliyor.

Özetle, “Protokollerin onayını Dağlık Karabağ işgaline bağlamak, süreci engellemektir” diyen Ermenistan Dışişleri Bakanı Nalbantyan’ın, Türkiye’nin Mart’a kadar protokollerin TBBM’de onaylatmaması halinde imzasını çekeceği ve Obama’nın 24 Nisan’da “soykırımı kınayacağı” imâsı, Erivan’ın tavrını ortaya koyuyor.

Bu durumda kamuoyunda bu sorulara cevap aranıyor: AKP hükûmeti, Ermenistan’ın binlerce Azeriyi katledip bir milyon kaçkını (göçmeni) perişan eden ve Azerbaycan’ın yüzde 20’sini teşkil eden Karabağ’ı ve diğer Azerî topraklarını işgalinin sona erdirilmesine dair hiçbir önşart koymadan bu “protokoller”i neden imzaladı?

Meclis’in protokolleri onaylamaması durumunda, Ermeni lobisinin öteden beri Ermenistan’a arka çıkan Fransa’nın yanısıra Amerikan Kongresi ve yönetimi üzerindeki etkisiyle, “soykırım iddiaları”nda istismar edeceği ve Türkiye’yi sıkıntıya sokacağı niçin hesaplamadı? “Komşularla sıfır problem” politikaları bu mu?

Bediüzzaman, “Şu milletin saadeti ve selâmeti, -Âdem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş dostluğun komşusu olan- Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır)” tesbitinde bulunur. “Fakat mütezellilâne (zillet ve mağlubiyet içinde) dost olmak değil, belki (bilâkis) izzet-i milliyeyi (milletin izzet ve şerefini, hakkını ve hukukunu) muhâfaza ederek, musâlâha (barış) elini uzatmaktır” diye ikaz eder (Münâzârat, 67-68)

Vaziyet şu ki “Ermeni açılımı” da akametle yüzyüze. AKP siyasî iktidarının, yine “Amerikan plânı, hegemonya veçıkar politikaları”yla yaptığı bu açılım da akim kalmakta. Ermenilerle “izzet-i milliyeyi muhâfaza eden musâlâha”da başarısız kalınmakta. Bu yüzden “Ermenistan açılımı” projesi de daha açılmadan kapanmakla, kopmakla akamete uğramakta…

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Bahriyede 4. intihar ve delillerin karartılması


A+ | A-

Ajanslara düşen haberlere göre; Ergenekon soruşturması kapsamında Poyrazköy’de ele geçirilen mühimmatla ilgili gözaltına alınıp tutuklanan, itiraz üzerine serbest bırakıldıktan sonra hakkında yakalama emri çıkartılan Deniz Yarbay Ali Tatar, yakalama emrine ilişkin tebligatı aldıktan sonra evinde intihar etti.

Alınan bilgiye göre, 7 Aralıkta Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’nde, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklanan Tatar, avukatlarının itirazı üzerine 3 gün önce serbest bırakıldı. Savcılığın talebi üzerine hakkında yeniden yakalama emri çıkarılan Tatar’a, hakkında verilmiş mahkeme kararı, Üsküdar Beylerbeyi’ndeki Astsubay Hazırlama Okulu tesislerindeki lojmanında önceki gün tebliğ edildi. Tebligatın ardından Tatar, evinde silâhıyla başına bir el ateş ederek intihar etti.

Tatar için dün Karacaahmet Cemevi’nde cenaze töreni düzenlendi. Törenin ardından Tatar’ın naaşı, toprağa verilmek üzere Ankara’ya götürüldü.

Bu olay son birkaç ayda meydana gelen 4. intihar olayı ve ilginçtir hepsi de Deniz Kuvvetleri mensubu subaylar. Şimdi G. Kurmay Başkanı’nın neden Trabzon’da ve bir savaş gemisinde beyanat verdiği daha iyi anlaşılıyor. Mesajı dolaylı yoldan vermesine karşılık her şeyi gayet açık bir şekilde ifade ediyor.

Tarih tekerrür ediyor. Bundan yaklaşık 85 yıl önce benzer olaylarla karşılaşmıştık. Şiddetli bir muhalefet lideri ve aynı zamanda bir Bahriye subayı olan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Topal Osman çetesi tarafından öldürülmüştü.

Bu cinayetin azmettiricisi olarak suçlanan bazı insanlar çarçabuk hareket ederek Topal Osman’ı öldürmek istemiş, bu sayede delilleri karatma imkânına kavuşmuşlardı.

Topal Osman adamları vasıtası ile, korumuş olduğu kişilerin kendi ölüm fermanını imzaladıklarını haber alınca derhal saldırıya geçmiş, fakat amacına ulaşamamıştı. Sonunda başı gövdesinden ayrılmak suretiyle öldürüldü. Yani sağ kalma ihtimali olmaması için bu çareye başvuruldu.

Sonunda hem bir muhalif liderden, hem de birçok cinayete karışmış ve sonradan başa belâ olacak bir kişiden kurtulmuşlardı.

Şimdi de benzer senaryolarla karşı karşıyayız. 85 yıl önceki Türkiye ile şimdiki ülkemiz arasında çok fazla bir fark olduğu söylenebilir mi?

Zira hâlâ darbe peşinde koşan ve buna teşebbüs eden cuntacılar serbestçe dolaşabiliyorlar. Bu insanların, haklarında suçlamalara neden olacak delilleri ortadan kaldırmak için çaba sarf etmeleri gayet doğaldır. Ne de olsa örnek aldıkları insanların yöntemlerini kullanıyorlar. “Amaca ulaşmak için her yol mubahtır” diyen Marksist ve faşistler gözünü kırpmadan adam da öldürebilirler. Bunun örneği çoktur.

Lâkin onların bu dehşetli planlarını gördüğü halde engel olmayanlar, hatta “Ucu bana da bulaşabilir” endişesi ile delillerin karartılmasına neden olanlar bence daha büyük bir suç işliyorlar. Bir deniz albayının, hakkındaki vahim iddialara rağmen korunması, utanç verici bir durumdur.

Elbette buna engel olamayan yürütmenin başı, yani icracı makamı işgal eden Başbakan da büyük bir sorumluluk taşımaktadır. Mazeretler üreterek bu büyük suçlardan kendisini kurtaramaz.

Bahriyemiz ne yazık ki büyük bir dindar insan kıyımına maruz kaldı. İşin acı tarafı bu zulmü işleyenler arasında yıllarca dini siyasete âlet eden insanlar var. Ordudan ve özellikle Deniz Kuvvetlerinden binlerce subay atıldı. Bir tanesi de bendenizdir.

Elime tutuşturdukları kâğıtta, yani askeriyeden atıldığımı gösteren belgede, başbakan olarak Erbakan’ın da imzası var. İbret olsun diye saklıyorum.

Şimdiki Başbakan Erdoğan da tarihten hiçbir ders çıkarmamış gibi aynı yanlışı yapmaya devam ediyor. Bir kanun maddesi ile bu zulmü durdurmak imkânı varken hiçbir işe yaramayan ve sadece “Ben âciz birisiyim” anlamına gelen “şerh koyma” ayıbına imza atıyor.

Önceki siyasetçiler “ne yapayım bana engel olanlar var” diyerek suçlarına kılıf uydurabiliyorlardı. Lâkin şimdiki iktidarın hiçbir mazereti yoktur. ABD, Avrupa arkasında, medya çok farklı bir yapıya gelmiş durumda, Cumhurbaşkanı engen çıkarmıyor, Mecliste tek başına iktidar, muhalefet liderleri beceriksiz.

Kısaca tarihimizde görülmedik bir şekilde her türlü olumlu imkân var.

Fakat o da ne!

Başbakan çaresiz bir vaziyette zulme ortak olduğu yetmiyormuş gibi üstelik asker ağzı ile konuşuyor.

Savunma bakanı, generalleri savunma bakanı olmuş. Fesübhanallah…

Bu yapılanlar elbette unutulmayacak. Elbette bir gün bunların hesabı sorulacak. Bu dünyada olmasa bile haşirde çetin bir sorgulama var.

Yapılan haksızlıkları gördükçe içimde bir sızlama hissediyorum. Fakat beni daha fazla üzen, siyasetçilerin umursamaz tavırları ve pişkince hareket etmeleri. Kahredici bu durumdan kurtulmanın sadece bir yolu var, o da hesap gününe olan imanım.

Eğer ahirete inancım olmasa vicdanım çok daha fazla sızlayacaktı. Rabbime bana imanlı bir şekilde yaşamak lütfunu verdiği için sonsuz şükrediyorum…

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Hariri’nin Suriye ziyareti


A+ | A-

Lübnan Başbakanı Saad Hariri’nin, babası Refik Hariri’ye 2005’te düzenlenen suîkastın ardında olduğu iddia edilen Suriye’ye yaptığı ziyaret, bölge açısından önemli bir adım oluşturdu.

27 Haziran seçimlerinden sonraki beş aylık bunalımlı dönemin ardından Kasım ayında millî birlik hükümetini kuran Hariri’nin ilk önemli ziyaretini Suriye’ye yapması anlamlıydı. Onlarca yıldır bir kaos ve iç savaş içinde çalkalanan, İsrail’in Hizbullah’a yönelik saldırılarıyla sık sık tahrip olan Lübnan’da, Suriye önemli bir gücü oluşturuyor.

Baba Hariri, Lübnan’ın önemli zenginlerindendi ve 1992 yılından 2004 yılına kadar beş kez başbakanlık yaptı. 14 Şubat 2005 tarihinde ise korkunç bir suikastla öldürüldü. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan soruşturmalarda doğrudan olmasa da dolaylı olarak Suriye’nin rolünün olabileceği dile getirildi. Ancak bu olayı araştırıp kitaplaştıran eski Alman savcı Jürgen Cain Külbel, Hariri’nin öldürülmesinden bir saat önce uzaktan kontrollü bombalara karşı önlem olarak arabasına yerleştirilen sinyal karıştırıcı cihazın kapatıldığını, bu cihazın tek mucidi ve imalâtçısının ise İsrail olduğunu ileri sürüyordu. Amerika ve İsrail’in Suriye’yi suçlayarak zayıflatmak, böylelikle muhtemel bir saldırıya karşı korunmaya muhtaç hale getirmek istediğini savunuyordu.

İşte şimdi oğul Hariri de iddialara inanmadığını gösterircesine, Suriye’ye giderek barış ve dostluk mesajları verdi. Beşar Esad’la görüşmelerinde bölgesel ve uluslar arası platformlarda birlikte hareket etme kararı almaları önemliydi.

Aslında bu yumuşayan ilişkiler de Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun da önemli bir payı var. Nitekim Hariri, ziyareti öncesinde Davutoğlu ile bir telefon görüşmesi yaptı. Türkiye bölgedeki İslâm ülkeleri arasındaki işbirliğini güçlendirmek ve birliği sağlamak maksadıyla özellikle Suriye ile Suudî Arabistan’ın yakınlaşmasına katkıda bulunuyor.

Ancak bu yakınlaşmadan İran’ın memnun olacağı kuşkulu. Zira bölgede İran ile Suudî Arabistan arasında bir güç ve nüfuz mücadelesi yaşanıyor. Hariri hükümeti içinde yer alan Hizbullah’ın Suriye ile yakınlaşmayı nasıl değerlendirdiğini bilmiyoruz. Ancak bu gelişmelerden en çok İsrail’in rahatsız olduğu aşikâr. Hariri’nin hükümeti kurar kurmaz “yeni hükümet hep birlikte İsrail’in tehditlerine karşı duracaktır ve Arap kardeşlerimizle işbirliği için çalışmalarını sürdürecektir” demesi ve bu sözünü tutup Suriye ile ilk adımı atması, bölgedeki İslâm ülkeleri arasındaki ihtilâfları körükleyerek varlığını teminat altına almaya çalışan İsrail’i kuşkusuz mutsuz ediyor.

Olayın bir başka yönü de bölge ülkelerinde genç liderlerin iktidara gelmesiyle, eski kemikleşmiş ihtilâflar da yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlaması. Lübnan’ı kendi arka bahçesi gibi gören Hafız Esad’dan sonra Beşar Esad’ın ılımlı politikaları bunun en güzel göstergesidir. Bunun tek istisnası Ürdün Kralı Abdullah. Kral Abdullah maalesef bölgede kendisinden beklenen katkıları yapmıyor.

Umarız Mısır’da Hüsnü Mübarek sonrasında gelecek genç lider de bölgedeki işbirliği ve barış havasına katkıda bulunur. Zira—daha önce iki kez değerlendirdiğimiz gibi—bu ülkede Mübarek’in onlarca yıldır süren baskı rejimi, kendi ülkesindeki her türlü demokratik sesi susturduğu gibi, son Gazze saldırılarında sınırları kapatarak, Filistinlileri de uzun süre açlığa mahkûm etti.

Temennimiz; Hariri’nin akıllı ve sağduyulu adımının bölgenin küçük ama çok kültürlü ülkesi Lübnan’ı yeniden eski ihtişamlı günlerine döndürmesidir.

22.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Taarruzdan savunmaya


A+ | A-

Geçen haftanın son günlerine damgasını vuran gelişmelerden biri, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, Trabzon’da bir savaş gemisine çıkıp, yine arkasına çok sayıda komutanı alarak yargıya, siyasetçilere, akademisyenlere ve medyaya ayar vermesiydi.

Mesajlarını Oruç Reis Firkateyninden vermesindeki “özel anlam”a bilhassa vurgu yapmayı da ihmal etmedi Başbuğ, ama bu özel anlam pek anlaşılamamış olmalı ki, farklı yorumlar yapıldı.

Bazı emekli subaylar “Oruç Reis denizlerde Türk hakimiyetinin sembolü bir isim. Başbuğ’un o ismi taşıyan gemiden konuşması da bir güç gösterisi” kabilinden değerlendirmeler yaptılar.

Ama bu mânâdaki bir güç gösterisinde muhatabın dışarıdaki askerî adresler olması gerekirken, konuşmadaki mesajların içeriye dönük olması, söz konusu tevilleri farklı bir alana taşıdı.

Emekli bir deniz albayının, dünyada devlet adamlarının tarihî açıklamalarını savaş gemilerinden yaptıklarını söylerken, “Meselâ Bush savaşın bittiğini bir uçak gemisinde açıkladı” örneğini vermesi ise ilginç çelişkileri gündeme taşıdı.

Çünkü Bush “sivil” bir devlet başkanı olarak, başlattığı savaşın bittiğini bizzat kendisi açıklarken, Başbuğ sivil otoriteyi kaale almayan geleneksel TSK tavrını sürdürerek, içe dönük yeni bir “karşı psikolojik harekât”ın startını veriyor...

Bu bağlamda, açıklama mekânı olarak firkateynin tercih edilmesinden, Deniz Kuvvetlerindeki “amirallere suikast” iddialarıyla ilgili soruşturmalara müteallik mesajlar çıkaranlar da oldu.

Soruşturmada adı geçenlerden bir deniz yarbayının, tutuklanıp bırakıldıktan sonra, hakkında tekrar yakalama emri çıkarılmasını takiben evinde ölü bulunması ise, yakın zamanda askerî cenahta sıklaşan esrarengiz ölümler silsilesinin yeni bir halkası oldu. Öncekiler gibi bu olay için de “Gerçekten iddia edildiği gibi intihar mı, yoksa işin içinde başka işler mi var?” diye soruluyor.

Bu sualin de, bağlantılı diğer istifhamların da cevabını ortaya çıkarmakla görevli olan adlî makamların, “Bizimle işbirliği yapın, yoksa çatışma çıkar” ültimatomuna muhatap kılınması, cereyan eden trajik hadiselerin oluşturduğu sıkıntılı ortamda son derece büyük bir talihsizlik oldu.

Genelkurmay’ın, bir taraftan her açıklamasında yargıya ve hukuka saygıdan dem vurup, hattâ firkateyn bildirisinde dahi bu yönde ifadeler kullanırken, diğer taraftan adlî makamlara böyle bir “muhtıra” ve talimat vermesi hiç olacak şey mi?

Gerçi, bizzat yaptığı suç duyurularıyla açılan dâvâların kendi talebi yönünde sonuçlanması için el altından sonuna kadar takipçi olan bir kurum için bunun yadırganacak bir tarafı pek yok.

Hele 28 Şubat’ta yargı mensuplarına verilen karargâh brifinglerini ve Başbuğ’un seleflerinden Kıvrıkoğlu’nun İstanbul DGM’yi “irticaya karşı gevşek davranmak“la suçladığını hatırlar isek...

Bu yönüyle Başbuğ’un firkateyn çıkışı, Kıvrıkoğlu’nun DGM muhtırasının yeni bir versiyonu olarak kayıtlara geçecek. Aradaki fark, bu defa savunma-taarruz pozisyonlarının yer değiştirmiş olması. Kıvrıkoğlu’nunki “irticaya karşı bir taarruz” harekâtını fişeklemişti, Başbuğ’unki ise TSK içinde var olduğundan kuşku duyulan yasadışı oluşumların üzerine gidilmeye çalışılan süreçte, savunma pozisyonundaki bir manevra.

Gerçi Başbuğ “Demokrasi ve hukuka uymayan hiç kimseyi TSK’da barındırmayız” diyor ve suç işlediği iddia edilenleri yargıya teslim ettiklerini söylüyor; ama yargı sürecinde yaşananlar ve özellikle çifte standart kuşkusuna yol açan bazı karar ve tasarruflar, tartışma konusu oluyor.

Ergenekon dâvâlarında tutuklu yargılanan kimi asker kökenli sanıkların “Biz buradayız, ama talimatlarıyla iş yaptığımız komutanlarımız nerede?” diyerek seslendirdikleri serzenişler, bunun taze örnek ve tezahürlerinden sadece biri.

Başbuğ’un adlî makamlara verdiği muhtıraya karşı, her fırsatta yargı bağımsızlığından dem vuran kurumların sessizliği de işin bir diğer yönü.

22.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl